Şehzadeler Kenti'ne Yolculuk

Meryem Şahin
229

ŞİİR


4

TAKİPÇİ

Şehzadeler Kenti'ne Yolculuk

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan… şüheda! ..

Büyük şairin ifadesi ile Cennet Vatan olarak tesmiye edilen yurdumuzun her köşesi gezilmeye, görülmeye değerdir elbette… Doğal güzellikleri, tarihi, dokusu, insanı, hasılı her şeyi ile “bir başkadır benim memleketim”
Biz de özel bir davet üzerine bu değer biçilemez güzellikteki vatan parçasından bir şehrimizi görmek üzere yola çıktık. Cuma gecesi tren yolculuğunu tercih ederek 4. vagondaki yerimizi aldık. Fatih ekspresi oldukça konforlu, tren raylarıyla tekerleklerin çıkardığı sesler asgariye indirilmiş, o yüzden kulakları tırmalayacak hiçbir ses ve gürültü yok. Koltuklar geniş ve rahat. En önemlisi tertemiz bir salon görünümündeki vagonları ve kibar servis elemanları ile alıştığımız tren yolculuklarından farklı olarak sıkıntısız bir yolculuk geçirdik. İzmit’ten sonra başımızı koltuğun arkasına yasladığımızı hatırlıyorum. Görevli memurun “Polatlı’ya geliyoruz! ” ifadesi ile gözlerimi açtım. Demek ki İzmit’ten buraya kadar rahat bir uyku uyuyarak geceyi tüketmişim.
Sabah ilk ışıklarını kıraç toprakların üzerine cömertçe uzatıyordu. Yol kenarındaki gelincikler kırmızıdan çok turuncuya yakın açık renkleri ile ve küçük yapraklı kara gözleri ile etrafa gülümsüyorlardı. Yanımda oturan yol arkadaşı (kızım) a dönerek:
- Gelincik çiçeklerinden gelin yapmayı bilir misin?
- Hayır! Gelinciklerden gelin mi yapılıyor?
- Evet, tabii ki… zaten ondan gelincik denilmiştir bence bu güzel çiçeklere… iki gelincik çiçeğinden bir gelin yapılır. Siyah saçlı ve duvaklı…
- Çok ilginç! .. Ben neden bilmiyorum?
- Bilmem…demek ki sana öğretmemişim gelinciklerden gelin yapmayı…

Aslında büyük kentte yaşanan çocukluğun ne kadar doğayla iç içe olabileceğini oralarda yaşayanlar bilirler. Gelincikleri karşıdan görür çocuklarımız, kırlara çıkma imkanı olursa… dokunamadan, gelincik şuruplarından tadamadan… ayı yavrularını koyun sanarlar çoğu kez… ya da kendilerini kucaklayacak bir dost…
Kızıma küçüklüğündeki bir anıyı hatırlatıyorum:
Evimizin karşısındaki boş alana bir ayıcı çingene gelmişti. Elindeki defle bir çingene türküsü mırıldanıyor, sonra da “hadi göster bakalım; hamamda yaşlı kadınlar nasıl bayılır? ” diye yanındaki ayıya soruyor, o da bayılan kadın taklidi yapıyordu. Mahallenin çocukları ayıcı ile ayının etrafına toplanmış gülmekten kırılıyorlardı. Kızım da iki – üç yaşlarında bir küçük kızdı o zamanlar… Pencereden onları görmüş, oynamaya çalışan ayı çok ilgisini çekmiş, ona kanı kaynamış olmalı ki; pencereden kollarını iki yana uzatarak bağırıyordu:
-Ayıcıım, kucakla beniii! Ayıcım; kucakla beniii!
Bu değişik anıyı hatırlayınca ikimiz birden gülmeye başladık.

Tren yolu boyunca gelincik kümeleri devam ediyordu. Kırmızıdan turuncuya çalar renkte ve cılız bir gövde görüntüsü ile… Yağmur bulutlarının ülkemizin toprakları üzerinde bu yıl ağlamamış olmaları sanırım gelincik çiçeklerinin de rengini soldurmuş olmalı. Toprağın üzerinde gülen gözleri ile rengarenk çiçeklerin gülümsemesi ancak bulutların gözyaşlarına bağlıdır çünkü. Onlar ne kadar çok ve içten ağlarsa, çiçekler de o denli içten ve canlı gülümseyeceklerdir her zaman.
Ankara banliyösünde geniş ve yeşil arazilerin içindeki kırmızı kiremitli tek katlı seyrek ev kümelerini gerimizde bıraka bıraka Başkent’e devam ediyoruz.
Gar’a indiğimizde serin bir Ankara rüzgarı kaplıyor yüzümüzü…bir şarkı tutturuyor zihnimiz:
Boş yere ağlama
Kalbini bağlama
Ankara kızlarına

Saate bakıyorum. Daha vaktimiz var. Önce kahvaltımızı yapıp, sonra da biraz vakit geçirip toplanacağımız yere gidebiliriz. Tren garında oturacak bir tek yer var. Başka bir alternetif bulunmuyor. En iyisi şehre doğru yürümek. Altgeçitten Tandoğan çarşısına giriyoruz. İstanbul altgeçitlerindeki çarşılardan pek bir farkı yok. Sadece farklı olarak; henüz açılmış olan dükkanların hemen hepsinde satılan asker çamaşırları, malzemeleri bulunmakta…Geçidin iki yanındaki dükkanlara baka baka çarşıdan çıkıyoruz. Ankaray’la Kızılay’a gitmeye karar verdik. Biletimizi aldık. Turnikeden geçtik. Turnike, bilet kartımızı tekrar geri verince bunu ne yapacağımızı düşündük. Alsak bir defalık olduğu için bir daha kullanmak mümkün değil. Almasak orada duracak değildi herhalde makineden geri verildiğine göre… Meğer alıp tekrar orada bir yere bırakılacak olduğunu görerek öğrendik. Bizim İstanbul’daki jetonların doğrusu daha pratik bir çözüm olduğunu düşündük.
Yalnız Metro ve tramvay istasyonlarına dağıtılmış bulunan Ankara Belediye’sinin çıkarmış olduğu “bülten” ekonomik ve israftan uzak olması nedeniyle beğenilip takdir edilecek bir çalışma idi.
İki durak sonra ankaray’dan inerek Kızılay Meydanı’na doğru yürüdük. Burasını bizim Aksaray’daki veya Beyazıt Meydanı’ndaki çınarlarla gölgelenmiş meydanlara benzettim. Hava ısınmaya başladı. Ortadaki; sularını gökyüzüne doğru yükselten fıskiyeden saçılan su damlacıkları parkın çevresini serinletiyordu. Saat 10u geçmişti. Acıktığımızı da hissetmeye başlamıştık. Kahvaltımızı nerede yapabiliriz diye bakınırken; kızım bana dönerek:
-Anne, her zamanki gibi titizliğin tutmasın gene, valla aç kalırız sonra senin yüzünden, dedi.
Dışarıda olduğum zaman çok acıkmış bile olsam ya paketli mamullerden (bisküvi vb.) bir şeyler alır, ya da birçok yiyecek maddesine baktığım halde hiçbirini almadan aç olarak geri döner gelirdim. Üretim şartları ve kalitesini düşündüğümüzde pek haksız da sayılmam aslında… Karşı tarafta göze iyi görünen bir mekan görünce içeriye girdik. İnsanlar sıra sıra kasanın önünde dizilmişler, uzunca bir kuyruk oluşturmuşlardı. Hepsi giyimlerine özen göstererek hazırlanmış düzgün kıyafetli hanımlar ve beyler belli ki işlerine gidiyorlardı. Çoğu birkaç hazır yiyeceği paket yaptırıp hızlı adımlarla ayrılıyorlardı. Spor giyimli çok az kişi gördük. Onlar da sadece gençlerden ibaret idiler.
Bir köşeye oturup çaylarımızı içtik, birkaç hamurişi ile karnımızı doyurduktan sonra az önce gördüğümüz fıskiyeli parkın bir kenarında oturmak için dışarı çıktık. Elimizde küçük bir valiz vardı, belki serin olur da giyeriz diye kalın bir şeyler alıp içine koymuştuk. Parkta onu koyacak yer bulamadım doğrusu. Parkın zemini henüz temizlenmemişti çünkü. Sigara izmaritleri yerleri kaplamıştı. Mermer sandalyelerden birine valizimizi koyduk, diğer ikisine de oturduk. Atkestaneleri parkın kıyısını gölgeliyordu. Bir müddet kır güvercinlerini seyrettik. Sırayla birkaçı gelip havuzun kenarına konuyor, suyun içinde kanatlarını çırpa çırpa bir güzel yıkandıktan sonra uçup gidiyor, bir grup daha geliyordu. Bu yıkanma işlemi böylece sürüp gidiyordu. Kuşların ne kadar çok suya ihtiyacı olduğunu görerek susuz mekanlardaki kuşların ne yapıyor olduklarını düşündüm.
Saat biraz daha ilerledikten sonra olduğumuz yerden kalkarak grup arkadaşlarımızla buluşma noktamız olan AŞTİ’ye gitmek üzere tekrar geldiğimiz istikamete yürüyüp araca bindik.

