- Salim Ali's fruit bat (Latidens salimalii) , named after him in 1972 by the discoverer Kitti Thonglongya, is one of the world's rarest bats, and the only species in the genus Latidens...
- Iskandar Mirza the President of Pakistan was a Cousin of Salim Ali...
...
– The first ever general election on the basis of direct adult franchise is held in Pakistan for 313 National Assembly seats...
Uzmanlar, çok ağır (Très lent) tempodaki Oiseaux Tristes (Hüzünlü Kuşlar) adlı 2.Parçayı bu dizinin en mükemmeli olarak tanımlar... Miroirs'ı ilk kez yorumlayan Ricardo Vines'e ithaf edilen bu melankolik parçayı, müzik yazarı Emile Vuillermoze'un belirttiğine göre, Ravel bir sabah bir karatavuğun ötüşünü notaya alarak işlemiş; bunun yanında ormanın diğer seslerini de kullanmış: 'En sıcak yaz saatlerinde karanlık ormana sığınmış kuşların sıkıntılı bekleyişi' yansıtılmış... Durağan, dengeli bir havada ani kanat çırpışından ya da kuş sesinden sonra yine o baskılı, melankolik hava...
No.6 - Des pas sur la neige (Kardaki Ayak İzleri) : Re minör tonda, 4/4'lük ölçüde, hüzünlü ve ağır (Triste et lent) tempoda yine bir doğa izlenimi verilir... Bestecinin, 'Ritim, hüzünlü ve donmuş manzaradaki derinliğin tını olarak değerini yansıtmalıdır' cümlesine uygun parça teknik yönden kolay görünse bile, seslere tam değerini veren bir legato'ya gerek duyulur; çünkü geride ayak izlerinden başka bir şey kalmayacaktır...
Operadan döndükten sonra, ertesi gün için, birkaç gündür tekrar görmeyi umduğum görüntülere, uzun boyuyla, sarı, kabarık saçlarıyla, kuzininin locasından bana gönderdiği tebessümdeki sevgi vaadiyle, Mme de Guermantes'ınkini de ekledim... Françoise'ın tarifine göre düşesin izlediği yolu izleyecek, bu arada iki gün önce görmüş olduğum iki genç kızı tekrar görebilmek için bir okulla bir din dersinin dağılışını kaçırmamaya çalışacaktım... Ama bu arada, Mme de Guermantes'ın pırıltılı gülümsemesini ve bende bıraktığı tatlı hissi arasıra hatırlıyordum... Ne yaptığımı pek bilmeden, (bir kadının, kendisine hediye edilen değerli taştan düğmelerin bir elbisenin üzerinde nasıl duracağına bakması gibi) bu hisleri, uzun zamandır beslediğim, Albertine'in soğukluğunun, Gisèle'in vakitsiz gidişinin, ondan önce de, Gilberte'le kasıtlı ve fazla uzun süren ayrılığın serbest bıraktığı hayalperest düşüncelerin (mesela bir kadın tarafından sevilme, onunla ortak bir hayat yaşama düşüncesinin) yanına yerleştirmeyi deniyordum; sonra bu düşüncelere iki genç kızdan birinin veya ötekinin suretini yaklaştırıyor, hemen ardından tekrar düşesin anısını uyarlamaya çalışıyordum... Bu düşüncelerin yanında, Mme de Guermantes'ın Opera'daki anısı pek küçük bir şeydi, parıl parıl, upuzun bir kuyruklu yıldızın yanında ufak bir yıldızdı; üstelik Mme de Guermantes'ı tanımadan çok önce, bu düşünceleri çok iyi tanıyordum; anıya ise, aksine, bütünüyle sahip değildim; onu yakalayamadığım zamanlar oluyordu; içimde diğer güzel kadın suretleriyle aynı sıfatla gezinirken, sonra yavaş yavaş, kendisinden çok daha eski olan hayalperest düşüncelerimin tek ve kesin - diğer bütün kadın suretlerini dışlayan - çağrışımı haline geldiği saatlerde, onu en iyi hatırladığım bu birkaç saat içinde, bu anıyı tam olarak kavramaya çalışmalıydım; ama o sırada benim için ileride kazanacağı önemi bilmiyordum; Mme de Guermantes'la kendi içimde bir ilk randevu gibi hoştu sadece; bir ilk taslaktı, doğru olan, gerçek hayattan yola çıkarak yapılan, sahiden Mme de Guermantes olan tek taslaktı; oysa bu anı, kendisine dikkat etmeyi beceremeden elimde tutma mutluluğunu yaşadığım birkaç saat boyunca, beni büyülemiş olsa gerekti; çünkü sevda düşüncelerimin, o sırada henüz serbestçe, acele etmeden, yorulmadan, bir zorunluluk veya