Her nedense olumsuzluklara karşı bahanemiz çoktur. Olumsuzluklardan hissemize düşen bir kırıntı bile yoktur? Bir hata mı oldu, herkes etrafına bakar, hatayı yapanı arar. Kimse demez ki; bunda benim payım ne kadardır. Suçu işleyen hep dışarıda aranır. Hatta ağız birliği etmişçesine suçlar dış kaynaklıdır. Bir asra yaklaşan ömrüm içinde hep aradım durdum şu bizi bozanı, yıllar geçti bulamadım kaynatılan kazanı. Sorarım kendime: Sözünde duruyor musun, borcunu ödüyor musun, başkasının hakkına dikkat ediyor musun, gayrimeşru yaşayıştan uzak mısın, kötü alışkanlıklarla aran nasıl, İçki, kumardan ne haber, başkasının anasını ve kızını kendi anan ve kızın kabul ediyor musun? Her türlü ahlaksızlıktan uzak duruyor musun? Bunların hiçbirine yürekten evet diyemedin ve hep kendini savundun. O zaman aklın demez mi: Ey Durmuş; seni kendi nefsinden başkası aldatmamış, kandırmamış. Hiçbir yabancı dışarıdan gelip, seni bozmamış, kandırmamış, telkinde bulunmamış. Bütün iyi meziyetlerini kendin bozmuş, elinden kaçırmışsın. Ne kadar kötü sıfatlar varsa onları kendine huy edinmişsin! Kime ne söylemeye hakkın var ki?
Allah aşkına herkes etrafına baksın! Çarşı-Pazar dolaşsın, bizi bozmaya çalışan kaç yabancı görecek? Bunun manası kendimizi kandırmaktan başka bir şey değildir. Bütün kötülüğü işleyen ben, yapanı arayan yine ben! Dönmediğim taraf kalmamış. Bir de kendime dönebilsem her şey düzelecek. İçimizde iyiye giden yollar, dışımızda kötüye giden yollar! Amma nefsimiz bizi sürekli kötüye yollar. Kötülükler-iyilikler hepsi içimizde. Şaşkınlıktan ararız kötülüğü dışımızda. Komşu ile aramızı hangi yabancı bozdu. Kim geldi, dedi ki kardeşinin hakkını ye! Herkesin kıbleye dönmesini istiyoruz. Bırakın herkesi, biz kendimiz dönelim kıbleye. Yüzümüz kıbleye dönmüşken, içimiz Avrupa’ya, Amerika’ya dönmesin.
Kendi değerlerini yaşamayan, sembollerini taşımayan, bir toplum iflah olmaz. Dilimiz, dinimiz, eğitimimiz, ekonomimiz, teknolojimiz, sosyal kurumlarımız, örf ve adetlerimiz, sanat ve sembollerimiz bize ait olmalı. Bir İngiliz’in, bir Japon’un, bir Amerika’nın, Avrupa’nın değerlerini taklit etmemeliyiz. Çünkü taklit eden devamlı taklit ettiğinin ardından gider. Bırakın biz kendi değerlerimizi yaşayalım, kimsenin ardından gitmeyelim, biz yalnız kendimiz olalım. Bu, dünya toplumları ile irtibatımızı keselim demek değildir. Dünya toplumları bizim komşularımız olarak kalsın. Dünyada hangi toplum bizim arkamızdan geliyor ki? Hangi özelliğimiz onları peşimizden sürüklüyor ki? Geçmişte ecdadımızı kurtarıcı olarak çağıranlar bugün bizi katletmeye çalışıyor.
Maraşlı Abdurrahim Karakoç, Tercüme-i Halimiz şiirinde bizi şöyle anlatıyor, birlikte okuyalım:
“Paylaştık zahmet çekmeden İslâmlık mirasını /ibadet etmeyiz Hakk’a almadan kirasını
Esiriz nefsin elinde, bilen yok çaresini / Namaz, oruç, hac ve kurban hep riyadır, hep riya
Bir acayip ümmet olduk ey Resul-ü Kibriya / Sade gösteriş içindir fakire sadakamız
Bos telaştan bir araya gelmez oldu yakamız / Ya yalandır ikramımız ya küfürdür şakamız
Sevgi, şefkat, selam, sohbet hep riyadır, hep riya / Bir acayip ümmet olduk ey Resul-ü Kibriya
Koşarız benlik peşinde her ay, her gün, her saat / Değişmeyen hedefimiz menfaattir, menfaat
Sahtekârlık mesleğimiz, hem kolaydır, hem rahat / Saygı, hürmet, izzet, ikram hep riyadır, hep riya
Bir acayip ümmet olduk ey Resul-ü Kibriya / Öğretmeni talebeye hayır öğüt vermiyor
Öz anası yavrusuna helal bir süt vermiyor / Gidenimiz boşa gider, gelen umut vermiyor
İlim, irfan, takdir, tenkit hep riyadır, hep riya / Bir acayip ümmet olduk ey Resul-ü Kibriya
Dilimizde duayı gör, gözümüzde yaşa bak / Kör şeytanı kovmak için attığımız taşa bak
Cami, mescit, çeşme, köprü yaptığımız işe bak / Hep riyadır, hep riyadır, hep riyadır, hep riya /
Kıl şefaat, kurtar bizi ey Resul-ü Kibriya”
Bir törenin ardından,
Satılmışla, iki gün çok mutlu bir zaman geçirdim. 24 Mayıs 2015 Pazar günü, Tekirdağ’a gittik. Kızına harçlık gönderdiği arkadaşının evinde misafir kaldık. 25 Mayıs 2015 Pazartesi, sabah, saat 0530’da ev sahibinin arabasıyla İstanbul’a hareket ettik. Haliç Kongre Merkezinde, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi öğrencilerinin mezuniyet törenine iştirak ettik. Satılmışın harçlık gönderdiği kız da mezunlar arısındaydı. Sabahın erken saatinde yaptığımız yolculuk latif bir hava içinde geçti. İstanbul trafiğini çok bilmediğimiz halde Allah’ın yardımıyla bir aksaklığa uğramadan gideceğimiz adresi bulduk. Öğrenci yakınları da gruplar halinde gelmeye devam ediyordu. Saat 0900 sıralarında öğrenciler de geldi. Salon hıncahınç doldu. 2500 konuk, 421 öğrencinin katılımıyla mezuniyet törenine geçildi. Öğrenciler sahnede yerlerini aldılar. Bunlardan 71’i İngilizce geri kalan 350’si Türkçe tıp okumuşlardı. Heyecan doruktaydı. Saygı duruşu ve istiklal marşı okunduktan sonra Hipokrat yemini yapıldı ve tören başladı.