Aşti; Ankara Otogarının ismi. Sanırım biz İstanbul’un kalabalık Esenler ve Harem’ine alışkın olduğumuzdan, burası bize çok tenha bir yolcu uğrak yeri geldi. İstanbul’daki gibi birbiri ardınca giden otobüsler yoktu. Gürültüden uzak sayılabilecek bir sessizlik hakimdi. Gelen ve giden yolcu peronlarının ayrı katlarda olması belki bunda etken olabilir. Böylece belli bir düzen de sağlanmış.
Toplanma yerimizde birkaç kişi bulunuyordu. Onlar herkesten önce gelenler idi.Seyahate katılacak ekipten ancak birkaçı ile daha önceden tanışıyorduk. Diğerlerinden bazıları ile sadece isim olarak birbirimizi biliyorduk. Şimdi yüzyüze tanışmadıklarımızla da karşılaşacaktık. Belli belirsiz bir heyecan vardı bende. Kızım hemen hiçbirini tanımıyordu. O kimlerle, nasıl bir ortam oluşacağını hepten merak ediyordu. Az sonra birer ikişer insanlar gelmeye başladılar. Selam kelam ederken karşıdan görünen bir otobüs bulunduğumuz perona yanaştı. Elimizdeki valizleri otobüsün bagajına yerleştirip koltuklara kurulduk. İç Anadolu’nun bağrına yerleşmiş, yemyeşil ekin tarlalarının ortalarındaki kırmızı kiremitlerle kaplı tek katlı düzgün yapılı ev öbekleri burada da devam ediyordu. Kilometrelerce yeşil alan… aralara serpiştirilmiş, bir uzun minarenin etrafına çevrelenmiş küçüklü büyüklü köyler… bu değişmez manzarayı seyrede ede mesafeleri tüketmeye devam ettik.
Otobüsün içi bir başka alemdi. Mikrofonu eline alıp şiir okuyanlar, türkü söyleyenler… sadece dinlemeyi tercih edenler… kağıt peçeteden bir tabak (!) la çilek servisi yapanlar…
-Çileklerim çok taze…daha bu sabah memleketten geldi.
- Neresi memleket?
- Aydın. Aydın çileği bunlar.
Teşekkür ederek alıyoruz.
Bir rüzgar esiyor Ege’den üzerime…büyülü bir şiir şarkı dolanıyor dilime…
Tek şahidim ay’dı..
Kalbim Ege’de kaldı…
Ellerimiz kıpkırmızı oluyor, peçete ile silmeye çalışıyoruz ama çıkmıyor. Çilek kokusu parmaklarımıza siniyor.
Ve yol devam ediyor…
Kızım bazen eline kitabını alıp okumaya başlıyordu. Ben doyumsuz güzellikleri seyretmeyi tercih ediyordum ve arada bir ona seslenip; onun da benim gördüklerimi görmesini istiyordum. “Kitabını her zaman okursun ama bu manzarayı her zaman göremezsin” diyordum. O da bu uyarımı alınca bir an için başını kaldırıp; “evet anne, çok güzel” vb. bir şeyler söylüyor, sonra yine kitabına kaldığı yerden devam ediyordu.
Gün yavaş yavaş dağların ardına doğru yola çıkmıştı. Bir ara yol kenarında otobüsümüz durdu. Benzin istasyonundan başka etrafta görünen bir şey yoktu. Biz kızımla otobüsün arka tarafına kalan bir yerde bulunduğumuz için önde ne olduğunu görememiştik. Merak ederek ayağa kalktığımızda sağa yanaşmış bir otomobil ve önünde birkaç kişinin bulunduğunu gördük. O esnada herkes arabadan inmeye başladı. gideceğimiz yere yarım saatlik mesafede bir yerdi burası. Gelenler İlçe Milli Eğitim Müdürü Ali Rıza Bey, Sağlık Meslek Lisesi Md. Yrd. Fesih Bey ve yanındakiler bizi karşılamaya buraya kadar gelmişlerdi. Anadolu misafirperverliğini bir kez daha hissederek selamlaşıp, tekrar otobüsümüze bindik. Önümüzde ev sahiplerimiz, arkada bizler, bir nevi merasimle yola koyulduk. Güneş biraz daha dağların gerisine kaymaya durmuş, etrafı belli belirsiz bir grilik kaplamıştı. Yaklaşık yarım saat sonra rehberimiz mikrofonu eline alarak konuşmaya başladı:
- Değerli arkadaşlar! Az sonra dillere destan, tarihe konu olan büyük aşkın iki kahramanından biri; Ferhat’ın Şirin’e kavuşmak uğruna dağları delerek su getirmek için açtığı su yolunu göreceksiniz.
Sözü biter bitmez sağ tarafta yükselen dağların kıyısında dar bir oluk şeklinde açılmış su yolunu gördük. “Ferhat su yolu”nu…
Ferhat’ın kalbinin ritmine uydurup vurduğu çekiç seslerini duyar gibi olduk kulaklarımızda…
Evet! .. İşte Şehzadeler kenti Amasya’ya böylece ulaşmış oluyorduk.
Gün dinlenmeye duruyordu…
Ferhat nice gerçek aşkı arayanlara örnek olmaya…
Tarihin içinden gelen çekiç sesleri kulaklarımızda çınlamaya…
Böylesi yoğun duygular içinde Amasya’ya girmiş olduk. Şehrin içinden geçerek bu kentin sevimli ilçesi Taşova’ya doğru devam ettik. Otobüsümüz büyükçe bir binanın önünde durdu. Kapılar açılıp inmeye başladık. Taşova öğretmenevinin önünde bir grup insan bizi karşılamak için bekliyordu. Yandaki binanın bahçesinde erik ağaçları göze çarpıyordu. Ağacın üstünde bir kadın erik topluyor, yoldan geçen bizlere ağaçtan kopardığı erikleri uzatıyordu. Memnuniyetle eriklerden birer ikişer aldık, dar sokaktan geçerek bahçe kapısından içeriye girdik. Sanki düğün varmış gibi bir heyecan vardı insanlarda. Kapıdan içeriye girdiğimizde hazırlanmış yemek masaları ile, kapıda kırk yıllık dostlarını karşılamak için can atan insanlarla karşılaştık.
Bütün tabaklar nasıl da elçabukluğu ile bir anda masalardaki yerlerini alıverdi. Tereyağlı pilav tane tane ustaca hazırlanmıştı. Karşımda oturan arkadaş Yozgatlı idi.
-Bakın etin tadı nasıl! Buralarda etin lezzeti bir başka olur. Başka yerde bu tadı bulamazsınız! diye memleketini övüyordu. Kızım bir iki lokma aldıktan sonra:
-Gerçekten bu etin tadı bir başka. Çok lezzetli deyince ben de merak ederek tadına baktım. Gerçekten de doğruydu. Yol boyunca gelirken gördüğümüz koyun otlatan çobanlar ve sürüleri geldi gözümün önüne. Dağlarda nasıl da güzel yayılıyorlardı. Ne çeşit otlar, bitkilerle besleniyorlardı onu ben bilmiyorum ama anlayanlar elbet bilirdi. Demek dağlarda her çeşit besini yiyerek beslenen koyunların eti diğerlerinden farklı oluyordu, hem de oldukça farklı…Tulumba tatlısı da bir harika idi. Yemekte İlçe Milli Eğitim Müdürü bir konuşma yaparak bizlere hoş geldiniz dedi. Yirmi dakika sonra otobüsün geleceğini, göl kenarında bir program için buradan ayrılacağımızı belirtti. 20 dakikalık zamanı herkes ihtiyacına göre değerlendirdikten sonra otobüsümüze bindik. Gece yatsıya doğru yürürken kıvrılan yollardan yukarılara, dağların yükseklerine doğru yol aldık. Otobüse binerken yanımıza hırkalarımızı da aldık. Geldiğimiz yer bir gölcüğün kıyısına kurulmuş çok sayıda ahşaptan kameriyelerle düzenlenmiş bir tesis idi. Suyun üstüne doğru sahne görevi görecek bir set hazırlanmıştı. Masalara yerleştik. Kızım bana dönerek:
- Anne, iyi ki hırkalarımızı da almışız. Yoksa üşüyecekmişiz, dedi.
Ben Anadolu iklimini tanıdığımdan hazırlıklı olmak gerektiğini biliyordum. Kızıma:
-Tabii, işte her zaman anne sözü dinleyeceksin, diye takıldım.
Bizler bizbirimizle tanışmaya çalışırken sahne olarak düzenlenmiş mekanda saz ekibi yerini almıştı bile. Türküler söylendi, şiirler okundu. Sakarya türküsü herkesi coşturdu. Sonradan öğrendiğimize göre, Sakarya Türküsü’nü seslendiren Ömer Bey, üstad aşığı bir edebiyat öğretmeni imiş. Bu kadar içten okuması, ve orada bulunan öğrencilerinin coşku ile bu şiiri alkışlaması da bundandı demek ki. Şiirler okunurken kocaman semaverler masalara yerleştirildi. Tabaklarda dolu dolu çiğköfte ve marul…az önce yemekte doymuştuk aslında ama bu kadar leziz çiğköfte ve hormonsuz marulları görünce kimse doyduğunu hatırlamadı doğrusu… Eh…Birazcık (!) üşüyen içimizi semaver çayı bundan daha iyi ısıtamazdı sanırım. Gece geç vakit bu güzel ortamı terk ederek konaklama yerlerine geldik. Uzun bir yolculuğun ardından güzel bir günün gece de rüyasına dalarak sabahı getirdik.