kaygı olmadan, dönüp dolaşıp geldiği yer, hep bu anıydı; daha sonra, bu düşünceler kendisini yavaş yavaş sabitleştirdikçe, onlardan daha fazla güç aldı, ama kendisi bulanıklaştı; kısa bir süre sonra da, artık bu anıyı bulamamaya başladım, tahayyüllerimde onu tamamen çarpıtıyor olmalıydım; çünkü Mme de Guermantes'ı her görüşümde, hayalimle gördüğüm arasında, her defasında farklı bir uçurum olduğunu farkediyordum... Tabii ki her gün Mme de Guermantes'ın sokağın tepesinde belirdiği anda, hâlâ uzun boyunu, kabarık saçların altındaki aydınlık bakışlı çehreyi, orada bulunmama sebep olan bütün bu şeyleri görüyordum; buna karşılık, birkaç saniye sonra, beni oraya götüren bu karşılaşmayı beklemiyormuş gibi görünmek amacıyla gözlerimi başka bir yöne çevirmişken, aynı hizaya geldiğimiz anda düşese baktığımda gördüğüm şey, açık havadan mı, ergenlik sivilcelerinden mi kaynaklandığını bilmediğim, kırmızı beneklerle dolu, her gün şaşırmış gibi yaparak verdiğim, görünüşe bakılırsa hoşlanmadığı selamıma gayet soğuk, Phaidra gecesinin kibarlığından uzak bir karşılık veren, somurtkan bir yüzdü... Buna rağmen, iki genç kızın anısının sevda düşüncelerime egemen olmak için, eşit şansa sahip olmadan Mme de Guermantes'ın anısıyla mücadele ettiği birkaç günün sonunda, rakipleri elenirken sanki kendi kendine en çok ortaya çıkan, bu anı oldu; sonunda, netice itibarıyla hâlâ iradî biçimde, adeta bile isteye seçerek bütün sevda düşüncelerimi aktardığım, Mme de Guermantes'ın anısı oldu... Din dersindeki kızları, sütçü kızı bir daha düşünmedim; bununla birlikte, sokakta aradığım şeyi, ne tiyatroda bir tebessümle vaat edilmiş sevgiyi, ne de sadece uzaktan öyle görünen silüeti ve sarı saçlar altındaki aydınlık çehreyi bir daha bulmayı ummuyordum artık... Artık Mme de Guermantes'ın nasıl biri olduğunu, onu nesinden tanıdığımı sorsalar söyleyemezdim; çünkü görünümünün birer parçası olan elbisesi ve şapkası gibi, çehresi de her gün değişiyordu...
The second book of The Well-Tempered Clavier opens with a Prelude which proudly displays the key of C major... Grounded on an organ-point, a motive in sixteenths appears in the upper voice... One must see in this motive much more than just a series of sixteenths... This is condensed and intricate writing... It expands from a single voice into many voices by means of broken chords enriched with passing notes... Three measures before the end the organ-point reappears, and the Prelude concludes in sonorous splendor...
The Fugue is of an extreme simplicity... It contains none of the devices we might expect after the magnificence and refinement of the Prelude... But its dynamism is extraordinary, its gait vehement and yet not feverish... The close repetitions of the subject drive us along... The end is abrupt: a high-strung horse which pulls up short in full gallop... By all means, no allargando! Let us respect the noble pace of a thoroughbred...
Godard'ın bu en sevilen filmi, 1965'e kadar yaptığı filmlerin bir özeti ve/veya sentezi ve bir anlamda da geçmişiyle, varoluşçu dünya görüşüyle yaptığı hesaplaşmada noktayı koyduğu filmdir... Bundan sonraki filmlerinde giderek burjuva düzenine ve burjuva dünya görüşüne karşı daha radikal bir tutum olarak, 'bireyselci' başkaldırı biçimlerinden uzaklaşmaktıdır... Estetik olarak genel yapısıyla, ayrıntının birlikte oluştuğu Çılgın Pierrot'da görsel malzeme, kırmızı ile mavi'nin egemen olduğu ve alegorik anlamlar taşıdığı bir kompozisyonlar bütünü sunar... Kendi sıkıcı burjuva yaşantısından kaçan Ferdinand, özgürlüğü (mavi) ancak kendi seçtiği ölümde (kırmızı) bulur... Bu ölüm aynı zamanda Godard'ın, özgürlüğü varoluşçu düşüncenin dışında arama yolunda atacağı adımların ilk habercisidir...
