BİLLUR BİR AVİZE BURSA’DA ZAMAN
M.NİHAT MALKOÇ
Bursa, Uludağ’ın koynunda uyur her gece. Sağanak yağmurlar emzirir kuruyan toprağını. Masum gözbebeklerinin pırıltısında uyanır her sabah… Bir simitçinin mahmur sesiyle sokaklar gerinir, uyanır derin uykusundan. Kıtlama içilen demli bir çayın huzuru hiçbir şeye değişilmez sabahın kör saatlerinde. Çayla simidin dostluğu sofraların ağır misafiri İskenderi bile kıskandırır. Uludağ doğan güneşe selam durur kristal bakışlarıyla. Zirvedeki bulut göz kırpar asırlık çeşmelerin gümüş işlemeli kurnalarına. Yamaçlara sıkıca tutunan sisler örter tüllerin ardında saklanan emsalsiz güzelliği. Şehrengizler hasedinden dört parçaya bölünür kelimelerin billur fanusunda. Vaktin tenhasında uyur geçmişe dair düşler ve sükûtu öğüten gülüşler... Tepeler çiçeklerle bezenir mor şafakların uykuya daldığı demlerde.
Kaldırımlarında tarihin ayak sesleri saklıdır Bursa’nın. Hüzün sarmaşıkları sarmıştır hatıraların eşiğini. Zamanın beşiğinde sallanır mazinin görkemli saltanatı. Uçsuz bucaksız göklere karışır emek bahçesinde akıtılan terlerin misk ü amber kokusu. Gökkuşağının yedi rengi siner cumbalı evlerin bahçelerine. Ölümü dipdiri kılar soğuk mermer taşlarının ihtişamı. Hicran bir hüzün demeti bırakır yürek kapılarına. Karşılıksız kalır uzaklara gönderilen gül kokulu, hasret yüklü mektuplar… Düşler hüzün elbisesini kuşanır, arz-ı endam ederek süzülür geçmişin kapı aralığından. Yitik güneşler ansızın belirir ufkun ardından. Yara almış hatıralara merhem olur yarına dair düşlerimiz. Koca çınarların gölgesinde soluruz dünün siyah beyaz duygularını. Sebillerden akan berrak sular ruhların kirini süzer kuşatılmış zaman imbiğinden. Esrik duygular gölgelerin eteğine tutuşur vaktin derinliklerinde. Bursa’da zaman büyür.
Ovanın yeşilini, göğün mavisini giyinir genç bir kız edasıyla her sabah Bursa… Ulu çınardan bir iri yaprak düşer… Çınar yine de bir şey kaybetmez gözleri kamaştıran ihtişamından. Ölüm çalar ruhların kilitli kapısını. Tozlu albümlerde kalan yarısı yırtık bir fotoğraf, yaşama dair tek tanığınız olur. Ayaklanır, sımsıcak soluğu kesme taşlara sinen küllenmiş tarih. Toprağının kara bağrında yatar yeşil sarıklı Osman Gaziler, Somuncular, Üftadeler… Mermerlerin nabzından ve âminler yankılanan kubbelerden bir el uzatılır yaşayan fanilere. Tarihe tanıklık etmiş Orhan Camii salâtsız felah olmayacağını haykırır günde beş kez süngü misali minarelerinden. Ruhlar kıyama durur servilerin zikre daldığı aydınlık seherlerde.
Gönüllerin başkentidir Bursa. Tanpınar ne de güzel söylemişti: “Bir kent bir kez başkent olmuşsa, o artık her zaman başkenttir.” diye… 42 yıl Osmanlı’nın payitahtı olma onuru bu şehrin yüzünde yansır daima. Sırf bu yüzden tafra satmasını çok görmemek lazım bu şehre. Mütebessimdir bu kentin tarihe bakan yüzü. Dünle bugün, bugünle yarın arasında sağlam köprüler kurar gece gündüz demeden. Eksik yanlarımızı da tamamlar aslında. Neftî minyatürlere gömülen tarih, Bursa çinilerinde uyanır mahmur gözlerle. Serzenişlerin ahı tutar gök kubbenin yedi kutlu basamağını. İsyan sözcükleri yakılır her yanı is tutmuş ocaklarda. Eprimiş düşler gecelerin karanlığından kaldırır başını, gözbebeklerimize abanır seherlerde.
Sokakların tarihi zamanın gergefinde dokunur altın ipliklerle. Kentlerin tarihinin ayrılmaz bir parçasıdır sokakların tarihi. Nisyana kapalıdır onların belleği. Bursa’da da her sokak bir tarihtir. Başını kaldırıp zaman penceresinden bugünlere bakar hüzünlü gözlerle. Belleğimizde tutuşur anılar. Bursa sokaklarının kesme taşlarında zamanın altın izleri var. Her köşe başında ahşabın saltanatı kamaştırır gözleri. Tarihî doku, zamanı kuşatır çepeçevre. Cumbalı evlerin kahkahası yankılanır betonarme duvarlarda. Dünden bugüne yapmış olduğu kutlu yolculukta yine de zamana direnir Bursa. Siyah beyaz karelerde yaşayan tarih, bütün haşmetiyle ‘ben de varım’ der. Öylece tutar zamanın elinden. Bizler hayata kepenklerimizi indirmeden Bursa’da tarih nostalji griliğindeki kepenklerini indirmez zamana.
Ulu Cami’yle Orhan Camii arasında zamana uzanan bir köprüdür Koza Han… Zamanın ruhu acıtan gülüşleri Koza Han’ın duvarlarına sinmiştir. Burada sükûnet, huzur ve tarih sarmaş dolaştır. Güler yüz ve nezaket ipek yumuşaklığındadır Koza Han’da… Kesme taşlara sinmiştir tarihin fısıltıları. Mimar Polat Şah’ın çekiç sesleri gelir maveradan. Taşların feryadına şahit olsanız da tarih dimdik ayaktadır burada. Şehrin keşmekeşi sükûnete ve duruluğa bırakır kendini bu atmosferde. Çağın metalik sesleri kumruların muhabbetine karışır saçaklarda. Koza Han’da geleceğin, yarına dair beklentilerin kozası örülür büyük bir sabırla. Bu örgü; dantel inceliğinde, ipek kıymetindedir. Bu tülün ardından bakınca; Bursa bir başka sevimli, adeta şiir gibi görülür. Tarihin ak sütüyle beslenen bu han, güçlü pazularıyla modern mekânlara diş biler. Hüzün en çok da Koza Han’a yakışır bence. Hiçbir şiir kitabında bulamazsınız bu ince, yanık hüznü. Koza Han’ı ziyaret etmek tarihi yâd etmektir aynı zamanda. Onun verdiği gönül serinliğiyle şehre açılırsınız ağır aksak adımlarla.
Yeşil Türbe, Bursa’nın zamana vurulan manevî mührüdür. ‘Devlet-i ebed müddet’i fırtınalı okyanuslardan kurtarıp sakin limanlara demirleyen Çelebi Sultan Mehmet buyur eder sizi manevî ziyafete. Türbenin uhrevî havası kuşatır Bursa’yı çepeçevre. Zira şehrin dünyaya bakan basiret gözüdür. Soluklanacak bir limandır hayattaki fırtınalardan kaçan fanilere. Bütün gözler onda biriktirir müşfik bakışlarını. Burda zamanın durduğunu hissedersiniz. Yıldırım Bayezid’in hane-i saadeti buradaki uhrevî sandukalarda gizlidir. Turkuaz çiniler sanki ahrete uzanan bir eldir duvarlarda. Firuze çiniler biriken ve iyice bulanıklaşan efkârımızı dağıtır. Motiflere sinen ölüm sessizliği, ölümün hayatı çepeçevre kuşattığını haykırmaktadır biz fanilere. Yeşil örtülü sandukalar bütün makamların toprakta bittiğini haykırır gözlerini şöhret hırsı bürüyenlere. Osmanlı tahtında oturan Çelebi Sultan Mehmet’in taze ölüsü zamanı aşarak ders verir gibidir bizlere. Fakat herkes aklı kadar pay alır bu dersten. Servilerin gölgesinde sonsuzluğu solur bütün faniler... Bu iklimden bir koridor açılır vaktin ötesine. Yeşil Türbe’de zaman yekpare bir sevinç yumağı olur; sonsuzluk alır başını gider ruhların hikemine.
Bursa hiç uyanmak istemediğimiz bir uykuda gördüğümüz doyumsuz düştür. Bu rüyanın yorumu hayra delalet eder şüphesiz. Yarınlarımız bu rüyada canlanır; uyanır derin uykusundan. Şehir okşar başınızı bir anne şefkatiyle. Geceye dağılan şehrayinler çocuk yanımızı emzirir. Yarısı yırtık bir siyah beyaz resimde tebessümü donmuş silik hatıralar, kalan hüzün artığı ömrün dibacesi olur. Şehre dair düşler ve düşünceler yeknesak hissiyatı kanatlandıran bir barış güvercini gibi süzülür zamanın sonsuzluğunda. Zamana tanıklık eder cadde ve sokakları. Kuytularında yankılanan ses, sessiz çoğunluğun gül renkli avazı olur. Şimdi Bursa renk renk, nakış nakış, desen desen kilimdir mazinin epeski tezgâhlarında dokunan. Düşler filizlenir geleceğin şafağında. Umutlar yaprak yaprak açar yediveren misali.
Tanpınar’ın deyimiyle sabrın acı meyvesidir Muradiye. Burada zamana ve varlığa hükmeden vehimlerin gölgesinde açar mevt çiçekleri. Bir semtin adına düşer tarihî miras olan payın. Camiler, hamamlar, medreseler, imaretler ve külliyeler türbelerle ziynetlenerek zaman ötesine açarlar altın kilitli mağrur kapılarını. Bahtsız şehzadelerin son durağıdır som mermer taşlarıyla taçlanmış türbeler… Kanları hâlâ taze, hâlâ sıcaktır. Nabızları son demindedir ölüme kurulu zamanın. Yürek heybesinde biriken acılar, tahtları taş kesmiştir. Yanık âhları kubbelerin soğuk taşlarına sinmiştir besbelli. Yılları sırtında taşıyan kubbeler yorgun düşmüştür. Miş’li geçmiş zamanın teknesinde yoğruldukça çoğalan ve kabaran acılar, gönülleri tarumar etmeye yetmez mi? Hiçliğin teğetinden çokluğun bereketine düşen acılar öylece çoğalır durur işte. Akreple yelkovan arasında can çekişir küf kokan hatıralar… Çağırın şimdi kilitli sandıklarda mahşeri bekleyen, sırra kadem basan ruhları, çağırın çağırabilirseniz!
Duygu ve düşünceleri kar beyazlığındadır Uludağ’ın. Gelinliğini kış boyunca çıkarmaz üzerinden. Buz gibi sularla her seherde yıkar esmer tenini. Karlar bile söndüremez yüreğindeki hasret ateşini. Sızım sızımdır nehirlere karışan özlemi. O dimdik duruşu bir delikanlı saflığındadır. Lavlarına karışmıştır kahırlar… Bağrında yaşanmıştır aşkların en güzeli. Sonra da isyan etmiş sevgiye pusu kuran ihanetlere. Yaz gelince bağrında açar türlü çiçekler. Cemreler peşi sıra düşünce buram buram toprak kokusu genzimizde hissedilir. Rüzgâr taşır selamını yüreklerden yüreklere... Selam rüzgârdan evvel gider. Bir genç kızın gergefinde dokunur yarınlara dair umutlar. Hasret ateş olur dağların doruğunda. Kim istemez Uludağ gibi dik durabilmeyi ve son nefesine kadar Uludağ misali dik kalabilmeyi?...
İstanbul’un Eyüp Sultan’ı neyse Bursa’nın Emir Sultan’ı da odur bence. Bursa’nın ve insanlığın kalbi atar burada. Taş, taşlığını unutturup ancak bu kadar gizli bir ruha bürünebilir. Burada gök boşluğuna açılır mabed… İrşad goncaları iri güllere dönüşür bahçelerde. Sonsuzluğa bir nur kapısı açılır seherlerde… Emir Sultan’da dualar kuşatır gök boşluğunu. Bir Hakk dostunun şefkat eli değer üzerinize. Boşluğa zincirlenen gönüller huzurla dolar; arınır kirlerinden. Ruhların ateşini ancak Emir Sultan’ın soğuk mermer taşları söndürebilir. Buhara’dan Bursa’ya doğru esen meltem, gönülleri ısıtır. O ki, Kerbela’nın yiğidi Hüseyin’in kokusunu getirir bize. Kumruları andıran minarelerden yükselen ezanlar kabrin mermer taşlarına çarparak gönüllerde yankılanır. Bir yanda çınarların azameti, öbür yanda servilerin hüznü, fanilikle bakiliği remzeder aynı karede. Ahşap odaların duvarlarına sinmiştir çağların hükmünü elinde bulunduran Kur’an sesi… Bu ses bizi Hakk’a çağırmaktadır her dem…
Öte tarafta Uludağ’ın eteklerine tutunan külliyede bir Hakk dostu manevî bekçilik yapmaktadır Bursa’ya. Üftade Hazretleri’dir o… Bu toprakların manevî sigortalarından biridir. Hakk’ı halk arasında arayan bu alperen, türbesiyle bu şehre ayrı bir manevî güzellik bahşetmiştir. Tevhidler tekbirlere karışarak gök boşluğuna akmaktadır burada. O, asude bir ruhla mahşer sabahını beklemektedir kabrinde. İnsanlar kendini onun rüzgârına bırakarak menzile varmaktadır gece gündüz demeden. Yürekten yükselen âminler, omuz omuza vermiş kubbeleri derin uykusundan uyandırmaktadır. Karanlıklar aydınlığa ram olmakta, sesler sükûneti boğmaktadır. İnşirah bulmaktadır aslından ayrı düşen, katılaşan yürekler… Vuslat firakın koynunda yatmaktadır; barut ateşi kucaklamaktadır. Zulmeti yarmaktadır kandillerin titrek ışıkları. Nefsin boynu vurulmaktadır besmele hançeriyle. Ruhlar sükûn bulmaktadır.
Ulu Cami’den semaya yükselen ezanlarla günde beş vakit soluklanmaktadır Bursa… Bu nefes hayat vermektedir şehre. Bursa’nın Ayasofya’sı olan bu mabedin çinilerinde Bayezid’in gür sesi yankılanmaktadır. Ulu Cami’den ovaya yayılan ezanlar Bursa’ya zamanın altın mührünü vurur. Maziden arda kalan bir hüzün siner içinize. Yürek telleriniz oynar yerinden. Camiin minberinde kâinatın silueti yansır boylu boyunca. Sarmaşık motiflerle sülüs yazılar birbirini tamamlar gibidir. Su sesleri Kur’an seslerine karışarak gönül bahçelerinin ateşini alır. Altı asırlık cami minberindeki sırlar iştiyakla kâşiflerini beklemektedir. Türk tarihinin en büyük camii olma onurunu üzerinde taşıyan mabet, imanlı alınlardan öperek hayat bulmaktadır. Mimar Ali Neccar bu eserle maziyle bugün arasına bir gönül köprüsü kurmuş gibidir. Bu köprü Sırat’tan evvel geçilecek, alabildiğine geniş, müstahkem bir satıhtır.
Ovayı bir bıçak gibi keser, kıvrıla kıvrıla akar Nilüfer Çayı... Bir semte adını veren nehir, tarihten günümüze akar sanki. Nilüfer Çayı belli ki adını Orhan Gazi’nin eşi Nilüfer Hatun’dan alır. Uludağ’ın güney yamaçlarından yola çıkan berrak sular bir nefeste şehre vararak bardaklarımıza boşalır. Antik zamanda ‘Odrys’ adıyla bilinen çayın son durağı Marmara’dır. Nilüfer, hayatı kucaklar güçlü kollarıyla. Modern mimariyle geleneksel yaşam iç içedir burada. Zengin bir yeşil doku gözlerinizi buyur eder manzaraların en güzeline. Bir kentte olması gerekenler fazlasıyla vardır Nilüfer’de. Yıldızlar her gece sabaha akar durur. Kentin 24 mahallesi 24 saat birbirinden güzel hülyalar görür zaman yolculuğunda. Çınar, servi, çitlembik gibi anıt ağaçlar zamana tanıklık eder gururla. Kadim bir tarih yatar toprağın altında. Cami, hamam, çeşme, manastır, kale kalıntıları gün yüzüne çıkmayı bekler umutla.
Bir masaldan fırlamış ağırbaşlı bir bilgedir Bursa. Yüreklerin kasvetine merhemdir. Bir medeniyetin hülasasıdır Bursa. Burada atılmıştır ilk tohum… Çekirdek bu mümbit topraklarda çınara dönüşmüştür. Sokaklarında bir canlı tarih arz-ı endam eder. Osmanlı’nın ilk başkenti olma şerefi adına yazılmıştır. Osmanlı bu altın beşikte henüz çocukken bir yağız delikanlı olmuştur zamanla. Altı büyük padişahı bağrına basmıştır bu topraklar. Binlerce evliyanın ruhaniyeti kuşatmıştır bu şehrin her bir zerresini. Devlete adını veren Osman Gazi bu toprakların misafiridir sonsuza dek… Gümüşlü kümbet onun ebedî istirahatgâhıdır.
Osmangazi; Bursa’nın gülen yüzüdür, bedene hayat veren belleğidir adeta. Buram buram tarih kokan şehrin kollarında uyuyan nazenin bir bebek gibidir. Osmangazi’de atar Bursa’nın zamana direnen yorgun kalbi. Kente buradan fasılasız yirmi dört saat kan ve can pompalanır adeta. Koca bir imparatorluğun ihtişamını görürsünüz her köşesinde. Tarih başını kaldırıp gözlerinize bakar her bucakta. Roma’dan Bizans’a, Selçuklu’dan Osmanlı’ya kadar uzayıp giden medeniyetin göz kamaştıran izleri çıplak gözlerle görülebilir Osmangazi’de. Tarih bu semtte harmanlanır adeta. Burası Bursa’nın küçük bir maketidir sanki. Tarihî miras zamanın hoyrat eline direnmektedir. Modern kentin ruhu tarihin elinden tutmaktadır.
Okçular Çarşısı şehrin hayata bakan aşina yüzüdür. Geride bıraktığı yedi yüzyıllık uykudan uyanıyor şimdilerde. Ahiliğin ruhu sinmiştir seher vakti besmeleyle açılan kepenklere. Çoğu Rumeli göçmeni olan ticaret erbabı güler yüzle, tatlı sözle alışverişi dostluğa ve kardeşliğe dönüştürmektedir burada. Hırsın, tamahkârlığın gölgesi bile uğrayamaz bu ekmek kapısına. Az olsa da helal kazanç tercih edilir. Zira manevî güzellik paranın miktarında değil, bereketindedir. Burası kadim zamanlara açılmış bir koridordur. Metalik çağ onu zamanın dışına atmak istese de o direniyor cılız cüssesiyle. Beklediği birileri ellerinden tutuyor şimdilerde. Okçular ben de varım demenin heyecanı içerisinde. Tarih ve kültürel miras ayağa kaldırılıyor ehil ellerle. Tarih, düştüğü yerden kalkmanın, bir kutlu dirilişin hazzını yaşıyor doyasıya. Geçmiş ayan oluyor basiretli gözlere. Kaldırım taşları şahittir şimdi çok uzaklarda vaktin doluşunu bekleyen seslere ve silik gölgelere. Hepsi de çağın dışına itilmişlerdir besbelli. Esamisi okunmaz hiçbirinin. Kurumuştur ömür ağacının kökleri. Tarihin dirilişi hüzün bulutlarını dağıtıyor zamanın göklerinde. Dün dâhil oluyor bugüne…
Çekirge’nin üstünde artık âşıkların sesi duyulmuyor mu ne? Zaman en güzel duyguların üstünü metalik seslerle perdeledi sanki. Vakit biteviye akıp durur zaman tünelinde. Bir kanat çırpıntısı, bir tüy kadar hafif uykular sabaha döner yüzünü gecelerin karanlığından. Burada belki sanal ortamda hissedersiniz kendinizi. Göz kamaştıran bir film platosunu andırır her şey. Hayat filmi çekilir günün her saatinde. Herkes payına biçilen rolü oynar sessizce. Tarih gönüllü dekor olur bu filmin her bir karesine. Bir yere yetişme telaşıyla Çekirge Meydanı’ndan Hüdavendigar’a doğru çıkarken püfür püfür esen bir rüzgâr bir kesme alır kızarmış yanaklarınızdan. Çekirge’de kaplıcalar hayat verir zaman yorgunu fanilere. Burada kalbinin attığını daha çok hissedersin. Ağaçların sonbahara hazırlandığı demlerde âhlara gömülür gizemli duyguların. Güzellikler karşısında yine de mecbur olursun yaşamaya.
Doğu’nun gizemi siner Kapalıçarşı’nın zamanın kurşundan ağırlığını taşıyan sütunlarına. Âminlerin yankısı kubbelere çarpıp semaya yükselir boylu boyunca. Tarih bir film şeridi gibi geçer gözlerinizin önünden. Güneş her gün taze umutlarla ve beklentilerle doğar Kapalıçarşı’nın kubbelerine. Eşyalar tanıklık eder asırların geçtiğine. Zaman ırmağında arınırsınız esrik düşüncelerden. Bir zemheri soğuğu işler içinizin tenhalarına. Dekora dönüşen tarih, dünü yarınlara bağlayan çelikten bir asma köprü olur Kapalıçarşı’da. Kapalı kutular bir bir açılır vefa denen o tılsımlı anahtarla. Bursa’nın zaman zaman tekleyen yorgun nabzı daha bir hızlı atar Kapalıçarşı’da. Umutlar bir kar tanesi gibi büyüdükçe büyür, bir çiğ olur adeta.
Yorgancılar Çarşısı, Aynalı Çarşı, Bakıcılar Çarşısı, Ayakkabıcılar Çarşısı bir bütünün parçaları gibi omuz omuza verir, öylece sıralanırlar. Ödünç umutlar ve güven alınır, satılır çoğu zaman. Taş duvarlarda solmayan bir tebessüm karşılar sizi Kapalıçarşı’da. Düşler ve düşünceler beyaza boyanır Ulu Cami’nin gölgesinde. Adalet terazisinin en ağır taşı olur hak ve hakikat… Yalan ve talanın adı silinir yüreklerden. Güzellik çirkinliği, aşk nefreti, barış savaşı, cesaret korkuyu, inanç isyanı, sessizlik çığlığı, su ateşi, mazi metalik çağın suretini kovar mekânından. Kanaat dolar heybelere. Güvercinler ‘hû’ sesleriyle doldurur Kapalıçarşı’nın avlularını. Sicim gibi rahmet yağmurlarıyla bulutlanır gözler. Ezanların uhrevî tınısı günde beş vakit emzirir pörsümüş iştiyaklarınızı. Geçmişe dair her şey tarihin ihtişamına şahitlik eder burada. Asırlar boyunca helal bir ekmek kapısı olur Kapalıçarşı ter akıtan müdavimlerine. Sabrın çardağı altında kanaat dantelleri örülür o bembeyaz sevgi ipliğiyle.
Tophane’den şehri seyre dalan gözler hayalden gerçeğe, gerçekten hayale yol alır durur. Tophane bir anne sevgisiyle Bursa’yı bağrında uyutur her gece. Devlete adını bahşeden Osman Bey’le ‘devlet-i ebed müddet’in ikinci sultanı Orhan Gazi, türbelerinden yayılan uhrevî havayla faniliği fısıldar gözünü dünya sevgisi bürüyenlere. Tahtların ve taçların bir gün tuz buz olacağını, iyiliklerin ve kulluğun bakiliğe uzanan yolda azığımız olacağını haykırırlar. Altı katlı saat kulesi akreple yelkovan arasında geçen zamana tanıklık eder. Ramazan topunun sesiyle manevî bir bereket ayına girdiğimiz müjdelenir Tophane’den. Tarih canlanır gözümüzde perde perde… Köslere vurur tokmaklar… Zamanın ötesine bir koridor açılır zihninizde. Ecdadın aydınlığında def edersiniz karanlıkları. Geçmişten arda kalan hüzün sarar bütün benliğinizi. Endişeleri kovarsınız içinizden. İhtişamı dağlara, taşlara sinen tarih, başını kaldırır bakar zaman penceresinden. Yemyeşil bir buket sunulur size bu kutlu tepeden. Tophane geçmişe dair gördüklerini bir anlatsa size, nostaljik sularda ufkun ötesine yol alırsınız. Fırtınalara açarsınız bağrınızı. İçinizdeki ateşi sular bile söndüremez. Aşkların en güzelini seyretmiştir bu tepe… Nice acılara şahit olmuştur. Buradan yaşanır Bursa gönlünce. Hayallerinizi peşi sıra sürükler mazinin ihtişamı. Gerçekler rüyaları kıskandırır bu yerde.
Bursa’yı anlatmak, Bursa’yı anlamaktan daha zor Tanpınar’dan sonra... O, son noktayı koydu sözcüklerle kurduğu büyülü dünyalara. Kelimelerden sırça köşkler kurdu Bursa’ya dair... Bu şehre uzaktan yöneltti sevdalı bakışlarını. Motif motif işledi geçen zamanı. Zaman mefhumunu unuttu çoğu zaman. Tarihin şafağına tuttu sihirli aynasını. Geleceğin rüyasını gördü bu şehrin kadim tarihinde. Ebediyetin derin manasını idrak etti yeşilin kırk tonunda. Çağların terennümünü duydu sebillerden, çeşmelerden. Güzelliklere meftun aç ruhunu Bursa’nın hülyasıyla doyurdu. Şeyh Edebali’nin rahmanî rüyasını yorumladı yeniden. Aslında anlatılmadık hiçbir şey bırakmadı bu şehre dair… Ondan sonra Bursa’yı anlatmak beyhude bir uğraş oldu kaleme. Sıtmalar dadanır oldu kelama. Bursa Tanpınarlaştı iyice…
Bursa, rüyalarımı süsleyen şehir!… Karanlığıma doğan güneş… Acılarımın panzehiri… Yolların kavşağında kılavuzum, en zor zamanlarımda umudum, azgın sularda can yeleğim. Sözlerimi şereflendiren belde, dünya cennetim, yaralarıma merhem, masallarımın iyi yürekli prensesi, alınterim, ekmeğim, Gemlik’te yeşil gözlü zeytinim… Bir küçük fidanın çınara dönüştüğü belde, zemherilerde içimi ısıtan güneş, hicret duygularımın menzili, şiirim, bin yıllık bestem, dudaklarımdan düşmeyen terennüm, gönlümdeki ateş bahçelerini sulayan şehir, karanlık gecelerime doğan mehtap, adıma ve aşkıma düşen kutlu pay, huzurun gölgesi, uçarı gönlümün akıl hocası, hicran ateşimin dumanı, sekerat vaktindeki son nefesim, azgın dalgalara karşı sığınacağım en güvenilir liman… Bursa her şeyim…
Gönül lügatimdeki sözler ne kadar da kifayetsiz…Seni başka nasıl anlatabilirim ki!... Dilerim son nefesin sende olsun. Gözümün nuru, kalbimin süruru aziz şehir!... Beni de al o müşfik kollarına, beraber uyuyalım son uykumuzu. Beraber dirilelim bir mahşer sabahı seninle… Dünyaya bir kez daha gelsem inan ki senin toprağında açardım yumuk gözlerimi.
Sözün özüdür Bursa… Miş’li geçmiş zamanlardan şimdiki zamanlara çekilen yekpare bir kalıptır. Heykeli dikilmiştir yürek meydanlarına. Kalpler onunla atmaktadır günün her saatinde. Gönül tahtında fermanlar ve hükümler onundur. Hülyalarımızın bahçesinde açan nazenin bir güldür, sevdaya tutulanların kalp çarpıntısıdır. Güvercinlerin kanadında yemyeşil bir benektir. Bursa hayatın ta kendisidir. Bursa Tanpınar’dır, yüreklere yazılan bir şiirdir. Son söz bize düşmez Bursa’ya dair... Bursa Tanpınar’la dile gelir, o söndürür sözlerin yangınını:
“Bu hayalde uyur Bursa her gece,
Her şafak onunla uyanır, güler
Gümüş aydınlıkta serviler, güller
Serin hülyasıyla çeşmelerinin.
Başındayım sanki bir mucizenin,
Su sesi ve kanat şakırtısından
Billur bir avize Bursa’da zaman”
İlk Yayın: Değirmen Dergisi/İlkbahar 2009
İkinci Yayın: Dünya Bizim/28 Kasım 2019
BURSA’DA ZAMANIN İKİNCİ BOYUTUNDA HÜZNE BANILMIŞ MEKTUPLAR
M.NİHAT MALKOÇ
“Kasdım budur; şehre varam/Feryad-ü figan koparam!”(Yunus Emre)
Serlevha…
Adı tarihe altın harflerle kazınan Osmanlı’nın ilk göz ağrısı, ilk payitahtısın sen… İki bin iki yüz yıllık tarihi içinde hem klasik Roma’nın, hem de Doğu Roma’nın en önemli şehirlerinden biri olarak kazınmışsın hafızalara. Sen ki İsa nebiden iki yüz yıl evvel kurulmuşsun. Unutma ki gönlümüzün Medine’sisin; kalplerimizin mihrabısın; Osmanlı’yı kuran şerefyab şehirsin sen. Fatihin olan Orhan Gazi’nin kılıcının şakırtıları ve doru atının kişnemeleri duyulur bu kadim kentin kesme taşlarında. Keşiş Dağları’na düşer o mahzun sesin. Uludağ’ın eteklerinde uyursunsun her gece; bembeyaz karlar yorganın olur zemherilerde. Dağların yeşilini, göğün mavisini genç bir kız edasıyla giyinirsin her sabah…
Sen ki Yunan’ın kirli çizmeleriyle çiğnenen topraklarını gören Mehmet Akif’e ‘Bülbül’ adlı hüzün dolu şiiri yazdıran, “-Eşin var, âşiyanın var, baharın var, ki beklerdin; /Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin? /0 zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun; /Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun” diye söyleten ilham perisi bir şehirsin. İçimizdeki şairi ortaya çıkaran emsalsiz güzelsin. Sen, gözlerimin ferine asılı kalansın; nazarlarımın kundağında uyuttuğum, kalbimin odacıklarında besleyip büyüttüğüm, gittiğim bütün şehirlere özlemini taşıdığım, sırlarına aşina olduğum bir suretsin. Kesme taşlara sinen o kutlu esrarın kendisini keşfedecek gönül gözü açık kâşifleri bekliyor. Manevî perdelerle örtülen bu sırlar ortaya çıkınca asıl güzelliğin yaprak yaprak açılacaktır.
Kadim zamanlardan bugüne coşkun bir nehir gibi akan erdemli şehirsin Bursa… Zamanı aşan en emniyetli sığınağımsın. Zümrüt yeşili Bursa, on altıcı şehridir kutlu aşklara banılmış gönül coğrafyamızın… Ben de bu şehrin bir sevdalısı ve mihmanı olarak gönüllerde bir/inci, alfabetik plaka sıralamasında on altıncı olan Bursa’ya dair hissiyatımı, her biri bu şehre yazdığım mektubun bir parçası olan, on altı levhada dile getirmeye çalışacağım.