Sabah uyanmamız her günkünden farklı oldu. Bir sürü kuş, hep bir ağızdan şarkı söyleyerek bizi uyandırma çabasına girmiş gibilerdi. Var güçleri ile ötüyorlardı. Sabah erkendi. Uyandım, kızımı da uyandırdıktan sonra dışarıya, bahçeye çıktım. Sanıyordum ki; en erken ben uyandım. Bazı arkadaşlar daha erkencilermiş te, yürüyüşe çıkmışlar bile… Tertemiz hava ciğerlerimize doluyordu. Bahçedeki alacalı inek otlamakla meşguldü. Kuşlar hala vargüçleri ile ötmekteler…yandaki komşunun bahçesinde kıvırcıklar dolu… işte evin hanımı geldi, onları toplamaya başladı bile… sabahın bu erken saatinde. Bir bağ kıvırcık toplayıp hepsini bir iple birbirine bağladı, sonra seslendiği kızı geldi yanına (en fazla 8 yaşında olmalı) bağladığı kıvırcıkları onun eline tutuşturdu. Bir şeyler söyledi kızına, kız eline aldığı demet ile bahçe duvarından atlayarak yola geçti. Bundan ürken elma ağacının üzerindeki kuş kümesi birden seslerini keserek havalandılar. Ne kadar çok sayıda olduklarını o zaman fark ettim.

Az sonra otobüs gelecek.
Uyanmayan arkadaşları uyandırmalı. Gerçi bu işle görevli evsahibi bir bayan var ama toparlanmalıyız. Herkes tamam gibi. Bir grup arkadaşımız çoktan otobüsün geleceği yere çıkmış bile. İşte otobüs te geldi!
Biniyoruz…ama hareket etmiyor! ... İçimizden biri uyuyakalmış! Birkaç kişi gidiyor, biz beklemeye devam ediyoruz. Aradan epeyce dakika geçiyor. Sonunda arka arkaya geliyorlar. Ve hareket edebiliyoruz. İlçede herkes uyanmış galiba? Halbuki bugün Cumartesi, haftasonu, dinlenme zamanı! ..Küçük çocuklar bisiklete biniyor, dükkanların kepenkleri açılmış, kimilerinin vitrinleri yıkanıyor. Otobüsümüz yine dağlara doğru tırmanmaya başlıyor. Kıvrıla kıvrıla çıkan dar sokaklardan geçip ağaçlıklar içinde bir yerde duruyoruz. Burası Pirler Parkı.
Ahşaptan yapılmış mekana giriyoruz. Biraz sabah serinliği hakim ortama. Yine her şey yerli yerinde, masalarda tabaklar, bardaklar, semaver çayı…her şey düzenli…

Önce Ali Rıza Atasoy söz alıyor. Kısa bir konuşmadan sonra Amasya Vali yardımıcısı Zafer Karamehmetmetoğlu bizlere hoş geldiniz diyerek bu organizasyondan duyduğu memnunluğu dile getirdiler.
….