- Dinle beni... Demin bir cümlen hoşuma gitti... Belki farkında olmadan bütün bir devri o cümle ile izah etmiş oluyorsun: 'Yıkılıyor, her şey yıkılıyor! ' Dinle... Hayatımda ben bunu çok hissetttim... Hemen bütün kitaplarım yalnız bu cümleyi izah etmek içindir... 'Tereddüt! ' diye bağırıyorsun... Dinle ve sükûnetle düşün... Kim tereddüt ediyor? Şüphe yok ki, içinde en kuvvetli unsur olarak tereddüt bulunan bir hikâye var... Büyük bir epope... Fakat tereddüt eden kim? Muallâ Hanım mı? Bu, hâdiseyi basite irca etmek olur... Hakikatte sen de tereddüt ediyorsun; Roma ile İstanbul arasında, hile ile samimiyet arasında, ölümle hayat arasında tereddüt ediyorsun... Sonra ben ve benim olduğum zümre de tereddüt içindeyiz... Elimizdeki bu kadehler ve gecelerimizi dolduran bu çılgınlıklar nedir? Bütün san'atkâr dediğimiz sınıf ve münevver dediklerimiz hep tereddüt geçiriyorlar: İnanmakla inkâr arasında tereddüt; ferdî ve içtimaî temayüller arasında tereddüt; 'moi'nın kendi üstüne doğru saldırışından başka bir şey olmayan kendi kendini tahrip aşkıyla, yaratıcı hırslar ve sevdalar arasında tereddüt... Bütün Avrupa aynı tereddüt içinde: Almanya, Fransa ve İngiltere sağla sol arasında gidip geliyorlar... Millî ve beynelmilel cereyanlar, dinî lâzühdî cereyanlar, katolik izdivaç ve serbest aşk cereyanları, ahlâkî ve gayri ahlâkî cereyanlar bütün beşerî iradeyi ikiye bölüyor ve tereddüte düşürüyor... Onun için izdivaçlar azalıyor ve gençler tereddüde düşüyorlar, izdivaç, en azından bir tek şeye inanmaktır... Bu çılgın, bu kudurmuş tereddüt ve şüphe devrinde sarsıntıyı en çok hisseden müessese izdivaçtır... Fakat şüpheye ve tereddüde lânet savurmadan evvel hakkını verelim... Zekânın en sivri noktası şüphe ve tereddüttür... Bütün Rönesans bir şüpheden doğdu... Bütün yeni felsefe zaferini Descartes'ın şüphesine borçludur... Fakat, mücerret sahada zekânın evcini işaret eden bu şüphe ve tereddüt, amelî sahada ölümden başka bir şey değildir... O noktaya kadar çıktıktan sonra, insanın hayat ve müşahhas dünya içindeki azamî kıymetine varabilmek için, tereddütten karara geçmesini bilmek lâzımdır... Çünkü bu, ölümle hayat arasındaki huduttur... İşte ben dünyada ve kendimde bu dönümü hissediyorum... Yeni bir devir doğuyor, şüphesiz... Fakat bu siyasî ihtilâl nazariyelerinin bekledikleri devirlerden pek farklı olacaktır... Sol cereyanların tahmin etmedikleri bir devir, 'Harp sonu' devresi kapandı... Anarşiye, 'vice'lere, şüpheye ve tereddüde paydos... Ölmeyeceğiz... Kendini tahrip modası kalmayacak... Harp sonu kızı ihtiyarladı ve şakaklarında mısır püskülü gibi ak saçlar kabarıyor... Ne o saçaklı, viran kâşanelere sinen karanlık ve ahmak burjuvazi, ne de 1918-1932 modernizmi, ne mehtaplı gecelerde, şatosunun parkındaki ıhlamurlar altında izini belli etmeden 'vice' yapan monden kız, ne de kabarelerin arka odalarına gizlice girerek kokain çeken hanım... Ne o, ne sen! Hattâ ne de ben diyeceğim, fakat ben kalmak istiyorum, yeni bir klasisizm istiyorum, bundan anladığım mâna büsbütün başkadır... Şimdilik doğan dünyanın işaretlerine sükûnetle bakıyorum, marksistler gibi ayak patırdısı ve kuru gürültü yapmak, yahut da giderayak hemen bir iktisadî siyaset nazariyesi, genç nesilleri avlayan şöyle bir sistem kurmak niyetinde değilim... Ona, sana ve kendime ve dünyaya bakıyorum... 'Yeni' tahminimizin fevkinde olacaktır, bununla beraber gayet sade, beşerî ve klâsik... Her halde çok samimî... Yıkılıyor, her şey yıkılıyor, diyorum... Yıkılmıyor, sallanıyor... Her şey, başkalaşmak üzere, yerinde kalacak... Her şey: Aile, milliyet duygusu, beşerî alâkalar, her şey... Giden nedir, biliyor musun? Kökleri yurdunun toprağından kopmuş, sadece millî duygularını kaybetmiş 'deracine' ler... Pierre Loti'nin 'Desenchante'leri, Andre Gide'in veya Oscar Wilde'ın ahlâksızlıkları, bütün o harpten evvelki ve sonraki züppe dünya edebiyatının kahramanları, bütün o hiçbir şeye inanmamayı bir ibadet ve bir süs yapan, spontane bir değişmeden başka hiçbir şeyi hakikat olarak kabul etmeyen ve ruh azabını 'vice' olarak taşıyan münevver cici beyler ve hanımlar, onların Bodleryen edebiyatı ve Niçeen felsefesi gidiyor ve yerine Karl Marks'tan büsbütün başka bir insan tipi gelecektir... Kimsin sen? Ben senin ve sizlerin birer casus olmanızdan şüphe ediyorum... Çünkü birer 'deracine' siniz, 'desenchante'siniz, itiraf ediyorsunuz... Bütün içtimaî ve beşerî bağların bir anda kopması için bu şüphemiz kâfidir... Bir insanın her fenalığa muktedir olabileceği yerde cemiyet iflâs etmiştir... Böylece bir sarsıntı devresi geçiriyoruz...