Sunucunun anonsuyla, Türkçe okuyan ve dönemin birincisi olan kız öğrenci açılış konuşmasını yapmak üzere davet edildi. Çiçeği burnundaki doktor kız, doktor olmanın sorumluluklarını anlattı. Meslektaşlarının özveri ile çalıştıkları halde, son zamanlarda sağlık camiasına gösterilen şiddeti hak etmediklerini, hasta ve yakınlarıyla daha yakın ilişkilerde bulunmanın hastaya şifa kazandıracağını söyledi. Arkasından İngilizce bölümünü okuyan ve ikinci gelen öğrenci de bir önceki arkadaşını destekler mahiyette konuştu. Sırasıyla Rektör yardımcısı, Tıp Fakültesi dekanı ve kürsü başkanları, meslekleri ve meslektaşları lehinde konuşmalar yaptıktan sonra birinciden yirminciye kadar derece alan öğrencilere ödülleri verildi. Bu arada yüksek tonda açılan fon müziği eşliğinde heyecan doruk noktaya ulaştı. Derece alan yirmi mezundan on yedisi kızdı. Bu hesaba göre yüzde seksen beş kızlar başarı çıtasını atlamışlardı. Erkeklerin bir defa daha geride kaldıklarına şahit oldum.
Şahsi kanaatimce; Kader, bu günün erkeklerinden, geçmiş dönem erkeklerinin intikamını alıyor. Bir zamanlar kızları diri, diri toprağa gömen, ailenin yüz karası olarak kabul eden, onları horlayan, öteleyen o günkü erkeklerin cezasını bugünkü erkeklere çektiriyor. Bugün erkek evlatlar ebeveynlerinden uzakken kızlar daha yakın. Tarlada erkek, çapayı bir vururken kadın iki vuruyor. Bankada çalışan erkek bir kişinin işini bitirinceye kadar çalışan bayan iki kişinin işini bitiriyor. Pek çok sektörde kadınlar daha çok ve dikkatli çalışıyorlar. Eğitim ve öğretimde kız öğrenciler erkeklerden daha başarılı. Yuvayı dişi kuş yapıyor. Evin idaresini kadın daha iyi yapıyor. Müsrif bir kadın, değil yuva yapmak yapılmış yuvayı yıkabiliyor. Erkeğin zulmünü gören kadın başarının yolunu tutuyor. Kadın, çarpık anlayışların kurbanı oluyor. Bazı şeyleri erkek yapınca kaza deniyor, kadın yapınca ceza alıyor. Her haliyle eşit haklara sahip olan kadın, hep erkeğin gölgesinde yürüyor. O kadar çok erkek var ki erkekliğini unutmuş. Yine o kadar çok kadın da var ki onlar da kadınlığını unutmuştur. Maksadım hümanizmi savunmak değil. Hakkı ve hakikati dile getirmektir. Gördüklerimi, yaşadıklarımı, şahit olduklarımı yazıyorum. Herkes benim gibi bu hayatın içinde yaşıyor. Gözleri var görüyor. Akılları var anlıyor. Size birisi bir gül hediye etse, onu fırlatır çöpe mi atarsınız, yoksa ihtimamla tutar, koklar, sever, okşar, ölünceye kadar muhafaza mı edersiniz? Allah, erkeğe emaneten hediye ettiği bir kadını nasıl muhafaza edeceğini, iki cinsin birbiri üzerindeki haklarını belirlemiştir. Her iki cins o emirlere uyduğu takdirde haklar korunmuş olacaktır. Hak korununca erkek erkekliğini, kadın kadınlığını bilecektir. Bu günkü halde kadın kadınlığını, erkek erkekliğini unutmuş, hak ve hukuku yılanlar yutmuş, ortalık birbirine karışmıştır.
Sonuca dönersek; tören büyük bir coşku içinde devam etti. Onarlı gruplar halinde çağırılarak sertifikaları verildi. Sonra kepler havaya fırlatıldı. Tören bitti. Aileler sevindi, yeni doktorlar mutluluklar içinde sahneden indi. Törene gelenler doktorlarını alıp gitti. Alkışlandılar, alkışladılar, 6 yılın yorgunluğu bitince, yeni hayatın yoluna ilk adımlar atılmış oldu. Gönüller mutlulukla doldu.
29. 05. 2015
Durmuş Göktekin
Hayat…
Hayat; Allah’ın kâinattaki kudret mucizesinin en güzeli, en parlağı, en berrağı ve en nuranisidir. Allah’ın bin bir isimlerinin en açık ve en net sonucudur. Bunlar hayatın varlığı üzerinden okunabilir. Hayat sahibi olan her şey sevilir. Hayatı yaratan, sevmeyi de yaratmış. Hayatta can var, hareket var. Harekette hayat var. Ölüde hareket yok. Çünkü hayat yok, can yok. İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor? Asla ve kat’a! Sonsuz kudret ve külli irade sahibi hiçbir şeyi başıboş bırakmamıştır. Hayat, kurulmuş bir makine gibi çalışıyor diyenler, gaflette olanlardır. Şuur halinde olanlar gerçeği görebilirler. Yaratılışımız, hayat seyrimiz, sonra ölümümüz hayatı anlatıyor.
Şubat - Mart aylarında, bahçemdeki ceviz ağacı, yapraksız, cansız, kuru bir ağaçtı. Aşıdan anlayan bir arkadaşıma rica ettim, aşı yaptı. Başka bir ceviz dalını, ağacın kabuk altına soktu. Bir diğerini yarma aşı yaptı. Hava almasın diye sarıp sarmaladı. Bir iki ay sonra, yani Nisan-Mayıs aylarında, Allah kudretiyle onlara hayat (can) verdi. Yeşerdiler, filizlendiler. İnanılmayacak bir şey daha oldu. Aşılar meyveleri (cevizleri) ile geldiler. Bunlara şahit olunca anlımı toprağa koydum ve Allah’u ekber, Suphanallah, Elhamdülillah dedim. Bu bir mucizeydi. Bu mucize karşısında yapılacak tek şey vardı. O da secdeye gitmekti! Ben de onu yaptım. Yaratılanların birbirine hizmet etmelerine şahit oldum. Güneş, toprak, su ve hava birbirleriyle yarış halindeydi. Elbette kurulmuş bir düzenin kurucusu olacaktır! Şu kâinat düzeni içinde hayat, kâinatın çekirdeğidir. Çekirdeğin merkezinde insan vardır. Nasıl ki kocaman bir ceviz ağacının kökleri, dalları, yaprakları, çiçeği ve meyveleri cevizin içine yerleştirilmişse, kâinat da insanın varlığına yerleştirilmiştir. Bu sebeple kâinatın küçültülmüşü insandır. İnsanın büyütülmüşü kâinattır. Uçsuz bucaksız şu kâinat içinde insan neden yaratılmış dendiğinde? Biz de deriz ki; gücü yeten biri, bütün ihtiyaçları karşılayacak bir şehir kursa, o şehri ve o şehirde yaşayacak insanlara kendini tanıtmak ve yaptıklarının ihtişamını göstermek isteyecektir. Kurduğu o şehirde nasıl yaşanacağını, nelerin yapılıp, nelerin yapılmayacağını da planlayacaktır. Öyle ise Allah da bu kâinatı kurmuş, bu kâinat içinde dünyayı güzelleştirmiş. Bunları görüp anlayacak, takdir edecek, kurucusunu tanıyacak insanı, hayatı ve hayat nizamını yaratmıştır. İmtihan vesilesi için insana sorumluluk vermiş ve serbest bırakmıştır.