Kahvaltımızı yaptıktan sonra çıkıyoruz. Bir grup kadın ellerinde yiyecek tepsileri ile bahçeye giriyorlar. Ben merak ediyorum, ne yapacaklarını sormak istiyorum, kızım engel oluyor:
-Aman anne, her şeyi de öğrenmesen olmaz sanki! Ne yaparlarsa yapsınlar, sen ne yapacaksın ki?
“Bu kızım neden bana benzemiyor hiç”, diye düşünüyorum içimden. Diğer kardeşi olsa benden önce atılırdı. Sonra Atasözü geliyor aklıma: “beş parmağın beşi bir olmaz! ”
Arkadaşlardan ikisi bahçe kapısından bahçenin içine doğru yürürken bir taraftan da merakla soruyorlar:
-Burada bir evliya varmış, nerede?
-Ben hiç duymadım, şimdi sizden duyuyorum. Ben de peşlerine düşüyorum, kızım arkamdan…karşıdan gelen biri cevap veriyor:
-Evliya mı arıyorsunuz? Evliya benim!
Bakıyoruz evliya nasıl acaba, böyle bir şey mi, diye … biz de evliya aramaya giden iki kadının arkasına takılıyoruz. Grubun bir kısmı dışarı çıkıyorlar. Bahçede küçük küçük kameriyeler serpiştirilmiş. Kahvaltı yaptığımız tesisin arka tarafında bir türbe ile karşılaşıyoruz. Aradığımız evliyanın mekanı burası. Biz kapının dışından fatihalarımızı okuyup dua ediyoruz. Orada bulunanlardan biri az aşağıda bir evliyanın daha bulunduğunu, onun da ermiş bir “alevi dedesi” olduğunu belirtiyor. Buranın neden pirler parkı olarak anıldığını böylelikle anlamış oluyoruz. Oradan ayrılıp, tesisin kapısında bekleyen otobüsümüze binerek dar ve kıvrılan yollardan bu kez aşağıya doğru inmeye başlıyoruz.

Bir müddet yol aldıktan sonra otobüsümüz duruyor. Kimimiz ilk kez görecek olmanın merakıyla, daha önceden bilenlerimiz de tekrar görecek olmanın sevinciyle inip, şehrin merkezine doğru kalabalık bir grup halinde yola dökülüyoruz. İlk ilgimizi çeken yer eski bir yapı. Rehberimiz bunun Osmanlı Emir’lerinden birine ait çilehane olduğunu belirtiyor. Bir kısmımız içeri girmek istiyor. Bir kısmı dışarıdan okumanın yeterli olacağı görüşündeler… Kızımla ben grubun önden gitmesine bakmadan kapıya doğru yürüyoruz. Ama kocaman görkemli kapılar kapalı… İçeriye girme isteğimiz imkansız şu halde… Kapının üzerindeki yazıyı okumaya çalışırken, arka taraftan bir bey sesleniyor:
- Buranın Kültür Müdürlüğü ne iş yapar?
Okuma çalışmasını yarım bırakarak şaşkınlıkla sesin geldiği şahsa dönüyorum. Benimle birlikte birkaç kişinin de ona doğru anlamaz tavırla baktığını görüyorum. O devam ediyor:
- Çilhane ne demek? !
Başımı kaldırıp yarım kalan okuma işlemini tamamlayınca ne demek istediğini anlıyorum.
Osmanlı Emirlerinden Yakup Paşa Çilhanesi yazıyor yazıda! ..
1453 yılında yaptırılmış olduğunu da okuyarak geri dönüyoruz. Çilehanenin hemen sağında pencereleri çiçeklerle donanmış bir Osmanlı evi var. Kapının önüne çıkmış meraklı bakışlarla bizi süzen evin erkeği, kucağında bir yaşında kadar görünen kız çocuğuyla az geride duran bir de kadın… Yanımdaki Semra hanıma dönerek:
- Herhalde buranın bakımından sorumlu kişiler ve evleri? diye soruyorum.
Semra Hanım buralı…Başka bir rehberimiz var ama o da meraklarımızı giderecek bilgiler veriyor bize..
- Yok, diyor. Orası özel mülk. Bu kişilerin kendi evleri.
Devam ediyoruz. Yokuş aşağı dağılmış bir grup insan! Biz arkalarda olduğumuzdan yokuştan aşağı doğru oluşan manzarayı görebiliyoruz. İlginç bir görüntü oluşturduğumuzu düşünüyorum.
Yokuş aşağı inince tam karşımızda yeşille kaplanmış sarp kayalar ve dağlar önümüze dikilmiş gibi duruyorlar. Yolun iki yanına dizilmiş; tek katlı, iki ve üç katlı rengarenk badanalı evler sıralanmış. Hepsinde bir sıcaklık hakim. Osmanlı mimarisi tarzında yapılmış yahut restore edilmiş bu evler. İçlerinden biri o kadar görkemli ve sevimli duruyor ki, pencerelerindeki beyaz üzerine çiçekli perdeleri ile nazlı bir geline benzetiyorum bu evi. Sırtını sarp kayalıklı devasa dağa öyle bir yaslamış ki; “dokunmayın bana sakın, bakın arkam ne kadar kuvvetli” der gibi. Sağdaki kanarya sarısı tek katlı evin penceresine ilişiyor gözüm bu kez de… Duvarları çatlamış, boyaları dökülmüş ahşap pencere çerçevesine tezat; çiçek çiçek, renk renk desenli örtüler, işlemeler; vitrin olarak kullanılan bu pencereye gerilmiş iplere renkli naylon mandallarla tutturulmuş. Anadolu kadını kendince bir reklam metodunu nasıl da güzel geliştirivermiş. Belki nazlı bir gelin kınalı parmaklarıyla tel tel ibrişimlerle işledi bu nadide çeyizleri… belki bir genç kız hangi hülyalı dünyasında hangi bulutların üzerinde, bir gün kendisinin de kullanacağı ümidini taşıyarak, sanki kendininmiş gibi binbir emek ve itinayla dokundu incecik iğnesiyle bembeyaz patiska kumaşa…Kimbilir her bir karanfil desenini işlerken buram buram karanfil kokularını çekmiş midir içine? Ya şu pembe gül desenlerini nakşederken kumaşın tellerine? ... Gül kokuları yayılmış mıdır mütevazı odanın içerisine? ...
Gezimize devam ediyoruz. Tarihi bir cami bize biraz mahzun bakıyor. 1326 tarihli Tacettin Mahmut Çelebi eseri Gümüşlü Cami.
Biraz daha ilerledikten sonra dantel gibi işlenmiş taş oymacılığının en güzel örnekleri ile süslenmiş kapısı olan bir mekana ulaşıyoruz. Çeşitli desenlerden en fazla ilgimi çeken 5 köşeli yıldız motifleri oluyor. Ben kapıya takılmış desenleri çözmeye çalışırken grup arkadaşlarının içeriye girdiklerini görüyorum. Geniş bir iç avlu mahiyetindeki mekanda otantik kilim desenli örtüleri olan küçük masacıklar ve tahta sandalyeler koyulmuş. Kilim desenli örtülerle sahne benzeri bir mekan oluşturulmuş. Herkes poz verip resim çektiriyor. Rehberimiz; buranın bimarhane olduğunu söylüyor. Akıl hastalarının müzikle ilk tedavi edildiği yer olduğunu da ekliyor. İmarhaneyi biliyorum da bimarhane… daha önce duymuş olmama rağmen ilgimi çekmemiş olmalı ki üzerinde durmamışım. Burada dilime dolanıyor; bimarhane, bimarhane diye tekrarlıyorum. Sonra da “hah, buldum! ” diyorum içimden. “Bi” burada olumsuzluk veriyor olmalı. İmar kelimesi zaten bildiğimiz bir sözcük. “Bi” edatını başına getirince imar edilemez, onarılamaz, yani “ümitsiz vak’a” anlamına söylenmiş bir söz olduğuna karar veriyorum. 13.yy. yapısı olduğunu öğreniyoruz buranın. İlhanlılar dönemine ait bir yapı olduğunu da.

