Süleyman ve Belkıs'ın Destanı

Hamdi Bağcı
74

ŞİİR


4

TAKİPÇİ

Süleyman ve Belkıs'ın Destanı

I – Sonbaharın Açtığı Kapı
Her sonbahar, göğün en eski defterlerinden bir sayfa
sessizce yere iner;
rüzgârın avuçlarında sararan yaprakların arasından
çağların kaybolmuş nefesi
içimin en uzak dehlizlerine sızar.
Ve ben bilirim:
Bu nefes yılların değil,
insanoğlunun unuttuğu ilk sabahın
ışığa karışmış hatırasıdır.
Süleyman’ın Belkıs’a söylediği
o kadim ezginin, zamanın çölünde kaybolmamış
son parıltısıdır.
Dünya durur; rüzgâr susar; gölgeler nefesini tutar.
Ben ise o sessizliğin içindeki ince ışık yolundan
yeniden—ve her sonbaharda yeniden—
ezelden kalmış o çağrıya doğru geçerim.
Çünkü böyle olmalıdır; sanki bu yürüyüş
ruhuma yazılmış kadim bir emirdir.
________________________________________

II – Süleyman’ın Sarayı

Bir ışık doğar önümde—
dağların bile kıyamet günü çözemeyeceği
ilahi bir sır gibi yükselir.
Ve ben Süleyman’ın sarayına varırım.
Her sonbaharın öğle üstünde
aynı günü, aynı anı, aynı nuru görürüm;
ve size şimdi bu görkemli anın öyküsünü anlatacağım.
Belki masal sanırsınız;
ama ben bilirim ki bu masal değil, hakikatin en berrak aynasıdır.
Ben o sevdanın hülyasında yaşamaya mahkûmum.
Süleyman’ın sarayının burçları dağlardan uzundur;
sur taşlarında cinlerin duası titreşir,
kubbelerinde meleklerin secdesi saklıdır.
Rüzgâr avlularında adımlarını hafifletir.
Zaman bu sarayda yürümeyi unutmuştur;
güneş bile ışığını
mermerlere yumuşatarak serper.
Ve sarayın gölgesinden Belkıs çıkar—
Saba Melikesi, yeryüzüne ancak uğramış bir ışık gibi.
Bakışı göğün rengini değiştirir,
adımı nefesleri susturur,
varlığı âlemleri bir anlık secdeye çağırır.
________________________________________

III – Cam Yolların Sessizliği

Cam yollar uzanır önünde—
suların göğsüne yazılmış bir ayet gibi parlaktır.
Altlarında suskun bir nehir akar;
çağları aşmış bir bilgenin susması kadar derin,
bir mürşidin nefessiz tefekkürü kadar ağır.
Belkıs bu yollar üzerinde yürüdüğünde
güneş duraklar, zaman adımlarını unutur;
cinler, insanlar, melekler
aynı anda susar.
Ve fısıltılar yükselir:
“Bu yürüyüşü güzelleştiren ezgiler midir
yoksa ezgilerin yaratılış sebebi mi?”
________________________________________

IV – Göklerden İnmiş Ezgi

Sonra bir ses yükselir göklere—
dokunulmamış davullar çalar,
vurulmamış teller titrer,
nefes almayan neyler ilahi bir soluğa kavuşur.
Bu ses, aşkın ateşini ve vuslatın sükûnunu
tek bir nefeste toplayan kutsal bir sırdır.
Belkıs işittiği anda
gözleri insanlığın hududunu aşar;
melek ile insan arasındaki çizgi
ince bir ışık kavisinden ibaret kalır.
Ve gök bilir:
Böyle anlar ne önce yaşanmış,
ne de sonra tekrar açılacaktır insanlığa.
________________________________________

V – Binlerce Yıldır Aranan Ses

Belki de dünya ilk dönmeye başladığından beri
böyle bir ses duymamıştır.
Belki bu tını kulak için değil,
ruhun kapılarını açmak içindir.
Bugün çalınan her mızrap,
vurulan her davul,
nefeslenen her ney
o kadim sesin gölgesine
yalvarırcasına yaklaşır.
Çünkü o ses bu dünyanın ışığından değil,
başka bir âlemin nurundan doğmuştur.
________________________________________

VI – Mızrabın Sırrı

Sarayın avlusunda gölgeler uzar, ışıklar yutulur;
kuşlar susar, güneş yavaşlar.
Ve görünmeyen bir el
mızraba dokunur.
Ne insan vardır orada,
ne melek ne cin—
sadece ilk yaratılış anından kalma bir tını.
Mızrap, insanın unuttuğu dili hatırlar;
her titreyişinde çağların kapıları açılır.
O anı gören herkes bir tek soruyu fısıldar:
“Bu ses kime ait?”
Gök cevap vermez,
yer susmayı seçer;
çünkü bu ses göğe de yere de ait değildir.
Başka bir âlemde meşk edilmektedir.
________________________________________

VII – Belkıs’ın Aynasındaki Dünya

Belkıs’ın sarayında kırılmaz bir ayna vardır—
çünkü yansıttığı şey dünya değil,
gerçeğin ta kendisidir.
Belkıs aynaya baktığında
yalnız kendi yüzünü değil,
kralları, kavimleri, şairleri, aşıkları,
doğmamış çocukları bile
aynı anda parıldarken görür.
Ve Süleyman’ın yüzü aynada belirdiğinde
işte o anda anlar:
Süleyman da kendisidir;
zira aşk zamanları yan yana getirmez—
bütün zamanı tek bir nefese toplar.
________________________________________