Dünyaya eli boş ve çırılçıplak gelmişiz. Her şeyi hazır bulmuşuz. Bedelini hiçbir şeyle ödeyemeyeceğimiz nimetlerle donatılmışız. Her şey emrimize verilmiş, helal ve haram sınırları ile hayat rotamız çizilmiş. Bedenimiz dâhil, kullandığımız hiçbir şey bize ait değil. Ölmek istemediğimiz halde ölüyoruz. Demek ki biz bize ait değiliz. Dünyada kazandığımız makamlar, mallar, mülkler, paralar hepsi burada kalıyor. Böylece anlıyoruz ki hiçbir şeyin sahibi değiliz. Verilenleri sadece kullanıyoruz. Allah, verdikleriyle de bizi imtihan ediyor. İnsanı Yaratan, insanın bedeni üzerinde de tasarrufta bulunuyor. Çeşitli hastalıklarla da bizi sınıyor. Çünkü mülk Allah’ındır. Siz bir terziye elbise diktirmeye gitseniz, terzi kumaşınızı keser-biçer, söz hakkınız olmaz. Prova yaparken sizi istediği şekle sokar, yine sesiniz çıkmaz. Allah da mülkünü istediği gibi kullanır. Kulun vazifesi Allah’a itaat etmektir. İnsan çeşitli hastalıklarla deneniyor, sınanıyor. Sonunda ölüm olgusuyla, sınav sonuçlarını almak üzere ahiret yolculuğuna çıkıyor. Hastalık, kul ile Allah’ın yakınlaşması demektir. İnsanın Allah’a en yakın olduğu zaman hastalık zamanıdır. İnsan o yakınlıkta isteklerini Allah’a bildirir, Allah da kulunun isteklerini kabul eder, şifa verir, sağlığına kavuşturur mutlu eder. Her şey fanidir. Yani gelip geçicidir. Allah’ın koyduğu kanun böyledir. Hayat, tabaka tabakadır. İnsanlar, hayvanlar, bitkiler âlemi gibi âlemler ve bu âlemlerin kendilerine ait hayat tarzları ve kanunları vardır. Her âlem kendi kanunlarıyla, idare edilir. İnsan toprağın üstünde yaşarken bir kısım canlı toprağın altında ve suyun içinde yaşar. Kimin neye ihtiyacı varsa aksatılmadan verilmektedir. Hastalar endişe etmeyin! Hastalığı veren şifasını da veriyor.
05. 06. 2015
Durmuş Göktekin
Mutluluk kendiliğinden gelen bir şey değildir. Ancak bir kısım sebeplerle gelir. Bu sebepler pozitif vasıtalar olmalıdır. Çünkü güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen güzel görür.
Karısıyla tartışan genç adam, işine gitmek üzere evden ayrıldı, düştü yola. Biraz yürüdükten sonra cadde kenarında, elini açmış dilenen bir adama rastladı. Adam elini buna da uzattı, para istedi. Adamın yüzüne, sert, sert baktı. Adam orta yaşlı biriydi. Görünüşte hiç de dilenciye bezemiyordu. Eli yüzü düzgün sağlıklı görünüyordu. “Her haliyle iyi görünen adam dileniyor. Belki de benden zengindir” diye düşündü. Bu yüzden canı sıkılan genç adam iyice sinirlenmişti.
-Ne istiyorsun, aç mısın? diye sordu.
-Hayır. Çikolata parası istiyorum.
Genç adamın kızgınlığı şaşkınlığa döndü. Esprili bir tarzda cevap veren dilenciye ilk defa rastlamıştı.
-Ne demek! Sen ekmek bulamayınca çikolata mı yersin?
- Hayır. Ekmek bulamadığım zaman daha ziyade bulgur plavı yerim. Onu da bulamazsam aç yatarım. Genç adam; dilencinin ciddi konuşup konuşmadığını anlayamadı.
-Bugün doydun da üstüne canın tatlı mı istedi?
-Bey efendi, fakirin canı olmaz ki tatlı istesin.
-Arkadaş, sen kamera şakası mı yapıyorsun, yoksa işi olmayan hokkabaz mısın?
- Hayır, hiçbiri değil. Sadece fakirim. Bugün evlenme yıldönümüm. Karıma çikolata alacağım.
-Benim bildiğim böyle günlerde pasta vesaire alınır.
-Bey efendi, onlar zengin işi. Otuz beş yıllık evliyim. Şimdiye kadar hiç pasta almadım. Ama evliliğimizin her yıl dönümünde bir çikolata götürdüm. Karım çikolataya alıştı, onu çok sever.
Dilencinin söyledikleri genç adamın dikkatini çekti, kafası karıştı ve düşünmeye başladı.
-Şimdi senin cebinde bir çikolata parası yok mu?
- Evet, yok ağabey. İnanmıyorsan işte bak. Aha, üstümde bunlardan başka bir şey yok; diyerek ceplerini boşalttı. Kimliğinden başka bir şey çıkmadı.
- Ben dilenci değilim. İşim-gücüm yok. İş bulursam günlük çalışır, günlük yerim. Aksilik bu ya bugün iş bulamadım. Genç adam dilenciye:
-Gel, şöyle biraz konuşalım, diyerek bir kenara oturdular.
-Yok, mu senin eşin dostun, borç alacak akraban?
-Garibin akrabaları da garip olur beyim. Herkes kendi karnını doyurmakla meşgul.
-Karını dilenecek kadar çok mu seviyorsun?
-Hem de nasıl! Otuz beş yılımı aydınlattı benim.
-Vay beee..aşka bak! Hem de otuz beş yıl devam eden bir aşk!
- Aşkın ömrü birkaç bahar diyorlardı. Senin ki çok uzun sürmüş.
-Doğru söylersin. Yıllar geçtikçe sevgimiz arttı.
-Peki, sence mutluluğun sırrı nedir? Anlattıklarına göre sen mutluluğun sırrını bulmuşsun.
-Benim tahsilim yok. İlkokulu bile bitirmedim. Öyle sırdan, formülden falan da anlamam.
- Ben de sevdiğim kızla evlendim, beş yıllık evliyim fakat mutlu değilim. Her gün kavga ediyoruz. Daha biraz önce kapıyı çarpıp çıktım. Evimiz, arabamız, işimiz gücümüz, paramız, pulumuz, her şeyimiz var. Fakat mutlu değiliz. Senin hiçbir şeyin yok ama mutlusun. Seni mutlu eden yokluk, beni mutsuz eden varlık mı acaba?
- Hayır, benim hiçbir şeyim yok değil. Benim her şeyim karım! O benim sevgilim, eşim, aşım, ekmeğim, arkadaşım, hayat yoldaşım. Hayatımı paylaştığım insan. Şu fani dünyada, evin, araban, işin, aşın, katın, yatın, uçağın, kasalar dolusu paran- pulun, olmuş; mutlu, huzurlu, hür ve emniyette olmamışsan bunların ne kıymeti var ki?