Az ilerledikten sonra Yeşilırmak kıyısında yürümeye başlıyoruz. Irmak kenarına banklar koyulmuş.
Koyu gölgeli çınar ağaçları yapraklarını hafiften sallayarak banklarda oturanlara tatlı bir serinlik bahşediyorlar. Hava daha fazla ısınmaya başladı. Yeşilırmak adı gibi yeşil yeşil akıp gitmekte. Irmağın kenarında saat kulesi göze çarpıyor. Karşı kıyısında sıra sıra kültürel özgünlüğünü koruyan ikişer, üçer katlı beyaz badanalı, ahşap pencereli sürmeli gözleriyle bakan kadınları andıran evler dizilmiş. Bu evlerden bazıları otel ve pansiyon olarak değerlendirilmiş. Yalı boyu diye adlandırılmış bu sıra sıra evlerin bulunduğu mekan. Yeşilırmak akıyor mu, akmak için çaba mı sarfediyor, onu anlayamadım. Eskiden suyu belki daha gür akıyordu, diye düşündüm ama denizkenarı yalılarına benzer dizilmiş ırmak kıyısındaki evlerin temellerine bakınca bu düşüncemin yanlış olacağını tahmin ettim. Su daha yukarılarda olsaydı bu evlerin temellerini aşar, pencerelere dayanırdı. Bu fikrimi yanımdaki bir Amasyalı’ya söyleyince, suyun önceleri biraz daha fazla olduğunu, zamanla biraz çekildiğini belirtti. Dolaştığımız sürece bazı derelerin ve ırmakların tamamen kurumuş, dereyataklarında ağaçların boy atmış olduğunu da gördük. Yalı boyu evlerinin arkasında gökyüzüne dimdik uzanan heybetli dağlar burada da bulunuyordu. Dağların yan yüzeylerinde düzgün oyulmuş kapıya benzer oyuntular göze çarpıyordu. Rehberimiz bunların kaya mezarları olduğunu belirtti. Krallara ait mezarların bulunduğu yerlermiş. Mısırdaki piramitler aklıma geldi. O zamanlarda buralara nasıl çıktıklarını, bu kayaları nasıl oyduklarını, çalışmalar sırasında belki de kaç kişinin can verdiğini düşündüm. Mısır piramitlerinin aklıma gelmesi bu yüzdendi. Yeşilırmak sularında yıkanan eski bir sudeğirmeni tekerleği ayrı bir güzellikle bize gülümsüyordu.
Irmak kıyısında şehzadelerin büstlerini yerleştirmişler ve kısa tanıtımlarını yazmışlar. Baştan başlayarak babadan sonra gelen oğullar olmak üzere sıraya dizilmişlerdi. Bir kitap figüründe de ayrıca isimleri yazılı bulunuyordu. Burada destansı aşkları ile edebiyata konu olan Ferhat ile Şirin’in heykelleri de yerleştirilmişti. Yeşilırmak üzerinde küçük küçük köprüler de kurulmuştu. Bunlardan tarihi olduğu anlaşılan bir köprü gözüme çarptı. Yeni yapılmış olanlar da vardı.
Muhteşem mimarisi ve heybetiyle göz dolduran bir camiinin önüne geldik. Kapının sağındaki kitabede yeşil kocaman harflerle SULTAN II.BAYEZİD CAMİİ yazıyordu.
1485 tarihli bir ibadethane burası. Bana Süleymaniye camiini hatırlatıyor. İçerisi biraz mahzun ve mütevazı geliyor nedense. Kapının iki yanına yerleştirilmiş silindir şeklindeki siyah mermerleri bazı insanlar döndürmeye başlıyorlar. Bunları çevirince para bulunacağını duymuşlar! Yanımdakilerden biri:
- Ben öyle hurafelere inanmam, diyor.
- Hurafe olan nedir? diyor diğeri.
- Şu mermerleri çevirince para bulunuyormuş! İslam’da hurafeye yer yoktur.
- Evet doğru! diyor, arkadaşı. İslam’da çalışmaya yer vardır.
Ben söze karışmasam olur mu?
- O söz doğruysa, millet gelsin sabaha kadar bunları çevirsin, tamam işte! Çalışmaya gerek yok. Alsın paraları gitsin? Ömür boyu yeter ona! !
Gülüşüyor az öncekiler…
Yanımızda bulunan Amasyalı bir kadın tarihi eserlerin hoyratça zedelendiğinden bahsediyor.
- Temizlenirken caminin duvarları rezil oldu! Restorasyonu yapamıyorlar, ya kırıyorlar, ya da olması gerektiği gibi olmuyor, diye yakındı.
- Bakın; dedi. Şu şadırvanın resimlerini görüyor musunuz? Sadece ahşap kısımları yenilenebildi. İç kısmındaki resimler tamir edilemedi.
Dikkatlice baktığımda çok zarif bir işçiliğin göze çarptığı şadırvan kubbesinin iç kısımlarında karşıdan okuyamadığım Arapça yazılar, üstlerinde gül desenleri, onların altında da ev resimlerine, yahut bir kent görüntüsüne benzer tablovari resimler görünüyordu. Fakat bu resimlerin bazı yerleri tamam ve sağlam görünmesine rağmen bazı bölümleri silinmiş, renkleri solmuş yahut hepten yokolmuşlardı. Bahçedeki şadırvan her şeye rağmen tarihten günümüze kalmış bir miras olarak orta yerde bütün asaletiyle dururken, bazı arkadaşlarımız bin yıllık olduğu söylenen çınarın gövdesinde resim çektirme yarışına girdiler. Tarih her köşeden bize elini uzatıyor… Ve biz yolumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Yeşilırmak üzerindeki köprülerden birinin üzerinden geçiyoruz. Kızım arkamdan geliyordu. Bir şey söylemek için döndüğümde onu göremedim. Grup ilerlemeye devam ediyordu. Ben onun nerede olduğunu görebilmek için sağa sola bakınırken hızla ırmak kenarındaki Ferhat ile şirin heykelinin yanındaki bir başka heykelin yanına doğru yürüdüğünü görünce şaşırdım. Ne zaman yanımızdan ayrılmış, ne zaman oraya kadar varmıştı? Oradaki heykellerden birinin resmini çekmeye çalışıyordu.
Az sonra yanıma geldiğinde fotoğrafını çektiği heykelin, M.Ö. 63 yılında Amasya’da doğan ünlü coğrafyacı ve tarihçi Strabon’a ait olduğunu söyledi. Rehberimiz gezinin başında bundan bahsetmişti. 43 kitaptan oluşmuş bir tarih serisi olan bilginin en ünlü eseri Geographika adlı eseri imiş.

….