Osmanlı Tarihinin Dibacesi: Yeşil Gözlü Bursa
Devlet-i ebed müddet Osmanlı’nın gül kokulu dibacesisin Bursa… Bununla da kalmayıp yüzyıllarca Roma’nın görkemli hikâyesinin düğüm noktasını oluşturan kadim şehirsin sen… Ağaç nasıl ki kökünden beslenirse sen de ihtişamlı mazinden beslenirsin. Tanpınar’ın deyimiyle milliyetimizin en güzel kaynağısın, el değmemiş mazi rüyasıyla içimizden konuşan en geniş davetsin. Seni hakkıyla vasfetmeye kâfi gelmez gönül lügatimdeki sıfatlar. Sen gönüllere nazar eden esrarlı bir gözsün; basiret odağı gönül gözüsün.
Hayatın ta kendisisin Bursa… Kim bilir belki de devasa bir film platosusun. ‘Hayat’ denen üçboyutlu film oynanıyor üzerinde: Dün, bugün ve yarın… Başrolde hep sen varsın; bizler de bu filmin bahtiyar figüranlarıyız. Belki Hacivat’la Karagöz’ün başrol oynadığı bir kukla sahnesisin. Bizler de kuklacıyız. Yaşananlar bir rüyadan arda kalmanın hüznüdür belki.
“Velhâsıl Bursa sudan ibarettir.” diyen Evliya Çelebi ne kadar da haklıdır. Cadde ve sokaklarında dinmez su sesleri. Denizin olmamasına rağmen sudan nasibini fazlasıyla almışsın. Fahri hemşehrin sayılan Tanpınar’ın “Bursa’da Zaman” şiirindeki şu dizeler suyun, senin için ne mana ifade ettiğini gösteriyor: “…Küçük şadırvanda şakırdıyan su/…Yüzlerce çeşmenin serinliğinden/… Su sesi ve kanat şakırtılarından/…Beyaz bahçesinde su seslerinin”
Osmanlı’nın Bir/İnci Payitahtı Bursa
Osman Gazi’nin düşünü gerçeğe dönüştüren, nice tarihî sırları içinde saklayan şehirsin, Türk-İslam kültürünün en güçlü kalesisin Bursa… Selçukluya yâr olmayan, ak duvaklı bir gelin misali, ısrarla Osmanlı’yı bekleyen ve onun kollarında yarınlara koşan bir ışıksın; bereketli topraklar üstünde yükselen bir çınarsın. Selçuklu senin yokluğunu iliklerine kadar hissetmiş, senin yokluğunda bir medeniyet kurmuştur. Altı asrı aşkın bir zaman boyunca cihana hükmeden Osmanlı, senin o yemyeşil ovaların üzerinde filizlenmiştir. Orta Asya’dan göçen Türkler, orda çektikleri susuzluğunu senin buz gibi pınarlarında dindirmiştir.
Asırlık cami ve minarelerin gölgesinde, tarihin tılsımlı imbiğinden sızan mânâsın sen… Köklü medeniyetimizin en zengin ve canlı müzelerinden birisin. Bizim için ikinci İstanbul mesabesindesin. Zaman mefhumunun perdelendiği, tarihin nurdan izlerinin irileştiği yersin. Sensin asil ruhlara şekil veren, onları besleyip büyüten, hasta yanlarına derman olan…
Kulağında Rumeli türküleri, bozlaklar ve uzun havalar çınlar. Göçmenler, hasretini taşır topraklarına. Cadde ve sokakların; taşın, kumun ve çimentonun manevî ruhla kanatlandığı Türk-İslam mührünü taşıyan mümtaz eserlerle dolu… Senin ipek kaplı kuş tüyü döşeğinde uyuyanlar, sabahleyin su, kuş ve ezan sesleriyle uyanır. Senin asude ikliminde yaşayanlar ne de huzurludur. Susuzluktan şerha şerha çatlamış topraklar, yağmuru nasıl özlerse, ben de seni öyle özlerim. İçimdeki hasret yangınını söndüremez buz gibi sebillerin…
Zaman zaman içinde bir anafor misali dönüp dururken, Bursa ikinci zaman içinde uyumaktadır derin uykusunu. Karanlık gecelerine dolunay kandil olmaktadır Bursa’nın…
Şehrin Maneviyatını Yoğuran Kutlu El: Emir Sultan
Sen ruhen hasta gönüllerin tabibi, bu şehrin manevî kutbusun. Sen Tanpınar’ın isabetli tespit ve deyimiyle ‘belki de XV. asır Türkiye’sinin halk muhayyilesine en fazla mal olmuş çehresisin.’ Hasta ruhlara yaydığın doyumsuz rayiha, maneviyat göklerinde uçmak için elzem olan birer kanat hükmündedir. Sen ki şehitlerin serdarı Hz. Hüseyin’in kokusunu yayarsın Bursa’nın yanık yüreğine. Hakk ve hakikat dostlarını bir mıknatıs misali çekersin kendine.
Ebediyetin rahmanî yüzünün nurlu akisleri kutlu sandukandan yansır. ‘Şemsüddin’ lakabınla, dinin güneşisin. Buhâra’da doğduğun için Muhammed Buhârî, ‘Seyyid’ olduğun için ‘Emir Buhârî’, Yıldırım Bayezid Han’a damat olduğun için de ‘ Emir Sultan’ demişler sana. Ruhları dirilten maneviyat rüzgârları estirirsin Bursa’ya seherlerde. Ruhları aç ve yaraları bîilaç olanlar, senin manevî sofrandan nasiplenir. Keşmekeş ruhların düğümünü ancak sen çözersin. Manevî rüzgârları Bursa’ya yönelten ve şerre karşı bir zırh vazifesi gören bugünkü türben, sadeliğiyle insanın bu dünyada bir nefes müddetince kalıcı olduğunu haykırmaktadır. Sen ölmedin; akıllara durgunluk veren menkıbelerinle gönüllerde yaşıyorsun.
Şefaat isterken, dili sürçerek seyahate nail olan Evliya Çelebi; tavanında mücevher, murassa eşya asılı, yüzlerce altın-gümüş çerağ ve kandil bulunan evvelki türbenin ihtişamını anlatmakla bitiremez. Fakat o türbenin göz alıcı ihtişamı ne yazık ki bugünlere erişemez.
Ey erenlerin kutbu! Bursa’nın aziz toprağı sana yorgan olmakla müşerreftir. Sen ki ilim meclislerinin müdavimiydin. Hakk yolunun yolcusuydun. Kutlu türben etrafında yapılan erguvan bayramları hiç unutulur mu? Erguvan ki adına dünyada bayram yapılan ilk ve tek çiçektir. Peygamberimizi gülle müşahhaslaştıranlar, seni de erguvanla bütünleştirmişler.
Sen Hakk dostu, keramet çeşmesinin bereketli ve nurlu oluğuydun. Erguvanlar o doyumsuz kokusunu, o güzel ve emsalsiz rengini senden alırdı. Bir Bursa sevdalısı olan Tanpınar’ın deyimiyle “Bizim iklimde gülden sonra bayramı yapılacak bir çiçek varsa, o da erguvandır. O, şehirlerimizin ufkunda her bahar bir Diyonisos rüyası gibi sarhoş ve renkli doğar. Dünyanın tekrar değiştiğini, tabiatın ağır uykusundan uyandığını haber vermek ister gibi zengin, cümbüşlü israfıyla her tarafı donatır, bahar şarkısını söyler... Erguvan ağacı benim için ezeli ve ebedi arzunun, daima yenileşen hayat aşkının bir timsalidir...”
Âşık Yunus, ne güzel anlatmış seni ve sana tabi olan gül yüzlü dervişlerini: “Emir Sultan dervişleri/Tesbih ü sena işleri/Dizilmiş hüma kuşları/Emir Sultan tepesinde” diye…
Ey zilletin hoyrat kasırgasıyla tarumar olmuş gönülleri imar ve inşa eden güzel insan!... Ciğerparen hükmündeki oğlun Emir Ali, iffet abidesi kızların ve Yıldırım Bayezid Han’ın biricik kızı olan muhterem zevcen Hundi Hatun’la uyursun sonsuzluk uykusunu. Ne olur bize de ruhları dirilten o müşfik rüzgârından gönder!… Huzur içinde uyu ey ulu eren!…
Beyaz Örtüye Bürünen Mysia Olympos’u: Uludağ
Senin Keşiş Dağı olan adının Uludağ’a dönüştürülmesinin serencamının bu şehrin maziden neşet eden yüce payesiyle ilişkilendirilmesi boş değil. Kuytu manastırlarındaki aryalar sükûtun değirmeninde öğütülmüştür. Sen ki Marmara’ya tepeden bakarsın. Fakat eteklerinde yatan Hakk dostlarına olan hürmetin sonsuzdur. Onun için yaz kış hep ayaktasın. Bir kez olsun uzanıp kestirdiğin görülmemiştir. Gururlusun; ama kibirli değilsin. Şakaklarına yağan kar, seni yaşlı kisvesine büründürmenin aksine, daha genç ve zinde göstermektedir.
Senin, biri herkesçe görülen aşikâr yüzün, bir de basiret ehlinin görebileceği gizli yüzün vardır Uludağ… Ben senin görülen yüzünden daha çok, o basiret ehline ayan olan gizli yüzünü seviyorum. Senin manevî tarihin, sanılanın aksine Bizans’la başlar. Keşişlerin, dervişlerin ve tapınaklarınla sen evrensel bir ruhun tozdan arındırılmış ak aynasısın. Kadim zamanlardan bugüne uzanan bir ulu köprüsün sen. Kâtip Çelebi’nin Cihannüma’sına bakarsak sen bir zamanlar ‘Cebel-i Rahip’ olarak adlandırılıyordun. Fakat asıl Osmanlı’yla buldun kimliğini ve kişiliğini... Zira Osmanlı’nın ihtişamlı devirlerinde dervişler eksik olmazdı zirvenden. Sana bakan basiretli gözler, yüksekliğini Hakk’ın azametine delil sayarlardı.
Ezanların Semalarda Yankılandığı Gül Yüzlü Mabet: Ulu Cami, Mabetler…
Ey gönüllerin emsalsiz sevgilisi, yemyeşil libaslara bürünmüş Bursa!... Sabırla yoğrulmuştur suskunluğun… Söylenmemiş nice sözlerin vardır lâl dudaklarında. Sen İslam’ın alametlerinden biri olan nurlu minarelerin, ufka şahadet parmakları gibi uzandığı kutlu şehirsin. Ezanların kulaklarımızdaki pası siler günde beş vakit… Gönüllerin Medine’sisin sen.
Ulu Camilerin en ulusu sendedir. O pak Ulu Cami’nin kapısında manevî bir serinlik değer tenimize, ruhumuzu yumuşatır güneyden esen kıble rüzgârı. Cami içindeki uhrevî endişeler, cami dışındaki dünyevî telaşlara karışır. Büyük şehrin yalnızlığında, bu mabede daha yakın hissedersiniz kendinizi. Ulu Cami emzirir açlıktan kırılan manevî yanınızı…
Ey Ulu Cami, Anadolu mabetlerinin en soylusu!… Kur’an sesleri sinmiştir duvarlarına. Senin heybetinden küçüldükçe küçülür, adeta nokta kadar olurum. Zira Bursa’nın Ayasofya’sısın sen… Yirmi kubbenle yirmi camiye bedelsin. Emir Sultan Hazretlerinin sesi hâlâ yankılanır duvarlarında. Üftade Hazretlerinin ezanları asılı kalmıştır hava zerrelerinde.
Ey camilerin ulusu, uluların camii!... Sancılı arayışın hitama erdiği yer… Sen ki Somuncu Baba’nın sırrını ifşa etmişsin. Mâzi, hâl ve istikbal yekpare bir şekle bürünüyor o muhteşem kubbenin altında. Denize kıyısı olmayan bu kadim ve kutlu kentte maneviyat denizisin sen. Bu masmavi denizden bir katre alanlar, ermiştir kurtuluşa. Dünyayla aramıza kalın bir duvar örersin sen. Günahlarımızla yüzleştirir, tövbe kapısına çağırırsın bizi. Sende duvarlar duvar, taşlar taş olmaktan çıkar, bir nur halesine dönüşür adeta. Caminin ortasındaki o mermer havuz ‘Havz-ı Kevser’in minyatürü misali serinletir kavrulan hissiyatımızı…
Ey Ulu mabet!... İnce minarelerinin gölgesi billurdandır. İçimde pörsüyen imanımı tazelersin günde beş vakit okunan gül yüzlü ezanlarınla. Sis çökmüş ufuklara doğarsın bir güneş misali… Hatıralarımı yıkarım o gül nefesinde. Hüzzam besteler yankılanır derunumun kuytularında. Buhurizade Mustafa Itri’nin nağmeleri, sular içimdeki kızgın çölleri… Dudaklardan dökülür Hafız-ı Şirazî’nin yakıcı mısraları, bir kıvılcıma teslim olur gönül çıralarım…“Meclis-i bezm-i ıyş râ gâliye-i murâd nist/Ey dem-i subh-i hoş nefes nafe-i zülf-i yâr kû”… Nice bahçeler yanar tomurcuk güllerin hasretinden. Yüreğim yağmalanır bu hicran gurbetlerinde. Uçurumun eşiğinde zanlarımla cebelleşirken sen tutarsın nasırlı ellerimden…
Ulu Çınarların Koca İmparatorluğu Remzettiği İlk Payitaht, Aziz Şehir Bursa
Acılarımız, hüzünlerimiz, elemlerimiz, hicranlarımız ulu çınarlar misali kök salmıştır, mübarek toprağına. Huzurun, sükûnun ve hazzın durağısın sen… Sen geleceğin şafağısın.
Sen; ulu çınarların o sapasağlam kökleriyle mâziyi hâle, hâli istikbale bağladığı kadim şehirsin Bursa… 624 yıl bütün heybetiyle ve ihtişamıyla dimdik ayakta kalan Osmanlı çınarı, senin bereketli topraklarında boy atmıştı. Onun içindir ki en sadık dostundur koca çınarlar; onlarla sabah akşam, özellikle de seherlerde maziyi yâd ederek söyleşirsin yaşlı gözlerle…
Yahya Kemal’in deyimiyle ‘kökü mâzide olan âtî’sin sen. Puslu ufuklardan kör karanlıklara doğan güneşsin. Bin Bir Gece Masalları kadar gizemlisin. Rahmanî bir rüyanın tabirisin. Çınarlar örmüştür gül yüzlü kaderini. O koca çınarlar ki upuzun dallarıyla Anadolu’yu kızgın güneşlerden asırlarca korumuştur; üç kıtaya kök salmıştır sağlam kökleriyle. Evliya Çelebi der ki “Bursa’da göğe yükselmiş öyle çınarlar vardır ki gölgesinde on bin insanı barındırır.” Bu söz mübalağalı görülse de bence eksiktir bile. Çünkü senin toprağında boy veren kutlu çınarlar, milyonlarca insanı gölgesinde bahtiyarca yaşatmıştır.
Gönül gergefinde geleceğin aydınlık kentlerini sabırla işlemektesin Bursa... Bu kentlerin karanlık gecelerine kandil olmaktasın toprağın altında yatan aydınlık ruhlarınla. Gül yüzlü bir medeniyet kurmaktasın, seherde ruhları derin uykusundan uyandıran ezanlarınla…
Zamanın İkinci Boyutunun Yaşandığı Ulu Ruhlar Meşceri Tophane
Bursa’nın o doyumsuz kuşbakışı nazarını gözbebeklerinde ebedileştirirsin sen... Osmanlı Devleti’nin kurucusu ve isim babası Osman Bey ile onun biricik oğlu, Bursa’nın mangal yürekli fatihi Orhan Bey şimdi eski bir Bizans manastırında, Gümüşlü’de ebedî uykusunu uyumaktadır. İstiklal Savaşı Şehitler Anıtı, görkemli Türk tarihin yekpare bir bütünlük teşkil ettiğini haykırmaktadır dirilere. Tophane Kulesi’ndeki saatin akrep ve yelkovanı başka bir boyutta tebessüm etmektedir sular seller misali akıp giden zamana.
Bursa’yı henüz alamadan önce ruhunu Rahman’a teslim eden Osman Gazi, oğlu Orhan Bey bu şehri fethettikten sonra daha bir huzurla uyumaktadır ebedî istirahatgahı olan Gümüşlü Kubbe’de. Burası ulu ruhların son durağıdır; tarihe açılan bir koridordur. Buradan mahşere açılacak ruh kervanları. Çınarların kuruyan dalları rahmet yağmurlarıyla can bulacak.
Tophane’den bir başka görünürsün Bursa… Dünkü fotoğrafınla bugünkü fotoğrafın birbirine hiç benzemez. Tam bir çelişki suretinde görülürsün. Senin bu çiçek bozuğu hâlini gören Osman Gazi’nin aziz ruhu yaralanır; Orhan Bey; kılıcına davranır haşmetle…
Sabrın Acı Meyvesi Muradiye
Manevî soluk alma durağı, bir huzur sığınağısın sen… Bir gülistansın, güllerin harman olduğu yersin. Burada mahşeri bekleyenler, ipek kaplı gül yastıklara yaslanmışlardır. Burada mermerlere ve taşlara sanki ruh giydirilmiştir. Osmanlı’yı remzeden ulu çınarların vefa suyuyla sulanmıştır. Selvilerin tevhidi işaret edercesine elif gibi düzdür ve göklerde nazlı nazlı salınmaktadır. Yeşillikler ortasındaki şadırvanlardan akan duru suların, sonsuzluk hissini ruhlara adeta ezberletmektedir. Seni ziyaret edenler, dünle bugün arasında kurulan o ince hayal köprüsünden geçerek zamanın farklı bir boyutunda arz-ı endam etmektedir.
Seni böyle ruh giydirilmiş halde görünce Tanpınar’ın şu manidar sözleri geliyor aklıma. “Cedlerimiz inşa etmiyor, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu. Duvar, kubbe, kemer, mihrap, çini hepsi Yeşil’de dua eder. Muradiye’de düşünür. Yıldırım’da harekete hazır, göklerin derinliğine susamış bir kartal hamlesiyle ovanın üstünde bekler.”
Arzla arş arasında yaşananlara tanık olmuşsun Muradiye… Bu türbe topluluğu Semerkant’taki Şah Zinde ve İstanbul’daki Eyüp Sultan ile birlikte, Türk İslam dünyasının sayılı türbe topluluklarından birisidir. Ölüm burada iyice munisleşir, dirilere gülümser adeta.
Haksızlıklarla adaletin yüzleştirildiği, mizan terazisinin kurulduğu yersin sen... Kanuni’nin Konya’da öldürttüğü oğlu Şehzade Mustafa, Fatih’in Napoli’de sürgünde ölen oğlu Cem Sultan, Yavuz Sultan Selim’in boğdurttuğu kardeşi Şehzade Ahmet gibi bahtsız şehzadelerin türbelerini barındırmandan ötürü senden, Tanpınar’ın ifadesiyle “sabrın acı meyvesi” olarak bahsedilir. Şehzadelerin dünyada erişemedikleri tahtlara cennette kavuşurlar.
Helâl Ticaretin ve Bereketin Durağı: Bursa Çarşıları, Koza Han…
Tarihî İpek Yolu’nun ana güzergâhında zamana karşı ilk günkü tazeliğini ısrarla muhafaza edersin Bursa... Tarihî çarşıların hayat verir şehrin ticaret hayatına. Okçular Çarşısı, Bakırcılar Çarşısı, Kayhan Çarşısı, Bat Pazarı, İvaz Paşa Çarşısı, Uzunçarşı, Çancılar, Bedesten, Kapalıçarşı, Tuz Pazarı ticaretin nabzının attığı tarihî mekânlardır Bursa’da....
Bursa çarşıları deyince özellikle tarihî çarşı Koza Han gelir akla… Ulu Cami ile Orhan Camii arasında zamana meydan okursun sen. Eskiden ipek böceği kozaları satılırdı tezgâhlarında. Sen ki ta Orta Asya’dan gelen ipekböcekçiliği geleneğini yaşattın asırlarca. 95 odadan meydana gelen taş yapın, geleneksel mimarimize en güzel örnektir. Tam ortasında küçük bir mescidin altında, munis su seslerini yayan şirin bir şadırvan vardır. Şimdi umutlar devşirilir her biri bir mağazaya dönüştürülen taş duvarlarla çevrili odalarında. Ana yapı olan Koza Han’ın doğusunda eskiden konaklamaya gelenlerin atlarını bağladıkları ahır ve depoların bulunduğu Dış Kozahan’da atların kişnemeleri duyulur sanki… Burası Uzunçarşı’ya mavi çinilerle süslü bir taç kapı ile açılır. Bu tarihî yapı; hem ticaret, hem ziyaret, hem de dinlenmek için gelen insanlarla dolup taşar bugünlerde bile...
Bursa’nın dünden bugüne değişmeyen değerlerinden birisin Koza Han… Bursa şehrinin gözbebeğisin sen. İpeğin zarafetinin gönülleri okşadığı yersin. Maharetli mimarın olan Abdül ula bin Pulat Şah’ın çekiç sesleri yankılanır taş duvarlarında. Ihlamur kokuları yayılır aktar dükkânlarından. Bir cihan imparatorluğu olan Osmanlı’nın mirasısın bugünkü zamanlara. Sen ki Sultan II. Bayezid’in hatırasısın. Güzelliğinle ve özgünlüğünle ressamların tablolarına, fotoğrafçıların karelerine gizem katarsın. Güler yüzlüdür ahi terbiyesiyle ahlaklanmış esnafların. Herkes birbirinin dürüstlüğünden emindir bu tarihî helal kapısında…
Bursa’nın Buluşma ve Yüzleşme Yeri: Heykel… Dün, Bugün, Yarın…
Cumhuriyetin gülen yüzü, dostların buluşma ve yüzleşme adresisin sen… Saat Kulesinde çakışan bakışlar, zamanın nasıl geçtiğini fark etmezler bile. “Beklemek ateşten daha şiddetlidir” sözünün hakikat olduğunu, burada saatlerce gelecek dostunun yolunu gözleyenler ancak anlayabilir. Fakat verilen söz gereği gelecek olanlar yine sabırla beklenir.
Kaldırımlarında tarihin ayak sesleri saklıdır kadim şehir Bursa’m. Hüzün sarmaşıkları sarmıştır hatıraların eşiğini. Zamanın beşiğinde sallanır mazinin görkemli saltanatı. Uçsuz bucaksız göklere karışır emek bahçesinde akıtılan terlerin misk ü amber kokusu. Gökkuşağının yedi rengi siner cumbalı evlerin bahçelerine. Ölümü dipdiri kılar soğuk mermer taşlarının ihtişamı. Hicran bir hüzün demeti bırakır yürek kapılarına. Karşılıksız kalır uzaklara gönderilen gül kokulu, hasret yüklü mektuplar… Düşler hüzün elbisesini kuşanır, arz-ı endam ederek süzülür geçmişin kapı aralığından. Yitik güneşler ansızın belirir ufkun ardından. Yara almış hatıralara merhem olur yarına dair düşlerimiz. Koca çınarların gölgesinde soluruz dünün siyah beyaz duygularını. Sebillerden akan berrak sular ruhların kirini süzer kuşatılmış zaman imbiğinden. Esrik duygular gölgelerin eteğine tutuşur vaktin derinliklerinde. Bursa’da zaman büyür; ikinci bir zamana dönüşür adeta. Bursa’da mazinin gölgeleri irileştikçe irileşir.
Titrek bir sonbahar yaprağının hüznünü taşırsın Bursa’m… Hüzün ki senin maziden hâle taşıdığın ganimettir; hüzün en içli hâlinin tasavvurudur. O yeşil gözlerinden süzülür iri bir damla yaş… Şehrengizleri kıskandırır o soylu güzelliğin. Uludağ’ın eteklerine yaslanan tarihi kentte geçmişle bugün kol kola yürür geleceğin aydınlık şafağına. Eski gramofonlarda çalınan Bursa’ya dair türküler daha bir yanık, şarkılar daha bir mahzundur. Her biri yürek delen misalidir. Şehrin uyanış demlerinde gamzeli yüzlerden yayılan tebessümler aynalardan taşmıştır. Sımsıcak yatağından kalkıp güne “Merhaba” dersin Bursa... Karanlık geceyi geride bırakıp aydınlıklara doğru yol alırsın öylece… Bursa, sen maziyi koynunda besleyip büyüten vefalı bir şehirsin. Vefa senin mayanda var. Senin yarınların dünün ak renginde olacaktır.
Gönüllerin başkentisin Bursa... Tanpınar ne de güzel söylemişti: “Bir kent bir kez başkent olmuşsa, o artık her zaman başkenttir.” diye… 42 yıl Osmanlı’nın payitahtı olma onuru senin ak yüzünde yansır daima. Sırf bu yüzden tafra satmanı çok görmemek lazım sana… Mütebessimdir bu kentin tarihe bakan yüzü. Dünle bugün, bugünle yarın arasında sağlam köprüler kurar gece gündüz demeden. Eksik yanlarımızı tamamlarsın Bursa... Neftî minyatürlere gömülen tarihin, çinilerinde uyanır mahmur gözlerle. Serzenişlerin âhı tutar gök kubbenin yedi kutlu basamağını. İsyan sözcükleri yakılır her yanı is tutmuş ocaklarda. Eprimiş düşler gecelerin karanlığından kaldırır başını, gözbebeklerimize abanır seherlerde.
Gül şehri olarak bilinen gül yüzlü Bursa’m! Bir başka güzelsin erguvanlar açtığında… Erguvanlar, sakinlerini aşka çağırır. Bu güzel şehirde baharın ve yüreklerde tomurcuklanan aşkın müjdecisidir erguvanlar... Onlar ki bu şehrin zihnimize kazınan suretinin ayrılmaz bir parçasıdır. Altı asır evvelki o Erguvan Bayramları hafızalardan hiç silinmez Bursa’da…
Bursa’da Zamana Mührünü Vuran Yerler: Külliyeler, Kale ve Surlar
Hisar Kapı, Yer Kapı, Zindan Kapı, Pınarbaşı Kapı, Kaplıcalar Kapı adlarında girişleri olan kalen; tarihin kalp atışlarının hissedildiği müstesna bir mekândır. Oldukça yüksek olan bu kalede ölüme meydan okuyan savaşçıların naraları saklıdır. Bugünden mâziye bir koridor açarak tarihî kaleyi inşa eden Bithynia’nın taş ustalarının çekiç seslerini kale duvarlarından hissetmek mümkündür. Bithynia’daki antik çağın sancıları ta iliklerde hissedilebilir.
Bursa Kalesi deyince Nazım’ın “Sevdalınız komünisttir,/on yıldan beri hapistir,/ yatar Bursa Kalesi’nde…/Yüreği delinip batmadan/şarkısı tükenip bitmeden/cennetini kaybetmeden/yatar Bursa Kalesi’nde.” dizeleri de takılır aklımın bir kenarına.
Bursa surları coşkun sular gibi akıp giden zamana bir de tarihin burçlarından bakılması gereken yerdir. Bursa’m, sen kale ve burçlarınla daha bir heybetlisin. Bu ihtişamlı, mağrur ve asil duruşunla dostlarına güven, düşmanlarına ise korku telkin ediyorsun. Bize gül yüzlü mâziyi her dem doyasıya yaşatıyor, geçmişten hâle, hâlden istikbale bir köprü oluyorsun.
Maneviyatı iliklerine kadar sinmiş Bursa, sen aynı zamanda bir camiler, külliyeler şehrisin. Göz kamaştırıcı külliyelerinle bugün de capcanlı yaşıyorsun. Sen inanç turizminin merkezi ve mânâyla yoğrulan gönüllerin bugünkü başkentisin; sevdamızın mihrabısın sen…
Ölüler de, diriler de senden bir şeyler umar gül yüzlü Bursa… Bir güvercin simit bekler Muradiye’nin gölgelik avlusunda. Merhamet senin o ulvî şahsiyetinin asil mayasıdır.
Ovanın yeşilini, göğün mavisini giyinirsin genç bir kız edasıyla her sabah Bursa… Ulu çınardan bir iri yaprak düşer… Çınar yine de bir şey kaybetmez gözleri kamaştıran ihtişamından. Ölüm çalar ruhların kilitli kapısını. Tozlu albümlerde kalan yarısı yırtık bir fotoğraf, yaşama dair tek tanığınız olur. Ayaklanır, sımsıcak soluğu kesme taşlara sinen küllenmiş tarih… Toprağının kara bağrında yatar yeşil sarıklı Osman Gaziler, Somuncular, Üftadeler… Mermerlerin nabzından ve âminler yankılanan kubbelerden bir el uzatılır yaşayan fanilere. Tarihe tanıklık etmiş Orhan Camii salâtsız felah olmayacağını haykırır günde beş kez süngü misali minarelerinden. Ruhlar kıyama durur servilerin zikre daldığı aydınlık seherlerde.
Ölümün Her Dem Tazelendiği Koruduğu Uhrevî Gölgelikler: Türbeler
Ey kesme taşların uhrevî manayla sırt sırta verdiği türbeler!... Sizler nice ihtişamlı hayatların son durağısınız. Dünyanın ahrete açılan penceresisiniz Bursa’da… Lisan-ı hâllerinizle biz dirilere çok şeyler anlatırsınız da, basiret nazarları körelen bizler bir şey anlamayız o sakin ve asil duruşunuzdan. Ölüm ne kadar da munis görünür bu türbelerinde…
Emir Sultan, Molla Fenari, Üftade, Somuncu Baba, Abdal Murad, Abdal Mehmed, Ahmed Gazi, Süleyman Çelebi gibi mana erleri, sizler servilerin uhrevî gölgelikleri altında sonsuzluk uykusuna dalarak bu toprakların manevî sahibi olmaya devam ediyorsunuz.
Ey her biri bir manevî gölgelik olan türbeler şehri Bursa!... Hayatla ölümün senin kadar iç içe girdiği, kucak kucağa olduğu şehirler nadirattandır. Ölümle hayat arasına kurulmuş bir mânâ köprüsüsün sen. Sen ki bahtsız ölü şehzadelerin ve ölü padişahların son durağısın. Onlara son vazifeyi ifa eden; onlar için ağlayan şefkatli bir anne hükmündesin.
Ey Bursa; sendeki türbeler ve servilerle donanmış kabristanlar, hayata dâhildir. Her cami avlusunda bulunan türbeler ve kabirler ‘Dikkat ölüm var’ der gibidir. Kabristanların şehrin içinde yer alması, ölümle hayatın aslında birbirlerinin sebep ve sonucu olduğu gerçeğini dirilere hatırlatmak, onların davranışlarına, kendilerine dikkat etmeleri gereğini ihtar etmek içindir. Modern kent mimarları, mezarları şehrin uzağına atmakla ölümü hayattan kovduklarını mı zannederler? Oysa türbe ve kabristanlar ölümü hatırlatan mekânlardır Bursa’da... Bu uhrevî gölgelikler, hayatla ölüm arasında zihinlerde oluşan dipsiz uçurumları da ortadan kaldırmaktadır. Bursa, ölüsüyle ve dirisiyle hayatla barışık bir tablo çizmektedir.