-Senin söylediklerinin çoğu bende var. Buna rağmen karım her şeyden şikâyet ediyor. Bir de fakir olsaydım kim bilir neler olurdu.
-Beyim, insanın gözü gönlü aç olunca hiçbir şeyle tatmin olmaz. Gözün doyması kanaatledir. Gönlün doyması sevgiyledir. Altın tasın, kan kusana faydası olmaz. Sen, kadını anlamamışsın. Hiçbir kadın iyi bir evde oturduğundan, arabadan, maldan-mülkten, her istediğini aldığından, giydiğinden her gün çeşit çeşit yediğinden mutlu olmaz. Bütün bunların yanında; kadın kocasından sevgi ister sevgi. İnsan, kuzu değildir. Karnı doyunca yatıp geviş getirsin. İnsan en yüksek donanımda yaratılmış. Kuzunun da beyni var insanın da. Ama insanın beyni kuzununkinden farklıdır. İnsan sahip olduğu sıfatların isteklerine cevap bulmak ve vermek zorundadır. Beynimiz bilgiyle, gönlümüz sevgiyle, dolmak ve doymak ister. Kalbimiz Yaratıcıyla buluşmak ve Onunla mutmain olmak ister. Yaratan her şeyi çift yaratmış, birbirine zıt yaratmış. Sevgi üzerine yaratmış. Dünya-ahiret, cennet-cehennem, sevgi-nefret, acı-tatlı. Hakeza bu örnekler alabildiğine çoğaltılabilir. İnsan, cinsindeki erkek ve dişinin birbirine karşı olan temayülleri bütün canlılarda vardır. Bu temayül sebebiyle her cins kendi cinsini devam ettirir. İnsan akıl ve şuur sahibi olduğu için bu temayülü sevgi vasıtasıyla kullanır. Kanatsız kuş olmayacağı gibi sevgisiz de hayat olmaz! Mutluluk menziline sevgi kanatlarıyla uçarak varılır.
- Senin mutluluğun sırrı bu mu?
-Evet! Benin mutluluğumun sırrı, formülü bunlar ve bu anlayışlardır. Karıma değerli şeyler alamıyorum ama ona; benim için ne kadar değerli olduğunu hissettiriyorum. O da mutlu oluyor.
-Bir kadına değerli olduğu nasıl hissettirilir?
-Sevgi evrenseldir. Her kadının içinde devamlı yaşayan küçük bir kız vardır. Küçük kızlar hep sevilmek, beğenilmek ve ilgi görmek isterler. Güzel ve sevecen olduklarını hep duymak isterler. İltifat ve mükâfata doymazlar.
-Haklısın. Benim de dört yaşında bir kızım var. Her gün eve gelince sorar: “Babacığım beni seviyor musun? Ne kadar seviyorsun? Ben de; “seni çok seviyorum” der, kollarımı açar, işte bu kadar derim. Elbiselerini değiştirdiği zaman; “güzel olmuş mu” diye sorar. Ben de çok güzel olmuşsun, dünyanın en güzel kızı sensin. Sen benim prensesimsin, deyince sevinçten, göklere uçar.
- İşte gördün mü? Kadının içindeki küçük kızı da öyle seveceksin ve sevdiğini söyleyeceksin. Ben elli yaşındaki karıma her gün böyle davrandım. Allah ömür verdikçe de böyle davranmaya devam edeceğim. Ona bebeğim, hayatım, prensesim demekten geri durmayacağım. Onun mutluluğu benim mutluluğum olacak. Benden bunları duydukça ve iyi muamelelerimi gördükçe bana olan sevgisi her gün artacak. Ve beni kanat çırpar gibi karşılayacak. Zenginlik-fakirlik nedir ki? Bir kıvılcımla her şey yanar gider, yıllar yüz güzelliğini siler gider. Sel gelir, yel gelir, neyin var, neyin yok alır götürür. Deprem gelir, mal gider, can gider. Elbette hayat, ihtimaller, varsayımlar, tahminler üzerine kurulmaz. Ama bunlar da birer vaka. Sevgiyi hayatın merkezine almak, şükür, fikir ve kanaatle Yaratana yakın olmak mutlu olmanın şartlarındandır.
-Sen karınla hiç kavga etmez misin?
-Kavgasız bir hayat olmaz. Hem insan olacaksın hem de kavgasız, tartışmasız bir hayat yaşayacaksın? İnsanın fıtratında olan her sıfat kullanılır. Bazısı bazılarına ters düşse de. Dedik ya; her şey zıddıyla bilinir. Kıştan sonra bahar gelir. Bahar, hayatın yeniden canlandığı zamandır. Kavganın zıddı sulhtur. Sulhta hayır var, güzellik vardır. Kuş bile daldan dala konarken mutluluk duyar. Çiftler de kavga dalından sulh dalına geçtiği zaman mutluluk başlar. Acı ve tuz, ölçülü olursa yemeğe lezzet verir. Gençler; yaşı ilerlemiş ve eşini kaybetmiş insanlarla konuşmalı. Yaşlıların tecrübesi, gençlerin enerjisi ile birleşince bakın ne mutluluklar yeşerecektir. Bugün karanlıkta ayağına takılanları, taş diyerek toplamayanların; ” bizden sonra gelenlerin ayağına takılmasın” diye toplayanların eteklerinde, zümrüt olduğunu gördüklerinde nasıl pişmanlık duyacaklarına şahit olabilirsiniz.
13. 04. 2015
Durmuş Göktekin
Bizim toplumumuzda paylaşım dar bir alana sıkıştırılmış. Evrensel paylaşım anlayışından mahrum bırakılmışız. Paylaşım deyince herkeste bir ürkeklik ve çekingenlik hissi uyanıyor. Sanki paramızı, malımızı, kazandığımız ne varsa onları paylaşmayı çağrıştırıyor gibi eliyor insana. Öyle ya her şey kültürümüzle alakalı.
Bence, çok az şeylerin dışında, hayat paylaşımdan ibarettir. Hayatı insanca paylaştığımız zaman mutlu ve huzurlu olabiliriz.
Paylaşamadığımız için sürekli kavga halindeyiz. Hayatımızın her noktasında, insani olarak paylaşım olmalıdır. Kainattaki sistem paylaşım üzerine çalışmaktadır. Evimizdeki çiçekler bile hayatlarını bizimle paylaşırken biz insanlar birbirimizle paylaşmayı bilmezsek çayır otları halimize bakıp bakıp güler. Çok uzun bir konu dar bir alana sığmayacağı için son söz olarak derim ki, hayvanları kendimize güldürmeyelim.
Paylaşım hayatın kuralıdır. Her şey paylaşım içindeyken insanın paylaşımın dışında kalması düşünülemez.