Irmak kenarındaki evlerin olduğu taraftayız şimdi. Dar bir sokaktan yukarıya doğru çıkıyoruz. Az ileride birkaç kişi bir ev inşaatında çalışıyorlar. Sanki yeni yapılan bir bina değil de eski evlerden birini tamir ediyorlarmış gibi geldi bana. Kaba inşaatı bitmiş olan ev iskeleti, tıpkı tarihten gülümseyen şu sürmeli gözlü, beyaz giysili kadınlara benzettiğim evlerden birinin aynısı idi. Sağa doğru kıvrılan hafif yokuşu çıktık. Burası az önce ön taraftan gördüğümüz ırmak kıyısı evlerinin arka tarafı, yani giriş kapılarının bulunduğu sokaktı. Sol yanımızda sarp kayalıklar, kayalara oyulmuş kral mezarları yükseliyordu. Sağımızda açık kapılarından çiçeklerle donanmış avlularıyla bizi buyur eden evlerin giriş kısımları vardı. kendimi tarihin derinliklerinde:
- A benim gözümün nuru, canım efendim, buyurmaz mısınız? diyerek ellerinde gümüş tepsilere yerleştirilmiş kırmızı renkli şerbetlerle dolaşan nazlı gelinlerin, cariyelerin… ne bileyim; zenci halayıkların bulunduğu bir mekanda sandım. Bu efsunlu dünyaya dalmış, grubu çoktan unutmuştum bile…bir yandan da gördüğüm, daha doğrusu hissettiğim güzelliklerin tümünü o da görsün isteğiyle ikide bir kızıma seslenip duruyordum:
- Bak! . Şuraya da bak! Aman Allah’ım ne kadar mükemmel! Ne kadar güzel! gibi laflar ediyordum. Kızım da benim bu heyecanıma kapılmış, biz anne kız en arkalarda bambaşka bir dünyanın gizil alemine dalmış gitmiştik. Biz böyle heyecan ve telaşla bakınırken tam önünde durduğumuz bir kapıdan içeriye gözlerimiz takıldı.
Aman Yarabbi! O ne güzellikti öyle? Küçücük minyatür gibi bir evcik. Kapıda bir de Mihri Hatun yazısını okuyunca kim tutar beni?
Doğru içeriye! Bir yandan da kızıma sesleniyorum:
- Gel, bak! Burası Mihri Hatun’un evi imiş!
Hem içeriye giriyorum, hem de anlatıyorum:
- Mihri Hatun; ilk kadın şairlerden. Divanı olan bir kadın şair. Amasya’lı. Bak evi burası imiş, demek ki burada yaşamış.
Merdivenden çıkıyoruz; ben önde kızım arkada… daha sonra farkediyorum ki grup arkadaşlarından biri de bizim bu şaşkın ve meraklı halimizi görüp etkilenmiş, o da arkamızdan içeriye giriyor. İçeride genç bir bayan oturuyor. Selam verip Mihri Hatun’un burada yaşadığını, onun evini görmenin ne kadar mutluluk verici olduğunu söylüyorum. Sonra da soruyorum:
-Mihri burada yaşamış değil mi?
- Hayır, diyor. Burası yaşadığı yer değil!
Sükut-u hayal buna derler işte! Şaşırıyorum, ama Amasya Belediyesi’nin burayı onun anısına düzenleyip ziyaret edenlere tanıtım amaçlı hizmete açtığını duyunca bu anlamlı çalışmayı takdir ediyoruz doğrusu. Arkadaşlar gidiyorlar, onlara yetişmemiz lazım. Acele etmeliyiz. Oturma salonundaki sedirlerin üstündeki kilim desenli yastıkların üzerine örtülmüş beyaz iş usulü nakış tekniğiyle işlenmiş bembeyaz örtüleri hayranlıkla seyrediyorum. Duvarda Mihri Hatun’un temsili bir resmi yeralıyor.
Sanki, karşılıksız aşkına yazdığı şiirleri latit bir şekilde seslendiriyor gibi hissettim orada:
Ben umardım ki seni yar-ı vefadâr olasın
Ne bileydim ki seni böyle cefakâr olasın
Reh-i aşkında neler çekdiğim ey dost benim
Bilesin bir gün ola aşka giriftâr olasın
Sağdaki küçük bir kapıdan eğilerek giriyoruz. Bir tarafta küçücük, pamuk prensesle yedi cücelerin evinin banyosu olabilecek kadar küçük bir banyo, karşısında bir, yahut birbuçuk metrekarelik ancak var yok bir odacık var. Odacığın küçük penceresine basma perdeler takılmış, köşegen bir sedir yerleştirilmiş, üzerinde geniş odada olduğu gibi beyaziş örtülerle örtülmüş kilim desenli duvar yastıkları bulunuyor.
Kızım sesleniyor:
- Anne, şimdi herkes gidecek, ondan sonra biz burada yaşarız seninle, Mihri Hatun’la birlikte! ...
Daha göreceğim birçok küçük alan var ama ne çare, merdivenden inip, avluya çıkıyoruz. Sol yanda çıkrığı, kovası ile eski bir su kuyusu görünüyor. Kuyunun üstü bir tahta ile kapatılmış, saksıların içinde çeşit çeşit çiçeklerle süslenmiş. Hemen yanında küçük havuzu olan bir musluk bulunmakta. Boş bulunan bütün alanlar çiçeklerle bitkilerle süslenmiş. Çeşme ile kuyunun arası kocaman bir kauçuk çiçeği, kırmızı açmış bir gül, birkaç adını bilmediğim çiçek daha…çeşme duvarının üstünde saksıdan taşmış arapsaçı, kılıç çiçeği… hele yukarıdan sarkan tavana asılmış şu çiçek! Adını bilmiyorum ama Ege’de çok yetiştiğini biliyorum. Güzel kokulu, çentikli yaprakları vardır. Açık mor çiçekler açar. Bazen ağaç kadar büyümesine rağmen annem onlardan pencere önünde saksıda yetiştirirdi. Geçenlerde bir çay bahçesinde otururken çiçekliklere dikilmiş renkli menekşelerin yanında bunlardan gördüm. “Bunlar ne güzel kokar”, diyerek yapraklardan birini elimle ovuşturdum. Yanımdaki arkadaşım çiçeklere, bitkilere meraklı biriydi. Benim çiçeksiz bir bitkinin yeşil yaprağını elimle ovuşturduğumu görünce biraz tuhaf, sanki inanmazmış gibi yüzüme baktı. Sonra aynısını o da yaptı. “Cidden”, dedi. “Çok güzel bir kokusu var.” Bu çiçekten yetiştirmek istiyorum diyerek dalların arasından uygun olan bir çelik aramaya başladı. Ben küçük, yeni yetme bir filizcik buldum. “Bu olur.” dedim. “yok, o tutmaz, köklü bir dal olmalı, yapraklarını koparıp, kök verecek şekilde toprağa batırmalı, öyle tutar,” dedi. Ben de bu işlerden daha iyi anladığını düşündüğümden ses çıkartmadım. Şimdi aklıma geldi işte; acaba çiçek onun dediği şekilde tuttu mu, yoksa köklenmedi mi? Bir ara sorayım.
Mihri Hatun’un evinden ayrılıyoruz. Sokakta kimseler yok. Kızımla ben, bir de bize takılıp gelen arkadaşımız. Hızlı hızlı yürümeye başlıyoruz. İşte sonunda onları bulduk!

Nereyi ziyaret ettiklerini bilmeden arkalarından biz de girdik. Bir sürü eski eşya. Kapının yanında, dışarıda eski bir daktilo. Çalışıyor mu acaba? derken, kızım tuşlarından birkaçına dokunuyor. Çalışıyor, ilginç!
Daktilonun altındaki nesne ilgimizi çekiyor; bu da eski bir radyo. Kimbilir kaç yıllık? Ahşaptan yapılmış, kocaman bir bavul kadar var neredeyse.
İçeriye giriyoruz. Tam karşıda eski Türk filmlerinde gördüğümüz fotoğraf makinalarından biri… nereden nereye… yanında kocaman borusuyla eski bir gramofon. Kızım, “bu kaça? ” diye soruyor. Ben de ses çıkarmıyorum ama, neden soruyor ki şimdi bunu? sanki satılık mı? diye içimden geçiriyorum. Eski eşyaların arasındaki genç çocuk “1 milyar 200” deyince başımı kaldırıp çocuğun yüzüne bakıyorum. “Demek satılık, eşyalar satılıyor da hayret” diyorum. Sonra, “burası ne konağı, buranın adı ne? ” diyorum. çocuk cevap veriyor:
-Burası antikacı dükkanı! ..