Gözlerimle onun tahammül derecesini daima takip ediyordum... Sakin, dikkatli ve metin dinliyordu... Pek az kımıldadı... İçmiyor ve sigarasının dumanlarını içine ağır ağır çekerek temkinini muhafaza ediyordu...
- Asır tereddüt ediyor, dedim... Her insan, hatta senin kapıcın bile devrinin ifadesidir... Onu yirmi dakika söylet, 'anlamıyorum, anlamıyorum, zamane başka! ' diyecektir... Ötedenberi zeki adamlar tereddüt etmişlerdir... Septisizm yeni bir fikir hareketi değildir... Fakat şüphemizi ve tereddüdümüzü ancak zekâmıza mahsus bir hak addedelim ve irademize çelme takmasına izin vermeyelim... Tembelleğin mazereti halinde bir şüphe ve imansızlık en kötü şeydir... Dünyanın azgın faaliyetinde ve gaye ne olursa olsun bu ezelî ve ebedî oluş içinde hepimiz dinamik rollerimizi yapmaya mecburuz... Yeni kadınların çoğu ana olmayı zarafete mugayir bir şey sayıyorlar ve çocuk viyaklamasından nefret ediyorlar... Sen de onlardan değil misin? Fakat bu nihayetsiz bedbinliğin nereden geliyor? Kadının ebediyeti zekâsında değil, rahmindedir... Yeni kadın, yaratıcılığın merkezini şaşırmıştır... Senin ümitsizliğin buradan geliyor... Pirandello mütercimi değil, bir çocuk anası olarak ebedîleşebilirsin... Bunlar Eflâtun'un ağzına yaraşan pek eski sözler, değil mi? Fakat, 'Ziyafet'i bir kere daha oku, onu daima yeni bulacaksın... Emin ol ki sana 'evlen, çocuk yap, yuva kur! ' diyen bir mahalle imamı, bir kadın nine, bir papaz veya aksakallı bir bunak, zannettiğin kadar haksız değildirler... Mütearifelere karşı isyanımızı bir orjinalite sanıyoruz; bu senin ve sizin kabahatinizden ziyade, tesiri altında kaldığınız Avrupa fikriyatının züppeliğine ait bir şaşkınlıktır... Klâsik memelerden süt emmeyen bütün fani yeni cereyanlar, senin gibi milyonlarca kurban veriyor... Analığa karşı hürmetsizliğimizin cezası, aynı zamanda, hem tabiatten, hem de cemiyetten geldiği için iki misli dehşetli olacaktır... Onun için, ben sana derim ki, saadetin ve idealin ve her şeyin karnındadır... Daima olduğu gibi kâinatı senin karnın idare edecekktir... Bilmem ki bana hak veriyor musun?
tersyüz
26.06.2009 - 19:09- The world's first international telephone call takes place between St. Stephen, New Brunswick, Canada, and Calais, Maine, United States...
1.7.1881
kendime not
26.06.2009 - 19:07- Salim Ali's fruit bat (Latidens salimalii) , named after him in 1972 by the discoverer Kitti Thonglongya, is one of the world's rarest bats, and the only species in the genus Latidens...
- Iskandar Mirza the President of Pakistan was a Cousin of Salim Ali...
...
– The first ever general election on the basis of direct adult franchise is held in Pakistan for 313 National Assembly seats...
7.12.1970
nergis
26.06.2009 - 19:02Uzmanlar, çok ağır (Très lent) tempodaki Oiseaux Tristes (Hüzünlü Kuşlar) adlı 2.Parçayı bu dizinin en mükemmeli olarak tanımlar... Miroirs'ı ilk kez yorumlayan Ricardo Vines'e ithaf edilen bu melankolik parçayı, müzik yazarı Emile Vuillermoze'un belirttiğine göre, Ravel bir sabah bir karatavuğun ötüşünü notaya alarak işlemiş; bunun yanında ormanın diğer seslerini de kullanmış: 'En sıcak yaz saatlerinde karanlık ormana sığınmış kuşların sıkıntılı bekleyişi' yansıtılmış... Durağan, dengeli bir havada ani kanat çırpışından ya da kuş sesinden sonra yine o baskılı, melankolik hava...
kendime not
25.06.2009 - 18:48Bill:
Beak, an alternative name for a bird beak...