11.06.1935 yılında Niğde Vilayeti Çiftlik Kazası Kitreli Köyünde dünyaya gelmişim. İlk öğrenimimi köyümde orta örenimimi Aksaray'da yaptıktan sonra 1954'de TSK'ya intisap ettim. 1955 yılında Gelibolu'da evlendim. Eşimle 53 yıl yaşadım. 1 oğlum, 3 kız ...
serbest kürsü
09.06.2016 - 17:51Halimiz
Her nedense olumsuzluklara karşı bahanemiz çoktur. Olumsuzluklardan hissemize düşen bir kırıntı bile yoktur? Bir hata mı oldu, herkes etrafına bakar, hatayı yapanı arar. Kimse demez ki; bunda benim payım ne kadardır. Suçu işleyen hep dışarıda aranır. Hatta ağız birliği etmişçesine suçlar dış kaynaklıdır. Bir asra yaklaşan ömrüm içinde hep aradım durdum şu bizi bozanı, yıllar geçti bulamadım kaynatılan kazanı. Sorarım kendime: Sözünde duruyor musun, borcunu ödüyor musun, başkasının hakkına dikkat ediyor musun, gayrimeşru yaşayıştan uzak mısın, kötü alışkanlıklarla aran nasıl, İçki, kumardan ne haber, başkasının anasını ve kızını kendi anan ve kızın kabul ediyor musun? Her türlü ahlaksızlıktan uzak duruyor musun? Bunların hiçbirine yürekten evet diyemedin ve hep kendini savundun. O zaman aklın demez mi: Ey Durmuş; seni kendi nefsinden başkası aldatmamış, kandırmamış. Hiçbir yabancı dışarıdan gelip, seni bozmamış, kandırmamış, telkinde bulunmamış. Bütün iyi meziyetlerini kendin bozmuş, elinden kaçırmışsın. Ne kadar kötü sıfatlar varsa onları kendine huy edinmişsin! Kime ne söylemeye hakkın var ki?
Allah aşkına herkes etrafına baksın! Çarşı-Pazar dolaşsın, bizi bozmaya çalışan kaç yabancı görecek? Bunun manası kendimizi kandırmaktan başka bir şey değildir. Bütün kötülüğü işleyen ben, yapanı arayan yine ben! Dönmediğim taraf kalmamış. Bir de kendime dönebilsem her şey düzelecek. İçimizde iyiye giden yollar, dışımızda kötüye giden yollar! Amma nefsimiz bizi sürekli kötüye yollar. Kötülükler-iyilikler hepsi içimizde. Şaşkınlıktan ararız kötülüğü dışımızda. Komşu ile aramızı hangi yabancı bozdu. Kim geldi, dedi ki kardeşinin hakkını ye! Herkesin kıbleye dönmesini istiyoruz. Bırakın herkesi, biz kendimiz dönelim kıbleye. Yüzümüz kıbleye dönmüşken, içimiz Avrupa’ya, Amerika’ya dönmesin.
Kendi değerlerini yaşamayan, sembollerini taşımayan, bir toplum iflah olmaz. Dilimiz, dinimiz, eğitimimiz, ekonomimiz, teknolojimiz, sosyal kurumlarımız, örf ve adetlerimiz, sanat ve sembollerimiz bize ait olmalı. Bir İngiliz’in, bir Japon’un, bir Amerika’nın, Avrupa’nın değerlerini taklit etmemeliyiz. Çünkü taklit eden devamlı taklit ettiğinin ardından gider. Bırakın biz kendi değerlerimizi yaşayalım, kimsenin ardından gitmeyelim, biz yalnız kendimiz olalım. Bu, dünya toplumları ile irtibatımızı keselim demek değildir. Dünya toplumları bizim komşularımız olarak kalsın. Dünyada hangi toplum bizim arkamızdan geliyor ki? Hangi özelliğimiz onları peşimizden sürüklüyor ki? Geçmişte ecdadımızı kurtarıcı olarak çağıranlar bugün bizi katletmeye çalışıyor.
Maraşlı Abdurrahim Karakoç, Tercüme-i Halimiz şiirinde bizi şöyle anlatıyor, birlikte okuyalım:
“Paylaştık zahmet çekmeden İslâmlık mirasını /ibadet etmeyiz Hakk’a almadan kirasını
Esiriz nefsin elinde, bilen yok çaresini / Namaz, oruç, hac ve kurban hep riyadır, hep riya
Bir acayip ümmet olduk ey Resul-ü Kibriya / Sade gösteriş içindir fakire sadakamız
Bos telaştan bir araya gelmez oldu yakamız / Ya yalandır ikramımız ya küfürdür şakamız
Sevgi, şefkat, selam, sohbet hep riyadır, hep riya / Bir acayip ümmet olduk ey Resul-ü Kibriya
Koşarız benlik peşinde her ay, her gün, her saat / Değişmeyen hedefimiz menfaattir, menfaat
Sahtekârlık mesleğimiz, hem kolaydır, hem rahat / Saygı, hürmet, izzet, ikram hep riyadır, hep riya
Bir acayip ümmet olduk ey Resul-ü Kibriya / Öğretmeni talebeye hayır öğüt vermiyor
Öz anası yavrusuna helal bir süt vermiyor / Gidenimiz boşa gider, gelen umut vermiyor
İlim, irfan, takdir, tenkit hep riyadır, hep riya / Bir acayip ümmet olduk ey Resul-ü Kibriya
Dilimizde duayı gör, gözümüzde yaşa bak / Kör şeytanı kovmak için attığımız taşa bak
Cami, mescit, çeşme, köprü yaptığımız işe bak / Hep riyadır, hep riyadır, hep riyadır, hep riya /
Kıl şefaat, kurtar bizi ey Resul-ü Kibriya”
09. 06. 2016
Durmuş Göktekin
serbest kürsü
08.06.2015 - 17:12Bir törenin ardından,
Satılmışla, iki gün çok mutlu bir zaman geçirdim. 24 Mayıs 2015 Pazar günü, Tekirdağ’a gittik. Kızına harçlık gönderdiği arkadaşının evinde misafir kaldık. 25 Mayıs 2015 Pazartesi, sabah, saat 0530’da ev sahibinin arabasıyla İstanbul’a hareket ettik. Haliç Kongre Merkezinde, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi öğrencilerinin mezuniyet törenine iştirak ettik. Satılmışın harçlık gönderdiği kız da mezunlar arısındaydı. Sabahın erken saatinde yaptığımız yolculuk latif bir hava içinde geçti. İstanbul trafiğini çok bilmediğimiz halde Allah’ın yardımıyla bir aksaklığa uğramadan gideceğimiz adresi bulduk. Öğrenci yakınları da gruplar halinde gelmeye devam ediyordu. Saat 0900 sıralarında öğrenciler de geldi. Salon hıncahınç doldu. 2500 konuk, 421 öğrencinin katılımıyla mezuniyet törenine geçildi. Öğrenciler sahnede yerlerini aldılar. Bunlardan 71’i İngilizce geri kalan 350’si Türkçe tıp okumuşlardı. Heyecan doruktaydı. Saygı duruşu ve istiklal marşı okunduktan sonra Hipokrat yemini yapıldı ve tören başladı.