Arkadaşlardan birkaçı sesleniyor:
- Bu konağı mutlaka gezin!
Antikacı dükkanından çıktıktan sonra grubun büyük kısmı büyükçe bir konağın önünde durmuş, konuşuyorlar. Ben de bu sese uyarak konağın merdivenlerinden çıkmak için ilerliyorum. Bir iki basamak çıktıktan sonra içeriye giremeyeceğime karar verip geri iniyorum. Zira ayakkabılar merdivenin alt basamaklarına kadar dolmuş. İçerisi kalabalık. İçeriyi boşverdim, ayakkabılardan içeriye giremeyeceğim. Geri döndüğümü görenlerden birkaçı tekrar seslendi:
-İçeriye mutlaka girin! Burayı görmelisiniz!
Eh! Bu kadar ısrardan sonra girmesem olmaz. Tekrar merdivene yöneliyorum. Bu kez de içeriden çıkan arkadaşlardan biri tek ayağının üzerinde kırk çift ayakkabının içinde kendisinin olanı bulmaya çalışıyor. Ama neden tek ayakla yapıyor ki bu işi? Şimdi üzerime düşecek!
Meğer ayağını incitmiş, hem de oldukça kötü olmalı ki üzerine basamıyor. Sonunda ayakkabısını bulup zor zahmet aşağıya iniyor. Ben de içeriye giriyorum. Kalabalık bir grup var içeride. Kapı girişinde görevli bir bey; yukarıya çıkmak yasak diye sesleniyor. Bazıları geri dönüyor bu ifadeyi duyunca, bazıları girebilmek için fırsat kolluyor. Sağ tarafta kapı üzerinde “mutfak” yazısı gözüme ilişiyor. Eskinin mutfağı nasıl acaba diye merakla başımı uzatıyorum. Üç kadın oturmuşlar, tahta sofranın üzerinde hamurdan parçalar koparmış ve kurabiyeler yapıyorlar. Bir miktar da yapmışlar. Ama sahici değil bunlar, maket. Sağ tarafa dönüyorum; yukarıya çıkan bir merdiven var. Ben çıkmak istemiyorum, burası gibi bir yer olmalı diye düşünüyorum. Aslında geç kalmaktan tedirginim. Grup acele etmeye başladı çünkü. Kızım çıkalım diyor. Bizim gruptan bir kadın da kocasına çıkmak istediğini belirtiyor. Kocası “çıkmayalım, geç kalacağız,” diyor. Kadın ısrarlı:
- Ne olacak sanki beş dakikayla? Ben görmek istiyorum!
Kocası sonunda:
-Emrin olur, ne dedin de olmadı, buna da peki! diye şakaya vurarak kadın önde, o arkada… biz de o ikisinin arkasında merdivenden yukarı tırmanıyoruz. Ben bu arada konağın içinde kaybolacağız diye korkuyorum. Bir kapıdan geçmemiz gerekiyor. Adam başını çarpıyor hafifçe. Ben daha arkada olduğumdan ders alıyorum. Aslında kapının üstüne çarpacak boyum yok ama eski usul evlerin hepsinde bu mümkün. Kadın sesleniyor önden:
- Bu kapıları eğilerek geçsinler diye alçak yaparlarmış eskiden. Çünkü zoraki bile olsa saygı duymak, eğilmek zorunda kalırmış kapıdan içeri girerken insanlar.
Daha önce de böyle bir şeyi okumuştum gibi geliyor ama emin değilim şimdi. Bunu düşünecek ne zaman ne de mekan müsait aslına bakılırsa zaten. Koca konağın üst kat girişinde eski bir kalıntı olduğu belli olan kocaman bir şişe, açık yeşil camgöbeği renginde. İçine ne koyuyorlardı acaba diye aklımdan geçiyor. Annemin yağ şişesini hatırlıyorum. İki yaşında falandım o zamanlar. İçine yağ doldurduğu kocaman karınlı, dar kısa ağızlı bir şişe vardı. Aynı bunun bir benzeri idi. Yalnız daha koyu renkti onun yeşili. Kocaman şişenin yanında çubukları eskimiş, yıpranmış birkaç sepet duruyordu. Onlar da her hallerinden belli idiler ki eski zamanlardan bir kesitte epey iş görmüş olmalıydılar. İlerliyoruz.
Sağdaki büyük oda selamlık. Kapısında yazıyor. İçeride erkekler oturmuş, sohbet ediyorlar. Bunlar da maket. Tavanlar oldukça yüksek ve koyu renk boyanmış ahşaptan. Diğer odaya geçiyoruz; bir kadın ve bir erkek sedirin üzerinde oturuyorlar. Erkek rahle üzerinde kitap (veya Kur’an) okuyor. Kadın da elinde çay bardağı (ama bildiğimiz bardaklardan değil, oldukça büyük kupa gibi bir şey) çay içiyor. Böyle bilmem kaç oda var. Yalnız bir tanesi ilgimi çekti; “anı odası” imiş! Anı odasının ne olduğunu anlamadım ama küçük bir oda idi. Her tarafta işlemeli örtüler, işlenmiş beyaz perdeler dikkati çekiyordu. Geri dönsek; geldiğimiz merdiven kimbilir nerede kalmıştı. ilerlemeye devam ettik konağın üstkatında. Az sonra önümüze bir merdiven geldi. Ama kapılar hep alçak! Hep başımızı eğerek geçiyoruz. Önümüze çıkan merdivenden aşağı indik. Baktık ki az önce çıktığımız merdivenin berisine düşüyor. Bir taraftan çıkıp, diğer taraftan inmişiz meğer.
Avluya indik. Bir grup arkadaş kuyunun önünde durmuş konuşuyorlar. Kapının tam önünde orta yerde küçük bir çatı, kiremitlerle örtülmüş, altında da su kuyusu bulunuyor. Konak halkının buradan su çekerken çıkrığın çıkardığı sesi duyumsuyorum. Geceleri ne kadar da ürkütücü olur kimbilir? Kağnı gıcırtısını andıran bir ses. Evin gelinleri bebeklerinin bezlerini yıkamak için kimbilir kaç kova su çekiyordu bu kuyudan? Ya o bembeyaz işlemeli el emeği, göz nuru perdeleri, örtüleri, çarşaf takımlarını yıkamak için? ... Ne çaba sarfediyorlardır değil mi?
Konağın görkemli halinden vaktiyle kalburüstü tabir edilen bir ailenin yaşadığını tahmin etmek zor değil. Fakat bunu öğrenecek kadar vaktimiz olmadığından oradan ayrılıyoruz. Küçük bir çarşıya çıkıyor yolumuz. Her türden hediyelik eşya satılıyor burada. Takılar, gece lambaları, bakır işleme süs eşyaları… benim en çok hoşuma giden, tarihi Amasya evlerinden yapılmış gece lambaları oluyor.

