gece telvedir kahve fincanı dibinde, bakılmamış fallarda saklar halleri
ya da ışık dökülmesidir yüreği kabarmış denizlere, yakamozlar misali
işte böyle gecelerin birinde canımın içi...,
diyelim ki bir davet aldık ikimiz birden, yazılmamış öykülerin birinden
“o trenin bütün yolcuları sütten kesilmiş analar
ve kucağından çocuğu alınmış köylü kadınlardı
ve bir de adı ‘ben’ olan bir çocuk vardı...”
-ey tren, hasretle bekliyorum seni, ilk yolculuğumdun sen benim.
o zaman bir veda yüküm vardı, şimdi ise dinamit lokumu yüreğim,
/ kehribar taşlı, sonsuz sayılı zikir tespihi gibi, çektikçe zamanı,
rüyalardan uyandırma saatini çalma sakın, ne kendine ne de bana
en hatırlanmayacak rüyalar bile, bırak saklı kalsın yastığın altında
bak, gördüğün şu uzak gezegenin mesela, giriş kapısının üstünde
bugün yazılı ya ismimizin baş harfleri, bildiğimiz bütün alfabelerde
sabah şerifleriniz hayrolsun...
...
(ama hani nerede, bir ayağı kırık tahta sandalyenin dayandığı masa,
şu köşede duruyordu)
“Sana; ne yazdıklarım seni anlatabilir,
ne de sen anlattıklarımdan bir şey anlayabilirsin.
Sen sadece benim, yaşadıklarımda ya da yaşayamayacaklarımda gizlisin.”
(duymadın bu sabah günaydın dediğimi, uyuyor musun)
o gece ağır ve klasik roman kahramanlarına, ne kadar benziyorduk biz gene
yarı çapkın bakışlarımızın susuzluğunda, ateş dansı yapıyorduk gözlerimizle
bekliyorduk yani dün gibi sahneye fırlamasını, içimizdeki sokak dansçılarının
ve sevişmelerimizin hemen öncesinde açılış seansını, acemi aşk oyunlarının …
zamanı da öylesine sıkıyorduk işte, yağmur damlaları bile düşmüyordu yere
ne çok yakışıyor bu deniz sana, uzat dudaklarını öpeyim …
zimmetimizde saklıdır ziynetimiz, dalgası makamsız ay vakitlerinde
yarına kalsın söylemediklerimiz, kayıtlara düşüldük nasılsa şiirlerde
düşün arkamızdaki kum tepelerinden, denize çağıldayan çocukları
ve onların gecelere saklı kuşlarında, kanatlarına sığdırdığı çığlıkları.
istasyondan kalkan son trenin gidişiydim, bir sonbahar akşamıydım
kendi bulutlarımın yüreğimi ıslattığı, yağmur sancısı gözyaşlarıydım.
...
/şimdi çevirip başımı baksam, sabahın ilk saatlerine…/
“Kapıların zillerini çalıp kaçan, komşu pencerelere taş atıp camlarını kıran biz değildik. Kedilerin kuyruğuna teneke bağlayıp, köpekleri taşlayanlar da biz değildik. Biz nedense, içimizde bilmediğimiz korkuları besleyen çocuklardık.
En masum oyunumuzun tam orta yerinde bir bomba patlarsa diye yüreğimizde. Parçalanır ve neye uğradığımızı anlayamadan geçiverirsek diye, çocukluğumuzdan öteye.”
* * * *
/biletleri karşılıklı gişelerden ve çok önceden kesilmiş, aynı yöne bir yolculuk/
deli fişekler gibi fırlatıyorum gökyüzüne, yüreğimin dağlarını
doruklarında çocuklar gezsin diye, ellerinde bir somun ekmek
ve bir uçurtma uçsun mutlaka başlarının üstünde, rengarenk…
vahasız çöllerde açan çiçekleri suluyorum, sevinç çığlıklarımla
ve yüreğimdeki umutları…
bütün yarınlar için doğarken gözlerime,




-
Nur Tuna
-
Ertuğrul Söyünmez
-
Gülin Su
Tüm YorumlarNe kadar ben...ne kadar yürek...ne kadar yaşam dolu şiirlerinz...yüreğinize kaleminize hayran oldum şiir dostu...yaşanmışlığın her köşesinde duygularınız aksın bir ömür...selam ve saygımla
sen çok seviyorum Cevat çeştepe
şirlerinide
özledim seni geleceğim elini öpmeye
iyiki varsın hocam
...sevdiklerimizden ve okuduğumuz kitaplardan değildi uğradığımız ihanetler...duvarlarımızdaki yaralar sevgisi tutsak olanların ve düşüncesi korkakların ihanetlerinin izdüşümüydü...
....yaşam çizgisinin iki ucu arasında bir merdiven çıkar ya da ineriz...doğuma veya ölüme doğru..etrafımıza ördü ...