Sunucunun anonsuyla, Türkçe okuyan ve dönemin birincisi olan kız öğrenci açılış konuşmasını yapmak üzere davet edildi. Çiçeği burnundaki doktor kız, doktor olmanın sorumluluklarını anlattı. Meslektaşlarının özveri ile çalıştıkları halde, son zamanlarda sağlık camiasına gösterilen şiddeti hak etmediklerini, hasta ve yakınlarıyla daha yakın ilişkilerde bulunmanın hastaya şifa kazandıracağını söyledi. Arkasından İngilizce bölümünü okuyan ve ikinci gelen öğrenci de bir önceki arkadaşını destekler mahiyette konuştu. Sırasıyla Rektör yardımcısı, Tıp Fakültesi dekanı ve kürsü başkanları, meslekleri ve meslektaşları lehinde konuşmalar yaptıktan sonra birinciden yirminciye kadar derece alan öğrencilere ödülleri verildi. Bu arada yüksek tonda açılan fon müziği eşliğinde heyecan doruk noktaya ulaştı. Derece alan yirmi mezundan on yedisi kızdı. Bu hesaba göre yüzde seksen beş kızlar başarı çıtasını atlamışlardı. Erkeklerin bir defa daha geride kaldıklarına şahit oldum.
Şahsi kanaatimce; Kader, bu günün erkeklerinden, geçmiş dönem erkeklerinin intikamını alıyor. Bir zamanlar kızları diri, diri toprağa gömen, ailenin yüz karası olarak kabul eden, onları horlayan, öteleyen o günkü erkeklerin cezasını bugünkü erkeklere çektiriyor. Bugün erkek evlatlar ebeveynlerinden uzakken kızlar daha yakın. Tarlada erkek, çapayı bir vururken kadın iki vuruyor. Bankada çalışan erkek bir kişinin işini bitirinceye kadar çalışan bayan iki kişinin işini bitiriyor. Pek çok sektörde kadınlar daha çok ve dikkatli çalışıyorlar. Eğitim ve öğretimde kız öğrenciler erkeklerden daha başarılı. Yuvayı dişi kuş yapıyor. Evin idaresini kadın daha iyi yapıyor. Müsrif bir kadın, değil yuva yapmak yapılmış yuvayı yıkabiliyor. Erkeğin zulmünü gören kadın başarının yolunu tutuyor. Kadın, çarpık anlayışların kurbanı oluyor. Bazı şeyleri erkek yapınca kaza deniyor, kadın yapınca ceza alıyor. Her haliyle eşit haklara sahip olan kadın, hep erkeğin gölgesinde yürüyor. O kadar çok erkek var ki erkekliğini unutmuş. Yine o kadar çok kadın da var ki onlar da kadınlığını unutmuştur. Maksadım hümanizmi savunmak değil. Hakkı ve hakikati dile getirmektir. Gördüklerimi, yaşadıklarımı, şahit olduklarımı yazıyorum. Herkes benim gibi bu hayatın içinde yaşıyor. Gözleri var görüyor. Akılları var anlıyor. Size birisi bir gül hediye etse, onu fırlatır çöpe mi atarsınız, yoksa ihtimamla tutar, koklar, sever, okşar, ölünceye kadar muhafaza mı edersiniz? Allah, erkeğe emaneten hediye ettiği bir kadını nasıl muhafaza edeceğini, iki cinsin birbiri üzerindeki haklarını belirlemiştir. Her iki cins o emirlere uyduğu takdirde haklar korunmuş olacaktır. Hak korununca erkek erkekliğini, kadın kadınlığını bilecektir. Bu günkü halde kadın kadınlığını, erkek erkekliğini unutmuş, hak ve hukuku yılanlar yutmuş, ortalık birbirine karışmıştır.
Sonuca dönersek; tören büyük bir coşku içinde devam etti. Onarlı gruplar halinde çağırılarak sertifikaları verildi. Sonra kepler havaya fırlatıldı. Tören bitti. Aileler sevindi, yeni doktorlar mutluluklar içinde sahneden indi. Törene gelenler doktorlarını alıp gitti. Alkışlandılar, alkışladılar, 6 yılın yorgunluğu bitince, yeni hayatın yoluna ilk adımlar atılmış oldu. Gönüller mutlulukla doldu.
29. 05. 2015
Durmuş Göktekin
serbest kürsü
08.06.2015 - 16:57Hayat…
Hayat; Allah’ın kâinattaki kudret mucizesinin en güzeli, en parlağı, en berrağı ve en nuranisidir. Allah’ın bin bir isimlerinin en açık ve en net sonucudur. Bunlar hayatın varlığı üzerinden okunabilir. Hayat sahibi olan her şey sevilir. Hayatı yaratan, sevmeyi de yaratmış. Hayatta can var, hareket var. Harekette hayat var. Ölüde hareket yok. Çünkü hayat yok, can yok. İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor? Asla ve kat’a! Sonsuz kudret ve külli irade sahibi hiçbir şeyi başıboş bırakmamıştır. Hayat, kurulmuş bir makine gibi çalışıyor diyenler, gaflette olanlardır. Şuur halinde olanlar gerçeği görebilirler. Yaratılışımız, hayat seyrimiz, sonra ölümümüz hayatı anlatıyor.
Şubat - Mart aylarında, bahçemdeki ceviz ağacı, yapraksız, cansız, kuru bir ağaçtı. Aşıdan anlayan bir arkadaşıma rica ettim, aşı yaptı. Başka bir ceviz dalını, ağacın kabuk altına soktu. Bir diğerini yarma aşı yaptı. Hava almasın diye sarıp sarmaladı. Bir iki ay sonra, yani Nisan-Mayıs aylarında, Allah kudretiyle onlara hayat (can) verdi. Yeşerdiler, filizlendiler. İnanılmayacak bir şey daha oldu. Aşılar meyveleri (cevizleri) ile geldiler. Bunlara şahit olunca anlımı toprağa koydum ve Allah’u ekber, Suphanallah, Elhamdülillah dedim. Bu bir mucizeydi. Bu mucize karşısında yapılacak tek şey vardı. O da secdeye gitmekti! Ben de onu yaptım. Yaratılanların birbirine hizmet etmelerine şahit oldum. Güneş, toprak, su ve hava birbirleriyle yarış halindeydi. Elbette kurulmuş bir düzenin kurucusu olacaktır! Şu kâinat düzeni içinde hayat, kâinatın çekirdeğidir. Çekirdeğin merkezinde insan vardır. Nasıl ki kocaman bir ceviz ağacının kökleri, dalları, yaprakları, çiçeği ve meyveleri cevizin içine yerleştirilmişse, kâinat da insanın varlığına yerleştirilmiştir. Bu sebeple kâinatın küçültülmüşü insandır. İnsanın büyütülmüşü kâinattır. Uçsuz bucaksız şu kâinat içinde insan neden yaratılmış dendiğinde? Biz de deriz ki; gücü yeten biri, bütün ihtiyaçları karşılayacak bir şehir kursa, o şehri ve o şehirde yaşayacak insanlara kendini tanıtmak ve yaptıklarının ihtişamını göstermek isteyecektir. Kurduğu o şehirde nasıl yaşanacağını, nelerin yapılıp, nelerin yapılmayacağını da planlayacaktır. Öyle ise Allah da bu kâinatı kurmuş, bu kâinat içinde dünyayı güzelleştirmiş. Bunları görüp anlayacak, takdir edecek, kurucusunu tanıyacak insanı, hayatı ve hayat nizamını yaratmıştır. İmtihan vesilesi için insana sorumluluk vermiş ve serbest bırakmıştır.