Yürüyerek meydana geliyoruz. Deminden beri işittiğimiz davul seslerinin sırrı burada çıkıyor ortaya… Bir partinin mitingi var. Meydan çok kalabalık değil. Başlarında parti amblemli şapkalar ile gençler var daha çok. Birkaç da kadın ve çocuk. Arkadaşlardan biri muzip bir çehre ile yanımıza yaklaşıyor:
- Birine sordum; yevmiyenizi aldınız mı, diye. Daha almadık ama verecekler dedi, diyor. Hiçbirşey anlamadan bakıyorum. O, bilmiş bilmiş gülümsemeye devam ederek:
- Şu şapkalı olanlar var ya, işte onlardan birine sordum ve bu cevabı aldım; deyince ne demek istediğini anlıyorum.
Şehrin meydanını geçerek otobüsümüzün bulunduğu yere doğru yürüyoruz. Yanımıza yaklaşan bir kadın selam veriyor. Nereden geldiğimizi soruyor. Hem yürüyoruz, hem kadınla bir iki sohbet ediyoruz. yanında bir de kız çocuğu var. Orta bire gidiyormuş. Kara gözleri pırıl pırıl parlayan zeki bir kızçocuğu olduğu her halinden belli. Ona büyüyünce ne olacağını soruyorum.
- Bilmem, diyor. Daha vakit var. Belli değil. Elindeki dondurmasını yalamaya devam ediyor. Annesi şehirlerini beğenip beğenmediğimizi soruyor.
Çok güzel bir şehir. Tarih ve biz kokuyor. Bizim insanımız kokuyor. Şehzadeler diyarı bu şehri görüp te beğenmemek mümkün mü ki? Otobüsün bulunduğu yere yaklaştık. Vedalaşıp ayrılıyoruz, Amasya kadınından ve sevimli kızından.
Otobüsümüz bizi dağların arasındaki dar kıvrımlı yollardan yukarılara taşımaya devam ediyor. Yemyeşil ağaçlarla çevrili tarlalar yeşil ekinlerin boy atmasıyla uzaktan zümrüt rengi bir çarşaf gibi görünüyor. Suyu çekilmiş sadece kumlarla dolu eski bir dere yatağı görüyoruz. Bu sene yağmur yağmadığından bahsediyoruz. Burada da etkili olmuş demek ki diyoruz. Derelerin suyu çekilmiş. Bembeyaz mısır patlakları ile dolu bir görünüm sergileyen ağaçlar da göze çarpıyor ara sıra… salkım söğütler sonra.. Kızım salkım söğütleri çok sevdiğini söylüyor. Tertemiz dağ havasını alarak yolumuza devam ediyoruz. Orman içindeki yola kıvrılarak tırmanmaya…solda küçük bir kahvenin önünde oturmuş erkekler görüyoruz. Buradan başlayarak ileriye doğru serpilmiş tek katlı, ikişer katlı evler. Evlerin bahçelerinde kadınlar ve çocuklar bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Kimi koyunlarla meşgul, kimi bahçedeki sebzeleri toplamaktalar. Koyunların küçücük kuzuları o kadar sevimli ki, insanın kucaklayıp mıncıklama isteği geliyor. Kar gibi bembeyaz kuzular.
Köyü geçtik. Az ileride bir dönemeci dönüyoruz ve yol bitiyor. Hepimiz iniyoruz. Evsahiplerimiz; Ali Rıza Bey, Fesih Bey, Ömer Bey ve eşleri yine bizden önce gelmişler ve güleryüzleri ve sıcak samimiyetleri ile bizleri karşılıyorlar. Burada öğlen yemeği yiyeceğiz. Ama bu manzara karşısında büyülenmiş gibi seyre dalmak varken yemek kimin aklına gelir? Her birimiz etrafa dağılıyor, kimimiz gölün muhteşem görüntüsünü fotoğraflamakla meşgul, kimimiz çeşit çeşit ağaçlarla kaplı devasa dağın manzarasını… Bir müddet sonra restoran kısmına geçip yemeklerimizi yiyoruz. Hepsi birbirinden leziz ve özenle hazırlanmış yemek faslından sonra dışarda toplanıyoruz. Burası Boraboy Göl Tesisleri.
Büyük bir ihtişamla göklere yükselen çeşitli yemyeşil ağaçlarla tamamen örtülmüş ormanların arasında aşağıda durgun bir göl. Çevresindeki ormanların yeşilliğinden olsa gerek rengi zümrüt yeşili. Rüya gibi bir manzara.. gölün yukarısındaki düzlük alanda bu dinlenme mekanı kurulmuş.
Oldukça geniş bir alana sandalyeler yerleştirilmiş, ön kısımda ses sistemi ve iki adet kürsü bulunmakta. Boraboy Şiir Şöleni, programın adı. Buradaki gölden ismini almış bir etkinlik. Ankara, İstanbul, Gaziantep, Sakarya, Çorum, Kırıkkale, Kocaeli illerinden gelen şairler hepsi bir arada, etkinliğin son programı gerçekleştirilecek.
Evsahibi ve tertip komitesi başkanı sıfatıyla İlçe Milli Eğitim Müdürü sayın Ali Rıza Atasoy mikrofonu alıyor önce. Oldukça içten bir konuşma yapıyor. Taşova İlçe kaymakamı konuşuyor. Sesindeki mutluluk yüzündeki memnuniyet her halinden belli oluyor genç kaymakamın. Belediye Başkanları orada… Garnizon komutanı orada… Milli Eğitim camiası orada… Okulların müdürleri, öğretmenler, öğrenciler… gerçek anlamda bir şölen yaşanıyor, bayram yeri gibi burası…
Programa davet edilen şairlerin hiçbiri atlanmadan harf sırasına göre sıralanmış ve hepsinin şiirleri taranarak içlerinden birkaç dizeleri seçilmiş, tanıtım esnasında kendisi de bir öğretmen olan sunucu tarafından seslendiriliyor. Ve ardından dizelerin sahibi yandaki ikinci kürsüye davet ediliyor. Programın aksamaması, vakit tasarrufu açısından oldukça ince düşünülmüş önemli bir ayrıntı. Güneş başımızdan aşağı ışıklarını salıvermiş… ormanlar bizi kucağına almış, göl, yeşil yeşil bakmakta.. tabiata, şiire, dostluğa, kardeşliğe doyuyoruz burada. Ne kadar doyulursa! ! ..Üstad dostu edebiyat öğretmeni Ömer Hoca arada mola kabilinden fıkralar anlatıyor, öğrenciler türküler söylüyor, rüya gibi bir gün Boraboy’un bağrında Sakarya Türküsü ile son buluyor.


Meryem Şahin
Kayıt Tarihi : 20.5.2007 09:48:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Afet Kırat
    Afet Kırat

    sevgili meryem şahin hanımefendi. bir Amasyalı olarak anlattıklarınızdan gurur duydum. o zamanlarbenim böyle bir gurup olduğundan ve böyle bir organizasyondan haberim bile yoktu. kendimi şehrimin içinde gezerken buldum . çok duygulandım. yüreğinize sağlık diyorum. inşallah böyle bir fırsat daha olursa sizi şahsen kutlamak isterim. tanışabilmek dileğiyle. saygılar.

    Cevap Yaz
  • Aysel Şeker
    Aysel Şeker

    daha güzel derken yanlış yazdım çünkü hepsi çokk güzelll...aynı kıvamda devam et bence :) sen kalemi eline alınca harika şeyler çıkıyo ortaya.
    bu arada bu rumuz benim değildi ama sanırım bi karışıklık olmuş bu rumuzun içinde buldum kendimi...bundan dolayı benimde kafam karıştı.kiminse gelsin alsın :)

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (2)

Meryem Şahin