Bursa’da türbeler, hayatın maddeden de devam ettiği yerlerdir; zira bu mekânlar hiç boş kalmazlar. Fatih Sultan Mehmet zamanında Buhara’dan Bursa’ya gelen Şeyh Ataullah Hazretleri, nam-ı diğer Tezeren Sultan’ın İvaz Paşa’daki türbesi, yine Buhara’dan gelen Emir Sultan’ın son istirahatgahı, Ulu Cami imam-hatiplerinden, Mevlid şairi Süleyman Çelebi’nin Çekirge’deki kabri, Hisar’daki Üftade Türbesi, Molla Fenarî kabri, Tuzpazarı’nda son uykusunu uyuyan İsmail Hakkı Bursevî’nin mezarı gece gün gönül dostlarıyla dolup taşar.
Bursa’nın Zamana Tanıklık Eden Mekânları: Tarihî Doku, Cadde ve Sokaklar…
Maziye tutulan saf bir aynasın yeşil gözlü Bursa’m… Senin bu tertemiz aynandan geçmişin ihtişamı yansır seherlerde. Bursa, Bursalının aynasıdır şüphesiz... O aynadan yansıyanlar, kent ruhunun dışa yansıyan akisleridir. Çünkü şehirler, üzerinde yaşayanların ortak haneleri hükmündedir. Sözün bu noktasında Üstad Hilmi Yavuz ne güzel söylemiş: “Bir kentte yaşayanlar, giderek o kentin kimliğini edinir. O kent düzenliyse insanlar da düzenlidir. O kent temizse insanlar da temizdir. Gürültülü ise gürültücü, dinginse dingindirler.” diye…
Türbelerin, camilerin, şadırvanların, hanların, hamamların, gül kokulu bahçelerin, caddelerin ve daracık sokaklarınla hayata tebessüm ediyorsun Bursa... Hayata can ve heyecan katıyorsun sen. Bir biblo gibi göz alıcı ve gönül yakıcısın sen. Cennetten uzatılan bir gül gibisin. Cadde ve sokaklarında geçmişin derin ve yorgun izleri soluk alıp vermektedir.
Şehirlerin en güzeli Bursa; sen ki şehrengizleri kıskandırırsın. Ufuk çizgisinde geleceğin aydınlık resmi belirir. Daralan vakitlere sığmaz koca geleceğin… Mutluluğun resmini çiziyor zaman keskin fırça darbeleriyle. Gecenin tenhalığında gelen hissiyata bir tutam hüzün karışıyor. Gözlerim buğulanıyor hüznü yudumlarken. Titrek ışıklar gölgesini bırakıyor çınarların altına. Gülkurusuna banan umutlar ellerimde ufalanıyor. Ünsiyet peyda oluyor seninle aramızda Bursa... Sen ki yüreğimi yakıyorsun aşk ateşlerinin en korunda…
Günahını vebalini sırtıma yüklüyorum Bursa’nın meçhul yarınlarının. Senden yadigâr kalan uykusuz geceleri taşıyorum gözbebeklerimde. Derin bir ‘âh’ın göbeğinde saklanıyor çığlıklar. Yorgunluğumun sebebi oluyorsun Bursa… Durgunluğumun, yenilmişliğimin bir parçası oluyorsun bir puzzle’ın en zorunda. Direnişim ışığa varana kadar sürecek elbet… Şehir beni bağrına basmadan bitmeyecek ısrarım. Sana giden yolların kırılgan yüzü ayaklarıma değecek bir gün. Umut çeşmelerinin suyu akacak tez vakitte… Bulutlar güneşin önünden çekecek ipekten şalını. Pişmanlıkların pası silinecek yüreğin muhacir duygularından.
Dünün Değerlerini Sırtında Taşıyan Yarının Bursa’sı
Uzak ve yakın ilçelerinle de, varoşlarınla da bir başka güzelsin sen… Gemlik’te denizin mavisi dağların yeşiline karışır. Tarih’te dört kez başkent olmuş, dört ayrı medeniyete ev sahipliği yapmış İznik’inde onca tarihî eser zamana meydan okuyarak bugünü selamlamaktadır. Mudanya şehrin, tarihte silahları susturan bir liman kentidir; Bursa’nın denize açılan kapısıdır. Burda yakamozlar mavi sulara bir şeyler fısıldar o kısık sesiyle...
Sen tarihin derinliklerinden gelen, dimdik ayakta duran eski bir başkentsin. Başka şehirlere benzemezsin, muayyen bir devrin malısın sen. Geçmişin hayaliyle uyursun zamanın koynunda. Zaferlerle dolu tarihin, efsaneleri bile gölgede bırakır. Yemyeşil ovana bakınca sonsuzluk hissi uyanır içimizde. Uludağ’ın, her ne kadar sönmüş bir volkan olsa da yine de asildir, mağrurdur. Giydiğin o rengârenk elbise artık dar gelmekte üzerine. Muradiye, Yeşil, Gümüş, Nilüfer, Geyikli Baba, Emir Sultan, Konuralp ad olur bu şehrin en güzel köşelerine...
Çeşmeler, hamamlar, kaplıcalar şehrisin Bursa… Nilüfer kaplıcaları şifa kaynağıdır hastalara. Hayata anlam katan artı değersin sen. Burda su sesi kulaklara değen en kesif bir melodi hükmündedir. Köklü bir su medeniyetisin. Burda her şey sudan derin izler taşır.
Sönmüş bir yanardağ olan Uludağ’ın eteklerinde dünden aldığın hızla ve hazla yarınlara koşmaktasın. Şerefli mazinle başın göğe değer Bursa… Seni kuran bilge mimarlar, taşı ustaca yontarak ona adeta ruh kazandırmıştır. İslam’ın diriltici nağmesi senin o tertemiz dudaklarından dökülür. Sen, üzerinde gezip dolaşanlara zamanı unutturan şehirsin. Zamanı yekpare bir ân’a dönüştürürsün. Sende hayali hakikatten, rüyayı yaşanan andan ayırmak pek müşküldür. Kronolojik zamanın, üzerinde yaşanan anı gölgelemektedir. Toprakların üzerinde yaşanan zaman, mücerretle müşahhas arasında gidip gelmektedir. Bu zaman, geçmişi geleceğe taşıyan mazinin izdüşümüdür. Sende yaşanır ikinci zaman, vaktin gümüş renkli tül perdesini yırtansın sen... Sende ikinci bir zamanın varlığından şüphe etmiyorum doğrusu…
Seni o şanlı mazinden koparmak için çift mesai yapıyor haydutlar… Bursa’yı Bursa’da arıyorum yalınayak… Nerdesin Bursa, ses verir misin? Tanpınar’ın bahsettiği Bursa düşlerde saklı… Nerde o güzel bahçelerin, bahçeli evlerin…“Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedîm;/Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana” dizesi zihnimin kapılarını yumrukluyor. Özü gitmiş, sözü kalmış temeli bu topraklarda atılan Osmanlı’nın.
Karaçelebizade Aziz Efendi’nin çeşmelerinin oluklarından akan duru suları bulandıranlara izin verme sevgili Bursa… Aksi halde kirli damacanalara mahkûm yaşarsın. Unutma ki zaman ve tarih, kendisine saygı duymayandan intikamını er geç alır, alacaktır da…
Kadim Kente ve Tanpınar’a Dair
Şehirlerin şairleri olduğu gibi, şairlerin şehirleri de vardır. İşte Bursa, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, gönlünde büyüttüğü, adeta aşk derecesinde bağlandığı bir şehirdir. Bunun içindir ki ‘Beş Şehir’ adlı nefis eserinde, mercek altına aldığı kentler arasında Bursa da vardır. Onun duygu süzgecinden geçen ‘Bursa’da Zaman’ şiiri, zamanı aşarak bugüne kadar ulaşmıştır. Bu şiir altın kakmalı harflerle Bursa şehrinin batı ve doğudaki giriş kapılarına yazılsa yeridir.
Bursa’nın asırlarca beklediği, tabir caizse düşlerini emzirdiği şairdir Tanpınar… O, saf ruhunun aşiyanını biraz da Bursa’nın inşa ettiği bir şairdir. Bursa onun dizelerinde oturmuştur şiirin zümrüt tahtına. Beş Şehir’in içinde o da vardır. Tanpınar, Bursa’ya uzaktan baksa da, basiret nazarlarıyla onu gönül aynasında en ince ayrıntılarına kadar görmüş ve anlatmıştır.
Bursa’da doğan ve bu şehre bir şehrengiz yazan Mustafa Armağan, Bursa’yla Tanpınar’ı bakın nasıl özdeşleştirmiş: “Bursa ve Tanpınar isimleri, karşılıklı iki ayna gibi yansıtırlar birbirlerini. Kendileri değildir elbette aynada gördüklerimiz. Birbirlerinin içine doğru uzanan ve birbirlerini şekillendirmek için gayret sarf eden ama ayrılmaya da gönülleri razı olmayan iki kutup gibidirler. Şöyle bir benzetme yapmak yerinde midir bilmem: Günün birinde Bursa tamamen yıkılsa onu Tanpınar’ın eserinden hareketle yeniden inşa etmek – en azından bir Bursa için- mümkündür. Yahut tersi: Tanpınar’ın bütün eserleri kaybolsa dünyamızdan, Bursa’ya bakarak Tanpınar’ı yeniden kurmak imkânı mevcuttur. Aralarındaki yakınlığı biraz abartarak da olsa bu şekilde dile getirebileceğimizi düşünüyorum.”
Bursa’da İkinci Zamana Zeyl Niyetine
Ey kadim şehir Bursa, senin genetiğini değiştirmek isteyenlere müsaade etmeyeceğiz; gözünü para hırsı bürüyenler senin asil ruhunu çalamayacaklar. Soluk borunu tıkayıp seni suni solunuma mahkûm edenlere, şah damarını kesmek için fırsat kollayanlara göz açtırmayacağız.
Seyyah Evliya Çelebi’nin dediği gibi; sen ruhaniyetli bir şehirsin, şehrengizler güzelisin. Somuncu Baba’nın mübarek ve muazzez duasının bereketini taşıyorsun mana âleminde. Günümüzde, 1855’te yaşadığın ‘küçük kıyamet’e rahmet okutanlar var. O zamanlar ‘Osmanlı’nın dibacesi zayi oldu’ diyerek feryadı basan Keçecizâde Fuat Paşa, bugünleri görse acaba gözünde yaş kalır mıydı? Bizler bu tarihî şehrin erimesine niçin müsaade ediyoruz ki?
Özünden ve mazisinden her geçen gün koparılan kadim medeniyetler şehri Bursa için feryat ü figan etmenin zamanı gelmiş, geçmek üzeredir de… Yunus Emre misali “Kasdım budur; şehre varam/Feryad-ü figan koparam!” demek için daha ne bekliyoruz? Kuş tüyü yataklarımızda, zamandan ve mekândan habersiz uyuduğumuz o gaflet uykularından ne zaman uyanacağız? Bursa’m, seni bu yoz yüzünle görmek bizlere cehennem azabı yaşatıyor? Yalvarıyoruz sana, uyandır sakinlerini, ne olur kus içinde ecnebî ne varsa; titre ve kendine dön! İncitme toprağında sonsuzluk uykusunu uyumakta olan Üftadeleri, Emir Sultanları, Somuncu Babaları, Osman Gazileri, fatihin olan Orhan Gazileri… Ne olur üzme ve hiç üzülme! Sen bir kere üzülürsen, biz iki kere üzülürüz. Bulutlanırsa senin gözlerin, bizler çağlayanlar misali kan yaş ağlarız. Sen bizim hiçbir şeyle değiş(e)meyeceğimiz dünya cennetimizsin. Toprakların üzerinde yaşamayı bahtiyarlık görüyor ve seni çok seviyoruz.
Gönül ülkesinin aşk payitahtı Bursa!... Sen taşlarda gülen tatlı bir rüyasın. Görüş ve sezgilerin mistik membalardan beslenir. Sen Osmanlı’nın ana rahmi mesabesindesin. Sendeki egemen zaman, geçmişten arta kalan vaktin eşya üzerindeki derin akisleridir. Bursa’m; sende tarih, zaman ve mekân kendi dilince konuşur; bazen de vurdumduymazlıklar karşısında feryat eder durur. Bunun yegâne sebebi şehrin tarih, zaman ve mekânla olan bağlarının koparılmaya çalışılmasıdır. Şehrin ruhunun haramilerce çalınması, feryadın asıl sebebidir. Bu kadim kenti çarmıha gerenler, bağrından çıkan ve senin hissiyatından beslendiğini zanneden modern şehir havarileridir. Sen gerçek dostla, düşmanı ayırt edebilecek yaşta ve olgunluktasın Bursa… Sen etrafını çepeçevre saran zehirli sarmaşıkları üstünden atabilecek güçte ve kararlılıktasın.
ON ALTI PENCERELİ SARAY YAHUT OSMANLI’NIN DİBACESİ
M. NİHAT MALKOÇ
“Nâgehan ol şâra vardım, ol şârı yapılır gördüm,
Ben dahi bile yapıldım, taş u toprak arasında…”
Hacı Bayram Veli
Birinci Pencere: Girizgâh Niyetine...
Mâziye sihirli bir ayna tutan kadim şehirler dünle bugün, bugünle yarın arasında köprü vazifesi görürler. Onlar geçmişin birikimini canlı bir şekilde bugünlere yansıtırlar. Sağduyulu insanlar gibi, kadim şehirlerin de otokontrol mekanizmaları vardır. Köklü şehirler, içinde yaşayanların kör insafına terk edilmiş değildir. Böyle olsaydı bu şehirlerimizde geçmişten izler bulamazdık. “Modern zamanların yıkıcılığına en fazla dayanabilen şehirler, herhalde coğrafyasının kendisini koruyabildiği şehirlerdir. Veya coğrafyasına sığınıp, mevzilenebilen şehirlerdir. Herhalde onun içindir ki, eskiler şehir kurarken öncelikle coğrafyanın bu özelliğine dikkat ediyorlardı. İstanbul, Amasya, Bursa gibi medeniyet şehirleri coğrafyasının kendilerini kucakladığı, korumaya çalıştığı şehirlerimizdendir.”(1)
Şehirlerimizi dijital istilalardan korumak için öncelikle geçmişimizle yüzleşme ve barışma mecburiyetimiz vardır. Bu gerçekleşmeden sağlıklı şehirler kurulamaz. Bunu gerçekleştirebilirsek betondan ibaret soğuk mekânlar kurmaktan vazgeçip insanî yönü ağır medeniyet şehirleri kurabiliriz. Fakat mevcut durum bu yolda olmadığımızı, aksine mazimizle cedelleştiğimizi gösteriyor. Hilmi Yavuz'un şu serzenişi ne kadar yerindedir: “Avrupa şehirleri, modernliğin simgesi olan beton ve 'taş yığını' cetvel-şehircilik anlayışından vazgeçip tabiat'a dönerken, biz tabiat'ı yok ederek şehirlerimizi taş yığınına dönüştürüyor; Avrupa yerleşim konseptinde az yoğunluklu mahalle toplulukları düzenini inşa ederken, biz 'gaddar cetveller'le geleneksel mahalleleri yok ediyoruz!. Bu ne biçim Avrupalılıktır, Ya Rabbi!”(2)
Yüzyıllar boyunca insanlığa sımsıcak bir kucak, sakinlerine de her daim tüten bir ocak olmuştur yeşil gözlü Bursa… Roma’dan Bizans’a, Selçukludan Osmanlı’ya, Osmanlı’dan da Cumhuriyet’e kadar bu kadim şehir; ekonomik, sosyal ve kültürel anlamda da bir eşik ve beşik vazifesi görmüştür tarih boyunca. Şehri emsalsiz kadim tarihî eserlerle dekore eden mâzisine saygılı, yarınlarımızı aydınlatan ve bize ümit aşılayan istikbaline karşı da daima sorumlu bir şehir profili çizmiştir Bursa… Onun içindir ki bu şehirde dün ve bugün birbirine karılmıştır. Bir yanda ihtişamlı mâzi, bir yanda da bilim ve teknolojiyle cilalanan gelecek…
Ufak tefek arızalara rağmen Bursa, modern zamanlara karşı varlığını muhafaza edebilen ender medeniyet şehirlerinden bir tanesidir. Bunun yegâne sırrı bugün dimdik ayakta duran tarihî eserlerin burda bir çeşit zaman nöbeti tutmaya devam ediyor olmasıdır. Durum bundan ibaretken siz cesaret edip de bu zaman nöbetçisini uyutup veya bir şekilde devre dışı bırakıp onun mahremine tasallutta bulunamazsınız. Çünkü insan uyusa da zaman nöbetçisi uyumaz; onun gecesi gündüzü yoktur, onun bir kenara çekilip dinlenme ihtimali mevcut değil. O, geçmişten aldığı güçlü sorumluluk duygusuyla şehri ve içindekileri dijital istilalara karşı korur. Dijital istila deyip de geçmeyin, bugün şehirlerin ruhunu söküp alan ondan başkası değil. Şehirlerimizi ve gül yüzlü mekânlarımızı robotlaştıran dijital istilaların hoyrat elidir.
İkinci Pencere: Prusa'dan Bursa'ya Şehrin Ana Dinamikleri
Asya'yla Avrupa arasındaki geçiş noktasına çok yakın bir yerde kurulmuş olan Bursa, Prusa'dan Bursa'ya geçen süreçte birçok kadim medeniyete beşik ve eşik olmuştur. Konumunun özelliğinden dolayı Doğu ve Batı kültürünü ruhunda meczetmiştir. Şehirdeki Hitit, Lidya, Frigya, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı kültürlerinin izlerinin varlığı buna delildir. Bursa bu farklı kültürleri aynı potada eritebilen hoşgörüde mahir bir sevgi şehridir.
“Bursa’nın tarihî geçmişi neolitik ve kalkolitik dönemlere kadar indirilebilmektedir. Bursa ve civarı önceleri “Bithynia” olarak anılmaktaydı. Adını Bithynia kralı 1. Prusias’dan alan Bursa ve çevresi çok eski çağlardan beri yerleşimlere sahne olmuştur. 'Prusia' adı, zamanla Prusa, sonra da Bursa’ya dönüşmüştür. Türkler bölgeye ilk kez 1071 yılından sonra gelmişlerdir. İznik 1081–1097 yıllarında Anadolu Selçuklu Devletinin başkentliğini yapmıştır. Bursa, 1307 yılında Osman Bey tarafından kuşatılmış, uzun süren kuşatmadan sonra 6 Nisan 1326′da Osman Bey’in oğlu Orhan Bey’in kenti teslim alması ile Bizans devri kapanmış, Osmanlı devri başlamıştır.”(3)
Osmanlıya başkentlik yapan Bursa, tarihte hiçbir dönemde önemini kaybetmemiştir. O hep on sekiz yaşında genç bir kız gibi gözde ve alımlı olmaya devam etmiştir. Diğer şehirler ona hep gıptayla bakmıştır. Şimdilerde mülkî anlamda olmasa da gönüllerin başkentidir Bursa... Tanpınar ne de güzel söylemişti: “Bir kent bir kez başkent olmuşsa, o artık her zaman başkenttir.” diye… 42 yıl Osmanlı’nın payitahtı olma onuru bu şehrin yüzünde yansır daima. Sırf bu yüzden tafra satmasını çok görmemek lazım bu şehre… Mütebessimdir bu kentin tarihe bakan yüzü. Dünle bugün, bugünle yarın arasında sağlam köprüler kurar gece gündüz demeden. Eksik yanlarımızı da tamamlar aslında. Neftî minyatürlere gömülen tarih, Bursa çinilerinde uyanır mahmur gözlerle. Serzenişlerin ahı tutar gök kubbenin yedi kutlu basamağını. İsyan sözcükleri yakılır her yanı is tutmuş ocaklarda. Eprimiş düşler gecelerin karanlığından kaldırır başını, gözbebeklerimize abanır seherlerde...
Adı tarihe altın harflerle kazınan, altı asra hükmeden Osmanlı’nın ilk göz ağrısı, ilk payitahtıdır Bursa... İki bin iki yüz yıllık tarihi içinde hem klasik Roma’nın, hem de Doğu Roma’nın en önemli şehirlerinden biri olarak kazınmış hafızalara. Bursa ki, İsa nebiden iki yüz yıl evvel kurulmuş. Bu müstesna şehir, gönlümüzün Medine’sidir; kalplerimizin mihrabıdır; Osmanlı’yı kuran şerefyab şehirdir. Fatihi olan Orhan Gazi’nin kılıcının şakırtıları ve doru atının kişnemeleri duyulur bu kadim kentin kesme taşlarında. Keşiş Dağları’na düşer o mahzun sesi. Uludağ’ın eteklerinde uyur her gece; bembeyaz karlar yorganı olur zemherilerde. Dağların yeşilini, göklerin mavisini genç bir kız edasıyla giyinir her sabah.
Üçüncü Pencere: Tanpınar'ın Bursa'da Yakaladığı Yekpare Zaman....
İnsanların hayatını kıskaca alan ve sınırlayan zaman kavramı bugüne dek hep tartışıla gelmiştir. Şairler, yazarlar, ressamlar ve müzisyenler kendilerine göre bir anlam yüklemiş zaman kavramına; onu mutlak değer değil, izafi bir ölçü birimi olarak algılamışlar. Zamanla meselesi olan şairlerden birisi de Ahmet Hamdi Tanpınar'dır. “Ne içindeyim zamanın/Ne de büsbütün dışında/Yekpare geniş bir anın/Parçalanmaz akışında..."(4) diyen şair, zamana farklı bir açıdan bakar ve onu bir bütün olarak algılar. Henri Bergson'un “durée” sözcüğüyle ifadelendirdiği zaman, Tanpınar'ın da muhayyilesinde somut bir öğe olarak varlığını sürdürür. “Şiir ve sanat anlayışımda Bergson'un zaman telakkisinin mühim bir yeri vardır.”(5) diyen Tanpınar, “Bursa'da Zaman” şiirinde, sanatının tekâmül etmesinde eşsiz bir yere sahip olan Bursa'ya bu bakış açısıyla nazar eyler. Şair ve eleştirmen Hilmi Yavuz, Tanpınar’ın adının da önüne geçen “Bursa’da Zaman” şiirine bir de bu pencereden bakar:
“Bursa’da Zaman şiirinde ise, Tanpınar, Durée ile Dış Zaman arasındaki çatışmayı, tıpkı T.S.Eliot’ın ‘Portrait of a Lady’de ve ‘Prelüdler’de olduğu gibi, uyumlu bir birlikteliğe dönüştürmeye çalışır. Şair, Bursa’dadır; –Bir eski cami avlusu/ Küçük şadırvanda şakırdayan su’ dizeleri, dışsal zaman olarak Şimdi’ye ve ‘Yeşil türbesini gezdik dün akşam’ dizesi ise, yine dışsal zaman olarak Dün’e atıfta bulunur. Tanpınar, Bergson’cu bir ‘istençsiz bellek’le, gayrı ihtiyari, geçmiş’e dönerek iç zaman’ı, Durée’yi yaşamaya başlar. Bir bellek anı, ötekini çağırır ve şairin anlığı (zihni) şimdi ile geçmiş ve gelecek arasında gider gelir.” (6)
Anlaşılan o ki Ahmet Hamdi Tanpınar, Bergson’un zaman kavramından bir hayli etkilenmiştir. Onun, “Bilirim kimse içemez / Üst üste aynı pınardan / Bir veda gibi her nefes / Alışılmış kıyılardan”(7) dizelerinde de Bergson’un zaman kavramının derin izleri vardır.
Tanpınar, Bergson’un zaman ve süre(durée) kavramlarına getirdiği yaklaşımın ışığıyla bakar muhayyilesini süsleyen Bursa’ya. O, Bursa’da yaşanan ân’ın değil, hep ikinci zamanın peşindedir. Onun bu tarihî coğrafyada ikinci zamanın oluşuna dair tereddüdü yoktur. “Bursa’da ikinci bir zaman daha vardır diye düşünebilir.” ifadesiyle bunu adeta tescil etmiştir.
Tanpınar, Bursa’yı hep muayyen bir devrin malı olarak görür. Onun zihnini meşgul eden Bursa’nın dünüdür. Beş Şehir’de Bursa’nın bugününe, yani Tanpınar’ın yaşadığı dönemdeki günlük hayatına dair tezahürler yoktur. Zaman geçse de, bu kadim şehir birçok değişime maruz kalsa da o hep dündedir. Yani onun zihninde Bursa’nın gönül saati mâzide durmuştur. Sanki akışkan zaman, dünde durarak taş kesilmiştir. O, bu durumu şöyle izah eder:
“Bu şehirde muayyen bir çağa ait olmak keyfiyeti o kadar kuvvetlidir ki insan ‘Bursa’da ikinci bir zaman daha vardır’ diye düşünebilir. Yaşadığımız, gülüp eğlendiğimiz, çalıştığımız, seviştiğimiz zamanın yanı başında, ondan daha çok başka, çok daha derin, takvimle, saatle alâkası olmayan; sanatın, ihtirasla, imanla yaşanmış hayatın ve tarihin bu şehrin havasında ebedî bir mevsim gibi ayarladığı velût ve yekpare bir zaman… Dışarıdan bakılınca çok defa modası geçmiş gibi görünen şeylerin, bugünkü hayatımızda artık lüzumsuz zannedebileceğimiz duyguların ve güzelliklerin malı olan bu zamanı bildiğimiz saatler saymaz, o sadece mâzisinde yaşayan bir geçmiş zaman güzeli gibi hatıralarına kapanmış olan şehrin nabzında kendiliğinden atar.”(8)
Dördüncü Pencere: Tanpınar'ın Bursa'sı, Bursa'nın Tanpınar'ı...
Şehirlerin şairleri olduğu gibi, şairlerin de dillerine pelesenk ettiği, hafızalarını çepeçevre kuşatan şehirleri vardır. Sözün bu noktasında aklımıza Ahmet Hamdi Tanpınar ve onun hulyalı saatlerini geçirdiği Bursa geliyor. Bu iki isim adeta iki sevgili gibi birbirini çağrıştıran birer fenomen olmuştur. Mustafa Armağan’ın bu konudaki teşhisi çok isabetlidir.
“Bursa ve Tanpınar isimleri, karşılıklı iki ayna gibi yansıtırlar birbirlerini. Kendileri değildir elbette aynada gördüklerimiz. Birbirlerinin içine doğru uzanan ve birbirlerini şekillendirmek için gayret sarf eden ama ayrılmaya da gönülleri razı olmayan iki kutup gibidirler. Şöyle bir benzetme yapmak yerinde midir bilmem: Günün birinde Bursa tamamen yıkılsa onu Tanpınar’ın eserinden hareketle yeniden inşa etmek - en azından bir Bursa için- mümkündür. Yahut tersi: Tanpınar’ın bütün eserleri kaybolsa dünyamızdan, Bursa’ya bakarak Tanpınar’ı yeniden kurmak imkânı mevcuttur. Aralarındaki yakınlığı biraz abartarak da olsa bu şekilde dile getirebileceğimizi düşünüyorum.”(9)
Tanpınar’ın Bursa’sı ‘bir rüyadan arda kalmanın hüznü’nü yaşatır şaire. O, cedlerin şehri inşa etmesine derin anlamlar yükleyerek bunu bir çeşit ibadet hâli olarak algılar. Şehir bu asil ruhla inşa ve imar edildiği için duvarlar, kubbeler, kemerler, mihraplar ve çiniler geçmiş zaman penceresinden başını sarkıtarak şaire adeta gülümser. O bu sıradışı gerçeği, bu harikuladeliği “Cedlerimiz inşa etmiyor, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu. Duvar, kubbe, kemer, mihrap, çini hepsi Yeşil’de dua eder. Muradiye’de düşünür. Yıldırım’da harekete hazır, göklerin derinliğine susamış bir kartal hamlesiyle ovanın üstünde bekler. Hepsinde tek bir ruh terennüm eder.”(10) diyerek veciz bir biçimde ifade eder.
Beşinci Pencere: Tanpınar’da Somutla Soyut Arasında Bursa Algısı…
“Bir şehri sevmek, aşka sebep aramaktır” diyen Tanpınar’ın Bursa algısı somutla soyut arasında gidip gelir. O, Bursa'yı bir maddenin ötesinde, herşeyden evvel bir mânâ olarak görür. O, Osmanlının kuruluşunda başrolü üstlenen Bursa’da zamanın izini süren bir hafiye gibidir. Bu eyleminde de son derece kararlıdır. O, altı asır süren bir medeniyetin girizgâhı olan bu şehrin izini sürmekle kalmaz, aynı zamanda bu şehri büyük bir keyifle ve iştiyakla, bir tablo gibi, doyasıya seyreder. Bu temaşa esnasında ruhu adeta bayram neşesine bürünür. O, her eserinde bu şehir üzerine hep düşünür, hayaller kurar, gerçekle rüya arasında gidip gelir. Bursa’yı Türk-İslam ruhunun zerk edildiği yer olarak görür ve şu neticeye varır: “Şimdiye kadar gördüğüm şehirler içinde Bursa kadar muayyen bir devrin malı olan bir başkasını hatırlamıyorum. Fetihten 1453 senesine kadar geçen 130 sene, sade baştanbaşa ve iliklerime kadar bir Türk şehri olmasına yetmemiş, aynı zamanda onun manevi çehresini gelecek zaman içinde hiç değişmeyecek şekilde tespit etmiştir. Uğradığı değişiklikler, felaketler ve ihmaller, kaydettiği ileri ve mesut merhaleler ne olursa olsun o, hep bu ilk kuruluş çağının havasını saklar, onun arasında bizimle konuşur, onun şiirini teneffüs eder.”(11)
Bir huzursuzluğun romanı olan Huzur’u yazan, yaşadığı çağın vicdanı diyebileceğimiz Tanpınar, gerçek hayatında da huzursuzdur, o arafta kalan tedirgin bir aydınımızdır. Onun Bursa’ya bakışında da bu arafta kalışının huzursuzluğu ve derin izleri vardır. O, Bursa’da kadim mabetlere hep dışarıdan bakar. Çünkü o; ne yazık ki, ruhunu manevî hazlarla, kulluk tacıyla ve ibadet aşkıyla zenginleştirememiştir. O, Bursa’ya bir estet şair gözüyle bakmış ve gördüklerini gönül aynasından yansıtmıştır. O bu yönüyle mutasavvıf şairlerden ayrılır. Bu konudaki şu isabetli değerlendirme, bahsimizi zenginleştirmesi açısından dikkate değerdir:
“Mutasavvıf şairler, doğrudan doğruya Mutlak Hakikat’in, ilâhî aşkın, varlığın bütününün insicamından doğan hüsn-i mücerredin, lâtif mânânın şiirini söylerlerken; estet şairler, sözle, çizgiyle, taşla veya başka bir maddeyle inşa edilmiş estetik yapıların, somutun, somut güzelliğin şiirini söylemişlerdir. Bu; bir mânâda ‘din’e karşı ‘estetizm’in veya daha genel mânâda ‘sanata taparlığın’ öne çıkarılması girişimidir. Tanpınar gibi estet şairler Osmanlı’dan günümüze kalan muhteşem sanat eserlerinin yalnızca estetik değerini, somut güzelliklerini öne çıkarırlar. ‘Bursa’da Zaman’ şiirinde bunu görmek mümkündür. Bu şiirde cami ve benzeri diğer yapılar, büyük dinî heyecanların yaşandığı, mânevî tekâmüllerin gerçekleştiği dinî mâbetler olarak değil, mânevî ve dinî boyutundan tecrit edilmiş ‘sanat mâbedi’ olarak algılanmıştır.”(12)
Altıncı Pencere: “Beş Şehir” İçinde...