Dünyaya eli boş ve çırılçıplak gelmişiz. Her şeyi hazır bulmuşuz. Bedelini hiçbir şeyle ödeyemeyeceğimiz nimetlerle donatılmışız. Her şey emrimize verilmiş, helal ve haram sınırları ile hayat rotamız çizilmiş. Bedenimiz dâhil, kullandığımız hiçbir şey bize ait değil. Ölmek istemediğimiz halde ölüyoruz. Demek ki biz bize ait değiliz. Dünyada kazandığımız makamlar, mallar, mülkler, paralar hepsi burada kalıyor. Böylece anlıyoruz ki hiçbir şeyin sahibi değiliz. Verilenleri sadece kullanıyoruz. Allah, verdikleriyle de bizi imtihan ediyor. İnsanı Yaratan, insanın bedeni üzerinde de tasarrufta bulunuyor. Çeşitli hastalıklarla da bizi sınıyor. Çünkü mülk Allah’ındır. Siz bir terziye elbise diktirmeye gitseniz, terzi kumaşınızı keser-biçer, söz hakkınız olmaz. Prova yaparken sizi istediği şekle sokar, yine sesiniz çıkmaz. Allah da mülkünü istediği gibi kullanır. Kulun vazifesi Allah’a itaat etmektir. İnsan çeşitli hastalıklarla deneniyor, sınanıyor. Sonunda ölüm olgusuyla, sınav sonuçlarını almak üzere ahiret yolculuğuna çıkıyor. Hastalık, kul ile Allah’ın yakınlaşması demektir. İnsanın Allah’a en yakın olduğu zaman hastalık zamanıdır. İnsan o yakınlıkta isteklerini Allah’a bildirir, Allah da kulunun isteklerini kabul eder, şifa verir, sağlığına kavuşturur mutlu eder. Her şey fanidir. Yani gelip geçicidir. Allah’ın koyduğu kanun böyledir. Hayat, tabaka tabakadır. İnsanlar, hayvanlar, bitkiler âlemi gibi âlemler ve bu âlemlerin kendilerine ait hayat tarzları ve kanunları vardır. Her âlem kendi kanunlarıyla, idare edilir. İnsan toprağın üstünde yaşarken bir kısım canlı toprağın altında ve suyun içinde yaşar. Kimin neye ihtiyacı varsa aksatılmadan verilmektedir. Hastalar endişe etmeyin! Hastalığı veren şifasını da veriyor.
05. 06. 2015
Durmuş Göktekin
serbest kürsü
14.04.2015 - 14:02Mutluluğa giden yol…
Mutluluk kendiliğinden gelen bir şey değildir. Ancak bir kısım sebeplerle gelir. Bu sebepler pozitif vasıtalar olmalıdır. Çünkü güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen güzel görür.
Karısıyla tartışan genç adam, işine gitmek üzere evden ayrıldı, düştü yola. Biraz yürüdükten sonra cadde kenarında, elini açmış dilenen bir adama rastladı. Adam elini buna da uzattı, para istedi. Adamın yüzüne, sert, sert baktı. Adam orta yaşlı biriydi. Görünüşte hiç de dilenciye bezemiyordu. Eli yüzü düzgün sağlıklı görünüyordu. “Her haliyle iyi görünen adam dileniyor. Belki de benden zengindir” diye düşündü. Bu yüzden canı sıkılan genç adam iyice sinirlenmişti.
-Ne istiyorsun, aç mısın? diye sordu.
-Hayır. Çikolata parası istiyorum.
Genç adamın kızgınlığı şaşkınlığa döndü. Esprili bir tarzda cevap veren dilenciye ilk defa rastlamıştı.
-Ne demek! Sen ekmek bulamayınca çikolata mı yersin?
- Hayır. Ekmek bulamadığım zaman daha ziyade bulgur plavı yerim. Onu da bulamazsam aç yatarım. Genç adam; dilencinin ciddi konuşup konuşmadığını anlayamadı.
-Bugün doydun da üstüne canın tatlı mı istedi?
-Bey efendi, fakirin canı olmaz ki tatlı istesin.
-Arkadaş, sen kamera şakası mı yapıyorsun, yoksa işi olmayan hokkabaz mısın?
- Hayır, hiçbiri değil. Sadece fakirim. Bugün evlenme yıldönümüm. Karıma çikolata alacağım.
-Benim bildiğim böyle günlerde pasta vesaire alınır.
-Bey efendi, onlar zengin işi. Otuz beş yıllık evliyim. Şimdiye kadar hiç pasta almadım. Ama evliliğimizin her yıl dönümünde bir çikolata götürdüm. Karım çikolataya alıştı, onu çok sever.
Dilencinin söyledikleri genç adamın dikkatini çekti, kafası karıştı ve düşünmeye başladı.
-Şimdi senin cebinde bir çikolata parası yok mu?
- Evet, yok ağabey. İnanmıyorsan işte bak. Aha, üstümde bunlardan başka bir şey yok; diyerek ceplerini boşalttı. Kimliğinden başka bir şey çıkmadı.
- Ben dilenci değilim. İşim-gücüm yok. İş bulursam günlük çalışır, günlük yerim. Aksilik bu ya bugün iş bulamadım. Genç adam dilenciye:
-Gel, şöyle biraz konuşalım, diyerek bir kenara oturdular.
-Yok, mu senin eşin dostun, borç alacak akraban?
-Garibin akrabaları da garip olur beyim. Herkes kendi karnını doyurmakla meşgul.
-Karını dilenecek kadar çok mu seviyorsun?
-Hem de nasıl! Otuz beş yılımı aydınlattı benim.
-Vay beee..aşka bak! Hem de otuz beş yıl devam eden bir aşk!
- Aşkın ömrü birkaç bahar diyorlardı. Senin ki çok uzun sürmüş.
-Doğru söylersin. Yıllar geçtikçe sevgimiz arttı.
-Peki, sence mutluluğun sırrı nedir? Anlattıklarına göre sen mutluluğun sırrını bulmuşsun.
-Benim tahsilim yok. İlkokulu bile bitirmedim. Öyle sırdan, formülden falan da anlamam.
- Ben de sevdiğim kızla evlendim, beş yıllık evliyim fakat mutlu değilim. Her gün kavga ediyoruz. Daha biraz önce kapıyı çarpıp çıktım. Evimiz, arabamız, işimiz gücümüz, paramız, pulumuz, her şeyimiz var. Fakat mutlu değiliz. Senin hiçbir şeyin yok ama mutlusun. Seni mutlu eden yokluk, beni mutsuz eden varlık mı acaba?