yeşim
25.06.2009 - 18:45'The Forbidden Kingdom' (2008)
Rob Minkoff
sistemi okumak
25.06.2009 - 18:43William Boyce - 8 Symphonies (Pinnock)
efsane kayıtlar
25.06.2009 - 18:41J.S.Bach
French Overture, BWV 831
piano: Rosalyn Tureck
rec: 1959
teknikler ve mistikler
25.06.2009 - 18:33No.6 - Des pas sur la neige (Kardaki Ayak İzleri) : Re minör tonda, 4/4'lük ölçüde, hüzünlü ve ağır (Triste et lent) tempoda yine bir doğa izlenimi verilir... Bestecinin, 'Ritim, hüzünlü ve donmuş manzaradaki derinliğin tını olarak değerini yansıtmalıdır' cümlesine uygun parça teknik yönden kolay görünse bile, seslere tam değerini veren bir legato'ya gerek duyulur; çünkü geride ayak izlerinden başka bir şey kalmayacaktır...
şıpsevdi
25.06.2009 - 18:19Açtım aşk defterimi
Hatırladım sevdiklerimi
Her birisi bir başka alemdi
Aradım o günlerimi
İlk sevgilim hangisi
Nasıl yaktım bunca ateşi
İnanmazdım görmesem karşımda
Aşk tüten bu yüzleri
Kimi ağlattı beni kimi güldürdü
Kimisi hiç sevmedi sever göründü
Açtım aşk defterimi
Canlandı hatıralar
Gülen resimlerin arkasından
Aynı sevgili bakar
Unuttum geçmişleri
Unuttum o günleri
Eski sevgilileri...
ideal erkek
25.06.2009 - 18:18Ayla Dikmen - Kim Dinler Sizi...
şekvâ
25.06.2009 - 18:13Ben aşktan söz ettim sen susuyorsun
Bu böyle yürümez fikrini söyle
Şu garip gönlümde ne arıyorsun
Hancı mısın yolcu musun açıkla
Ayrılık daha iyidir kararsızlıktan
Daha kötü ne var umutsuzluktan
İnsanlar kaçmalı mutsuzluklardan
Kalbinin aynası sözü olmalı
Beklemek zamanı geride kaldı
Köprünün altından geçen su bitti
En güzel seneler söz olup gitti
Sen ilk aşkta gibi nazlanıyorsun...
vazgeç gönlüm
25.06.2009 - 18:13The Cranberries - I Can't Be With You...
görmeyen gözler
25.06.2009 - 18:03Shocking Blue - Send Me a Postcard...
Belirsizlik
24.06.2009 - 18:35...
Operadan döndükten sonra, ertesi gün için, birkaç gündür tekrar görmeyi umduğum görüntülere, uzun boyuyla, sarı, kabarık saçlarıyla, kuzininin locasından bana gönderdiği tebessümdeki sevgi vaadiyle, Mme de Guermantes'ınkini de ekledim... Françoise'ın tarifine göre düşesin izlediği yolu izleyecek, bu arada iki gün önce görmüş olduğum iki genç kızı tekrar görebilmek için bir okulla bir din dersinin dağılışını kaçırmamaya çalışacaktım... Ama bu arada, Mme de Guermantes'ın pırıltılı gülümsemesini ve bende bıraktığı tatlı hissi arasıra hatırlıyordum... Ne yaptığımı pek bilmeden, (bir kadının, kendisine hediye edilen değerli taştan düğmelerin bir elbisenin üzerinde nasıl duracağına bakması gibi) bu hisleri, uzun zamandır beslediğim, Albertine'in soğukluğunun, Gisèle'in vakitsiz gidişinin, ondan önce de, Gilberte'le kasıtlı ve fazla uzun süren ayrılığın serbest bıraktığı hayalperest düşüncelerin (mesela bir kadın tarafından sevilme, onunla ortak bir hayat yaşama düşüncesinin) yanına yerleştirmeyi deniyordum; sonra bu düşüncelere iki genç kızdan birinin veya ötekinin suretini yaklaştırıyor, hemen ardından tekrar düşesin anısını uyarlamaya çalışıyordum... Bu düşüncelerin yanında, Mme de Guermantes'ın Opera'daki anısı pek küçük bir şeydi, parıl parıl, upuzun bir kuyruklu yıldızın yanında ufak bir yıldızdı; üstelik Mme de Guermantes'ı tanımadan çok önce, bu düşünceleri çok iyi tanıyordum; anıya ise, aksine, bütünüyle sahip değildim; onu yakalayamadığım zamanlar oluyordu; içimde diğer güzel kadın suretleriyle aynı sıfatla gezinirken, sonra yavaş yavaş, kendisinden çok daha eski olan hayalperest düşüncelerimin tek ve kesin - diğer bütün kadın suretlerini dışlayan - çağrışımı haline geldiği saatlerde, onu en iyi hatırladığım bu birkaç saat içinde, bu anıyı tam olarak kavramaya çalışmalıydım; ama o sırada benim