Tanpınar, bugünkü tabirle “şehir güzellemesi” diyebileceğimiz “Beş Şehir” adlı eserinde Bursa'ya apayrı bir yer verir. Tanpınar'ın; Beş Şehir'de anlatılan, Bursa'nın dışındaki diğer şehirler olan İstanbul, Ankara, Erzurum ve Konya bahislerinde kullandığı üslüpla Bursa'yı anlattığı kısımda kullandığı üslüp ve dil sıcaklığı aynı değildir. Çünkü onun Bursa'yla olan ünsiyeti sözlerin ifadeye muktedir olamayacağı ileri bir düzeydedir. İşte bu noktada Tanpınar kendine “Niçin Bursa’yı bu kadar seviyoruz? Bu sevgi hayatın dışında bir oyun mudur? Kendimize bir güzellik dini, geçmiş zaman kokulu bir alem, çinilerden, su seslerinden, kemer ve oymalardan, eski kumaşlardan ve geçmiş modalardan, isim ve hatıralardan bir dünya yaratıp onun içinde, o yapma cennette bir takım zihni uyuşturucular veya coşturucularla yaşadığımız zamandan uzakta sarhoş olmak mı istiyoruz?”(13) diye sorar. Böyle bir soru sormakla kalmaz, sorduğu soruya yine kendisi cevap verir:
“Kuruldukları tepelerden kimi yelkenleri zaman rüzgârıyla şişmiş bir gemi gibi yol almaya hazırlanan, kimi zengin bir içe çekilişte uçurduğu habercilerin selameti için duaya benzeyen camiler, o sarih şekil, aydınlık düşünce ve tam uzuvlaşma mucizeleri, her adım başında bizi saran feyizli bahar sıtması, o yarı din masalı tarih, çeşmeler ve selsebili onlardan coşkun akan ecdat isimleri, hulasa teker teker saymaktan yorulduğumuz, yalnız Bursa kelimesinde hulasa ettiğimiz sade tılsım dünya bizim büyük realitelerimizden biridir. Onda en saf şeklinde kendimizi gördüğümüz için Bursa’yı seviyoruz. Kuruluş devrinin bütün şiiri, füsunu Bursa’dadır. Bu füsunu, üstünde yükselttiği toprağı kavramasını bilen ve o kadar asırdan sonra ilk günlerin tazeliği ile bizi saran mimari yapar. Bütün hayat orkestrasını bir sanatın tek başına idare ettiği bir şehir görmek isteyenler – hiç olmazsa vatanımızda – Bursa’yı görmelidirler. Evliya Çelebi Bursa’ya ruhaniyetli bir şehirdir derken bu gerçeği anlatıyor. Bu mimari, kadim Tanrıların yetiştiği bir toprağı yeni bir dünya görüşü, yeni bir hakikat adına bir asra yakın bir zamanda zabteder.”(14)
Yedinci Pencere: Şehrin Uzuvları Yahut Fazıl Şehirler Bahsi...
Şehirler de insan vücudu gibidir. Onların da his merkezi olan kalpleri, teni çekip çeviren ruhları ve mâziden getirdikleri birikimlerini sakladıkları yer olan hafızaları vardır. Bu konularda kafa yoran Farabi 1100 sene önce şu görüşlere yer vermektedir: “Fazıl şehir, tam sıhhatte bir vücuda benzer. Bütün uzuvları onu hayat devresinin sonuna kadar muhafaza etmek hususunda yardımlaşırlar. Bir vücudun uzuvları nasıl çeşitli iseler, yaradılışı ve kuvvetleri bakımından nasıl birbirlerinden üstün iseler ve hepsinin başında başrolü oynayan kalb varsa ve bu hâkim uzva mertebece yakın olan uzuvlar ve bunların her biriyle sıkı münasebette bulunan diğer uzuvlar varsa ve bu son uzuvlarla ilgili olan ve emirleriyle hareket eden aşağı derecede uzuvlar varsa ve bu tâbî uzuvlara bağlı başka uzuvlar ve nihayet işleri güçleri yalnız başkalarına hizmet olan daha aşağı uzuvlar varsa, şehir de böyledir; yâni şehri teşkil eden unsurlar, yaradılışta çeşitli ve birbirlerinden üstün yapıdadırlar..”(15)
Bursa, kadim zamanlarda neşet etmiş fazıl şehirlerimizden biridir. O, bu hususiyetini içinde barındırdığı eserlerle ve şahsiyetlerle kazanmıştır. Bu şehrin taşları, duvarları, tuğlaları, ağaçları, içinde mâziye dair her ne varsa hepsi de bir ruh ve kimlik taşır. Hepsi, içinde görünenin ötesinde bir derinlik saklar. Burada her varlığın büyüleyici bir hikayesi mevcuttur. Burada dün, bugün ve yarın içiçe ve kolkoladır. Bir adım gerinizde dün, bastığınız noktada bugün, bir adım ilerinizde de yarın vardır. Onun içindir ki Bursa ses, ışık, rüya, hulya ve tılsımdan ibaret kadim bir zaman koridorudur. Burada soluk almak sadece insanlara mahsus bir eylem değildir. Tarihî dekorun herbir parçası zamanın akciğerlerinden soluklanır. Burada bugün, dünün gölgesinde kalmıştır. Bir zamanların payitahtı olan bu şehirde canlı tarih mânâlı bir lisan-ı hâle bürünerek Osmanlı'yı hayırla yâd eder. “Sadrazam Keçeci Fuad Paşa ise, 'Osmanlı tarihinin dibacesi' diyerek bu mâzi damgasını başka şekilde belirtir.”(16)
Sekizinci Pencere: Şehirlerin Şairleri, Şairlerin Şehirleri
Sadece güzeller mi kendilerine şiir yazdırırlar? Sadece kadınlar mı şairlere ilham verirler? Bu hususta şehirler, sevgililere rakip olamazlar mı? Bazı şehirler, bazı şairler için beşer olan sevgililerden bir adım öndedir. O şairler, beşerî sevgililerin şahsında şehre olan muhabbetlerini de yansıtırlar. Yahya Kemal Beyatlı’nın “İstanbul’u duydum daha bir kere sesinde”(17) mısraı buna delil değil de nedir? Bu da gösteriyor ki şairler şehirlerin ruhunu en veciz ifadelerle dile getirirler. Fakat onların da yakın durduğu müstesna şehirleri vardır.
Dünyanın en bahtiyar şehirleri, güçlü şairleri olan şehirlerdir. Zira şair, aidiyet duygusuyla bağlı olduğu ve yaşadığı şehrin sesidir; şehrin ahenginin gönül telindeki yankısıdır. Bir Yahya Kemal olmasaydı İstanbul bu kadar şiir(sel) olabilir miydi? İstanbul'un doyumsuz güzelliklerini söz aynasında teşhir edip onu şiirsel kılan Yahya Kemal değil midir?
Nasıl ki Yahya Kemal İstanbul'la özdeşleşmişse öyle de Ahmet Hamdi Tanpınar da, “mimarilerin en ilâhisi” olarak nitelediği Bursa'yla özdeşleşmiş, yek vücut olmuş, şehrin ruhunu kendi ruhuna geçirmiştir. Bunu, ilk yayımlandığı adıyla “Bursa'da Hulyalı Saatler”, daha sonra nihai şeklini verdiği adıyla “Bursa'da Zaman” şiirinde açıkça görebiliriz. Şairiyle özdeşleşen bu şiirde Bursa ve onu çevreleyen emsalsiz tabiat, mistik bir ruha bürünmüştür. Bursa büyüdükçe Tanpınar da büyümüş, Tanpınar büyüdükçe Bursa da o oranda, onun şahsında büyümüştür. Biri birinin nedeni, biri birinin sonucu olma noktasına varmıştır.
Sığ nazarlarla temaşa edenlere sadece taş ve topraktan ibaretmiş gibi görünen şehirlerin aslında derin bakanlar için nevi şahsına münhasır ruhları da vardır. Zira ruhsuz şehirler ruhsuz insanların mahsulüdür. İşte öyle de şair, şehrin ruhuna tercüman olandır; kendi ruhundan şehre, şehrin ruhundan da kendine üfleyendir. Tanpınar da bunu yapmıştır, Bursa'nın ruhundan kendi ruhuna, kendi ruhundan da Bursa'nın ruhuna üflemiştir. O, Yunus'un tabiriyle “ete kemiğe bürünmüş” “Bursa” diye görünmüştür şiir ve nesirlerinde....
Tanpınar, Bursa'yı maddî ve özellikle manevî vechiyle içselleştirmiştir. Başkalarının bir puuzle misali parça parça gördüğü Bursa fotoğrafını o, yekpare(bütün) olarak görür. Aslında başkalarının zihninde dağınık olan bu mukaddes parçalar, onun zihninde bütünlenir. Bursa onun zihninin başköşesine kurulur ve ona şunu söyletir: “Bursa’ya birkaç defa gittim ve her defasında kendimi daha ilk adımda bir efsaneye çok benzeyen bir tarihin içinde buldum, zaman mefhumunu adeta kaybettim ve daima, bu şehre ilk defa giren ve onu yeni baştan bir Türk şehri olarak kuran dedelerimizin yaşayışlarındaki halis tarafa hayran oldum.”(18)
Dokuzuncu Pencere: Ruhaniyetli Şehir Bursa...
Şehirler, içinde yaşayan insanların bilgi birikiminin ve inançlarının mücessem eseridir. Kişilerin kimliğinin baskın unsurları, şehrin kimliğine renk ve ahenk verir. Onun içindir ki şehri tanıyan, şehrin ahalisini tanımış olur; şehrin ahalisini tanıyan da şehri tanımış olur. Çünkü şehir, içinde yaşayanlara ayna olduğu gibi, içinde yaşayanlar da şehre aynadır.
Osmanlı'nın ilk başkenti olan Bursa; kalbi, ruhu ve hafızası olan büyüleyici bir şehirdir. Bursa'nın şiirini yazan ve bir anlamda da kaderini kelimelerle ebedileştiren Ahmet Hamdi Tanpınar, Evliya Çelebi'den naklen Bursa'nın ruhaniyetli bir şehir olduğunu söyler:
“Bu devir, haddi zatında bir mucize, bir kahramanlık ve ruhaniyet devri olduğu için, Bursa, Türk ruhunun en halis ölçülerine kendiliğinden sahiptir, denebilir. Bu hakikati gayet iyi gören ve anlayan Evliya Çelebi, Bursa'dan bahsederken ‘Ruhaniyetli bir şehirdir’ der.”(19)
Şehrin ruhaniliği geçmişe dair uhrevî bir hissin şehre egemen olmasıdır. “Ruhanilik… Yâni eşyanın, şehrin/mekânların size kendisini hissettirmesi… İnsanın eşya/şehir ile canlı temas kurması… İnsanın şehir ve mekân karşısında kendisini yabancı hissetmemesi… Şehirle, mekânla konuşabilmesi… İnsanın şehrin dilini anlaması, şehrin de insanın diline aşina olması… Varlığın anlamının kavranması, hissedilmesi… Şehirde/eşyada/mekânda bulunan muhtevanın size kendi kokusunu verebilmesi… Nihayetinde şehir ruhu, medeniyet kaynaklı olarak ‘yaşanmaya değer’ bir hayat verir şehre.”(20)
Onuncu Pencere: Bursa; Tarihin Teşhir Salonu Yahut Açık Hava Müzesi…
Tarihimizin dönüm noktalarından birine sahne olmuş, muhteşem bir mâzisi olan efsunkâr bir şehirdir Bursa.... Tarihin teşhir salonu olan Bursa, Horasan erlerinin buraya akın etmesinden sonra manevî bir merkez olmuştur. Geyikli Baba, Karaca Ahmet, Konuralp, Emir Sultan gibi manevîyat erleri bu şehre ruh kazandırmışlardır. Kim ne derse desin Bursa gibi tarihin teşhir salonu mahiyetindeki bir diyar az bulunur, belki de hiç bulunmaz.
Osmanlı'nın eşiği, medeniyetin beşiği olan Bursa, köklü bir uygarlık tasavvurunun dışa yansımış somut hâlidir. O, nice padişahı kendisine aşık etmiş, geçmiş zaman kokulu; hayal, musiki ve rüyadan ibaret velut bir şehirdir. Burası tarihe dönüşmüş taşların ve suyun izdivacından doğmuş sultanlar şehridir. Burada zaman, zaman içindedir. Bu şehirde su sesi kulaklardaki ses kirliliğine perde olur. Tanpınar bu durumu şu sözlerle dile getirir: “Evliya Çelebi Bursa çeşmelerinden uzun uzadıya bahsettikten sonra sözü 'Velhasıl Bursa sudan ibarettir' diyerek bitirir. Canım Evliya! Sade bu cümlen için benim hafızamda adın Bursa ile birleşiyor. Sen Bursa'nın şiirini tadanların başında gelirsin ve bir gün senin ruhunu şad etmek istersek Bursa çeşmelerinden birine senin adını veririz ve sen onun ağzından bu güzel şehrin zaman içinde geçirdiği macerayı bize bir su damlası kadar saf ruhunla nakledersin” (21)
On Birinci Pencere: Kökü Mâzide Olan Âtî Yahut Bursa'nın Serencamı
Tevfik Fikret, Yahya Kemal'i eleştirmek için yazdığı mısralarında ona “Harâbîsin, harâbâtî değilsin./Gözün mâzide, âti değilsin.” demişti. Bunun üzerine Yahya Kemal de ona şu mânidar cevabı yetiştirmişti: “Ne harâbîyim, ne harâbâtîyim/Kökü mâzide olan âtiyim.”
Bir Bursa sevdalısı saydığımız Ahmet Hamdi Tanpınar'ın hocası olan Yahya Kemal’in bu hazır cevabındaki “Kökü mâzide olan âtî” ifadesi sanki Bursa’yı anlatmak için söylenmiş çarpıcı bir deyimdir. Gerçekten de Bursa 'kökü mâzide olan âti'dir. Bakışlarınızı şehrin neresinde gezdirirseniz gezdirin bunu ispatlayacak birçok görüntüye şahit olursunuz. Fakat bu demek değildir ki Bursa sütten çıkmış ak kaşık gibi o eski ihtişamını muhafaza ediyor. Bunun böyle olmadığını söyleyen birçok Bursalı aydınımız ve kalem erbabımız vardır. Bunlardan biri de bu şehirde ikamet eden, bu şehrin havasını soluyan şair İhsan Deniz'dir:
“Şimdi düşünüyorum da, evet, 70'li yılların Bursa'sı çok daha 'yeşil'di. 80'li yıllarla başlayan ve ilk elde büyük şehirleri esir alan 'betonlaşma çılgınlığı'ndan Bursa da payına düşeni aldı, hatta fazlasıyla aldı: 'Yeşil Bursa', çarpık yapılaşma neticesinde bin bir sun'i renge boyandı ve bana sorarsanız, esasen 'karardı'! Örneğin, ilkbahardan itibaren sonbahara kadar yemyeşil bir denizi andıran o güzelim Bursa Ovası'ndan eser kalmadı; yapılaşma, Yalova yolu istikametindeki tepelere vardı! O güzelim şeftali bahçeleri yok oldu!..
Günümüz Bursa'sı elbette hâlâ çekici bir şehir. Daha önce de yazmıştım: 'Bursa imgesi' diye bir şey var insanların zihninde. Ancak, yeni nesil için 'Bursa imgesi'nin içeriği, 'Eski Bursa'yı mumla aratacak denli zayıf, cansız ve plâstik.. Bugün Bursa'nın birçok yerinden Uludağ'ı ve eteklerini görmek, o doyumsuz temaşayı yaşamak mümkün değil! Başınızı kaldırdığınızda beton yığınlarıyla göz göze geliyorsunuz.”(22)
On İkinci Pencere: Şehrin Manevî Kodları ve Geçmiş Zaman Nöbeti
Bursa şehrini hakkıyla ve layıkıyla tanıyabilmek için öncelikle ve özellikle şehrin manevî kodlarının çözülmesi gerekir. Bunu çınarın ta köklerinden çözmeye başlamak lüzumludur. Çünkü Osmanlı çınarı gözle görülmeyen, ancak basiret nazarlarıyla idrak edilen o köklerden beslenmiştir. Koca çınara hayat veren, serpilip gelişmesini ve büyümesini sağlayan bu köklerin en irisi Osmanlı’nın manevî kurucusu Şeyh Edebali, maddî kurucusu ise Ertuğrul Gazi’yle onun oğlu olan ve devlet-i ebed müddete isim babası olan Osman Gazi’dir.
Bir masaldan fırlamış ağırbaşlı bir bilgedir Bursa. Yüreklerin kasvetine merhemdir. Bir medeniyetin hülasasıdır Bursa. Burada atılmıştır ilk tohum… Çekirdek bu mümbit topraklarda çınara dönüşmüştür. Sokaklarında bir canlı tarih arz-ı endam eder. Osmanlı’nın ilk başkenti olma şerefi adına yazılmıştır. Osmanlı bu altın beşikte henüz çocukken bir yağız delikanlı olmuştur zamanla. Altı büyük padişahı bağrına basmıştır bu topraklar. Binlerce evliyanın ruhaniyeti kuşatmıştır bu şehrin her bir zerresini. Devlete adını veren Osman Gazi bu toprakların misafiridir sonsuza dek… Gümüşlü kümbet onun ebedî istirahatgâhıdır.
Tanpınar’a zaman mefhumunu kaybettiren, zamanın donmuş hâli olan Bursa bir geçmiş zaman güzelidir. Bu şehir mazinin güzelliklerini aksettirir; bağrında yaşayan insanlara şuur verir. Tarih bu şehre damgasını basmıştır. Tanpınar’ın gözünde Bursa bir eski zaman nöbetçisidir. Bursa'da her mekan bir zaman nöbeti tutar adeta. Bu gönüllü nöbet, asırlardan beri büyük bir sabırla devam eder durur. Kadim eserler her zamanki yerinde, her zamanki asaletinde ve dimdik ayaktadır. Hepsi de ne mânâ ifade ettiklerinin ve tuttukları kutsal nöbetin farkındadır. Yıllar bir nehir misali aksa da, zaman nöbetçisi olan tarihini asla silemez.
On Üçüncü Pencere: Şehrin Ana Arterlerinden Ruh Ülkesinin Arterlerine
İnsanın ruhunu çekip alan, onu ruhsuz bir et yığını hâline getiren şehirler olduğu gibi, insana 'bedenin motoru' veya 'tenin kanatları' diye tabir edebileceğimiz asil ruhu bahşeden şehirler de vardır. Şehrin insana, insanın şehre öfkesi ruhî bunalımların yegâne kaynağı olabilmektedir. İşi ileri bir noktaya getiren Filozof Nietzche, büyük şehirlere düşenlere adeta acımaktadır: “Burası büyük kent; burada bulabileceğin hiçbir şey yok, ama her şeyi yitirebilirsin.. “Neden geçmek istedin bu çamurun içinden? Ayaklarına acısana! Daha iyisi kentin kapısına tükür ve geri dön! ...Burada büyük düşünceler canlı canlı haşlanır ve küçük parçalar halinde pişirilir. Burada bütün büyük duygular çürür; burada ancak bir deri bir kemik kalmış duygucukların kemiklerini takırdatmalarına izin vardır! Şimdiden burnuna gelmiyor mu ruhun mezbahalarından ve umuma açık mutfaklardan yükselen kokular? Kentin her yanında boğazlanmış ruhun buharları yok mu?”(23)
Bursa, mâzisi dimdik ayakta olan bir şehirdir. O daima sakinlerinin karşısında arz-ı endam etmektedir. Tarih, tarihî şahsiyetleri koynunda uyutmaktadır. Devlete adını veren Osman Gazi, Gümüşlü’de sonsuzluk uykusunun derinliklerinde zamansızlığı yaşamaktadır.
‘Bursa’ denen tarihî dekor içerisinde her isim aslında muayyen bir cisme karşılık gelmektedir. Cedlerin Bursa’nın çehresini bir ibadet aşkıyla değiştirmesine hayran olan Tanpınar, Beş Şehir’de isimle cisim ilişkisini vurgulayarak adeta zamana şerh düşmektedir:
“İster istemez sayarsınız: Gümüşlü, Muradiye, Yeşil, Nilü¬fer Hatun, Geyikli Baba, Emir Sultan, Konuralp... Bunlar ha¬kikaten bir şehrin semt ve mahalle adları yahut tıpkı bizim gi¬bi muayyen bir zaman içinde yaşamış birtakım insanların anıldıkları isimler midir? Hepsinin mazi dediğimiz o uzak ma¬sal ülkesinden toplanmış hususi renkleri, çok hususi aydınlıkları ve geçmiş zamana ait bütün duygularda olduğu gibi çok hasretli lezzetleri vardır.”(24)
Bursa, mekânların lisan-ı hâlleriyle konuştuğu ender şehirlerimizden biridir. Burada cadde ve sokakların tarihi zamanın gergefinde dokunur altın ipliklerle. Zira kentlerin tarihinin ayrılmaz bir parçasıdır sokakların tarihi. Nisyana kapalıdır onların belleği. Bursa’da da her sokak bir tarihtir. Başını kaldırıp zaman penceresinden bugünlere bakar hüzünlü gözlerle. Belleğimizde tutuşur anılar. Bursa sokaklarının kesme taşlarında zamanın altın izleri var. Her köşe başında ahşabın saltanatı kamaştırır gözleri. Tarihî doku, zamanı kuşatır çepeçevre. Cumbalı evlerin kahkahası yankılanır betonarme duvarlarda. Dünden bugüne yapmış olduğu kutlu yolculukta yine de zamana direnir Bursa. Siyah beyaz karelerde yaşayan tarih, bütün haşmetiyle ‘ben de varım’ der. Öylece tutar zamanın elinden. Bizler hayata kepenklerimizi indirmeden Bursa’da tarih, nostalji griliğindeki kepenklerini indirmez zamana ve mekâna…
Bursa’nın ana arterlerinden ruhun ana arterlerine indiğimizde geçmişle bugün arasındaki muvazenesizliğin emareleri belli eder kendini. Şehrin sakinlerinin, sanki başka bir gezegenden gelmişçesine, şehrin ana köklerinden kopuk olduğu görülür. “Derya içredir deryayı bilmezler” deyimi burada somut bir hakikatin tezahürü olur. Şehrin sakinlerinin çoğu yanı başlarındaki canlı tarihin ve derinliğin farkında değillerdir. O derinliği kavramak elbette ruh derinliğine sahip olmayı gerektirir. Aksi halde taşla kayanın bir farkı olmaz bakan gözde.
On Dördüncü Pencere: Mukaddes Uçurum Yahut Uçurumdaki Mukaddes...
Zaman aslında bazıları için sığınılacak sakin bir liman, şefkatli bir kucak; bazen de dipsiz bir uçurumdur. Önemli olan zamana nereden baktığınız ve zamanın neresinde durduğunuzdur. “Zamanı bir devamlılık süreci mi, yoksa yekpare bir ân olarak mı görmeliyiz?” sorusuna vereceğimiz cevap, zaman karşısındaki duruşumuzu ve tavrımızı gösterir. Bu istinat noktasından eşyaya ve şehirlere baktığımızda aslında eşyayı ve şehri değil, onların ruhumuzda oluşturduğu yepyeni bir kültü ve öz suretimizi zaman aynasında görürüz.
Zamanı ruhların teknesinde yoğuran bir hamurkâr olan geçmişin aynası Bursa, bizim için mukaddes bir uçurumdur. Mukaddestir; çünkü orada altı asırlık bir imparatorluğun kökleri saklıdır; İmparatorluğun kurucusu Osman Gazi’nin Gümüşlü denen tepedeki o heybetli türbesi şehrin tapusu gibi durmaktadır. Şair Süleyman Nazif’in “Dedem koynunda yattıkça benimsin ey güzel toprak” dizesi bu aidiyet hissini en iyi anlatan özlü bir ifadedir. O, orada yattıkça bu şehrin bir ayağı hep mâzide olacaktır; hiçbir hoyrat el onu mâziden koparamayacaktır; bu ruhaniyetli şehir modern zamanların kurduğu pusuya düşmeyecektir.
Buluşlarında Tanpınar’ı hiç yanıltmayan Sadrazam Keçeci Fuat Paşa’nın tabiriyle 'Osmanlının dibacesi' olan gül yüzlü, güneş gözlü Bursa, aynı zamanda mukaddes bir uçurumdur; çünkü şehrin bugünkü değişim süreci ve modern zamanların aynasındaki bozuk görüntüsü, geçmişle olan bağlarının koptuğu haberini bağırarak değil, adeta çığlık atarak vermektedir. Fakat bizce asıl ürkütücü olan şey, modernizm bataklığına saplanmış yeni nesillerin onun bu çığlığını biraz da duymazlıktan gelmesi ve hafife almasıdır; bugünkülerin Yahya Kemal’in veciz olarak ifade ettiği “kökü mâzide olan âtî” gerçeğini görememesidir. Bursa’nın ‘kökü mâzide olan âtî’ olmasında hepimizin âlî menfaatlerinin olduğunu bilmeliyiz.
Hayatının otuz yılını bu şehirde geçiren Bursa’nın sakin ve mütebessim yüzü Metin Önal Mengüşoğlu bu şehir için şöyle der: “Severek, hususiyle seçerek ikamete başladığım bu şehir, benim hemen bütün ahlakî ve estetik beklentilerime cevap veriyordu. Bakir bir insan malzemesine sahipti. Aynı malzeme açısından müthiş renkli bir mozaik oluşturuyordu. Vaktiyle üzerinde yaşamış ve yeryüzünden göçüp gitmiş insan topluluklarından bugüne taşıdığı muhteşem bir mirası bünyesinde barındırıyordu. Allah'ın tabiata nakşettiği bütün güzellik ve nimetlerden bolca nasibi vardı. İlkbaharı saymazsak iklimlerin neredeyse tamamı her veçhesiyle yüzümüze gülüyordu. Başta, hayatın kaynağı saydığımız su, Bursa ile birlikte anılacak, şehrin sanki temel yapı taşlarından birisini oluşturacak oranda bol ve hoştu. Dağ, orman, deniz aklınıza gelecek tabiat harikalarından hepsi bir şekilde Bursalıydı.
Bursa'yı hem benim hem de tarih nazarında şehir yapan ana unsur onun taşıdığı kadim kültürlere dair yapılar, bu yapıların hatıralara nakşolunmuş isimleri ve harika doğası olsa gerektir. Yani Allah vergisi güzelliğine bizim bir katkımız yoktur. Biz insanlar bu güzelliği ancak bozmamak, dokusunu değiştirmemek, genleriyle oynamamakla yükümlüyüz. Bu aslî doku üzerindeki tasarruflarımızı onun tabiatına uygun bir şekilde işlemek, inşa etmek boynumuzun borcu olmalıdır. Mesela suyunu israf eder, kestanelerini kurutur, çınarlarının yerine akasya dikersek, şeftali bahçelerini bozup üzerine lüks konutlar dikersek bunu gerçekleştiremeyiz. Senelerin tahribatına uğramış her tür sanat yapısını yeniden hayata kazandırarak geçmiş ile gelecek arasında bir köprü vazifesi görmeliyiz. Harap şehir surları, susuz çeşmeler, çökük mescit ve medreseler, terk edilmiş konaklar, üzerinden dozer geçmiş kabristanlar, hatta ufak tefek taşlarla döşenmiş kaldırımlar bile boyunlarını bükerek, biz yeni sakinlerinin merhametini gözlemektedir.”(25)
On Beşinci Pencere: Şehrin Dokusu ve Kokusu
Şehirlerin de kendine mahsus dokuları ve kokuları vardır. O koku sizi geçmişin derinliklerine götürür; fakat o kokuyu sanıldığı gibi burnunuzla değil, zamanlar arası köprülerin kurulduğu dimağınızla idrak edebilirsiniz. Bu asil kokuyu alabilecek karaktere sahip hafsalalar, geçmişin idrakiyle donanmış, aidiyet boyasıyla boyanmış, tarih şuuruyla cilalanmış olmalıdır. Bunlarla mücehhez olmayan sığ ruhlar, bu kokuyu kolay fark edemezler.
Doyumluk denemeleriyle iz bırakan Ali Çolak, bir denemesinde şehirlerin kendine mahsus kokuları olduğunu söyleyerek şehirlerin iç dinamiklerine farklı bir yaklaşım gösterir:
“Küçük büyük, eski yeni her şehrin kendine has bir kokusu vardır. İnsanların kokusuyla birbirine karışmış, içinde yaşarken pek fark etmediğiniz kokulardır onlar. Ne zaman ki ayrıldınız, uzak bir şehre gittiniz, hafızanızın sandığı açılır ve doğuştan beri solukladığınız aşina kokular, burnunuzda tütmeye başlar. En küçük, en önemsiz ayrıntıları bile hatırlar; solumaya, yaşamaya durursunuz o kokuları. Tıpkı özlediğiniz insanların kokusu gibi... Ve hafızamızda her şehrin, hatta o şehirlerdeki her çarşının, her sokağın kokuları saklı durur ayrı ayrı. Günü gelince hatıralarla birlikte sökün eder oradan, canlanır. Şehirleri, kendi maceralarını haber veren kokularıyla hatırlarsınız ömür boyu...
Yalnız gittiğimiz, gördüğümüz değil, hayalimizde yaşattığımız şehirlerin de kokuları vardır bizde. Sevdiğimiz her şehre bir koku yakıştırırız; sadece bize ait, bizim olan kokular... Hafızamızda yeniden kurarız o şehirleri. Hep de hatıralar bağlamaz bizi, doğal güzellikler çelmez gönlümüzü. Kimi zaman da açık bir sebebi olmadan severiz şehirleri; bilmediğimiz, izah edemeyeceğimiz gönül bağları oluşur onlarla aramızda. Bir öykünün, şiirin ve şarkının ya da bir kartpostalın elimizden tutarak götürdüğü; sevdiğimiz insanların çağırdığı, kendine âşık ettiği şehirler pek çoktur.”(26)
Bursa, kendine mahsus dokusu ve kokusu olan şehirlerimizin başında gelir. Onun şahsına münhasır olan kokusu hiçbir şehrinkine benzemez. Bu özgün koku ve doku emsalsiz kişiliklerin temelini atmış, onları yeni baştan inşa etmiştir. Tarih bu şehrin nostalji kokan cadde ve sokaklarına, asalet mürekkebine banılmış mührünü basmıştır. Bu mühür, maddî varlıklarımızla manevî hazinelerimizi zamanın hoyrat elinden alan tapu senedi hükmündedir.
