Nazeyne, eski bir sahil kasabasında tanımıştı Yilmi’yi.Ve, o günden sonra tüyünden yapılı kolyesi gibi taşımıştı ismini koynunda. O duysun diye, köpüren dalgalara söylemişti en güzel şarkılarını. Hüznünü denizin terine, yüzünü İnanna’nın tenine akıtmıştı.*
Yilmi’ninse, başını denizden çıkarttikça söylediği, kocaman cümleleri vardı. Ve inadına kısık gözleri. Öyle ki, gecenin kâbusunu, gündüzün düşünde seçebilirdi. O da sevmişti Nazeyne’yi kendince. Gökyüzünde taklalar atarak süzülüşünü, denizine yaklaşıp gülüşünü, her rüzgârda yeniden üzülüşünü sevmişti. Köpüklü dalgalara söylediği ezgiler, dolmuştu kulağına zamanla.
Cinsiyeti önemsiz, bedeni silik çizip; ruhları tarifsiz örten bir sevda başladı aralarında.Yeniden tanımlandı aşkın dokusu. Fermanlardan konuşuldu aşka engel, ve dermanlardan; “an”a çengel atmaya sebep. Belli ki; binbir kılıkta, binbir sınavdan geçecekti yolculuk.
Yilmi, sularda dans etmeyi seviyordu; Nazeyne, bulutları teyellemeyi. Yilmi bezirgân başı olunca, Nazeyne “Aç kapıyı” diyordu. Tat yeniydi, heyecan neşeli. Ne var ki; yeni de olsa her beden, genlerden örülüyordu. Mayasına, çağlar sinmiş eşler, eski gülüşler, terk edip gidişlerin tortusu karıştı her geçen gün. Güneşin, dolunayın hikâyeleri; dağların, ağaçların ninnileri aktı heybeye usulca. Sessizliğin sezgisinde yol üstüne yol almaların sevdasına, önceki kavşaklarda tıkanıp kalmışlıkların yorgunluğu eklendi. Yol sarpa sarınca eridi kalkanları. Başka sesler, başka kuşlar girdi sahneye.