için ileride kazanacağı önemi bilmiyordum; Mme de Guermantes'la kendi içimde bir ilk randevu gibi hoştu sadece; bir ilk taslaktı, doğru olan, gerçek hayattan yola çıkarak yapılan, sahiden Mme de Guermantes olan tek taslaktı; oysa bu anı, kendisine dikkat etmeyi beceremeden elimde tutma mutluluğunu yaşadığım birkaç saat boyunca, beni büyülemiş olsa gerekti; çünkü sevda düşüncelerimin, o sırada henüz serbestçe, acele etmeden, yorulmadan, bir zorunluluk veya kaygı olmadan, dönüp dolaşıp geldiği yer, hep bu anıydı; daha sonra, bu düşünceler kendisini yavaş yavaş sabitleştirdikçe, onlardan daha fazla güç aldı, ama kendisi bulanıklaştı; kısa bir süre sonra da, artık bu anıyı bulamamaya başladım, tahayyüllerimde onu tamamen çarpıtıyor olmalıydım; çünkü Mme de Guermantes'ı her görüşümde, hayalimle gördüğüm arasında, her defasında farklı bir uçurum olduğunu farkediyordum... Tabii ki her gün Mme de Guermantes'ın sokağın tepesinde belirdiği anda, hâlâ uzun boyunu, kabarık saçların altındaki aydınlık bakışlı çehreyi, orada bulunmama sebep olan bütün bu şeyleri görüyordum; buna karşılık, birkaç saniye sonra, beni oraya götüren bu karşılaşmayı beklemiyormuş gibi görünmek amacıyla gözlerimi başka bir yöne çevirmişken, aynı hizaya geldiğimiz anda düşese baktığımda gördüğüm şey, açık havadan mı, ergenlik sivilcelerinden mi kaynaklandığını bilmediğim, kırmızı beneklerle dolu, her gün şaşırmış gibi yaparak verdiğim, görünüşe bakılırsa hoşlanmadığı selamıma gayet soğuk, Phaidra gecesinin kibarlığından uzak bir karşılık veren, somurtkan bir yüzdü... Buna rağmen, iki genç kızın anısının sevda düşüncelerime egemen olmak için, eşit şansa sahip olmadan Mme de Guermantes'ın anısıyla mücadele ettiği birkaç günün sonunda, rakipleri elenirken sanki kendi kendine en çok ortaya çıkan, bu anı oldu; sonunda, netice itibarıyla hâlâ iradî biçimde, adeta bile isteye seçerek bütün sevda düşüncelerimi aktardığım, Mme de Guermantes'ın anısı oldu... Din dersindeki kızları, sütçü kızı bir daha düşünmedim; bununla birlikte, sokakta aradığım şeyi, ne tiyatroda bir tebessümle vaat edilmiş sevgiyi, ne de sadece uzaktan öyle görünen silüeti ve sarı saçlar altındaki aydınlık çehreyi bir daha bulmayı ummuyordum artık... Artık Mme de Guermantes'ın nasıl biri olduğunu, onu nesinden tanıdığımı sorsalar söyleyemezdim; çünkü görünümünün birer parçası olan elbisesi ve şapkası gibi, çehresi de her gün değişiyordu...
...
şekvâ
23.06.2009 - 18:53Ayla Dikmen - Yanan Mum...
well tempered clavier
23.06.2009 - 18:47Book II
Prelude and Fugue I in C Major
The second book of The Well-Tempered Clavier opens with a Prelude which proudly displays the key of C major... Grounded on an organ-point, a motive in sixteenths appears in the upper voice... One must see in this motive much more than just a series of sixteenths... This is condensed and intricate writing... It expands from a single voice into many voices by means of broken chords enriched with passing notes... Three measures before the end the organ-point reappears, and the Prelude concludes in sonorous splendor...
The Fugue is of an extreme simplicity... It contains none of the devices we might expect after the magnificence and refinement of the Prelude... But its dynamism is extraordinary, its gait vehement and yet not feverish... The close repetitions of the subject drive us along... The end is abrupt: a high-strung horse which pulls up short in full gallop... By all means, no allargando! Let us respect the noble pace of a thoroughbred...
maziden biri
21.06.2009 - 22:33Vladimir Sofronitsky - (recordings from 1937-1958)
güme gitmek
21.06.2009 - 22:27...