Günümüzde bu şehir her ne kadar değişse de, yozlaşsa da yine de ilk kuruluş devrinin havasını ısrarla ve kararlılıkla muhafaza eder. Hücrelerinin derinliklerinde yaşattığı tarihî doku, dünden kopmamıza, bugünün ağır atmosferinde soluksuz kalmamıza engel olur.
On Altıncı Pencere: Hatime Yahut Sonuç Niyetine...
Bursa’yı anlatmak, Bursa’yı anlamaktan daha zor Tanpınar’dan sonra... O, son noktayı koydu sözcüklerle kurduğu büyülü dünyalara. Kelimelerden sırça köşkler kurdu Bursa’ya dair... Bu şehre uzaktan yöneltti sevdalı bakışlarını. Motif motif işledi geçen zamanı. Zaman mefhumunu unuttu çoğu zaman. Tarihin şafağına tuttu sihirli aynasını. Geleceğin rüyasını gördü bu şehrin kadim tarihinde. Ebediyetin derin manasını idrak etti yeşilin kırk tonunda. Çağların terennümünü duydu sebillerden, çeşmelerden. Güzelliklere meftun aç ruhunu Bursa’nın hülyasıyla doyurdu. Şeyh Edebali’nin rahmanî rüyasını yorumladı yeniden. Aslında anlatılmadık hiçbir şey bırakmadı bu şehre dair… Ondan sonra Bursa’yı anlatmak beyhude bir uğraş oldu kaleme. Sıtmalar dadanır oldu kelama. Bursa Tanpınarlaştı iyice…
Hasılı kelâm, (s)özün özüdür Bursa… Miş’li geçmiş zamanlardan şimdiki zamanlara çekilen yekpare bir kalıptır. Heykeli dikilmiştir yürek meydanlarına. Kalpler onunla atmaktadır günün her saatinde. Gönül tahtında fermanlar ve hükümler onundur. Hülyalarımızın bahçesinde açan nazenin bir güldür, sevdaya tutulanların kalp çarpıntısıdır. Güvercinlerin kanadında yemyeşil bir benektir. Bursa hayatın ta kendisidir. Bursa Tanpınar’dır, yüreklere yazılan bir şiirdir. Son söz bize düşmez Bursa’ya dair... Bursa Tanpınar’la dile gelir, o söndürür sözlerin yangınını:
“Bu hayalde uyur Bursa her gece,
Her şafak onunla uyanır, güler
Gümüş aydınlıkta serviler, güller
Serin hülyasıyla çeşmelerinin.
Başındayım sanki bir mucizenin,
Su sesi ve kanat şakırtısından
Billur bir avize Bursa’da zaman”(27)
Dipnotlar:
1. DÜZENLİ, Yahya, “Şehrimizi Coğrafyasından Ayırmayın”, Günebakış Gazetesi, 2 Mayıs 2012
2. YAVUZ, Hilmi, “Şehir Metaforları: Cetvel ve Labirent”, Zaman Gazetesi, 18 Mayıs 2011
3. /
4. TANPINAR, Ahmet Hamdi, "Ne İçindeyim Zamanın", Bütün Şiirleri, 5. Baskı, Dergah Yayınları, İstanbul, 1998
5. TANPINAR, Ahmet Hamdi; “Antalyalı Genç Kıza Mektup”, Yaşadığım Gibi, Dergah Yayınları, İstanbul, 1996, s. 348, 349.
6. YAVUZ, Hilmi; “Tanpınar ve Bergson-2”, Zaman Gazetesi, 02 Ocak 2002
7. TANPINAR, Ahmet Hamdi, "Yavaş Yavaş Aydınlanan", Bütün Şiirleri, 5. Baskı, Dergah Yayınları, İstanbul, 1998
8. TANPINAR, Ahmet Hamdi, "Beş Şehir", MEGSB Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 1988, s. 108
9. Tanpınar'ın Dünyasında Bursa-Taşlarda Gülen Rüya, Yayına Hazl. Yasin DOĞRU, İstanbul, 2008, Osmangazi Belediyesi Yayınları. s. 9
10. TANPINAR, Ahmet Hamdi; “Beş Şehir”, MEGSB Yayınları, İstanbul, 1988, s. 130)
11. TANPINAR, Ahmet Hamdi; “Beş Şehir”, MEGSB Yayınları, İstanbul, 1988, s. 107)
12. DÖNMEZ, Ali Osman; “Bursa’da Zaman’a Eşikten Bakış”, Yağmur Dergisi, Sayı: 36)
13-14 TANPINAR, Ahmet Hamdi; “Yaşadığım Gibi”, Dergah Yayınları, İstanbul 1970, s. 201-202
15. Farabi, “El-Medinetü’l Fâzıla”, Çev. Nafiz Danışman, MEB Yayınları, İstanbul, 1990
16. TANPINAR, Ahmet Hamdi; “Beş Şehir”, MEGSB Yayınları, İstanbul, 1988, s. 107)
17. BEYATLI, Yahya Kemal, “Bir Tepeden”“Kendi Gök Kubbemiz”, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul 2010
18-19. TANPINAR, Ahmet Hamdi; “Beş Şehir”, MEGSB Yayınları, İstanbul, 1988, s. 107)
20. DÜZENLİ, Yahya, “Ruhaniliği Terkedilmiş Şehir”, Günebakış Gazetesi, 04 Nisan 2012
21. TANPINAR, Ahmet Hamdi; “Beş Şehir”, MEGSB Yayınları, İstanbul, 1988, s. 117)
22. DENİZ, İhsan; “Dağımı Çalıyorlar”, Yeni Şafak Gazetesi, 07 Ağustos 2006
23. Friedrich Wilhelm Nietzsche, “Böyle Buyurdu Zerdüşt”, Çev. A. Turan Oflazoğlu, İz Yayıncılık, İstanbul 2012
24. TANPINAR, Ahmet Hamdi; “Beş Şehir”, MEGSB Yayınları, İstanbul, 1988, s. 109)
25.
26. ÇOLAK, Ali, “Bir Hatıralar Denizidir Şehirlerin Kokusu”, Zaman Gazetesi, 9 Şubat 2002
27. TANPINAR, Ahmet Hamdi, "Bursa'da Zaman", Bütün Şiirleri, 5. Baskı, Dergah Yayınları, İstanbul, 1998
UHUVVETTEN SEKÜLERİZME: BURSA'NIN UFAK TEFEK TAŞLARI
M. NİHAT MALKOÇ
Tarihî ve kültürel değerleriyle adeta bir açık hava müzesidir yeşil Bursa. Bu kadim şehir, günün her saatinde mâziyi soluklanır. Fakat dünde kalmaz sadece. Dünle yarın arasında güçlü köprüler kurar. Yaşattığı maddî ve manevî değerlerle ruhumuzun açlığını giderir. Kanayan yaralarımıza merhem olur. En dar zamanlarımızda bir anne misali bağrına basar bizi.
Bursa zamana tabi olan bir şehir değildir. Akrep ve yelkovan onun özgürlüğüne kem vuramaz. Bursa'yı gezmek, bir zaman tüneliden geçmekten farksızdır. Onun sırlarına vakıf olabilmek için dünya gözüyle değil, gönül gözüyle bakmak lâzımdır. Ancak bu nazarlarla bakanlara sırlarını ifşa eyler Bursa. Onu en iyi anlayanlardan biridir büyük şair Tanpınar. O ki şunu der Bursa için: "Şimdiye kadar gördüğüm şehirler içinde Bursa kadar muayyen bir devrin malı olan bir başkasını hatırlamıyorum. Fetihten 1453 senesine kadar geçen 130 sene, sade baştan başa ve iliklerine kadar bir Türk şehri olmasına yetmemiş, aynı zamanda onun manevî çehresini gelecek zaman için hiç değişmeyecek şekilde tespit etmiştir. Uğradığı değişiklikler, felâketler ve ihmaller, kaydettiği ileri ve mesut merhaleler ne olursa olsun o, hep bu ilk kuruluş çağının havasını saklar, onun arasından bizimle konuşur, onun şiirini teneffüs eder. Bu devir haddi zatında bir mucize, bir kahramanlık ve ruhaniyet devri olduğu için, Bursa, Türk ruhunun en halis ölçülerine kendiliğinden sahiptir, denilebilir."
Yollarına, köprülerine, camilerine, cadde ve sokaklarına tarihin enfes kokusu sinmiştir Osmanlı'nın ilk payitahtı olan Bursa'nın. Burada zaman, zaman içindedir. Onu saat ve takvimlerle ölçmek mümkün değildir. Bu kadim şehirde "Bir rüyadan arta kalmanın hüznü" siner yüreğinize. Büyüdükçe büyür ve neticede kurşundan daha ağır bir hâl alır.
Bursa dünüyle, bugünüyle ve yarınıyla bir bütünlük arz eder. Bursa'nın vitrin şehirlerinin yanında gözden uzak kalmış şehirleri de vardır. Bunları görmeden Bursa'nın büyük resmine bakamayız. Uludağ'ın arka yüzüdür Büyükorhan, Harmancık, Keles ve Orhaneli. Bursa'nın dağ yöresi olarak adlandırılır bu güzel diyarlar. Çok köklü bir kültürel geçmişe sahip olan bu ilçelerde mâziyle hâl, hâlle istikbal arasında çok sağlam gönül köprüleri kurulmuştur. Bu şirin yörelerde kendini Türkmen/Yörük ve Manav olarak nitelendiren ve ilk Türk boylarından sayılan insanlar huzur ve sükun içinde yaşamaktadır.
Bursa ve havalisi bir puzzle'ın parçaları gibidir. Bir parçasının eksikliği, bütünü fazlasıyla etkiler. Bunu bir makinenin dişlilerine de benzetebiliriz. Bir dişlinin yokluğu mevcut mekanizmayı tümden çalışmaz hâle getirir. Hepsinin bir ve beraber olması elzemdir.
Çok büyük kültürel zenginlikleri bünyesinde barındıran, bizleri bir ve beraber tutan kırsal mirasımız mutlaka gelecek yüzyıllara taşınmalıdır. "Keşke" dememek için gelenekselden evrensele giden yolda Bursa emin adımlarla kutlu yürüyüşüne devam etmelidir.
Aslında şehirler insanların kaynaşmasına müsait alanlardır. Fakat günümüzde şehirlerde paylaşma kültürü iyice zayıflayarak yok olma noktasına gelmiştir. Zira şehirlerde yaşayanlar biyolojik anlamda diri olsalar da, kültürel ve sosyal iletişim anlamında birer ölüden farksızdırlar. Herkes kendi içinde kurduğu dünyada kalabalıklar içinde yalnızlık yaşamaktadır. Bu, güzel Bursa'mız için de geçerlidir ne yazık ki... Bursa’da sokağa çıktığınızda candan ‘merhaba’ diyeceğiniz, selâmlaşabileceğiniz insan sayısı ne yazık ki her geçen gün azalmaktadır. Dostluklar zaman içerisinde yerini çıkar ilişkilerine terk etmektedir.
Eskiden şehirlerin de bir kimliği ve ruhu vardı. Burada yaşayanlar bu kimlikten ve ruhtan beslenir, şahsiyetlerine şekil ve renk verirlerdi. Fakat bugünün şehirlerinin belli bir kimliği, kişiliği ve genel anlamda söylemek gerekirse ruhu yoktur. Kozmopolit yapı, şehirlerin ruhunu dinamitlemektedir. Ruh olmayınca bedenin de bir hükmü yoktur. Zira ruhsuz beden bir leşten ibarettir. Onun içindir ki günümüzde şehirler hep birbirine benzemektedir. Oysa eskiden Bursa deyince bu şehri çağrıştıran değerler gözümüzde canlanırdı. Fakat günümüzde bu değerler her geçen gün azalmakta ve yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadır. Bu, şehrimiz için tehlike çanlarının çaldığı anlamına gelmektedir.
Şehirle onun sakinlerini birbirine bağlayan bağlar vardır. Bu bağlar sevgi, muhabbet, dayanışma ve aidiyet duygularını güçlendiren bağlardır. Bursa'yla Bursalılar arasındaki güçlü bağlar her geçen gün zayıflamaktadır. Kentine yabancılaşanlar, bir noktadan sonra kendine de yabancılaşarak yalnızlığa düşerler. Bunun dayanılmaz sancılarını iyice yaşamaktayız.
Kent bilinci bir inancın yansımasıdır. Bilge mimar Turgut Cansever “Allah’ın yarattığı dünyanın güzelliğini idrak etmeyen, kendisini bu dünyayı güzelleştirmekle yükümlü saymayan, toprağı kısa vadeli çıkar ve talan aracı olarak gören nesiller tarafından dünyanın kirletildiği yirminci asırda insanın kendisine temiz ve güzel bir çevre, şehirler, mahalleler ve evler geliştirmesi de imkânsızdır.” diyerek bir gerçeğe parmak basmaktadır. Bu tespit ne yazık ki genel anlamda birçok şehrimizde ve özelde Bursa'mızda da doğrulanmaktadır.
Kentin paydasıdır birlik. Birlik olmasa yürek tarlalarımız çoraklaşır; Kevser hükmündeki pınarlarımız akmaz olur. Birlik bizi daima iri ve diri tutar. Çöllerde açan umut çiçeğidir birlik… Sis bulutlarının ufku kuşattığı demlerde şefkatli bir anne gibi okşar dağınık saçlarımızdan. O ki gül kokusunu taşır iklimimize. Ruh darlığını genişletir, tutsak duygulara kapı aralar, yenik yanlarımıza zafer muştular. Onunla ceylanlar bile aslan kesilir dağların uçsuz bucaksız ıssızlığında. Şehirlerimizde bu asil duyguyu ikame etmeliyiz.
İnanç ve kültür farklılıkları kavgaları beslememeli hiçbir zaman… Zenginlik sayılmalı… Savaşın kanlı pençelerinde aranmamalı barış ve huzuru… Bu, ateşle barutun öpüşmesi kadar abes bir hâldir. Ocakları tarumar eyleyen kin ve nefret ateşi, barış ve dostluk pınarlarından aldığımız suyla söndürülmelidir. Kan birikintileri kanla temizlenmemelidir. Her şey suyun saflığına ve duruluğuna teslim edilmelidir. Tarihteki kanlı sayfalar yırtıp atılmalıdır veya ibret olsun diye müzelere kaldırılmalıdır. Tüm şehirler ortak paydada birleşip bir ve beraber olmalıdır. Bütün insanlık gönül kabını sevgi ve birlik çeşmesinden doldurmalıdır.
İnsanlığın geçmişten getirdiği öz benliğini dirhem dirhem yaşadığı, değerlerin ve değerlilerin elimizden kayıp gittiği bir zamanda ve mekânda bizi bize bağlayacak ve ruhumuzu diri tutacak birlik, beraberlik ve sevgi çimentosu daha bir önem kazanıyor. Musallaya başımızı değdirmeden, pişmanlık çizgisi geçilmeden uyanmalı, silkinmeli, titreyip kendimize dönmeliyiz. Aksi halde erdem öykülerine ‘bir varmış bir yokmuş’ tekerlemesiyle başlamak zorunda kalacağız. Zira bu durumda erdem elini ayağını çekecek mahallemizden.
Yaşlı dünyamız kardeşliği ortadan kaldırmak isteyen Kabil’le, kardeşliği tesis etmek isteyen Habil’in kadim mücadelesine şahittir. Kimileri Habil’in, kimileri de Kabil’in değirmenini döndürmek için çarklara su taşıyor. Herkes bir şekilde safını belli ediyor. Bizler şehirleri esenlik yurdu hâline getirmek için Habil’den yana tavır takınmak mecburiyetindeyiz.
Bizler “selâm” kelimesiyle aynı kökten gelen bir inancın, yüce İslâm’ın mensuplarıyız. Tavır ve davranışlarımızda en büyük kriterimiz İslâm’ın hükümleri olacaktır. Davranışlarımızı İslâm eleğinden geçirmek durumundayız. Bu sıkı elekten geçen davranışların karşımızdaki kitleleri incitmesi ve yaralaması mümkün değildir.
Bizler şanlı bir mâzinin mirasçılarıyız. Muhabbet coğrafyasının fedaileriyiz. Gönülleri çepeçevre kuşatan sevgi ikliminde yetiştik biz. Tarihimiz hiçbir utanç tablosu barındırmaz. Aksine bin yıllık tarihimiz insaniyet numuneleriyle doludur. Bizler Yunusların ve Mevlânaların sevgi ve hoşgörü atmosferinde gözlerimizi dünyaya açtık. Bu konuda çok güzel örneklerimiz var. “Farklı görüş ve davranışları tahammülle karşılama, önemli olmayan hata ve kusurları hoş görme ve bağışlama; bizden olmayan veya bizim gibi olmayan başkalarına karşı güçlük çıkarmama, onlara müdahale ve baskıda bulunmama ve onların ufak farklılık ve kusurlarını görmezden gelme”(Mustafa Bilgen, Yüksek İslâm Ahlâkı, s. 450) anlamına gelen hoşgörü, hayatımızın yegâne pusulası olmalıdır. Zira inancımız bize bunu emrediyor.
Seküler bir hayat tarzının dayatıldığı zor bir çağda yaşıyoruz. Gelin bu bizden olmayan hayat tarzının değirmenine su taşıma huyundan vazgeçelim. Kardeşlik paydasında buluşalım.
YAVAŞ YAVAŞ AYDINLANAN KADİM ŞEHRE DAİR BEYANNAMELER
M. NİHAT MALKOÇ
“Ne içindeyim zamanın,/Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın/Parçalanmaz akışında”
(Ahmet Hamdi Tanpınar)
Hayatımızı Çepeçevre Kuşatan Zaman Beyanındadır…
Yavaş yavaş aydınlanan geceye indirilen kuvvetli bir balyozdur zaman. Hatıraları tuz buz edendir cam kırıklarının can kırıklarına karıştığı demlerde. Acının kıymıklarını törpüleyendir seherlerde. Usumuzu farkındalık iksiriyle renkten renge boyayandır zaman. İstikbale tıknefes yürümektir. Yarını bugünün, bugünü de dünün adresinde aramaktır.
Can tenine giydirilen bir intihar gömleğidir zaman. En çok kafa yorup da en az aşikâr olduğumuz mevzudur. Geçmişten geleceğe uzanan bir hatıralar meşheridir. Vaktin düz bir çizgi üzerinde yürüdüğünü sansak da hakikatte çetrefilli helezonlar çizendir hayatımızda.
Her şey üretilir de hayatta, zaman üretilmez heyhat!... Ne bir fabrikası ne de bir ustası vardır zamanın. Sancıları tutunca ağrısını dindirecek ne bir doktor ne bir tabip mevcuttur. İtilip kakılan, har vurup harman savurulan, bütün kabahatleri sırtında taşıyan bir yetimdir gök boşluğunda zaman. Giydiği bir yamalı bohça, nam-ı diğer bir deli gömleğidir ateşten.
Zaman eskisi dediğimiz hatıralar zamanın heybesinde daima saklı durur. Zaman eskisi, Haşimî bir deyişle “Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak”tır. Günün akşama karıştığı gümüş renkli saatlerde semaya bakarken gözlerimizi nemlendirendir. Suları sarartan, yüzü perde perde soldurandır. Bizlere kızıl havaları seyretmenin kekremsi hüznünü tattırandır.
Kendisini öyle kolay kolay aşikâr etmeyen gizli bir dildir zaman. Sükûtu belâgat değirmenlerinde öğütendir. O masmavi dalgalarıyla aklımızın sahilini sürekli aşındırandır. Köstekli saatini hep yarınlara kurandır. Ağıyı bal, balı ağı edendir gönül sofralarında.
Hafızanın aynasında yansıyandır kadim zaman. Mâzi, hâl ve istikbal; zamanın hayatımızı çepeçevre saran nüveleridir. Zaman ve mekân insanın ruhunu kıskaca almıştır besbelli. “Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır” diye söyleyen üstad, aslında bütün saatlerin beşere ayarlı olduğunu vurgulamıştır Saatlere billurdan bir ruh giydirmiştir.
Tanpınar’ın Bursa’sında zaman, geleceğin rüyasını, kesme taşlardan inşa edilen asırlık bir mabedin müşfik gölgesinde kurmaktır. Mâzinin gizlerini yarınlara aşikâr etmektir boylu boyunca. Çünkü o, üstadın deyimiyle muayyen bir devrin malıdır. Türk-İslâm ruhu onun ta iliklerine kadar sinmiştir. Mâzi, hâl ve istikbal onun pörsümeyen ruhunda mezcedilmiştiler.
Zamanın o sımsıcak koynunda bir peri suretinde derin uykular içerisinde yüzen Bursa, her dönemde derin yaralar alsa da, o bu kanayan yaralarını çabuk tedavi etmiş, kaybolan hücrelerini tamir edip yenilemesini bilmiştir. Aydınlık yarınlara hep diri ve iri çıkmıştır.
Geçmiş, bugün ve gelecek omuz omuza yürür Bursa’nın tarih kokan o esrik cadde ve sakaklarında. Bu üç farklı iz, sanki bir iz olur Gümüşlük’te. Bu noktada Ömer Hayyam’ın “Geçmiş, geleceğe; suyun suya benzediği kadar benzer” sözü gelir akıllarımıza. Yine aynı Ömer Hayyam “Geçmiş günü beyhude yere yâd etme/Gelmemiş bir an için de feryat etme/Geçmiş, gelecek bütün bunlar hep masal!/Eğlenmeye bak, ömrünü berbat etme” diyerek zamanın gönül aynasındaki izdüşümüne rindane bir nazarla bakmaktadır.
Mâziden Hâle, Hâlden İstikbâle Esen Hüzün Rüzgârları Beyanındadır…
Yavaş yavaş aydınlanan tenha yüreklere çöken bir hazan bulutudur hüzün. Renklerin ayva sarısına çalanıdır. Hüzün, ilhamı çağıran bir peridir yüreklerde. Zamanın kuytularında gönüllere çöken bir akşam kızıllığıdır. Zifiri gecelerde kalpleri hâlden hâle koyandır. Neşenin kıy(a)metini tayin edendir yüreklere çöreklenen kekremsi hüzün. İnsanın sığlıklarına atılan neşterdir bir bakıma. Karanlığa gömülen iç dünyamızı aydınlatan titrek bir mum ışığıdır.
Melâl burçlarından kanatlanır bütün şiirler. Şairin ruhunu en rahat hissettiği yer melâl burçlarıdır. Şairin aşiyanı hüzünle aydınlanır zira. Bir volkan patlamasının fitilini ateşler hüzünkâr duygular. Hüznün gözbebeklerinden dökülür ruhları kavuran en yakıcı nağmeler.
Şair ne güzel söylemiş “Melâli aylamayan nesle aşina değiliz” diye. Zira melâli anlamayan(lar) bize çok uzak bir ruh coğrafyasında eğleşiyordur. Bizim çeşmelerimizden doldurmamıştır o sığ tasını. Ellerin yurdunda el, gülistanda vahşi bir diken olmuştur.
İnsanî ve irfanî yanımızın değişmez hissiyatıdır hüzün. Hüzünle sınanır zübde-i âlem olan insan. Hüzün çekiçle örs arasında kalan benliğin kıyamıdır. O ki peygamberlerin engin ruhlarının değişmez katığıdır. “Hüzün bizim mesleğimizdir” diyen Hilmi Yavuz’a hak vermemek mümkün değil bu noktada. “Hüzün ki en çok yakışandır bize” der aynı şair… Sözünü şöyle tamamlar hüzünle hemhâl olan şair yürekli insan: “hüzün ki en çok yakışandır bize/belki de en çok anladığımız/biz ki sessiz ve yağız/bir yazın yumağını çözerek/ve ölümü bir kepenek gibi örtüp üstümüze/ovayı köpürte köpürte akan küheylan…”
Keşke’lerin harmanıdır hüzün. Melankolinin kuştüyü yatağıdır. Mevsimler içinde hazandır. Yapraklarını dökmüş bir ağacın halet-i ruhiyesidir. Umarsızlıkların tepe noktasıdır. Damağımızda kalan acımtırak bir tattır. Esrikliğin silme hâlidir. Muhayyilemize takılan soru işaretleridir. Göz çanağından taşan son ateşin damladır. Sırtımıza yüklenen bir hamal küfesidir. Dinlediğimiz şarkı ve türkülere kıvamını verendir. Tahammülün en tesirli aşısıdır.
Hüzün bizim en insanî olan ve en insanî kalan tarafımızdır. Hüzündür bize acizliğimizi ve zaaflarımızı fısıldayan peri suretli sevgili. Her şey geçici olsa da, bu dünya gurbetinde bulunduğumuz sürece hüzün hep kalıcıdır hayatımızda. O ki ölümle terk eder fâni teni.
Hüzün ki dolunaylı gecelerde yakamozlar düşürendir yürek denizlerimizin masmavi sularına. Şairlerin ruhlarını besleyen en bereketli kaynaktır hüzün. Behçet Necatigil, ‘’Bizim en büyük sevincimizde bile biraz keder olmalıdır.’’ diyerek hüzünle ne kadar barışık olduğunu dile getirir. Zira her şey zıddıyla kaimdir bu hayatta. Zıddıyla kıyas edilir her şey…
Osmanlı’ya payitaht olan Bursa, dudaklarda tebessüm bırakan hissiyatın yanında mâziden akseden hüzünlerin de önsözüdür. Nice hüzünler görmüştür bu ruhanî şehir. Nice kavgalara şahit olmuştur. İç çekişlerin hüznü dağılır dimağlara. Burada kederler neşelere, mutluluklar hüzünlere karışır. İç içe geçer duygular. Şehri bir uçtan bir uça kolaçan ederken bir akşamüstü yorgunluğu sarar bedeninizi. Sahte gülümsemeler eğreti durur dudaklarınızda.
Cihana hükmeden devlet-i ebed müddetin banisi Osman Gazi’nin son uykusunu uyuduğu Gümüşlü’de hüzünler donmuş, kaskatı kesilmiştir sanki. “Gümüşlü bir fecrin zafer aynası” olsa da “Bir rüyadan arta kalmanın hüznü” arzla arş arsını kaplamıştır çepeçevre. Türbeler, camiler, eski bahçeler geçen zamanı bir film şeridi gibi akıtır gözlerimizin önünden.
Bursa’nın baharları ne kadar keyif vericiyse hazanları da o derece kederlere gark eder insanı. İçimizi acıtır bu şehrin sonbaharları. Bir deli hüzün her yeri kuşatır boylu boyunca. Yere düşen her sarı yaprak içimizden de bir şeyleri alır götürür uzaklara. Ormanlar sarıdan turuncuya, kahverengiden kızıla boyandığı demlerde hüzün bir sarmaşık misali sarar bedenimizi. Anadan üryan bir hâle bürünür doğa. Tabiat siyah beyaz günlere çağırır bizi.
Aslında hüzün ve kederleriyle davetkâr bir kadın gibidir Bursa. Şuh kahkahalar ona göre değildir. Hüzünler gözbebeklerinde yuva kurar gönlümüzün Medine’sinin. Bazen de ayak izleri yabancılaşır kendine. Tarihî ve doğal güzellikleriyle eşsiz seçenekler sunar size bu kadim şehir. Osmanlu’nın kurucusu olan bu şerefyâb şehirde kılıç şakırtıları duyulur o asil mâzinin nişanesi olan kesme taşlardan. Doru atların nal sesleri değer kulaklarımıza. Mağrur günleri kazınır hafızalara. Bir deli hasret dumanı çö(re)k(l)e(ni)r gönül dağının tepelerine.
Bir Yürek Meltemi Yahut Bursa’da Aşk Beyanındadır…
Yavaş yavaş aydınlanan gönüllerin dolunay misali ışığıdır aşk. Kapkaranlık gecelerde bizlere edep, erkân ve yol gösteren mütebessim bir kılavuzdur o. İnsanî duygularımızın serlevhasıdır aşk. Candan cana yoldur. İnsanlıkla yaşıt asil ve evrensel bir duygudur bu. Ruhları güzelleştiren bitmez tükenmez bir enerji kaynağıdır. Bedenen ve ruhen tam bir iyilik hâlidir. Barut fıçısına dönmüş dünyamızda hayatı yaşanılır kılandır o. Çölleşen yürekleri yeşerten, gönüllere yağan muhabbet yağmurlarıdır. Aşk, hayatımıza can ve heyecan katandır.
Bir kez ölüp bin kez dirilmektir aşk… Adanmışlığın en koyu rengine boyanmaktır belki de. Gül iken kül olmayı göze alabilmektir Nemrut’un kor ateşinde. Merhemdir her gece yarısı kanayan gönül yarasına. Sağanak altında kuru kalabilmeyi becerebilmektir. Sevgiye susayanlara gönülden gönüle akan duru pınardır. Ay ışığıdır zifiri gecelerde.
Aşk, dağılan tebessümleri gönül ipliğine dizmektir eksiltmeden. Her yalnız kalışta aynalarla yüzleşmektir gece yarılarında… Nefretin yüzünü tırmalamaktır hırçınlaşarak…
Şirazeden çıkanlara sağduyunun tek adresidir aşk… Tutsak gönüllerin tenhasında kaybolmaktır alabildiğine. Gözlerin kuytusuna saklanmış tuzun erimiş hâlidir seherlerde.
Noktanın önünde virgülce eğilmektir aşk… Mazlumların dualarını kanatlandıran ateşe banılmış âhlardır. Kim bilir belki de seneler sonra dudaklardan dökülen eyvahlardır. Aşk nefretin lime lime doğranmış hâlidir karanlığın kalbinde. Dağların ardını görmek, bulutlara değmektir belki de. Yanındayken bile sevdiğinin hasretiyle yanıp tutuşmaktır.
Hüzünlü gecelerde ayışında dalıp dalıp gitmektir aşk… Sevdiğinin okyanusları andıran masmavi gözlerinde kaybolmaktır. Gecelerin ayazında uykulara batırılan paslı bir hançerdir kanımca. Nazenin ellerdeki gönül kaleminin mürekkebidir aşk… Sihirli bir sözcüktür kalın lügatlere hükmeden… En çok da kaybedilince değeri anlaşılandır.
İki bedeni bir ruha sığdırabilmektir aşk… Bir damla suda koca gemiler yüzdürebilmektir bir başına. Gönül limanlarını açabilmektir okyanuslarda fırtına yiyenlere. Mecnûn misali Leyla’da Mevlâ’yı bulabilmektir aşk… Bir kum tanesine uçsuz bucaksız çölleri sığdırabilmektir. Anka kuşu misali küllerinden yeniden doğabilmektir.
Yanıp yanıp kavrulmak, kül olup savrulmaktır aşk… Yunus’u bir dergâha kırk yıl bağlayan çözülmez esrarlı bağdır. Karanlık gecelerde mum ışığına pervane olabilmektir. Mevlâna’nın düşlerinde büyüyen Şems-i Tebrizî’dir aşk… Zerrede gizlenmiş kâinatı idrak edebilmektir gönül gözüyle. Yükselmek için alçalmayı göze alabilmektir uhrevî hayatta.