VIII – Cinlerin Fısıldadığı Hakikat

Bir gece sarayın en yüksek burcunda
bütün cinler toplandı.
Sesleri yoktu—gölgeydiler;
ama gölge, ışığın sırlarını saklayan
en eski dildir bu dünyada.
Birbirlerine eğilip şöyle dediler:
“İnsan bilmez, melek söylemez,
taş taşıyamaz, su saklayamaz—
ama biz biliriz:
O ses bir gün dönecek.”
Fısıltı rüzgâra karıştı,
dağlara çarptı;
dağlar bile ürperdi.
Denizlerin dehlizlerinde kayboldu;
denizler kabardı.
Dünya bu gerçeği anlatmaya güç yetiremedi;
sükût etti.
Çünkü hakikat bazen sesle değil,
sükûtla iner.
________________________________________

IX – Dağların Altındaki Hikâye

Süleyman’ın ülkesi, görünenle sınırlı değildi;
dağların altında başka bir âlem uzanırdı:
ışığın toprağa dönüşmediği,
suyun ateşi söndürmediği,
zamanın hem ileri hem geri aktığı
gizli bir dünya.
Belkıs’ın bir adımı
bu âlemin kapısını aralamaya yeterdi.
Süleyman ise
bu dünyanın dillerini bilir,
dağların damarlarına mührünü işlerdi.
Belkıs’ın gelişiyle başlayıp
Süleyman’ın nefesiyle tamamlanan
bir hikâye saklıydı orada;
ama bu hikâye
kâinata yazılırdı, insana değil.
________________________________________

X – Söz ile Nefes Arasında

Süleyman ile Belkıs
aynı sessizliğin kıyısında durdu.
Ne konuştular ne sordular;
çünkü bazen—der arifler—
“Söz susar, nefes konuşur.”
Belkıs’ın kalbi
yavaşça Süleyman’a yöneliyordu;
bu yöneliş bir sevdanın değil,
yıldızın göğe dönüşünün sessizliğiydi.
Gök kabul eder, yıldız teslim olur.
Süleyman yılların yükünü bırakıp
Belkıs’ın tek nefesini dinliyordu—
bir nefes ki
bir ömrün bütün hikâyesini taşıyordu.
________________________________________

XI – Geri Dönen Işık

Bir gece gök yarıldı;
ama yıldız düşmedi, yağmur inmedi.
Sadece bir ışık döndü—
sessiz, ince, fakat âlemleri dolduran.
Süleyman göğe baktı ve anladı:
Bu ışık
Belkıs’ın gözlerinde başlayan
o kutsal parıltıydı.
Yıllar onu saklamıştı;
ama ışık sönünce kaybolmaz—
kaybolduğunda bile
geri dönmek için yol arar.
________________________________________

XII – Sonbaharın Son Çağrısı

Sonbaharın ilk yaprağı toprağa düştüğü an
o sesi yeniden duydum.
Kapı yeniden aralandı,
rüzgâr yeniden içimden geçti.
Ve anladım ki:
Sonbahar bir mevsim değil;
Süleyman’ın Belkıs’a söylediği
o ilahi melodinin
dünyaya her yıl geri dönüşüdür.
Ağaçlar bunun için sararır,
gök bunun için ağırlaşır,
rüzgâr bunun için fısıldar.
Sonbahar bir çağrıdır.
________________________________________

XIII – Tanıklığın Sırrı

Ve ben…
Ne Asaf’tım ne vezir,
ne bir tahtın gölgesine adım atmış bir kul.
Bir yolcu, belki bir hiçtim;
ama oradaydım.
Ruhum oradaydı.
Duydum, gördüm, titredim.
________________________________________

XIV – Geriye Kalan Yalnız Arayıştır

Yıllar geçti; şehirler sustu; krallar göçtü.
Dünya kabuğunu bin kez değiştirdi.
Ama ben hâlâ o günü ararım.
Sonbahar geldi mi
rüzgârın nefesindeki kadim çağrıyı dinlerim.
Yaprakların düşüşünde
o ezgiyi yeniden duymaya çalışırım.
Çünkü onu bir kez duyan
bir daha unutamaz.
Ben de unutamadım.
________________________________________

XV – Kapanmayan Kapı

Ve şimdi biliyorum:
Aradığım şey
ne Süleyman’dı ne Belkıs,
ne saray, ne mızrap, ne yollar.
Aradığım, bütün bu hikâyelerden
dünyaya sızan tek ışığın kendisiydi.
O ışık bir kez gönle değdi mi
kapı kapanmaz artık.
İnsan ömrü boyunca o kapının önünde yürür;
bazen geçer, bazen bekler, bazen ağlar.
Ama kapı bir daha kapanmaz.
Çünkü o ses, o nefes, o ışık—
benim de, senin de,
ruhumuzun ezelden duyduğu çağrıdır.
Ben o kapının önünde yaşıyorum.
Ve sen de, her sonbahar yaklaştığında,
oraya doğru yürüyorsun.

Hamdi Bağcı
Kayıt Tarihi : 18.11.2025 21:20:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!