Godard'ın bu en sevilen filmi, 1965'e kadar yaptığı filmlerin bir özeti ve/veya sentezi ve bir anlamda da geçmişiyle, varoluşçu dünya görüşüyle yaptığı hesaplaşmada noktayı koyduğu filmdir... Bundan sonraki filmlerinde giderek burjuva düzenine ve burjuva dünya görüşüne karşı daha radikal bir tutum olarak, 'bireyselci' başkaldırı biçimlerinden uzaklaşmaktıdır... Estetik olarak genel yapısıyla, ayrıntının birlikte oluştuğu Çılgın Pierrot'da görsel malzeme, kırmızı ile mavi'nin egemen olduğu ve alegorik anlamlar taşıdığı bir kompozisyonlar bütünü sunar... Kendi sıkıcı burjuva yaşantısından kaçan Ferdinand, özgürlüğü (mavi) ancak kendi seçtiği ölümde (kırmızı) bulur... Bu ölüm aynı zamanda Godard'ın, özgürlüğü varoluşçu düşüncenin dışında arama yolunda atacağı adımların ilk habercisidir...
parola
21.06.2009 - 22:22'Army of Darkness' (1992)
Sam Raimi
doğru bilinen yanlışlar
19.06.2009 - 19:48'Oscar' (1991)
John Landis
sistemi okumak
18.06.2009 - 22:09Bohuslav Martinu - Complete String Quartets (Stamitz Quartet)
kendime not
18.06.2009 - 22:04- Al-Sufi's 'Book of Fixed Stars' is published...
964
lullabye
17.06.2009 - 19:23Emiliana Torrini - At Least It Was...
Gebe
17.06.2009 - 19:17...
- Dinle beni... Demin bir cümlen hoşuma gitti... Belki farkında olmadan bütün bir devri o cümle ile izah etmiş oluyorsun: 'Yıkılıyor, her şey yıkılıyor! ' Dinle... Hayatımda ben bunu çok hissetttim... Hemen bütün kitaplarım yalnız bu cümleyi izah etmek içindir... 'Tereddüt! ' diye bağırıyorsun... Dinle ve sükûnetle düşün... Kim tereddüt ediyor? Şüphe yok ki, içinde en kuvvetli unsur olarak tereddüt bulunan bir hikâye var... Büyük bir epope... Fakat tereddüt eden kim? Muallâ Hanım mı? Bu, hâdiseyi basite irca etmek olur... Hakikatte sen de tereddüt ediyorsun; Roma ile İstanbul arasında, hile ile samimiyet arasında, ölümle hayat arasında tereddüt ediyorsun... Sonra ben ve benim olduğum zümre de tereddüt içindeyiz... Elimizdeki bu kadehler ve gecelerimizi dolduran bu çılgınlıklar nedir? Bütün san'atkâr dediğimiz sınıf ve münevver dediklerimiz hep tereddüt geçiriyorlar: İnanmakla inkâr arasında tereddüt; ferdî ve içtimaî temayüller arasında tereddüt; 'moi'nın kendi üstüne doğru saldırışından başka bir şey olmayan kendi kendini tahrip aşkıyla, yaratıcı hırslar ve sevdalar arasında tereddüt... Bütün Avrupa aynı tereddüt içinde: Almanya, Fransa ve İngiltere sağla sol arasında gidip geliyorlar... Millî ve beynelmilel cereyanlar, dinî lâzühdî cereyanlar, katolik izdivaç ve serbest aşk cereyanları, ahlâkî ve gayri ahlâkî cereyanlar bütün beşerî iradeyi ikiye bölüyor ve tereddüte düşürüyor... Onun için izdivaçlar azalıyor ve gençler tereddüde düşüyorlar, izdivaç, en azından bir tek şeye inanmaktır... Bu çılgın, bu kudurmuş tereddüt ve şüphe devrinde sarsıntıyı en çok hisseden müessese izdivaçtır... Fakat şüpheye ve tereddüde lânet savurmadan evvel hakkını verelim... Zekânın en sivri noktası şüphe ve tereddüttür... Bütün Rönesans bir şüpheden doğdu... Bütün yeni felsefe zaferini Descartes'ın şüphesine borçludur... Fakat, mücerret sahada zekânın evcini işaret eden bu şüphe ve tereddüt, amelî sahada ölümden başka bir şey değildir... O noktaya kadar çıktıktan sonra, insanın hayat ve müşahhas dünya içindeki azamî kıymetine varabilmek için, tereddütten karara geçmesini bilmek lâzımdır... Çünkü bu, ölümle hayat arasındaki huduttur... İşte ben dünyada ve kendimde bu dönümü hissediyorum... Yeni bir devir doğuyor, şüphesiz... Fakat bu siyasî ihtilâl nazariyelerinin bekledikleri devirlerden pek farklı olacaktır... Sol cereyanların tahmin etmedikleri bir devir, 'Harp sonu' devresi kapandı... Anarşiye, 'vice'lere, şüpheye ve tereddüde paydos... Ölmeyeceğiz... Kendini tahrip modası kalmayacak... Harp sonu kızı ihtiyarladı ve şakaklarında mısır püskülü gibi ak saçlar kabarıyor... Ne o saçaklı, viran kâşanelere sinen karanlık ve ahmak burjuvazi, ne de 1918-1932 modernizmi, ne mehtaplı gecelerde, şatosunun parkındaki ıhlamurlar altında izini belli etmeden 'vice' yapan monden kız, ne de kabarelerin arka odalarına gizlice girerek kokain çeken hanım... Ne o, ne sen! Hattâ ne de ben diyeceğim, fakat ben kalmak istiyorum, yeni bir klasisizm istiyorum, bundan anladığım mâna büsbütün başkadır... Şimdilik doğan dünyanın işaretlerine sükûnetle bakıyorum, marksistler gibi ayak patırdısı ve kuru gürültü yapmak, yahut da giderayak hemen bir iktisadî siyaset nazariyesi, genç nesilleri avlayan şöyle bir sistem kurmak niyetinde değilim... Ona, sana ve kendime ve dünyaya bakıyorum... 