Sultanları kul eyleyen, gönülleri yol eyleyen, malı mülkü kül eyleyendir aşk… Kazandığım ekmektir, harcadığım emektir, soframda yemektir aşk… Muhabbeti içmektir, gönüllere göçmektir, belki serden geçmektir aşk… Gönlümüzün fermanı, dizlerimin dermanı, sevgilerin harmanıdır aşk… Fakirin zenginin aşı, cümle başların başı, gözlerin ak yaşıdır aşk… Dilsizlere tatlı dildir, elsizlere güçlü eldir, bahçemizde gonca güldür aşk…
İnsanın ruhu sevgi iksiriyle mayalanmıştır. Özüne sevgi katılmıştır insanın. Bu yüzden aşksız geçen ömrü ömürden saymak akıl kârı değildir. Zira diri olmanın ve diri kalmanın en büyük belirtisidir bu onulmaz kalp çarpıntısı. Huzur romanında Mümtaz’la Nuran’ın aşkını çok derin ifade eden Tanpınar aşka dair şu dizeleri de karalamıştır: “Aşk dediğin nedir ki/Tenden bedenden sıyrık/Çocukların içinde/Yaşadığı bir çığlık//Aşk dediğin nedir ki/Histen nefesten varlık/Umutsuzluk içinde/Karanlığa son ıslık.” Aynı Tanpınar “Aşka Dair” adlı yazısında ise şu ifadelere yer vermiştir: “…karşında dalgın ve biçareyim, bu yüzdendir ki her visal, seni tekrar kaybetmek korkusuyla beni zehirliyor, hoyrat ve zalim oluyorum ve sana, benim olmaktan başka bir hürriyet tanımıyorum. Seni kaybetmek korkusu, asırlar boyunca, oluşun çemberinde seni tekrar, yeni baştan parça parça aramak azabının korkusu… İşte bunlardır ki bana seninle tam, yekpare ve imkânsız bir ölümde birleşmeyi istetiyorlar… Sen unsurlarını veren şeylere dağılmak, ben nizamını ve gayesini sende bulduğum bir vahdette ebediyet boyunca toplu kalmak istiyorum; onun için şefkatim mahbesindedir.”
Her zaman mutluluk getirmez, acı çekmeyi de göze alabilmektir aşk. Aragon’un “Mutlu aşk yoktur” dizesi bu gerçeği dile getirir. Öyle de olsa, acısı da gönül telini titretir aşkın ve sevdanın. Sevgisizlikten çok daha muteberdir acılara banılmış olsa da aşk…
Mâziden hâle, hâlden istikbâle uzanan bir sevda mektebidir Bursa. Nice muhabbet fedaileri gelip geçmiştir rahle-i tedrisatından. Nice gönülleri doyurmuştur mütebessim nazarlarıyla. Sevginin en ileri derecesi olan aşk Bursa’da zamana rengini vermiştir.
Kökü Mâzide Gövdesi Âtîde Ulu Bir Çınarın Serencamı Beyanındadır…
Şehirler, içinde yaşayan insanlara benzerler. Bunu tersten söylemek de mümkün. Şehirler ruh ve kimlik sahibidirler. Bu ruh ve kimlik onların taşıdığı değerlerin rengindedir. Zamanın şehirleri olduğu gibi, şehirlerin de muayyen zamanları mevcuttur. Bu zaman, şehrin yarınlarının rüyasını gördüğü muayyen zamandır. Bu zamanın bir ayağı da geleceğe basar.
Şehirle şehirli arasında mâziye dayanan köklü ve güçlü bağlar mevcuttur. Bu bağlar şehirle, içinde yaşayan müdavimlerini tek ruh yapar. Bu ruh maddî ve manevî değerlerle perçinleşir. Bursa bu şehirlerin başında gelir. Bu şehrin kadim değerleri, içinde yaşayanların ruhuna sinmiştir. Onun içindir ki aralarında kopmaz bağlar ve ortaklıklar mevcuttur.
Her doğan güne karşı vakur bir duruşu vardır Bursa’nın. Nice şehzadeler, nice padişahlar dolaşmış bu şehrin tarih kokan cadde ve sokaklarında. Nice Allah dostları arşınlamış bu kutlu şehrin Arnavut kaldırımlarını. Sokakların dili olsa da konuşsa…
Altı asır boyunca üç kıtaya adalet dağıtan Osmanlı, zamana ve mekâna bu topraklarda kök salmıştır. Bu köklü medeniyetin izlerini Bursa’nın dört bir yanında sürebiliriz. Bu cihan imparatorluğunun sırlarına vakıftır bu güzide topraklar. Osmanlı’nın mührü bu şehrin onurudur. Bursa bu şerefli ve haysiyetli mührü büyük bir onurla taşımaktadır aydınlık yarınlara. Gönüllerdeki Osmanlı bayrağı hiç inmemiştir yürek kalesinin gönderinden.
Bursa bir geçmiş zaman masalından fırlamış peri gibidir. Esrarını paylaşmaz herkesle. Tarihle yüzleşmek ve hemhal olmak isteyenler bu kadim şehrin dizinin dibinde oturup anlatacaklarını can kulağıyla dinlemelidir. Böylece zamanda uzun bir yolculuk yapmalıdır.
Yeşil Gözlü Bursa’nın Mâzisi, Hâli ve İstikbâli Beyanındadır…
Adı tarihe altın harflerle kazınmıştır ilk payitaht Bursa’nın. Osmanlı’nın ilk göz ağrısıdır o. Gönüllerimizin mihrabıdır tarihî eserlerle dolu bu şehir. Şehrin her köşesinde mâziyi hatırlatan onlarca tarihî eserle karşılaşmak işten bile değildir. Bursa fatihi Orhan Gazi’nin heybetli duruşu gözlerimizin önünde canlanır Bursa sokaklarında. Fetih neşesini iliklerimize kadar hissederiz. Gururumuz o heybetli Uludağ’la boy ölçüşür sanki.
Osmanlı’nın kapılarını Anadolu’ya ardına kadar açan Orhan Gazi’nin fethettiği bu topraklar ne yazık ki işgal acılarını da yaşar derinden. Yunan istilasına uğrayan bu güzel şehir Mehmet Akif’e o hüzünlü “Bülbül” şiirini yazdırır. Mehmet Akif o duygusal şiirinde, hüzünlenen ve bunu sesine yansıtan bülbüle şöyle seslenir: “-Eşin var, âşiyanın var, baharın var, ki beklerdin; /Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin? /0 zümrüt tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun; /Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun”
Hüzünlerin bir nehir misali taştığı demlerde zümrüt yeşili Bursa girer uykularımıza. O gül kokulu şehir süsüler rüyalarımızı. Kadim kökünden beslenir Osmanlı’nın düşlerini gerçeğe dönüştüren bu ihtişamlı şehir. Onun gördüğünü çok az şehir görmüştür gönül gözüyle. O ki Selçuklu’ya yâr ve diyar olmamış, Osmanlı’yı beklemiştir bembeyaz duvağıyla. Osmanlı da onu payitaht sıfatıyla onurlandırmıştır. Osmanlı çınarı bu topraklarda kök salmıştır. Eşi benzeri olmayan bir medeniyet inşa edilmiş bu emsali olmayan kıymetli topraklarda. Kesme taşlarla inşa edilen camilerinden günde beş vakit ezan okunmuştur.
Yetim yanlarımızı besleyip büyütendir Bursa. Mâziden hâle, hâlden istikbâle doğru akan bir mânâdır. O ki ruhlara bir heykeltıraş titizliğiyle şekil verendir. Türk-İslâm mührünün mücessem hâlidir. Rumeli türküleri, bozlaklar ve uzun havalar bu şehrin havasına hava katar.
Bursa deyince evvelâ Ulu Cami gelir akıllara. Muhteşem bir mimariyle inşa edilen bu cami dikdörtgen bir plandadır. Şehrin adıyla özdeşleşmiştir bu ulu mabet. Yıldırım Bayezid’in yaptırdığı Ulu Cami dünün ihtişamını yansıtır mâzinin aynasında. Evliya Çelebi’nin ifadesiyle Bursa’nın Ayasofya’sıdır Bursa’daki Ulu Cami. Bu kutlu mabet manevî kıymet bakımından İslâm’ın beşinci ibadethanesi olarak kabul edilmiştir. Mevlit şairi Süleyman Çelebi ömrü boyunca burada imamlık yapmıştır. Bu cami Bursa’nın simgesidir; manevî
Emir Sultan, Bursa’nın manevî dinamiklerinin başında gelir şüphesiz. Yıldırım Bayezid’e damat olma şerefine nail olan bu Hakk ve hakikat dostu Bursa’ya ruhundan üflemiştir sanki. İstanbul için Eyüp Sultan, Ankara için Hacı Bayram-ı Veli neyse Bursa için de Emir Sultan odur. O, kadim bir payitaht olan Bursa’nın iman, irfan ve maneviyat güneşidir.
Yıldırım Bayezid’in yaptırdığı Kozahan, geçmişten bugüne ulaşan eserler içerisinde apayrı bir yere sahiptir. Mimar Polat Şah’ın çekiç seslerini gönül kulağıyla duymak bugün de mümkündür Kozahan’da. Gül yüzlü umutların kozası örülmüştür bu tarihî çarşıda. Nice gül yüzlü insanın şen sözleri sinmiştir Kozahan’ın taş duvarlarına. Burada dünden kalanların izlerini görmek mümkündür hâlâ. İpek yumuşaklığındadır düne dair her ne varsa burada.
Bursa deyince akla gelen mekânlardan biri de Yeşil Türbe’dir. Bu türbe şehrin hemen her yerinden görülebilen bir noktasına konuşlandırılmıştır. Yıldırım Bayezid’in oğlu Sultan Mehmed Çelebi tarafından yaptırılan Yeşil Türbe’de Sultan Mehmed Çelebi, oğulları Şehzade Mustafa, Yusuf ve Mahmut, kızları Sitti Hatun, Selçuk Hatun ve Ayşe Hatun yatmaktadır. Hacı İvaz Paşa’nın yaptığı Yeşil Türbe mimarî açıdan dönemin en güzel yapıları arasındadır.
Sözün Özü Yahut Son Söz Beyanındadır…
Osmanlı’nın gözbebeğidir Bursa. Bu kadim şehir Osmanlı’nın ilk başkenti olma gururunu taşımaktadır. Osmanlı’yla aynı kaderi paylaşmıştır bu güzel coğrafya. Onunla aynı dili, yani gönül dilini konuşmuştur senelerce. Yazgıları müşterek olmuştur asırlar boyunca. Aralarındaki güçlü bağ hiçbir zaman kopmamıştır. Vahdetten ayrılmamışlardır. Kesrette vahdeti bulup baş tacı etmişlerdir. Kanayan yaralarını elbirliğiyle iyileştirmişlerdir.
Bursa’yla aynı kaderi paylaşır Uludağ. O ki Bursa’nın nice sırlarına vakıftır. İkisinin de yüzü kar beyazıdır. İkisi de göklerin mavisini solumuştur asırlarca. Dost kalmışlardır hep.
Bursa zamanı kuşatan bir şehirdir. Ne zamanın içindedir ne de büsbütün dışındadır bu tılsımlı şehir. Bu şehrin bir yüzü mâziye, bir yüzü hâle, bir yüzü de istikbale bakar. 42 yıl Osmanlı’nın payitahtı olmuştur bu eşsiz topraklar. Bu onur şehrin yüzünden yansır daima.
Dört bir tarafı tarihî eserlerle dolu, açık hava müzesini andıran bir şehir düşünün. Altı padişahın, onca şehzadenin ve saray eşrafının yaşadığı ve son uykularını uyuduğu yavaş yavaş aydınlanan bir şehir. İşte o şehir Bursa’dır. Bu şehir yüce Rabbimizin milletimize bir lütfudur.
İyi ki varsın Bursa… Dünden bugüne, bugünden yarına aynı aşkla ve şevkle durmadan koşuyorsun. Değerlerinden ve değerlilerinden asla taviz vermiyorsun. Bu dengesiz çağda denge unsuru oluyorsun. Tarihin gül bahçelerinden emsalsiz kokular saçıyorsun günümüze.
Yayımlandığı Yer: Şehir ve Kültür Dergisi
KADİM ZAMAN DEHLİZİNDE BURSA AYNASINDAN YANSIYANLAR
M.NİHAT MALKOÇ
“Kasdım budur; şehre varam/Feryad-ü figan koparam!”(Yunus Emre)
Serlevha…
Adı tarihe altın harflerle kazınan Osmanlı’nın ilk göz ağrısı, ilk payitahtısın sen… İki bin iki yüz yıllık tarihi içinde hem klasik Roma’nın, hem de Doğu Roma’nın en önemli şehirlerinden biri olarak kazınmışsın hafızalara. Sen ki İsa nebiden iki yüz yıl evvel kurulmuşsun. Unutma ki gönlümüzün Medine’sisin; kalplerimizin mihrabısın; Osmanlı’yı kuran şerefyab şehirsin sen. Fatihin olan Orhan Gazi’nin kılıcının şakırtıları ve doru atının kişnemeleri duyulur bu kadim kentin kesme taşlarında. Keşiş Dağları’na düşer o mahzun sesin. Uludağ’ın eteklerinde uyursunsun her gece; bembeyaz karlar yorganın olur zemherilerde. Dağların yeşilini, göğün mavisini genç bir kız edasıyla giyinirsin her sabah…
Sen ki Yunan’ın kirli çizmeleriyle çiğnenen topraklarını gören Mehmet Akif’e ‘Bülbül’ adlı hüzün dolu şiiri yazdıran, “-Eşin var, âşiyanın var, baharın var, ki beklerdin; /Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin? /0 zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun; /Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun” diye söyleten ilham perisi bir şehirsin. İçimizdeki şairi ortaya çıkaran emsalsiz güzelsin. Sen, gözlerimin ferine asılı kalansın; nazarlarımın kundağında uyuttuğum, kalbimin odacıklarında besleyip büyüttüğüm, gittiğim bütün şehirlere özlemini taşıdığım, sırlarına aşina olduğum bir suretsin. Kesme taşlara sinen o kutlu esrarın kendisini keşfedecek gönül gözü açık kâşifleri bekliyor. Manevî perdelerle örtülen bu sırlar ortaya çıkınca asıl güzelliğin yaprak yaprak açılacaktır.
Kadim zamanlardan bugüne coşkun bir nehir gibi akan erdemli şehirsin Bursa… Zamanı aşan en emniyetli sığınağımsın. Zümrüt yeşili Bursa, on altıcı şehridir kutlu aşklara banılmış gönül coğrafyamızın… Ben de bu şehrin bir sevdalısı ve mihmanı olarak gönüllerde bir/inci, alfabetik plaka sıralamasında on altıncı olan Bursa’ya dair hissiyatımı, her biri bu şehre yazdığım mektubun bir parçası olan, on altı levhada dile getirmeye çalışacağım.
Osmanlı Tarihinin Dibacesi: Yeşil Gözlü Bursa
Devlet-i ebed müddet Osmanlı’nın gül kokulu dibacesisin Bursa… Bununla da kalmayıp yüzyıllarca Roma’nın görkemli hikâyesinin düğüm noktasını oluşturan kadim şehirsin sen… Ağaç nasıl ki kökünden beslenirse sen de ihtişamlı mazinden beslenirsin. Tanpınar’ın deyimiyle milliyetimizin en güzel kaynağısın, el değmemiş mazi rüyasıyla içimizden konuşan en geniş davetsin. Seni hakkıyla vasfetmeye kâfi gelmez gönül lügatimdeki sıfatlar. Sen gönüllere nazar eden esrarlı bir gözsün; basiret odağı gönül gözüsün.
Hayatın ta kendisisin Bursa… Kim bilir belki de devasa bir film platosusun. ‘Hayat’ denen üçboyutlu film oynanıyor üzerinde: Dün, bugün ve yarın… Başrolde hep sen varsın; bizler de bu filmin bahtiyar figüranlarıyız. Belki Hacivat’la Karagöz’ün başrol oynadığı bir kukla sahnesisin. Bizler de kuklacıyız. Yaşananlar bir rüyadan arda kalmanın hüznüdür belki.
“Velhâsıl Bursa sudan ibarettir.” diyen Evliya Çelebi ne kadar da haklıdır. Cadde ve sokaklarında dinmez su sesleri. Denizin olmamasına rağmen sudan nasibini fazlasıyla almışsın. Fahri hemşehrin sayılan Tanpınar’ın “Bursa’da Zaman” şiirindeki şu dizeler suyun, senin için ne mana ifade ettiğini gösteriyor: “…Küçük şadırvanda şakırdıyan su/…Yüzlerce çeşmenin serinliğinden/… Su sesi ve kanat şakırtılarından/…Beyaz bahçesinde su seslerinin”
Osmanlı’nın Bir/İnci Payitahtı Bursa
Osman Gazi’nin düşünü gerçeğe dönüştüren, nice tarihî sırları içinde saklayan şehirsin, Türk-İslam kültürünün en güçlü kalesisin Bursa… Selçukluya yâr olmayan, ak duvaklı bir gelin misali, ısrarla Osmanlı’yı bekleyen ve onun kollarında yarınlara koşan bir ışıksın; bereketli topraklar üstünde yükselen bir çınarsın. Selçuklu senin yokluğunu iliklerine kadar hissetmiş, senin yokluğunda bir medeniyet kurmuştur. Altı asrı aşkın bir zaman boyunca cihana hükmeden Osmanlı, senin o yemyeşil ovaların üzerinde filizlenmiştir. Orta Asya’dan göçen Türkler, orda çektikleri susuzluğunu senin buz gibi pınarlarında dindirmiştir.
Asırlık cami ve minarelerin gölgesinde, tarihin tılsımlı imbiğinden sızan mânâsın sen… Köklü medeniyetimizin en zengin ve canlı müzelerinden birisin. Bizim için ikinci İstanbul mesabesindesin. Zaman mefhumunun perdelendiği, tarihin nurdan izlerinin irileştiği yersin. Sensin asil ruhlara şekil veren, onları besleyip büyüten, hasta yanlarına derman olan…
Kulağında Rumeli türküleri, bozlaklar ve uzun havalar çınlar. Göçmenler, hasretini taşır topraklarına. Cadde ve sokakların; taşın, kumun ve çimentonun manevî ruhla kanatlandığı Türk-İslam mührünü taşıyan mümtaz eserlerle dolu… Senin ipek kaplı kuş tüyü döşeğinde uyuyanlar, sabahleyin su, kuş ve ezan sesleriyle uyanır. Senin asude ikliminde yaşayanlar ne de huzurludur. Susuzluktan şerha şerha çatlamış topraklar, yağmuru nasıl özlerse, ben de seni öyle özlerim. İçimdeki hasret yangınını söndüremez buz gibi sebillerin…
Zaman zaman içinde bir anafor misali dönüp dururken, Bursa ikinci zaman içinde uyumaktadır derin uykusunu. Karanlık gecelerine dolunay kandil olmaktadır Bursa’nın…
Şehrin Maneviyatını Yoğuran Kutlu El: Emir Sultan
Sen ruhen hasta gönüllerin tabibi, bu şehrin manevî kutbusun. Sen Tanpınar’ın isabetli tespit ve deyimiyle ‘belki de XV. asır Türkiye’sinin halk muhayyilesine en fazla mal olmuş çehresisin.’ Hasta ruhlara yaydığın doyumsuz rayiha, maneviyat göklerinde uçmak için elzem olan birer kanat hükmündedir. Sen ki şehitlerin serdarı Hz. Hüseyin’in kokusunu yayarsın Bursa’nın yanık yüreğine. Hakk ve hakikat dostlarını bir mıknatıs misali çekersin kendine.
Ebediyetin rahmanî yüzünün nurlu akisleri kutlu sandukandan yansır. ‘Şemsüddin’ lakabınla, dinin güneşisin. Buhâra’da doğduğun için Muhammed Buhârî, ‘Seyyid’ olduğun için ‘Emir Buhârî’, Yıldırım Bayezid Han’a damat olduğun için de ‘ Emir Sultan’ demişler sana. Ruhları dirilten maneviyat rüzgârları estirirsin Bursa’ya seherlerde. Ruhları aç ve yaraları bîilaç olanlar, senin manevî sofrandan nasiplenir. Keşmekeş ruhların düğümünü ancak sen çözersin. Manevî rüzgârları Bursa’ya yönelten ve şerre karşı bir zırh vazifesi gören bugünkü türben, sadeliğiyle insanın bu dünyada bir nefes müddetince kalıcı olduğunu haykırmaktadır. Sen ölmedin; akıllara durgunluk veren menkıbelerinle gönüllerde yaşıyorsun.
Şefaat isterken, dili sürçerek seyahate nail olan Evliya Çelebi; tavanında mücevher, murassa eşya asılı, yüzlerce altın-gümüş çerağ ve kandil bulunan evvelki türbenin ihtişamını anlatmakla bitiremez. Fakat o türbenin göz alıcı ihtişamı ne yazık ki bugünlere erişemez.
Ey erenlerin kutbu! Bursa’nın aziz toprağı sana yorgan olmakla müşerreftir. Sen ki ilim meclislerinin müdavimiydin. Hakk yolunun yolcusuydun. Kutlu türben etrafında yapılan erguvan bayramları hiç unutulur mu? Erguvan ki adına dünyada bayram yapılan ilk ve tek çiçektir. Peygamberimizi gülle müşahhaslaştıranlar, seni de erguvanla bütünleştirmişler.
Sen Hakk dostu, keramet çeşmesinin bereketli ve nurlu oluğuydun. Erguvanlar o doyumsuz kokusunu, o güzel ve emsalsiz rengini senden alırdı. Bir Bursa sevdalısı olan Tanpınar’ın deyimiyle “Bizim iklimde gülden sonra bayramı yapılacak bir çiçek varsa, o da erguvandır. O, şehirlerimizin ufkunda her bahar bir Diyonisos rüyası gibi sarhoş ve renkli doğar. Dünyanın tekrar değiştiğini, tabiatın ağır uykusundan uyandığını haber vermek ister gibi zengin, cümbüşlü israfıyla her tarafı donatır, bahar şarkısını söyler... Erguvan ağacı benim için ezeli ve ebedi arzunun, daima yenileşen hayat aşkının bir timsalidir...”
Âşık Yunus, ne güzel anlatmış seni ve sana tabi olan gül yüzlü dervişlerini: “Emir Sultan dervişleri/Tesbih ü sena işleri/Dizilmiş hüma kuşları/Emir Sultan tepesinde” diye…
Ey zilletin hoyrat kasırgasıyla tarumar olmuş gönülleri imar ve inşa eden güzel insan!... Ciğerparen hükmündeki oğlun Emir Ali, iffet abidesi kızların ve Yıldırım Bayezid Han’ın biricik kızı olan muhterem zevcen Hundi Hatun’la uyursun sonsuzluk uykusunu. Ne olur bize de ruhları dirilten o müşfik rüzgârından gönder!… Huzur içinde uyu ey ulu eren!…
Beyaz Örtüye Bürünen Mysia Olympos’u: Uludağ
Senin Keşiş Dağı olan adının Uludağ’a dönüştürülmesinin serencamının bu şehrin maziden neşet eden yüce payesiyle ilişkilendirilmesi boş değil. Kuytu manastırlarındaki aryalar sükûtun değirmeninde öğütülmüştür. Sen ki Marmara’ya tepeden bakarsın. Fakat eteklerinde yatan Hakk dostlarına olan hürmetin sonsuzdur. Onun için yaz kış hep ayaktasın. Bir kez olsun uzanıp kestirdiğin görülmemiştir. Gururlusun; ama kibirli değilsin. Şakaklarına yağan kar, seni yaşlı kisvesine büründürmenin aksine, daha genç ve zinde göstermektedir.
Senin, biri herkesçe görülen aşikâr yüzün, bir de basiret ehlinin görebileceği gizli yüzün vardır Uludağ… Ben senin görülen yüzünden daha çok, o basiret ehline ayan olan gizli yüzünü seviyorum. Senin manevî tarihin, sanılanın aksine Bizans’la başlar. Keşişlerin, dervişlerin ve tapınaklarınla sen evrensel bir ruhun tozdan arındırılmış ak aynasısın. Kadim zamanlardan bugüne uzanan bir ulu köprüsün sen. Kâtip Çelebi’nin Cihannüma’sına bakarsak sen bir zamanlar ‘Cebel-i Rahip’ olarak adlandırılıyordun. Fakat asıl Osmanlı’yla buldun kimliğini ve kişiliğini... Zira Osmanlı’nın ihtişamlı devirlerinde dervişler eksik olmazdı zirvenden. Sana bakan basiretli gözler, yüksekliğini Hakk’ın azametine delil sayarlardı.
Ezanların Semalarda Yankılandığı Gül Yüzlü Mabet: Ulu Cami, Mabetler…
Ey gönüllerin emsalsiz sevgilisi, yemyeşil libaslara bürünmüş Bursa!... Sabırla yoğrulmuştur suskunluğun… Söylenmemiş nice sözlerin vardır lâl dudaklarında. Sen İslam’ın alametlerinden biri olan nurlu minarelerin, ufka şahadet parmakları gibi uzandığı kutlu şehirsin. Ezanların kulaklarımızdaki pası siler günde beş vakit… Gönüllerin Medine’sisin sen.
Ulu Camilerin en ulusu sendedir. O pak Ulu Cami’nin kapısında manevî bir serinlik değer tenimize, ruhumuzu yumuşatır güneyden esen kıble rüzgârı. Cami içindeki uhrevî endişeler, cami dışındaki dünyevî telaşlara karışır. Büyük şehrin yalnızlığında, bu mabede daha yakın hissedersiniz kendinizi. Ulu Cami emzirir açlıktan kırılan manevî yanınızı…
Ey Ulu Cami, Anadolu mabetlerinin en soylusu!… Kur’an sesleri sinmiştir duvarlarına. Senin heybetinden küçüldükçe küçülür, adeta nokta kadar olurum. Zira Bursa’nın Ayasofya’sısın sen… Yirmi kubbenle yirmi camiye bedelsin. Emir Sultan Hazretlerinin sesi hâlâ yankılanır duvarlarında. Üftade Hazretlerinin ezanları asılı kalmıştır hava zerrelerinde.
Ey camilerin ulusu, uluların camii!... Sancılı arayışın hitama erdiği yer… Sen ki Somuncu Baba’nın sırrını ifşa etmişsin. Mâzi, hâl ve istikbal yekpare bir şekle bürünüyor o muhteşem kubbenin altında. Denize kıyısı olmayan bu kadim ve kutlu kentte maneviyat denizisin sen. Bu masmavi denizden bir katre alanlar, ermiştir kurtuluşa. Dünyayla aramıza kalın bir duvar örersin sen. Günahlarımızla yüzleştirir, tövbe kapısına çağırırsın bizi. Sende duvarlar duvar, taşlar taş olmaktan çıkar, bir nur halesine dönüşür adeta. Caminin ortasındaki o mermer havuz ‘Havz-ı Kevser’in minyatürü misali serinletir kavrulan hissiyatımızı…
Ey Ulu mabet!... İnce minarelerinin gölgesi billurdandır. İçimde pörsüyen imanımı tazelersin günde beş vakit okunan gül yüzlü ezanlarınla. Sis çökmüş ufuklara doğarsın bir güneş misali… Hatıralarımı yıkarım o gül nefesinde. Hüzzam besteler yankılanır derunumun kuytularında. Buhurizade Mustafa Itri’nin nağmeleri, sular içimdeki kızgın çölleri… Dudaklardan dökülür Hafız-ı Şirazî’nin yakıcı mısraları, bir kıvılcıma teslim olur gönül çıralarım…“Meclis-i bezm-i ıyş râ gâliye-i murâd nist/Ey dem-i subh-i hoş nefes nafe-i zülf-i yâr kû”… Nice bahçeler yanar tomurcuk güllerin hasretinden. Yüreğim yağmalanır bu hicran gurbetlerinde. Uçurumun eşiğinde zanlarımla cebelleşirken sen tutarsın nasırlı ellerimden…
Ulu Çınarların Koca İmparatorluğu Remzettiği İlk Payitaht, Aziz Şehir Bursa
Acılarımız, hüzünlerimiz, elemlerimiz, hicranlarımız ulu çınarlar misali kök salmıştır, mübarek toprağına. Huzurun, sükûnun ve hazzın durağısın sen… Sen geleceğin şafağısın.
Sen; ulu çınarların o sapasağlam kökleriyle mâziyi hâle, hâli istikbale bağladığı kadim şehirsin Bursa… 624 yıl bütün heybetiyle ve ihtişamıyla dimdik ayakta kalan Osmanlı çınarı, senin bereketli topraklarında boy atmıştı. Onun içindir ki en sadık dostundur koca çınarlar; onlarla sabah akşam, özellikle de seherlerde maziyi yâd ederek söyleşirsin yaşlı gözlerle…
Yahya Kemal’in deyimiyle ‘kökü mâzide olan âtî’sin sen. Puslu ufuklardan kör karanlıklara doğan güneşsin. Bin Bir Gece Masalları kadar gizemlisin. Rahmanî bir rüyanın tabirisin. Çınarlar örmüştür gül yüzlü kaderini. O koca çınarlar ki upuzun dallarıyla Anadolu’yu kızgın güneşlerden asırlarca korumuştur; üç kıtaya kök salmıştır sağlam kökleriyle. Evliya Çelebi der ki “Bursa’da göğe yükselmiş öyle çınarlar vardır ki gölgesinde on bin insanı barındırır.” Bu söz mübalağalı görülse de bence eksiktir bile. Çünkü senin toprağında boy veren kutlu çınarlar, milyonlarca insanı gölgesinde bahtiyarca yaşatmıştır.
Gönül gergefinde geleceğin aydınlık kentlerini sabırla işlemektesin Bursa... Bu kentlerin karanlık gecelerine kandil olmaktasın toprağın altında yatan aydınlık ruhlarınla. Gül yüzlü bir medeniyet kurmaktasın, seherde ruhları derin uykusundan uyandıran ezanlarınla…
Zamanın İkinci Boyutunun Yaşandığı Ulu Ruhlar Meşceri Tophane
Bursa’nın o doyumsuz kuşbakışı nazarını gözbebeklerinde ebedileştirirsin sen... Osmanlı Devleti’nin kurucusu ve isim babası Osman Bey ile onun biricik oğlu, Bursa’nın mangal yürekli fatihi Orhan Bey şimdi eski bir Bizans manastırında, Gümüşlü’de ebedî uykusunu uyumaktadır. İstiklal Savaşı Şehitler Anıtı, görkemli Türk tarihin yekpare bir bütünlük teşkil ettiğini haykırmaktadır dirilere. Tophane Kulesi’ndeki saatin akrep ve yelkovanı başka bir boyutta tebessüm etmektedir sular seller misali akıp giden zamana.
Bursa’yı henüz alamadan önce ruhunu Rahman’a teslim eden Osman Gazi, oğlu Orhan Bey bu şehri fethettikten sonra daha bir huzurla uyumaktadır ebedî istirahatgahı olan Gümüşlü Kubbe’de. Burası ulu ruhların son durağıdır; tarihe açılan bir koridordur. Buradan mahşere açılacak ruh kervanları. Çınarların kuruyan dalları rahmet yağmurlarıyla can bulacak.