- Hayır, benim hiçbir şeyim yok değil. Benim her şeyim karım! O benim sevgilim, eşim, aşım, ekmeğim, arkadaşım, hayat yoldaşım. Hayatımı paylaştığım insan. Şu fani dünyada, evin, araban, işin, aşın, katın, yatın, uçağın, kasalar dolusu paran- pulun, olmuş; mutlu, huzurlu, hür ve emniyette olmamışsan bunların ne kıymeti var ki?
-Senin söylediklerinin çoğu bende var. Buna rağmen karım her şeyden şikâyet ediyor. Bir de fakir olsaydım kim bilir neler olurdu.
-Beyim, insanın gözü gönlü aç olunca hiçbir şeyle tatmin olmaz. Gözün doyması kanaatledir. Gönlün doyması sevgiyledir. Altın tasın, kan kusana faydası olmaz. Sen, kadını anlamamışsın. Hiçbir kadın iyi bir evde oturduğundan, arabadan, maldan-mülkten, her istediğini aldığından, giydiğinden her gün çeşit çeşit yediğinden mutlu olmaz. Bütün bunların yanında; kadın kocasından sevgi ister sevgi. İnsan, kuzu değildir. Karnı doyunca yatıp geviş getirsin. İnsan en yüksek donanımda yaratılmış. Kuzunun da beyni var insanın da. Ama insanın beyni kuzununkinden farklıdır. İnsan sahip olduğu sıfatların isteklerine cevap bulmak ve vermek zorundadır. Beynimiz bilgiyle, gönlümüz sevgiyle, dolmak ve doymak ister. Kalbimiz Yaratıcıyla buluşmak ve Onunla mutmain olmak ister. Yaratan her şeyi çift yaratmış, birbirine zıt yaratmış. Sevgi üzerine yaratmış. Dünya-ahiret, cennet-cehennem, sevgi-nefret, acı-tatlı. Hakeza bu örnekler alabildiğine çoğaltılabilir. İnsan, cinsindeki erkek ve dişinin birbirine karşı olan temayülleri bütün canlılarda vardır. Bu temayül sebebiyle her cins kendi cinsini devam ettirir. İnsan akıl ve şuur sahibi olduğu için bu temayülü sevgi vasıtasıyla kullanır. Kanatsız kuş olmayacağı gibi sevgisiz de hayat olmaz! Mutluluk menziline sevgi kanatlarıyla uçarak varılır.
- Senin mutluluğun sırrı bu mu?
-Evet! Benin mutluluğumun sırrı, formülü bunlar ve bu anlayışlardır. Karıma değerli şeyler alamıyorum ama ona; benim için ne kadar değerli olduğunu hissettiriyorum. O da mutlu oluyor.
-Bir kadına değerli olduğu nasıl hissettirilir?
-Sevgi evrenseldir. Her kadının içinde devamlı yaşayan küçük bir kız vardır. Küçük kızlar hep sevilmek, beğenilmek ve ilgi görmek isterler. Güzel ve sevecen olduklarını hep duymak isterler. İltifat ve mükâfata doymazlar.
-Haklısın. Benim de dört yaşında bir kızım var. Her gün eve gelince sorar: “Babacığım beni seviyor musun? Ne kadar seviyorsun? Ben de; “seni çok seviyorum” der, kollarımı açar, işte bu kadar derim. Elbiselerini değiştirdiği zaman; “güzel olmuş mu” diye sorar. Ben de çok güzel olmuşsun, dünyanın en güzel kızı sensin. Sen benim prensesimsin, deyince sevinçten, göklere uçar.
- İşte gördün mü? Kadının içindeki küçük kızı da öyle seveceksin ve sevdiğini söyleyeceksin. Ben elli yaşındaki karıma her gün böyle davrandım. Allah ömür verdikçe de böyle davranmaya devam edeceğim. Ona bebeğim, hayatım, prensesim demekten geri durmayacağım. Onun mutluluğu benim mutluluğum olacak. Benden bunları duydukça ve iyi muamelelerimi gördükçe bana olan sevgisi her gün artacak. Ve beni kanat çırpar gibi karşılayacak. Zenginlik-fakirlik nedir ki? Bir kıvılcımla her şey yanar gider, yıllar yüz güzelliğini siler gider. Sel gelir, yel gelir, neyin var, neyin yok alır götürür. Deprem gelir, mal gider, can gider. Elbette hayat, ihtimaller, varsayımlar, tahminler üzerine kurulmaz. Ama bunlar da birer vaka. Sevgiyi hayatın merkezine almak, şükür, fikir ve kanaatle Yaratana yakın olmak mutlu olmanın şartlarındandır.
-Sen karınla hiç kavga etmez misin?
-Kavgasız bir hayat olmaz. Hem insan olacaksın hem de kavgasız, tartışmasız bir hayat yaşayacaksın? İnsanın fıtratında olan her sıfat kullanılır. Bazısı bazılarına ters düşse de. Dedik ya; her şey zıddıyla bilinir. Kıştan sonra bahar gelir. Bahar, hayatın yeniden canlandığı zamandır. Kavganın zıddı sulhtur. Sulhta hayır var, güzellik vardır. Kuş bile daldan dala konarken mutluluk duyar. Çiftler de kavga dalından sulh dalına geçtiği zaman mutluluk başlar. Acı ve tuz, ölçülü olursa yemeğe lezzet verir. Gençler; yaşı ilerlemiş ve eşini kaybetmiş insanlarla konuşmalı. Yaşlıların tecrübesi, gençlerin enerjisi ile birleşince bakın ne mutluluklar yeşerecektir. Bugün karanlıkta ayağına takılanları, taş diyerek toplamayanların; ” bizden sonra gelenlerin ayağına takılmasın” diye toplayanların eteklerinde, zümrüt olduğunu gördüklerinde nasıl pişmanlık duyacaklarına şahit olabilirsiniz.
13. 04. 2015
Durmuş Göktekin
paylaşım
15.04.2010 - 21:19Bizim toplumumuzda paylaşım dar bir alana sıkıştırılmış. Evrensel paylaşım anlayışından mahrum bırakılmışız. Paylaşım deyince herkeste bir ürkeklik ve çekingenlik hissi uyanıyor. Sanki paramızı, malımızı, kazandığımız ne varsa onları paylaşmayı çağrıştırıyor gibi eliyor insana. Öyle ya her şey kültürümüzle alakalı.
Bence, çok az şeylerin dışında, hayat paylaşımdan ibarettir. Hayatı insanca paylaştığımız zaman mutlu ve huzurlu olabiliriz.
Paylaşamadığımız için sürekli kavga halindeyiz. Hayatımızın her noktasında, insani olarak paylaşım olmalıdır. Kainattaki sistem paylaşım üzerine çalışmaktadır. Evimizdeki çiçekler bile hayatlarını bizimle paylaşırken biz insanlar birbirimizle paylaşmayı bilmezsek çayır otları halimize bakıp bakıp güler. Çok uzun bir konu dar bir alana sığmayacağı için son söz olarak derim ki, hayvanları kendimize güldürmeyelim.
Paylaşım hayatın kuralıdır. Her şey paylaşım içindeyken insanın paylaşımın dışında kalması düşünülemez.
Toplam 5 mesaj bulundu