“ Sen ve ben” demiştin o zaman.
“Sen ve ben birbirimize yazılıyız.”
Biliyor musun? Çok kitap okudum senden sonra. Cümlelerde yoktun/tuk belki ama bazen iki hece arasına sıkışmış bakışlarını gördüm. Bazen, bastırarak söylediğin her kelimenin (seviyorum mesela) baş harflerini duydum.
Biz, bize yazılı değildik oysa!
Kandırılmış bir hayal çöreklenmişti aramıza. Faili meçhuldü “biz’in” başı ve sonunun.
Birimiz gecenin karası, birimiz ışıktı. Birimiz nakışken beyaz ipeğin üzerine, diğerimiz zindan duvarına yansıyan ateş.
Birimiz Lut'ken, en dibine çöreklenmiş; birimiz Everest, güneşe ellerini uzatmış bekleyen.
Birimiz siyah, birimiz beyaz, birimiz umut, birimiz yalan...
Nasıl insan acıtılır? Bazen unutmak istediklerin nasıl getirilir hatrına? Nasıl köşelere sıkıştırılır? Cevap istendiğinde de, nasıl kaçılır? Nasıl aç bir yürek ve gözler bırakılır ardında? Sevgiyi ucundan biraz göstererek, tam elini uzattığı anda geri çekmek, ya da “zaten senin değildi, yoktu aslında böyle bir şey” demek. Nasıl söylenir bunlar?
Bunu yapabilmek bir sanat mı acaba diye düşünüyorum. Çok yorar mı insanı? Ya da ne bileyim,bu dünyadan alıp başka yerlere bırakır mı? “Al bak seni de acıttım” derken güler mi yüz? ”Ağlıyorum”derken inanmalı mı? Kötü sözün mazereti olduğu gibi, iyi sözün de var mı? Yoksa,”hepsi hayaldi” mi demeli herkese? Bilmem ne demeli, ne yapmalı?
Bir şey daha var. Nasıl saklanmalı insan? Neden saklanmalı daha doğrusu? Ben kendimce cevap verdim ama ya başkası? Sorularım havada kaldı…
Nerede olduğunu biliyorum aşkın ama söylemeyeceğim sana. Yaramaz bir çocuk gibi kendime saklayacağım her şeyi. “Ben buldum, ben gördüm, ben tanıdım…Kıskananlar çatlasın” der gibi dolanacağım ortalarda ellerimi savurarak. “Bir taşı kaldırdım altından aşk çıktı” demeyeceğim. Hatta su içtiğim bardakta benden önce onun iz bıraktığını hiç kimseye söylemeyeceğim. Sırtımı dayadığım ağaçtan düşen meyvenin “O” olduğunu asla bilemeyeceksin, tadının sana benzediğini de…Aslında, senin aşk olduğunu da bilmiyorsun. Gözlerinin denizi ve gökyüzünü izlettirdiğini de.
Güzel olan ne biliyor musun? Herkes deli gibi seni ararken, ben seni bulmanın erişilmez huzurunu yaşıyorum. Köşede saklandığım yerden izleyip onları, gizlice gülüyorum. Çocukça tadını çıkarıyorum seni tanımanın, bilmenin ve seni yaşamanın. Hatta küçük bir çocuğu izliyorum köşe başında durmuş. Parkta bir o yana, bir bu yana koşuşturmasını seyrediyorum. Onunla birlikte zevkine varıyorum içine daldığı oyunun. Ben aşkı buldum, yüreğim büyüdü, kanatlarım çıktı. Oyunlara daha bir merak salar oldum. Çocuk oldum, çocukça sevdim ve sakladım seni.
İş Değil Benimkisi
Bak, buradayım
Tam karşında
Bir elimde
Tutunamamış çocukluğum
Canhıraş kavgaların içine mi doğmuştuk gerçekten? Yaşamaya başladıktan sonraki cezamız mıydı bu kavgalar? Bilmiyorum. Tüm cevaplarım dipsiz kuyuların içinde kalmış gibiydi sanki o gece. Suçluluklarımın ve zaferlerimin kavgası beni de ezip geçmişti. Acıyordum. Kanıyordum için için. Gözyaşlarımın selinde boğuldu tüm çiçeklerim.
Nefes alamamak, yaşama veda etmek… Neden? Neden böyleydi seni yaşamak ya da sensiz ölmek? Haydi susma! Bir kelimelik cevaplarından birini söyle bana şimdi. Her ne ise dilinin ucundaki, kulaklarıma düşür onu. İstersen gözlerime bırak. Aşk de, veda de, hatta cesaretsizliğinle boyadığın usul elvedalarından birini söyle bana.
Kendinizi ve hayatınızdakileri tartıp, düşündünüz mü hiç? Neyin, ne kadar hak edildiğini sordunuz mu? Mutlaka bir dönüm noktasına geldiniz şimdi. Her günün bir şeye gebe olduğu bu yaşamda, anlık sürprizlere ne kadar açığız? Yoksa tam tersine, fanusların içinde yaşadığımız bu hayatı öylesine, boş bakışlarla izliyor muyuz? Her bir sorunun basit cevapları var. Bazen dobraca veriyoruz cevaplarımızı, bazen de saklanıyoruz kelimelerin ardına. Zaman öyle ya da böyle geçip gidiyor. Yolda önümüze çıkan duraklarda dinlenip nefesleniyoruz, ya da ömürden bir nefes daha eksiltiyoruz. Yollara ve duraklara bakıyoruz. Kâh özlemler, kâh öfkeler, gökkuşağı misali duygular…
İplerimizin kimin elinde olduğunu düşündüğümüz ve sorguladığımız anlara geliyor sıra şimdi. Bağımlı ya da bağımsız yaşadığımız, yaşamlarımızda rol alan insanların bizlerin üzerindeki hâkimiyetlerini izliyoruz. Fark etmeden verilen pek çok ödünden sonra eksilen ya da kazanılanların hesabını tutmaya başlarız. Kendimize acımalar, içeride kopan kavgalar, yüreklerdeki bitmeyen sağanak yağmurlar, birden bire nerede ve neyin içinde kaldığımızı anlayamaz hallerde uyanırız yaşam uykusundan. Ensemizde bir ses;
_Şunu yapma, sevme, kızma, ağlama, üzülme ve…
Giderim, arkama bakmam
Giderim, sevdaya inanmam
Giderim, yüreğim hep kırık
Giderim, hayallerimin hepsi yıkık
“Acıyordu!
Bırakıp giderken, değdiğin yer mi yoksa gözlerim miydi canımı yakan seçemiyordum. Acıyordum işte ve bu senin umurunda değildi. Yoksa…
Yoksa gitmezdin değil mi? ” Dedi adam.
Aklında hep o gece vardı. Yaşlı gözleriyle yalvarıyordu kadın ona.
-“Artık anla beni. Gidiyorum bak! ”
Yazmalara küstün mü kalemim?
Yoksa bana mı darıldın?
Birkaç gündür bakmadım
Dokunmadım sana biliyorum
Kusuruma bakma emi, kadim dostum?
Dün bir martı kondu pencereme bilir misin?
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!