Tophane’den bir başka görünürsün Bursa… Dünkü fotoğrafınla bugünkü fotoğrafın birbirine hiç benzemez. Tam bir çelişki suretinde görülürsün. Senin bu çiçek bozuğu hâlini gören Osman Gazi’nin aziz ruhu yaralanır; Orhan Bey; kılıcına davranır haşmetle…
Sabrın Acı Meyvesi Muradiye
Manevî soluk alma durağı, bir huzur sığınağısın sen… Bir gülistansın, güllerin harman olduğu yersin. Burada mahşeri bekleyenler, ipek kaplı gül yastıklara yaslanmışlardır. Burada mermerlere ve taşlara sanki ruh giydirilmiştir. Osmanlı’yı remzeden ulu çınarların vefa suyuyla sulanmıştır. Selvilerin tevhidi işaret edercesine elif gibi düzdür ve göklerde nazlı nazlı salınmaktadır. Yeşillikler ortasındaki şadırvanlardan akan duru suların, sonsuzluk hissini ruhlara adeta ezberletmektedir. Seni ziyaret edenler, dünle bugün arasında kurulan o ince hayal köprüsünden geçerek zamanın farklı bir boyutunda arz-ı endam etmektedir.
Seni böyle ruh giydirilmiş halde görünce Tanpınar’ın şu manidar sözleri geliyor aklıma. “Cedlerimiz inşa etmiyor, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu. Duvar, kubbe, kemer, mihrap, çini hepsi Yeşil’de dua eder. Muradiye’de düşünür. Yıldırım’da harekete hazır, göklerin derinliğine susamış bir kartal hamlesiyle ovanın üstünde bekler.”
Arzla arş arasında yaşananlara tanık olmuşsun Muradiye… Bu türbe topluluğu Semerkant’taki Şah Zinde ve İstanbul’daki Eyüp Sultan ile birlikte, Türk İslam dünyasının sayılı türbe topluluklarından birisidir. Ölüm burada iyice munisleşir, dirilere gülümser adeta.
Haksızlıklarla adaletin yüzleştirildiği, mizan terazisinin kurulduğu yersin sen... Kanuni’nin Konya’da öldürttüğü oğlu Şehzade Mustafa, Fatih’in Napoli’de sürgünde ölen oğlu Cem Sultan, Yavuz Sultan Selim’in boğdurttuğu kardeşi Şehzade Ahmet gibi bahtsız şehzadelerin türbelerini barındırmandan ötürü senden, Tanpınar’ın ifadesiyle “sabrın acı meyvesi” olarak bahsedilir. Şehzadelerin dünyada erişemedikleri tahtlara cennette kavuşurlar.
Helâl Ticaretin ve Bereketin Durağı: Bursa Çarşıları, Koza Han…
Tarihî İpek Yolu’nun ana güzergâhında zamana karşı ilk günkü tazeliğini ısrarla muhafaza edersin Bursa... Tarihî çarşıların hayat verir şehrin ticaret hayatına. Okçular Çarşısı, Bakırcılar Çarşısı, Kayhan Çarşısı, Bat Pazarı, İvaz Paşa Çarşısı, Uzunçarşı, Çancılar, Bedesten, Kapalıçarşı, Tuz Pazarı ticaretin nabzının attığı tarihî mekânlardır Bursa’da....
Bursa çarşıları deyince özellikle tarihî çarşı Koza Han gelir akla… Ulu Cami ile Orhan Camii arasında zamana meydan okursun sen. Eskiden ipek böceği kozaları satılırdı tezgâhlarında. Sen ki ta Orta Asya’dan gelen ipekböcekçiliği geleneğini yaşattın asırlarca. 95 odadan meydana gelen taş yapın, geleneksel mimarimize en güzel örnektir. Tam ortasında küçük bir mescidin altında, munis su seslerini yayan şirin bir şadırvan vardır. Şimdi umutlar devşirilir her biri bir mağazaya dönüştürülen taş duvarlarla çevrili odalarında. Ana yapı olan Koza Han’ın doğusunda eskiden konaklamaya gelenlerin atlarını bağladıkları ahır ve depoların bulunduğu Dış Kozahan’da atların kişnemeleri duyulur sanki… Burası Uzunçarşı’ya mavi çinilerle süslü bir taç kapı ile açılır. Bu tarihî yapı; hem ticaret, hem ziyaret, hem de dinlenmek için gelen insanlarla dolup taşar bugünlerde bile...
Bursa’nın dünden bugüne değişmeyen değerlerinden birisin Koza Han… Bursa şehrinin gözbebeğisin sen. İpeğin zarafetinin gönülleri okşadığı yersin. Maharetli mimarın olan Abdül ula bin Pulat Şah’ın çekiç sesleri yankılanır taş duvarlarında. Ihlamur kokuları yayılır aktar dükkânlarından. Bir cihan imparatorluğu olan Osmanlı’nın mirasısın bugünkü zamanlara. Sen ki Sultan II. Bayezid’in hatırasısın. Güzelliğinle ve özgünlüğünle ressamların tablolarına, fotoğrafçıların karelerine gizem katarsın. Güler yüzlüdür ahi terbiyesiyle ahlaklanmış esnafların. Herkes birbirinin dürüstlüğünden emindir bu tarihî helal kapısında…
Bursa’nın Buluşma ve Yüzleşme Yeri: Heykel… Dün, Bugün, Yarın…
Cumhuriyetin gülen yüzü, dostların buluşma ve yüzleşme adresisin sen… Saat Kulesinde çakışan bakışlar, zamanın nasıl geçtiğini fark etmezler bile. “Beklemek ateşten daha şiddetlidir” sözünün hakikat olduğunu, burada saatlerce gelecek dostunun yolunu gözleyenler ancak anlayabilir. Fakat verilen söz gereği gelecek olanlar yine sabırla beklenir.
Kaldırımlarında tarihin ayak sesleri saklıdır kadim şehir Bursa’m. Hüzün sarmaşıkları sarmıştır hatıraların eşiğini. Zamanın beşiğinde sallanır mazinin görkemli saltanatı. Uçsuz bucaksız göklere karışır emek bahçesinde akıtılan terlerin misk ü amber kokusu. Gökkuşağının yedi rengi siner cumbalı evlerin bahçelerine. Ölümü dipdiri kılar soğuk mermer taşlarının ihtişamı. Hicran bir hüzün demeti bırakır yürek kapılarına. Karşılıksız kalır uzaklara gönderilen gül kokulu, hasret yüklü mektuplar… Düşler hüzün elbisesini kuşanır, arz-ı endam ederek süzülür geçmişin kapı aralığından. Yitik güneşler ansızın belirir ufkun ardından. Yara almış hatıralara merhem olur yarına dair düşlerimiz. Koca çınarların gölgesinde soluruz dünün siyah beyaz duygularını. Sebillerden akan berrak sular ruhların kirini süzer kuşatılmış zaman imbiğinden. Esrik duygular gölgelerin eteğine tutuşur vaktin derinliklerinde. Bursa’da zaman büyür; ikinci bir zamana dönüşür adeta. Bursa’da mazinin gölgeleri irileştikçe irileşir.
Titrek bir sonbahar yaprağının hüznünü taşırsın Bursa’m… Hüzün ki senin maziden hâle taşıdığın ganimettir; hüzün en içli hâlinin tasavvurudur. O yeşil gözlerinden süzülür iri bir damla yaş… Şehrengizleri kıskandırır o soylu güzelliğin. Uludağ’ın eteklerine yaslanan tarihi kentte geçmişle bugün kol kola yürür geleceğin aydınlık şafağına. Eski gramofonlarda çalınan Bursa’ya dair türküler daha bir yanık, şarkılar daha bir mahzundur. Her biri yürek delen misalidir. Şehrin uyanış demlerinde gamzeli yüzlerden yayılan tebessümler aynalardan taşmıştır. Sımsıcak yatağından kalkıp güne “Merhaba” dersin Bursa... Karanlık geceyi geride bırakıp aydınlıklara doğru yol alırsın öylece… Bursa, sen maziyi koynunda besleyip büyüten vefalı bir şehirsin. Vefa senin mayanda var. Senin yarınların dünün ak renginde olacaktır.
Gönüllerin başkentisin Bursa... Tanpınar ne de güzel söylemişti: “Bir kent bir kez başkent olmuşsa, o artık her zaman başkenttir.” diye… 42 yıl Osmanlı’nın payitahtı olma onuru senin ak yüzünde yansır daima. Sırf bu yüzden tafra satmanı çok görmemek lazım sana… Mütebessimdir bu kentin tarihe bakan yüzü. Dünle bugün, bugünle yarın arasında sağlam köprüler kurar gece gündüz demeden. Eksik yanlarımızı tamamlarsın Bursa... Neftî minyatürlere gömülen tarihin, çinilerinde uyanır mahmur gözlerle. Serzenişlerin âhı tutar gök kubbenin yedi kutlu basamağını. İsyan sözcükleri yakılır her yanı is tutmuş ocaklarda. Eprimiş düşler gecelerin karanlığından kaldırır başını, gözbebeklerimize abanır seherlerde.
Gül şehri olarak bilinen gül yüzlü Bursa’m! Bir başka güzelsin erguvanlar açtığında… Erguvanlar, sakinlerini aşka çağırır. Bu güzel şehirde baharın ve yüreklerde tomurcuklanan aşkın müjdecisidir erguvanlar... Onlar ki bu şehrin zihnimize kazınan suretinin ayrılmaz bir parçasıdır. Altı asır evvelki o Erguvan Bayramları hafızalardan hiç silinmez Bursa’da…
Bursa’da Zamana Mührünü Vuran Yerler: Külliyeler, Kale ve Surlar
Hisar Kapı, Yer Kapı, Zindan Kapı, Pınarbaşı Kapı, Kaplıcalar Kapı adlarında girişleri olan kalen; tarihin kalp atışlarının hissedildiği müstesna bir mekândır. Oldukça yüksek olan bu kalede ölüme meydan okuyan savaşçıların naraları saklıdır. Bugünden mâziye bir koridor açarak tarihî kaleyi inşa eden Bithynia’nın taş ustalarının çekiç seslerini kale duvarlarından hissetmek mümkündür. Bithynia’daki antik çağın sancıları ta iliklerde hissedilebilir.
Bursa Kalesi deyince Nazım’ın “Sevdalınız komünisttir,/on yıldan beri hapistir,/ yatar Bursa Kalesi’nde…/Yüreği delinip batmadan/şarkısı tükenip bitmeden/cennetini kaybetmeden/yatar Bursa Kalesi’nde.” dizeleri de takılır aklımın bir kenarına.
Bursa surları coşkun sular gibi akıp giden zamana bir de tarihin burçlarından bakılması gereken yerdir. Bursa’m, sen kale ve burçlarınla daha bir heybetlisin. Bu ihtişamlı, mağrur ve asil duruşunla dostlarına güven, düşmanlarına ise korku telkin ediyorsun. Bize gül yüzlü mâziyi her dem doyasıya yaşatıyor, geçmişten hâle, hâlden istikbale bir köprü oluyorsun.
Maneviyatı iliklerine kadar sinmiş Bursa, sen aynı zamanda bir camiler, külliyeler şehrisin. Göz kamaştırıcı külliyelerinle bugün de capcanlı yaşıyorsun. Sen inanç turizminin merkezi ve mânâyla yoğrulan gönüllerin bugünkü başkentisin; sevdamızın mihrabısın sen…
Ölüler de, diriler de senden bir şeyler umar gül yüzlü Bursa… Bir güvercin simit bekler Muradiye’nin gölgelik avlusunda. Merhamet senin o ulvî şahsiyetinin asil mayasıdır.
Ovanın yeşilini, göğün mavisini giyinirsin genç bir kız edasıyla her sabah Bursa… Ulu çınardan bir iri yaprak düşer… Çınar yine de bir şey kaybetmez gözleri kamaştıran ihtişamından. Ölüm çalar ruhların kilitli kapısını. Tozlu albümlerde kalan yarısı yırtık bir fotoğraf, yaşama dair tek tanığınız olur. Ayaklanır, sımsıcak soluğu kesme taşlara sinen küllenmiş tarih… Toprağının kara bağrında yatar yeşil sarıklı Osman Gaziler, Somuncular, Üftadeler… Mermerlerin nabzından ve âminler yankılanan kubbelerden bir el uzatılır yaşayan fanilere. Tarihe tanıklık etmiş Orhan Camii salâtsız felah olmayacağını haykırır günde beş kez süngü misali minarelerinden. Ruhlar kıyama durur servilerin zikre daldığı aydınlık seherlerde.
Ölümün Her Dem Tazelendiği Koruduğu Uhrevî Gölgelikler: Türbeler
Ey kesme taşların uhrevî manayla sırt sırta verdiği türbeler!... Sizler nice ihtişamlı hayatların son durağısınız. Dünyanın ahrete açılan penceresisiniz Bursa’da… Lisan-ı hâllerinizle biz dirilere çok şeyler anlatırsınız da, basiret nazarları körelen bizler bir şey anlamayız o sakin ve asil duruşunuzdan. Ölüm ne kadar da munis görünür bu türbelerinde…
Emir Sultan, Molla Fenari, Üftade, Somuncu Baba, Abdal Murad, Abdal Mehmed, Ahmed Gazi, Süleyman Çelebi gibi mana erleri, sizler servilerin uhrevî gölgelikleri altında sonsuzluk uykusuna dalarak bu toprakların manevî sahibi olmaya devam ediyorsunuz.
Ey her biri bir manevî gölgelik olan türbeler şehri Bursa!... Hayatla ölümün senin kadar iç içe girdiği, kucak kucağa olduğu şehirler nadirattandır. Ölümle hayat arasına kurulmuş bir mânâ köprüsüsün sen. Sen ki bahtsız ölü şehzadelerin ve ölü padişahların son durağısın. Onlara son vazifeyi ifa eden; onlar için ağlayan şefkatli bir anne hükmündesin.
Ey Bursa; sendeki türbeler ve servilerle donanmış kabristanlar, hayata dâhildir. Her cami avlusunda bulunan türbeler ve kabirler ‘Dikkat ölüm var’ der gibidir. Kabristanların şehrin içinde yer alması, ölümle hayatın aslında birbirlerinin sebep ve sonucu olduğu gerçeğini dirilere hatırlatmak, onların davranışlarına, kendilerine dikkat etmeleri gereğini ihtar etmek içindir. Modern kent mimarları, mezarları şehrin uzağına atmakla ölümü hayattan kovduklarını mı zannederler? Oysa türbe ve kabristanlar ölümü hatırlatan mekânlardır Bursa’da... Bu uhrevî gölgelikler, hayatla ölüm arasında zihinlerde oluşan dipsiz uçurumları da ortadan kaldırmaktadır. Bursa, ölüsüyle ve dirisiyle hayatla barışık bir tablo çizmektedir.
Bursa’da türbeler, hayatın maddeden de devam ettiği yerlerdir; zira bu mekânlar hiç boş kalmazlar. Fatih Sultan Mehmet zamanında Buhara’dan Bursa’ya gelen Şeyh Ataullah Hazretleri, nam-ı diğer Tezeren Sultan’ın İvaz Paşa’daki türbesi, yine Buhara’dan gelen Emir Sultan’ın son istirahatgahı, Ulu Cami imam-hatiplerinden, Mevlid şairi Süleyman Çelebi’nin Çekirge’deki kabri, Hisar’daki Üftade Türbesi, Molla Fenarî kabri, Tuzpazarı’nda son uykusunu uyuyan İsmail Hakkı Bursevî’nin mezarı gece gün gönül dostlarıyla dolup taşar.
Bursa’nın Zamana Tanıklık Eden Mekânları: Tarihî Doku, Cadde ve Sokaklar…
Maziye tutulan saf bir aynasın yeşil gözlü Bursa’m… Senin bu tertemiz aynandan geçmişin ihtişamı yansır seherlerde. Bursa, Bursalının aynasıdır şüphesiz... O aynadan yansıyanlar, kent ruhunun dışa yansıyan akisleridir. Çünkü şehirler, üzerinde yaşayanların ortak haneleri hükmündedir. Sözün bu noktasında Üstad Hilmi Yavuz ne güzel söylemiş: “Bir kentte yaşayanlar, giderek o kentin kimliğini edinir. O kent düzenliyse insanlar da düzenlidir. O kent temizse insanlar da temizdir. Gürültülü ise gürültücü, dinginse dingindirler.” diye…
Türbelerin, camilerin, şadırvanların, hanların, hamamların, gül kokulu bahçelerin, caddelerin ve daracık sokaklarınla hayata tebessüm ediyorsun Bursa... Hayata can ve heyecan katıyorsun sen. Bir biblo gibi göz alıcı ve gönül yakıcısın sen. Cennetten uzatılan bir gül gibisin. Cadde ve sokaklarında geçmişin derin ve yorgun izleri soluk alıp vermektedir.
Şehirlerin en güzeli Bursa; sen ki şehrengizleri kıskandırırsın. Ufuk çizgisinde geleceğin aydınlık resmi belirir. Daralan vakitlere sığmaz koca geleceğin… Mutluluğun resmini çiziyor zaman keskin fırça darbeleriyle. Gecenin tenhalığında gelen hissiyata bir tutam hüzün karışıyor. Gözlerim buğulanıyor hüznü yudumlarken. Titrek ışıklar gölgesini bırakıyor çınarların altına. Gülkurusuna banan umutlar ellerimde ufalanıyor. Ünsiyet peyda oluyor seninle aramızda Bursa... Sen ki yüreğimi yakıyorsun aşk ateşlerinin en korunda…
Günahını vebalini sırtıma yüklüyorum Bursa’nın meçhul yarınlarının. Senden yadigâr kalan uykusuz geceleri taşıyorum gözbebeklerimde. Derin bir ‘âh’ın göbeğinde saklanıyor çığlıklar. Yorgunluğumun sebebi oluyorsun Bursa… Durgunluğumun, yenilmişliğimin bir parçası oluyorsun bir puzzle’ın en zorunda. Direnişim ışığa varana kadar sürecek elbet… Şehir beni bağrına basmadan bitmeyecek ısrarım. Sana giden yolların kırılgan yüzü ayaklarıma değecek bir gün. Umut çeşmelerinin suyu akacak tez vakitte… Bulutlar güneşin önünden çekecek ipekten şalını. Pişmanlıkların pası silinecek yüreğin muhacir duygularından.
Dünün Değerlerini Sırtında Taşıyan Yarının Bursa’sı
Uzak ve yakın ilçelerinle de, varoşlarınla da bir başka güzelsin sen… Gemlik’te denizin mavisi dağların yeşiline karışır. Tarih’te dört kez başkent olmuş, dört ayrı medeniyete ev sahipliği yapmış İznik’inde onca tarihî eser zamana meydan okuyarak bugünü selamlamaktadır. Mudanya şehrin, tarihte silahları susturan bir liman kentidir; Bursa’nın denize açılan kapısıdır. Burda yakamozlar mavi sulara bir şeyler fısıldar o kısık sesiyle...
Sen tarihin derinliklerinden gelen, dimdik ayakta duran eski bir başkentsin. Başka şehirlere benzemezsin, muayyen bir devrin malısın sen. Geçmişin hayaliyle uyursun zamanın koynunda. Zaferlerle dolu tarihin, efsaneleri bile gölgede bırakır. Yemyeşil ovana bakınca sonsuzluk hissi uyanır içimizde. Uludağ’ın, her ne kadar sönmüş bir volkan olsa da yine de asildir, mağrurdur. Giydiğin o rengârenk elbise artık dar gelmekte üzerine. Muradiye, Yeşil, Gümüş, Nilüfer, Geyikli Baba, Emir Sultan, Konuralp ad olur bu şehrin en güzel köşelerine...
Çeşmeler, hamamlar, kaplıcalar şehrisin Bursa… Nilüfer kaplıcaları şifa kaynağıdır hastalara. Hayata anlam katan artı değersin sen. Burda su sesi kulaklara değen en kesif bir melodi hükmündedir. Köklü bir su medeniyetisin. Burda her şey sudan derin izler taşır.
Sönmüş bir yanardağ olan Uludağ’ın eteklerinde dünden aldığın hızla ve hazla yarınlara koşmaktasın. Şerefli mazinle başın göğe değer Bursa… Seni kuran bilge mimarlar, taşı ustaca yontarak ona adeta ruh kazandırmıştır. İslam’ın diriltici nağmesi senin o tertemiz dudaklarından dökülür. Sen, üzerinde gezip dolaşanlara zamanı unutturan şehirsin. Zamanı yekpare bir ân’a dönüştürürsün. Sende hayali hakikatten, rüyayı yaşanan andan ayırmak pek müşküldür. Kronolojik zamanın, üzerinde yaşanan anı gölgelemektedir. Toprakların üzerinde yaşanan zaman, mücerretle müşahhas arasında gidip gelmektedir. Bu zaman, geçmişi geleceğe taşıyan mazinin izdüşümüdür. Sende yaşanır ikinci zaman, vaktin gümüş renkli tül perdesini yırtansın sen... Sende ikinci bir zamanın varlığından şüphe etmiyorum doğrusu…
Seni o şanlı mazinden koparmak için çift mesai yapıyor haydutlar… Bursa’yı Bursa’da arıyorum yalınayak… Nerdesin Bursa, ses verir misin? Tanpınar’ın bahsettiği Bursa düşlerde saklı… Nerde o güzel bahçelerin, bahçeli evlerin…“Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedîm;/Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana” dizesi zihnimin kapılarını yumrukluyor. Özü gitmiş, sözü kalmış temeli bu topraklarda atılan Osmanlı’nın.
Karaçelebizade Aziz Efendi’nin çeşmelerinin oluklarından akan duru suları bulandıranlara izin verme sevgili Bursa… Aksi halde kirli damacanalara mahkûm yaşarsın. Unutma ki zaman ve tarih, kendisine saygı duymayandan intikamını er geç alır, alacaktır da…
Kadim Kente ve Tanpınar’a Dair
Şehirlerin şairleri olduğu gibi, şairlerin şehirleri de vardır. İşte Bursa, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, gönlünde büyüttüğü, adeta aşk derecesinde bağlandığı bir şehirdir. Bunun içindir ki ‘Beş Şehir’ adlı nefis eserinde, mercek altına aldığı kentler arasında Bursa da vardır. Onun duygu süzgecinden geçen ‘Bursa’da Zaman’ şiiri, zamanı aşarak bugüne kadar ulaşmıştır. Bu şiir altın kakmalı harflerle Bursa şehrinin batı ve doğudaki giriş kapılarına yazılsa yeridir.
Bursa’nın asırlarca beklediği, tabir caizse düşlerini emzirdiği şairdir Tanpınar… O, saf ruhunun aşiyanını biraz da Bursa’nın inşa ettiği bir şairdir. Bursa onun dizelerinde oturmuştur şiirin zümrüt tahtına. Beş Şehir’in içinde o da vardır. Tanpınar, Bursa’ya uzaktan baksa da, basiret nazarlarıyla onu gönül aynasında en ince ayrıntılarına kadar görmüş ve anlatmıştır.
Bursa’da doğan ve bu şehre bir şehrengiz yazan Mustafa Armağan, Bursa’yla Tanpınar’ı bakın nasıl özdeşleştirmiş: “Bursa ve Tanpınar isimleri, karşılıklı iki ayna gibi yansıtırlar birbirlerini. Kendileri değildir elbette aynada gördüklerimiz. Birbirlerinin içine doğru uzanan ve birbirlerini şekillendirmek için gayret sarf eden ama ayrılmaya da gönülleri razı olmayan iki kutup gibidirler. Şöyle bir benzetme yapmak yerinde midir bilmem: Günün birinde Bursa tamamen yıkılsa onu Tanpınar’ın eserinden hareketle yeniden inşa etmek – en azından bir Bursa için- mümkündür. Yahut tersi: Tanpınar’ın bütün eserleri kaybolsa dünyamızdan, Bursa’ya bakarak Tanpınar’ı yeniden kurmak imkânı mevcuttur. Aralarındaki yakınlığı biraz abartarak da olsa bu şekilde dile getirebileceğimizi düşünüyorum.”
Bursa’da İkinci Zamana Zeyl Niyetine
Ey kadim şehir Bursa, senin genetiğini değiştirmek isteyenlere müsaade etmeyeceğiz; gözünü para hırsı bürüyenler senin asil ruhunu çalamayacaklar. Soluk borunu tıkayıp seni suni solunuma mahkûm edenlere, şah damarını kesmek için fırsat kollayanlara göz açtırmayacağız.
Seyyah Evliya Çelebi’nin dediği gibi; sen ruhaniyetli bir şehirsin, şehrengizler güzelisin. Somuncu Baba’nın mübarek ve muazzez duasının bereketini taşıyorsun mana âleminde. Günümüzde, 1855’te yaşadığın ‘küçük kıyamet’e rahmet okutanlar var. O zamanlar ‘Osmanlı’nın dibacesi zayi oldu’ diyerek feryadı basan Keçecizâde Fuat Paşa, bugünleri görse acaba gözünde yaş kalır mıydı? Bizler bu tarihî şehrin erimesine niçin müsaade ediyoruz ki?
Özünden ve mazisinden her geçen gün koparılan kadim medeniyetler şehri Bursa için feryat ü figan etmenin zamanı gelmiş, geçmek üzeredir de… Yunus Emre misali “Kasdım budur; şehre varam/Feryad-ü figan koparam!” demek için daha ne bekliyoruz? Kuş tüyü yataklarımızda, zamandan ve mekândan habersiz uyuduğumuz o gaflet uykularından ne zaman uyanacağız? Bursa’m, seni bu yoz yüzünle görmek bizlere cehennem azabı yaşatıyor? Yalvarıyoruz sana, uyandır sakinlerini, ne olur kus içinde ecnebî ne varsa; titre ve kendine dön! İncitme toprağında sonsuzluk uykusunu uyumakta olan Üftadeleri, Emir Sultanları, Somuncu Babaları, Osman Gazileri, fatihin olan Orhan Gazileri… Ne olur üzme ve hiç üzülme! Sen bir kere üzülürsen, biz iki kere üzülürüz. Bulutlanırsa senin gözlerin, bizler çağlayanlar misali kan yaş ağlarız. Sen bizim hiçbir şeyle değiş(e)meyeceğimiz dünya cennetimizsin. Toprakların üzerinde yaşamayı bahtiyarlık görüyor ve seni çok seviyoruz.
Gönül ülkesinin aşk payitahtı Bursa!... Sen taşlarda gülen tatlı bir rüyasın. Görüş ve sezgilerin mistik membalardan beslenir. Sen Osmanlı’nın ana rahmi mesabesindesin. Sendeki egemen zaman, geçmişten arta kalan vaktin eşya üzerindeki derin akisleridir. Bursa’m; sende tarih, zaman ve mekân kendi dilince konuşur; bazen de vurdumduymazlıklar karşısında feryat eder durur. Bunun yegâne sebebi şehrin tarih, zaman ve mekânla olan bağlarının koparılmaya çalışılmasıdır. Şehrin ruhunun haramilerce çalınması, feryadın asıl sebebidir. Bu kadim kenti çarmıha gerenler, bağrından çıkan ve senin hissiyatından beslendiğini zanneden modern şehir havarileridir. Sen gerçek dostla, düşmanı ayırt edebilecek yaşta ve olgunluktasın Bursa… Sen etrafını çepeçevre saran zehirli sarmaşıkları üstünden atabilecek güçte ve kararlılıktasın.
BİR HUZUR VE SÜKÛN DİYARI DARENDE VE ONU İNŞA EDEN MANEVÎ MİMARLAR
M. NİHAT MALKOÇ
Bir Huzur ve Sükûn Diyarıdır Darende...
Bazı coğrafyalar vardır ki insanı çepeçevre sarıp sarmalarlar. Ruhunuz orada huzur ve sükûna kavuşur. Toprak belki aynı topraktır, su aynı sudur, taş aynı taştır, gök aynı göktür ama nedense bu saydıklarım sanki başkaymışçasına sizi bir mıknatıs misali kendilerine çekerler. Benim gözümde ve gönlümde Darende (b)öyle müstesna bir mekândır.
Yedi bin yıllık bir mâzisi olan Darende, kayısı diyarı Malatya'nın uzağına düşen şirin mi şirin bir ilçedir. Burada hayat Hititlerle birlikte başlamıştır. Daha sonra Asurlular, Persler ve Roma İmparatorluğu hakim olmuştur suların çağladığı bu bereketli topraklara. Saydığımız bu ecnebilerden sonra 1517'de Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi’nde Osmanlı yönetimine geçmiştir bu güzel coğrafya. Ondan sonra İslâm'ın güzelliği daha da güzelleştirmiş buraları.
Malatya'nın parlayan yıldızı olan Darende'nin yüz ölçümü 1356 kilometre karedir. Geçmişte Timelkia, Tiranda, Tiryandafil, Derindere isimleriyle anılmış olan bu şirin yerleşim yeri daha sonra "Darende" isminde karar kılarak bugünlere gelmiştir. Darende; Farsçada 'sahip' ve 'var olan' anlamına geldiği gibi, Türkçede de “Otuz Yapraklı Gül Şehri” demektir.
Tarihî İpek Yolu'nun üzerinde yer alan Darende, zaman içerisinde konumunun uygunluğundan dolayı bir ilim, kültür ve ticaret merkezine dönüşmüştür. Malatya'nın bir giriş kapısı olan bu şehrin coğrafî güzelliği, şöhretini iyice artırmıştır. Osmanlı coğrafyasında gezilmedik yer bırakmayan Evliya Çelebi, Darende'ye gelerek burayla ilgili şu bilgilere yer vermiştir dev bir eser olan Seyahatname'sinde: “Kalesi harap olduğundan dizdarı ve neferleri yoktur. Şehir, nehir kenarında kerpiç ve taşla yapılmış 1000 kadar haneli, bağlı ve bahçeli, 7 mihrap camili, hanı, hamamı, çarşısı, pazarı olan şirin bir kasabadır.”
Darende'nin çok köklü bir mâzisi vardır. Tarihî kaynakların verdiği bilgilere göre Darende belli bir dönem içerisinde vilâyet olarak idare edilmiştir. 1908 yılında Darende'de kaza teşkilatı kurularak burası Sivas'a bağlanmıştır. İlçe Cumhuriyet'in ilânından sonra, 1934 yılında Malatya'ya bağlanmıştır. Buna, yakınlığı ve iklimi gerekçe gösterilmiştir.
Zengibar'da Taşlar Sanki Mâzinin Diliyle Konuşur...
Darende demek biraz da Zengibar Kalesi demektir. Geçmişe tanıklık eden bu muhkem kale, ilk yerleşim yeridir ve çeşitli dönemlerde askerî üs olarak kullanılmıştır. Burada taşlar size mâzinin diliyle ne çok şey söyler. Darende ilçesinde Tohma Çayı’nın batısında, Somuncu Baba Türbesi ve Osmanlı Mezarlığı arasında kalan alandadır. Osmanlı yapısıdır. Kale batı yönünde dik bir yamaçla Osmanlı Mezarlığı’na kadar inmektedir. Darende ilçesinin sırtını dayadığı dağlık yamacın üzerinde yer alan kalenin kapı girişi, sarp kayalıkların geçit verdiği dik yamaçta inşa edilmiştir. Kapı tek girişli olup, kesme taşlardan yapılmıştır. Kayaların dik oluşundan dolayı geçiş sadece bu kısımdan sağlanabilmiştir. Tepe üzerindeki alanda ve Tohma Suyu’na yakın bölümlerde sur kalıntıları yer yer halen ayaktadır.