'Yeni' tahminimizin fevkinde olacaktır, bununla beraber gayet sade, beşerî ve klâsik... Her halde çok samimî... Yıkılıyor, her şey yıkılıyor, diyorum... Yıkılmıyor, sallanıyor... Her şey, başkalaşmak üzere, yerinde kalacak... Her şey: Aile, milliyet duygusu, beşerî alâkalar, her şey... Giden nedir, biliyor musun? Kökleri yurdunun toprağından kopmuş, sadece millî duygularını kaybetmiş 'deracine' ler... Pierre Loti'nin 'Desenchante'leri, Andre Gide'in veya Oscar Wilde'ın ahlâksızlıkları, bütün o harpten evvelki ve sonraki züppe dünya edebiyatının kahramanları, bütün o hiçbir şeye inanmamayı bir ibadet ve bir süs yapan, spontane bir değişmeden başka hiçbir şeyi hakikat olarak kabul etmeyen ve ruh azabını 'vice' olarak taşıyan münevver cici beyler ve hanımlar, onların Bodleryen edebiyatı ve Niçeen felsefesi gidiyor ve yerine Karl Marks'tan büsbütün başka bir insan tipi gelecektir... Kimsin sen? Ben senin ve sizlerin birer casus olmanızdan şüphe ediyorum... Çünkü birer 'deracine' siniz, 'desenchante'siniz, itiraf ediyorsunuz... Bütün içtimaî ve beşerî bağların bir anda kopması için bu şüphemiz kâfidir... Bir insanın her fenalığa muktedir olabileceği yerde cemiyet iflâs etmiştir... Böylece bir sarsıntı devresi geçiriyoruz...
Gözlerimle onun tahammül derecesini daima takip ediyordum... Sakin, dikkatli ve metin dinliyordu... Pek az kımıldadı... İçmiyor ve sigarasının dumanlarını içine ağır ağır çekerek temkinini muhafaza ediyordu...
- Asır tereddüt ediyor, dedim... Her insan, hatta senin kapıcın bile devrinin ifadesidir... Onu yirmi dakika söylet, 'anlamıyorum, anlamıyorum, zamane başka! ' diyecektir... Ötedenberi zeki adamlar tereddüt etmişlerdir... Septisizm yeni bir fikir hareketi değildir... Fakat şüphemizi ve tereddüdümüzü ancak zekâmıza mahsus bir hak addedelim ve irademize çelme takmasına izin vermeyelim... Tembelleğin mazereti halinde bir şüphe ve imansızlık en kötü şeydir... Dünyanın azgın faaliyetinde ve gaye ne olursa olsun bu ezelî ve ebedî oluş içinde hepimiz dinamik rollerimizi yapmaya mecburuz... Yeni kadınların çoğu ana olmayı zarafete mugayir bir şey sayıyorlar ve çocuk viyaklamasından nefret ediyorlar... Sen de onlardan değil misin? Fakat bu nihayetsiz bedbinliğin nereden geliyor? Kadının ebediyeti zekâsında değil, rahmindedir... Yeni kadın, yaratıcılığın merkezini şaşırmıştır... Senin ümitsizliğin buradan geliyor... Pirandello mütercimi değil, bir çocuk anası olarak ebedîleşebilirsin... Bunlar Eflâtun'un ağzına yaraşan pek eski sözler, değil mi? Fakat, 'Ziyafet'i bir kere daha oku, onu daima yeni bulacaksın... Emin ol ki sana 'evlen, çocuk yap, yuva kur! ' diyen bir mahalle imamı, bir kadın nine, bir papaz veya aksakallı bir bunak, zannettiğin kadar haksız değildirler... Mütearifelere karşı isyanımızı bir orjinalite sanıyoruz; bu senin ve sizin kabahatinizden ziyade, tesiri altında kaldığınız Avrupa fikriyatının züppeliğine ait bir şaşkınlıktır... Klâsik memelerden süt emmeyen bütün fani yeni cereyanlar, senin gibi milyonlarca kurban veriyor... Analığa karşı hürmetsizliğimizin cezası, aynı zamanda, hem tabiatten, hem de cemiyetten geldiği için iki misli dehşetli olacaktır... Onun için, ben sana derim ki, saadetin ve idealin ve her şeyin karnındadır... Daima olduğu gibi kâinatı senin karnın idare edecekktir... Bilmem ki bana hak veriyor musun?
...
Toplam 3989 mesaj bulundu