Şeyh Hamid-i Veli(Somuncu Baba) Hazretleri ve Darende...
Adı Darende'yle birlikte anılan şahsiyetlerden biridir Şeyh Hamid-i Veli(Somuncu Baba) Hazretleri. O, Anadolu'yu mayalayan gönül erlerinden biridir. "Diriyiz daim¸ ölmeyiz/Karanularda kalmayız/Çürüyüp toprak olmayız/Bize leyl ü nehar olmaz" diyen Şeyh Hamid-i Veli, ölümün sadece mekân değiştirmekten ibaret olduğunu düşünür. Bu, aslında geçici olandan aslî olana rücû etmektir. Bir bakıma yıpratıcı gurbetten sılaya dönmektir. Somuncu Baba olarak da bilinen Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri Bursa Ulu Camii´nin açılışında Fatiha Suresi'ni yedi farklı şekilde yorumlamış müstesna bir şahsiyettir. Bursa'da sırrı ifşa olan bu Allah dostu, zamanın padişahı Yıldırım Bayezid Han'ın bütün ısrarlarına ve sunduğu imkânlara rağmen Bursa'da kalmamış, yola revan olmuştur. Somuncu Baba'nın ilk durağı, daha evvel de yaşadığı Aksaray olmuştur. Burada bir süre yaşadıktan sonra oğlu Yusuf Hakiki Baba'yı burada irşatla görevlendirerek diğer oğlu Hâlil Taybî ile yollara düşer. Bu arada Hacı Bayram-ı Veli'yi de irşat vazifesiyle Ankara'ya göndermiştir. Oğluyla Hac vazifesini yapmak üzere kutsal topraklara giderler. Hac dönüşünde Darende'ye gelerek irşat faaliyetlerine burada devam ederler. Tohma Çayı'nın kenarında kurar halvethanesini. Somuncu Baba Hazretleri irşat görevini burada 1412 yılına kadar kesintisiz yürütür. Bu süreç içerisinde yüzlerce talebe yetiştirir. Onları, irşat için yurdun değişik yerlerine gönderir.
Asıl adı "Hamid Hamidüddin" olan Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri "Somuncu Baba" olarak da bilinir. O, Ankara'nın maneviyat güneşi olan Hacı Bayram-ı Veli'yi yetiştirmiştir.
1412 yılında dünya çilesini dolduran Hamid-i Veli(Somuncu Baba) Hazretleri'nin mübarek naaşı halvethanesinin bulunduğu yere defnedilmiştir. Cenaze namazını, çok sevdiği talebelerinden biri olan Hacı Bayram-ı Veli kıldırmıştır. O ölse de, ona bağlı olan Hakk ve hakikat dostları, kendisinden aldığı irşat bayrağını asla yere düşürmemişler, başta Darende olmak üzere, yurdun dört bir yanında şerefle dalgalandırmışlardır. Bu güzel hizmetler bugün de büyük bir aşkla ve titizlikle, her gün daha da iyiye giderek ısrarla devam ettirilmektedir.
Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri'nin Darende ilçesine bağlı Zaviye Mahallesi'ndeki mübarek kabri, ülkemizin manevî çekim merkezlerinden biri olma özelliğini bugün de korumaktadır. Burayı ziyaret edenler bambaşka duygulara bürünerek geri dönmektedir.
Tohma Çayı'nın Koynunda Bir Huzur Beldesi: Somuncu Baba Külliyesi...
Ziyaretçilerine huzur ve inşirah bahşeden Somuncu Baba Külliyesi, Malatya ilinin Darende ilçesine bağlı Zaviye Mahallesi'nde yer almaktadır. Burayı kıymetli kılan sadece coğrafî yönü değil, büyük Allah dostu Somuncu Baba’nın(Şeyh Hamîd-i Velî) türbesinin burada bulunmasıdır. Bu türbenin varlığı Tohma Çayı'na derûnî mânâlar kazandırmaktadır.
Somuncu Baba Külliyesi ve çevresi son derece bakımlı bir yerdir. Zira buranın bakımı uzun yıllardan beri Hulûsi Efendi Vakfı tarafından yapılmaktadır. Somuncu Baba Türbesi ve Külliyesi bugüne kadar değişik zamanlarda bakıma alınmış, titizlikle restore edilmiştir.
Hulûsi Efendi Vakfı 1990'lı yıllarda Somuncu Baba Türbesi'ni ve çevresini genişletmiştir. Yapılan ilâvelerle türbe ve cami zamanla külliyeye dönüştürülmüştür. 2013 yılında hizmete açılan Yeni Cami ile birlikte külliye bugünkü şeklini almıştır. Türbe Bölümü, Hazire Bölümü, Ek Cami ve Yeni Cami Bölümü, Tanıtım Merkezi Müzesi ve kütüphaneden meydana gelen Külliye, her yıl binlerce kişi tarafından ziyaret edilmektedir.
Somuncu Baba Külliyesi'nin bugünkü hâle gelmesinde birçok hayırseverin katkısı olmuştur. Bunların başında Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi gelmektedir. O, 1986 yılında kurmuş olduğu Hulûsi Efendi Vakfı aracılığıyla külliyeye bambaşka bir şekil kazandırmıştır. Bunu yaparken de tarihî dokunun korunmasına öncelikle ve özellikle dikkat edilmiştir.
Peygamberimizin Soyundan Gelen Bir Dost Sima: Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi
Malatya deyince nasıl ki Darende akla gelirse; öyle de Darende deyince bir Hakk ve hakikat dostu olan Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi akla gelir. Çünkü Darende bu ulu şahsiyetle adeta özdeşleşmiştir. Merhum Osman Hulûsi Efendi soy bakımından 12. batından Şeyh Hamid-i Veli(Somuncu Baba) Hazretlerine, oradan da Hz. Muhammed (sav) Efendimize ulaşan nesebiyle 36. kuşaktan Peygamberimiz(sav)’in soyundandır. Hulûsi Efendi'nin babası Somuncu Baba ahfâdından Es-Seyyid Şeyhzâde Hatip Hasan Efendi(ks), annesi ise Seyyid İbrahim Taceddin-i Veli soyundan Fatıma Hanım'dır. 1945-1987 yılları arasında 42 sene bilfiil Darende Somuncu Baba Camii’nde görev yapmıştır.
Merhum Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi ömrünü hayır hasenat işlerinde geçirmiş müstesna bir insandı. Darende'de yapılan bütün hayır işlerinde mutlaka onun da katkısı olmuştur. Öyle ki Darendeliler eğitim, kültür ve dernekçilikte onu hep önde görmüştür. O, işlerin daha hızlı ve verimli yürümesi için değişik vakıf ve dernekleri bir araya getirerek Hulûsi Efendi Vakfı'nı kurar. Böylece hizmetler tek elden ve hızlı olarak yürütülmüş olur.
Ömrünü hayra ve insanlığa adamış bir vakıf insan olan Osman Hulûsi Efendi, 14 Haziran 1990 tarihinde Darende'de vefat etmiştir. Naaşı Somuncu Baba haziresine defnedilmiştir. Onun ardından oğlu Hamid Hamidettin hizmet bayrağını teslim almıştır. Bu bayrak bugün de büyük bir coşkuyla hayır ve hasenat burçlarında dalgalanmaktadır.
Divan Şiirini Cumhuriyet Dönemine Taşıyan Hakk ve Hakikat Ehli Bir Şair...
1914-1990 yılları arasında Malatya'nın Darende ilçesinde bereketli bir ömür süren gönüller sultanı Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi mutasavvıf bir şairdir. O, güçlü bir geleneğe sahip olan Divan şiirinin Cumhuriyet dönemindeki son güçlü temsilcilerinden biriydi.
Âlim, mütefekkir ve mutasavvıf bir şahsiyet olan Osman Hulûsi Efendi'nin derdi şiir yazmak değil, ilâhî hakikatleri, en etkili dil olan şiirle muhataplarına anlatmaktı. Yani o, şiiri gaye olarak değil, vasıta olarak görmüştür. Onun geride bıraktığı en kıymetli eserlerden biri, dinî ve hikemî şiirlerini ihtiva eden "Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî" adlı şiir kitabıdır. Şiirlerini bir araya getirdiği "Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî" dışında, mektuplarının toplandığı "Mektûbât-ı Hulûsi-i Darendevî" ve Darende’deki Somuncu Baba Camii’nde 42 yıllık İmam Hatiplik görevi çerçevesinde îrat etmiş olduğu hutbeleri içeren "Şeyh Hamid-i Veli Minberinden Hutbeler" isimli eseriyle birlikte toplamda üç eseri mevcuttur.
Merhum Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi'nin şiire olan ilgisi ilkokul çağları denebilecek kadar küçük yaşlardan itibaren başlamıştı. Daha sonraki yıllarda şiirde çok önemli mesafeler kat etmiştir. Şiirlerini hocası İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi'ye göstermiş, söz konusu şiirler hocası tarafından da çok beğenilmiştir. Hatta İhramcızâde Hazretleri, kendisinden bu şiirleri kitap hâline getirmesini istemiştir. Fakat o, şiirlerinin kendi yaşarken basılmasını pek uygun görmemiştir. Yakın çevresindeki dostları bu konuda çok ısrar ettiği için, geliriyle Darende'ye bir hastane yapmak şartıyla Divan'ının basılmasına müsaade etmiştir. Çünkü Malatya'ya hayli uzak olan Darende'ye hastane yapılması elzemdi. Hastaların bir kısmı Malatya'ya giderken yolda ölüyordu. Böylece hem dostlarının isteği yerine gelmiş, hem de Darende bir hastane kazanmıştır. Hastaneye de bu büyük insanın adı verilmiştir.
Bir gönül dostu olan Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi özel bir eğitim almamasına rağmen kendini çok iyi yetiştirmiş bir insandı. Bunu, onun yazdığı birbirinden güzel ve derin mânâlı şiirlerinde, mektuplarında ve hutbelerinde bariz olarak görebiliriz. Özellikle şiirlerinde kullandığı Arapça, Farsça ve Türkçe karışımı olan Osmanlı Türkçesi onun dile ne kadar vakıf olduğunu ortaya koymaktadır. Öte yandan bizde altı yüz yıllık bir geleneği olan divan şiirinin nazım şekillerini ve aruz veznini ustalıkla kullanması takdir edilecek bir durumdur.
Divan edebiyatında şarap, mey, sâki, meyhane, kadeh, aşk, âşık ve mâşuk gibi mazmunlar ön plandadır. Fakat bunlar genellikle mecaz anlamlarda kullanılır. Bunların tasavvuf edebiyatında dinle irtibatlandırılmış anlamları mevcuttur. Bu şiirleri okurken bunun mutlaka dikkate alınması gerekir. Yoksa şairi haksız yere eleştirmiş ve de incitmiş oluruz. Bu durum Osman Hulûsî Efendi için de geçerlidir. Zira o da bu gelenekten beslenmiş bir şairdir.
Darende bir huzur ve sükûn adası misalidir. Darende'nin ayrılmaz bir parçası olan Zaviye'de zaman durmuş gibidir. Ezanlar da olmasa sessizliğe gömülür kalırsınız. Tohma Çayı'nın sularının sesleri karışır ezan seslerine. Ezanlar kutlu bir çağrıdır burada. Zaviye'nin başında taç olan Külliye'nin manevî havası bizi dünyadan biraz olsun uzak durmaya çağırır.
HUZUR VE SÜKÛNUN ADRESİ: DARENDE…
M. NİHAT MALKOÇ
Her yıl binlerce hak ve hakikat dostunun uğrak yeridir Darende. Burayı kıymetli kılan büyük Allah dostu Somuncu Baba’nın(Şeyh Hamîd-i Velî) türbesinin de bulunduğu Zaviye Mahallesidir. Zaviye Mahallesi deyip de geçmeyin. Burası huzurun ve sükûnun membaıdır.
Zaviye Mahallesini ziyaret eden herkes burada huzura ve sükûna kavuşur. Buradaki heybetli kanyonlar ve şelâleler ziyaretçilerini tefekküre ve tezekküre davet eder. Zaviye’de tarih, kültür, din ve tabiat bir arada arz-ı endam eder. Bu yönüyle bu belde bir cazibe merkezi olma özelliği taşımaktadır. Huzur burada hem yaşanmakta hem de yaşatılmaktadır.
Somuncu Baba Hazretlerinin burayı ikametgâh olarak seçmesinden sonra bu küçük yerleşim yeri ha(l)k nazarında büyük bir manevî kıymet kazanmıştır. Zira Zaviye Mahallesi bir ilim ve irfan yuvasıdır. Uzun senelerden beri burada gönüller tamir, zihinler ise inşa edilmektedir. Bir gönül sultanı olan Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi, 1914-1990 yılları arasında, son nefesine değin burada yaşamış, talebelerine hakkın ve hakikatin yolunu göstermiştir. Onun soluklandığı bu manevî iklim bugün de gönülleri şâd etmektedir.
Tarihî ipek yolunun üzerinde yer alan Darende, bir ilim, irfan ve kültür şehridir. Burası Osmanlı devleti döneminde yetiştirdiği paşalar, devlet adamları ve âlimleriyle ünlenmiştir. Darende, yalçın kayalıkların haşmetli görüntüsüyle bir tabiat harikasıdır. Buranın Tohma Kanyonu, Kudret Havuzu ve Günpınar Şelalesi gibi doğal güzellikleri görülmeye değerdir.
Otuz yapraklı gül şehri olarak nitelenen Darende, asırlardan beri devam eden o doyumsuz maneviyat iklimiyle gönüllere bayram neşvesi sunmaktadır. Malatya’ya gidip de Darende’ye uğramayan yok gibidir. Bu huzurlu topraklar adeta bir mıknatıs gibi kendisine çeker sizi. Bir de bakarsınız ki Allah dostlarının uğrak yeri olan Darende’desiniz. Toprağın suyla buluştuğu bu yemyeşil memlekete geldiğinizde Darende’nin çıkışında bulunan Zaviye Mahallesinde soluklanırsınız. Burada bütün yüzler mütebessimdir. İslâm kardeşliği biyolojik kardeşliklerin çok üstünde bir değerdir. Oradaki insanlar kırk yıllık dostunuz gibi karşılar sizi.
Son devrin önemli mürşitlerinden biri olarak kabul edilen Osman Hulusi Efendi, Somuncu Baba’dan sonra Darende’ye, özellikle de Zaviye Mahallesine büyük bir manevî değer katmıştır. Bir mutasavvıf şair olan Hulusi Efendi, yazdığı tasavvufî şiirlerle adından sıkça söz ettirmiştir. Onun şu şiiri çerçevelenip asılacak kadar kıymetli ifadeler içermektedir:
“Âlemi sen kendinin kölesi kulu sanma/Sen Hakk için âlemin kölesi ol kulu ol//Nefsin hevâsı için mağrur olup aldanma/Yüzüne bassın kadem her ayağın yolu ol//Garazsız hem ivazsız hizmet et her canlıya/Kimsesizin düşkünün ayağı ol eli ol//Allah için herkese hürmet et de sev sevil/Her göze diken olma sümbülü ol gülü ol//İncitme sen kimseyi kimseye incinme hem/Güler yüzlü tatlı dil her ağızın balı ol//Nefsine yan çıkıp da Kâbe’yi yıksan dahi/İncitme gönül yıkma ger uslu ger deli ol//Güneş gibi şefkatli yer gibi tevazulu/Su gibi sehâvetli merhametle dolu ol//Gökçek gerek dervişin sanı yoksula baya/Suçluların suçundan geçip hoş görülü ol//Varlığından boşal kim yokluğa erişesin/Sözünü gerçek söyle Hulûsî'nin dili ol”
Dağların ortasında korunaklı bir kale gibi duran, Darende ilim ve irfan medeniyetimizin bugün de en canlı örneklerinden biridir. Orada betonun soğuk yüzünü göremezsiniz. Burada sadece insanlar değil, binalar da sanki şahsî manevisiyle tebessüm eyler size. Halvetiye tarikatının Ahmediye şubesinin Sinaniye kolu kurucusu Ümmî Sinan’ın şu şiirini çok severim: “Seyrimde bir şehre vardım/Gördüm sarayı güldür gül/Sultanının tâcı tahtı/Bağı duvarı güldür gül//Gül alırlar gül satarlar/Gülden terazi tutarlar/Gülü gül ile tartarlar/Çarşı pazar güldür gül//Toprağı güldür, taşı gül/Kurusu güldür, yaşı gül/Has bahçenin içinde/Servi çınarı güldür gül//Gülden değirmeni döner/Onun ile gül öğünür/Akar suyu döner çarkı/Bendi pınarı güldür gül//Al gül ile kırmızı gül/Çift yetişmiş bin bahçede/Bakışırlar hâre karşı/Hârı ezharı güldür gül//Ümmî Sinan gel vasfeyle/Gül ile bülbül derdini/Yine bu garip bülbülün/Âh u figanı güldür gül” Ümmi Sinan bu dörtlüklerini sanki Darende için söylemiştir.
Bilindiği gibi yedi bin senelik kadim bir tarihe sahip olan Darende’nin kapıları Hz. Ömer’le İslâm’a açılmıştır. Somuncu Baba, Hac farizasını yerine getirdikten sonra Tohma Çayı’nın kenarındaki Darende’ye, Zaviye’ye kurar dergâhını. Burada kabul eder akın akın gelen talebelerini. Tohma Çayı’nın ruhlara inşirah neşvesi katan su sesleriyle zikir ve Kur’an sesleri birbirine karışarak bambaşka bir ahenk oluşturur. Bu ilâhî armoni ruhlardaki kiri ve pası silip temizler. 1412 yılına kadar manevî hizmetlerine aralıksız devam eden Somuncu Baba burada son nefesini verir. Ömrünün en bereketli yıllarını geçirdiği Tohma Çayı’nın kenarına defnedilir. Cenazesini Ankara’nın manevî dinamiklerinin başında gelen talebesi Hacı Bayram-ı Veli kıldırır. Oğlu Halil Taybî de ölünce babasının yanına defnedilir. Sağlığında yüzlerce âlim yetiştiren Somuncu Baba’nın manevî tesiri asırlar boyunca, bugüne dek, devam eder. Onun manevî soyunu devam ettirenler, hizmet yarışını büyük bir aşkla sürdürmektedir.
Kayısı diyarı Malatya’nın giriş kapısı olan Darende’yi manevî bir cazibe merkezi hâline getiren Somuncu Baba lâkabıyla bilinen Şeyh Hamid-i Veli Hazretleridir. Darende demek Somuncu Baba (Şeyh Hamid-i Veli) demektir. Onun ardından, son yüzyılda burada manevî hizmetleri yürütenleri de unutmamak lâzımdır. Zira hizmet halkası devam ediyor.
Külliye, Darende’nin başında som altından bir taç gibidir. Külliye, Darende’ye vurulan manevî bir mühürdür. Somuncu Baba Türbesi’nin bulunduğu 600 yıllık camii 14. yüzyıl tarihî eserlerindendir. 1596 yılında onarılmıştır. Minaresi, Şeyh Hamid-i Veli neslinden Abidin Paşa tarafından 1685 yılında yaptırılmıştır. Külliye, 1990-2000 yılları arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün izni ile Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı tarafından restore edilmiştir. Külliyenin içerisinde bulunan balık kuyuları ve daha sonra yapılan havuzdaki balıkların Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri’nin zamanından kaldığına inanılmaktadır. Titizlikle korunmakta olan balıklar, Somuncu Baba’nın hatırası olarak özenle yaşatılmaktadır.
Zaviye Mahallesi’ni farklı ve özel kılan Somuncu Baba Külliyesi içerisinde inşa edilen Yeni Cami, göze ve gönle hitap eden görüntüsüyle müminleri kendisine çekmektedir. Kesme taştan yapılan bu yeni cami, kadim ve özgün mimarisiyle, geçmişe nazire yapılmış gibi dik, diri ve iri durmaktadır. Caminin insan ruhunu rahatlatan bambaşka bir yapısı ve havası vardır. Bu yeni mabedin şahsına münhasır durumu onu diğer ibadet mekânlarından ayırmaktadır. Pencerelerinin özgün mimarisi ve sayıca çokluğu camiyi benzerlerine nazaran çok daha aydınlık kılmaktadır. Caminin tavanına baktığımızda sıra dışı bir mimarî yine bizi kendine çekmektedir. Tavandaki bu farklı geometrik şekiller insana sonsuzluk hissi vermektedir.
Zaviye’ye, Somuncu Baba Külliyesi’ne gidip de Somuncu Baba Tanıtım Merkezi Müzesini gezip görmeden olmaz. Buradaki kadim objeler ziyaretçilerine sanki zamanda uhrevî bir yolculuk yaptırmaktadır. Söz konusu eşyalar bizi farklı dünyalara götürmektedir.
Somuncu Baba Külliyesi’nin duvar taşlarıyla birebir uyumlu olan avludaki şık mermerler mekâna çok farklı bir güzellik ve masumiyet katmaktadır. Bu mermerler Tohma Çayı etrafındaki tabiî kayalarla da bütünlük ve uyum arz etmektedir. Bunlar hep ince hesaplarla yapılmış mimarî ayrıntılardır. Yeni inşa edilen Taç Kapısı sanki ecdadın heybetini ve haşmetini bugünkü nesillere hatırlatmak için yapılmıştır. Dünden bugüne, bugünden yarına bir köprü vazifesi gören Selçuklu ve Osmanlı karışımı bu klasik mimarî, gözü ve gönlü okşamaktadır. Aynı güzellikler külliyedeki ek cami bölümünde de bizi karşılamaktadır.
Somuncu Baba Külliyesi’nin türbe bölümünde ziyaretçileri duygulandıran pek çok şey mevcuttur. Bunların başında Somuncu Baba Hazretlerinin(Şeyh Hamid-i Veli) mübarek kabri(sandukası) gelmektedir. Mütevazı bir hayat yaşayan, ömrünü İslâm’a ve ihsana vakfeden bu Allah dostu, bu mekânda dirileceği vakti, kıyamet gününü büyük bir sükûnetle bekler gibidir. Bu uhrevî havada kılınan namazların bambaşka bir manevî lezzeti hâsıl olmaktadır. Külliyenin hazire bölümüne girdiğinizde sanki sırlanmış bir âleme girdiğinizi hissedersiniz. Buranın küçük kareciklerden oluşan ahşap tavanı görülmeye değer bir detaydır.
Balıklı ve Kudret Havuzu, Hasbahçe’si, Hamidiye Çarşısı, Tohma Çayı ve heybetli kanyonlarıyla Darende’ye, Zaviye’deki Somuncu Baba Külliyesine mutlaka uğramalısınız.
SOMUNCU BABA VE HULÛSÎ EFENDİ’NİN İNŞA ETTİĞİ DARENDE…
M. NİHAT MALKOÇ
Malatya, Malatya Bulunmaz Eşin…
Türküde söylendiği gibi, Malatya eşi bulunmaz diyarlarımızdan biridir. Mâziden âtîye köprü olan Malatya, tarihin yaşlı; fakat bir o kadar da zinde çocuğudur. Beydağı eteklerinde koca bir tarih saklıdır. Bu şehirde efsanelerle hakikatler kucak kucağadır. Hayalle hakikatin sarmaş dolaş olduğu bu şehir, tarihin kadim sayfalarındaki haklı yerini çoktan almıştır.
Her mevsim güzeldir bu topraklar. Fakat bahar gelince bir başka güzel olur kayısılara mesken olan şirin Malatya. Ovaya yayılmış kayısı bahçelerindeki ağaçlar bembeyaz gelinliklerini giyerek gözlere ve gönüllere bayram ettirirler. Etrafa yayılan nefis koku, bizi adeta mest eyler. Malatya bu özel günlerde taze bir gelini andırır; düşlerimize mihman olur.
Yiğitlerin piri ve yâreni Battal Gazi’nin izlerini takip ettiğimiz bu Selçuklu şehrinde her şey bizlerden, bizi biz yapan değerlerden izler taşır. Burası hayallerle hakikatlerin at başı gittiği diyardır. Her zaman dik, diri ve iri durmuştur bu şehir. En müşkül zamanlarda bile dostunu üzmemiş, düşmanını sevindirmemiştir. Başta Yeni Cami olmak üzere kentin semalarını süsleyen camiler, günde beş vakit Hakk’ı ve mutlak hakikati hatırlatır bizlere.
Dünden yarına akan kutlu bir nehir olan Malatya, gönlümüzün pervazlarına konan ak kanatlı ürkek bir güvercin gibidir. Barış ve dostluk, onun gönül lügatinde büyük harflerle, üstelik altı çizili ve italik yazılmıştır. Kimsesizliğimize en sıcak sığınaktır bu tarih kokan Anadolu şehri... Ömrümüzün bakiyesidir. Kaybettiklerimize tesellidir. Ağıtlarımızda yürekleri tarumar eden yanık bir ezgidir. Beydağlarının Bey’idir. Doyumsuz hayallerin meskenidir.
Uçsuz bucaksız kayısı bahçelerinde dökülen alın teridir Malatya. Baharların en güzelidir. Tarihin belleği ve zamanın kuytusudur. Devleşen bir mazinin bugüne düşen iri gölgesidir. Maviyle yeşilin raks ettiği huzur beldesidir. Çocukluğumda ninemin söylediği bir ninninin unutulmaz tınısıdır. Hasret yüklü bir Arguvan türküsünün kıvrak nakaratıdır.
Tohma Çayı ve Heybetli Kanyonlar…
Tohma Çayı, Malatya’nın doğu sınırını oluşturan Fırat Nehri’nden sonra, şehrin en büyük akarsuyudur. Bu berrak çayın uzunluğu 52 km’nin üzerindedir. İki koldan oluşan coşkulu Tohma, geçtiği topraklara hayat verir. Tohma Çayı’nın gürül gürül aktığı topraklarda gezinmek, ruhunuzu alabildiğine rahatlatır. Suyun ruhları dinlendiren doyumsuz sesi, sanki ahenkli bir melodiyi andırır. Bu çayın Darende’den geçerken meydana getirdiği heybetli kanyon, seyredenleri hayretlere düşürür. Tohma Çayı’nı çevreleyen görkemli ve gizemli kayalıklar, seyredenleri tefekküre çağırır. O soluksuz demlerde kendinizi rengârenk bir rüyada sanırsınız. Rabbinize daha da yakınlaşırsınız. Gönül gözünüz, eşyanın ötesini anlamlandırır.
Darende’nin kışı da, baharı da, yazı da güzeldir. Mert insanların nabzının attığı coğrafyadır burası. İrşat gülleri yetişir gönül bahçelerinde. Yürekler sonsuzluğa açılır boylu boyunca. Kanyonların heybeti ve dik duruşu, burada yaşayan insanların karakterine yansımıştır. Tohma Çayı’nın duru ve berrak suları sanki Allah’ın yüce adını zikrederek sonsuza akar durur. Bu akış, Fuzuli’nin Su Kasidesi’nde belirttiği gibi sanki Resul-i Ekrem Efendimize ulaşma arzusuna matuftur. Tabiat burada sanki tefekkür için ziynetlendirilmiştir.
Darende’nin Rayihası Beydağlarına Varır…
Malatya deyince, onca büyük ilçe içerisinde diğerlerine nazaran daha küçük olmasına rağmen, ilk olarak Darende gelir akıllara. Zira Darende’yi farklı kılan şahsına münhasır özellikler vardır. Darende, Malatya’nın uzağına düşse de maneviyat güllerinin doyumsuz rayihası Beydağı eteklerine kadar erişir. Bu iklimden esen meltemler, içimizdeki sevgi ve merhamet ateşini tutuşturur. Zira bu küçük şehirde her şey Hakk’ı ve hakikati hatırlatır seyreden gözlere. Gönüller, bu iklimde huzura kavuşur. Burada nefretin esamisi okunmaz.
Darende barışın, dostluğun ve samimiyetin adıdır gönül lügatlerimizde. Huzur harmanlanır Tohma Çayı’nın bereketli topraklarında. Nefes olur maneviyat soluğundan mahrum ciğerlere. Geçmişle gelecek uyum içindedir bu kutlu coğrafyada. Hakikat tomurcukları taze baharların müjdecisidir. Burada her şey tevhidin altın kapısına götürür bizi.
Malatya’nın batısına düşen Darende; Hititler, Asurlular, Persler ve Romalılardan kadim izler taşır. Her iki yanı dağlarla çevrili olan şirin Darende, insana huzur ve sükûn veren emsalsiz bir atmosfere sahiptir. Şehrengizler aciz kalır bu güzel toprakları vasfetmekte.
Geçmişte “Timelkia, Tiranda, Tiryandafil ve Derindere” adlarıyla anılan Darende, bir evliyalar kentidir. Allah dostları, bu toprakların gizeminden ilham almıştır. Yedi bin yıllık bir tarihî geçmişi vardır bu kadim şehrin. Zengibar Kalesi, Hüseyin Paşa Hamamı, Eski Çarşı (Bedesten) , Şeyh Hamid-i Veli (Somuncu Baba) Camii ve Külliyesi, Abdurrahman Erzincanî Camii, Seyyid Abdurrahman Gazi Camii, Maşat Tepe Tümülüsü, Hasan Gazi Şehitlik Anıtı, Balaban Evleri, Kudret Hamamı bu şehri farklı ve özel kılan müstesna mekânlardır.
Bir dünya cenneti olan Darende, ruhlara huzur ve sükûn bahşeder. Burada “su” ilk fark ettiğiniz nesnedir. Su medeniyeti farkını fark ettirir. Suyun, ruhları dinlendiren sesi size huzurun adresini de gösterir. Suyun da bir dili olduğunu burada fark edersiniz. Köpüklerin beyazına karışır gider yarınlara dair hayalleriniz. Büyük şehirden uzakta, tabiatın ortasında oluşunuza şükredersiniz. Darende’nin manevî havası, mıknatısın demiri çektiği gibi, kendine çeker sizi. Nihayetinde tabiatın sizi Hakk’a ve hakikate götürdüğünü fark edersiniz. Darende’yi yaşanır kılan Tohma’nın naz ve cilveleri bitip tükenmez sanki. Fakat hiç de bıkmazsınız bu durumdan. Tohma’nın kenarında içilen tavşankanı çaylar, sohbeti koyulaştırır.
Darende, ağırbaşlı bir beyefendi gibidir. Sükûtu haykırıştır. Çılgınlık ve taşkınlık onun lügatinde var olmayan kelimelerdir. Saklı Bahçe’de sonsuzluğun kavşağında bulursunuz kendinizi. Burada gördükleriniz, müzayedede paha biçilemeyen bir tabloyu andırır.
Darende, Malatya’nın gönül göklerinde geceyi aydınlatan ayın on dördü gibidir. Buz tutmuş zemherilerde içimizi ısıtan güneş misalidir. Boş gidenler dolu döner buradan. Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, nam-ı diğer Somuncu Baba’nın maneviyatından beslenirsiniz doyasıya. Fakat coşkun pınarın başında olsa da, nasibi olmayanın payına susuzluk düşer.
Maddi ve manevî kirlerden arınmış cadde ve sokaklar kendine çeker sizi. Ezan vakti “Hayye ale’s-salâh” hitabı Somuncu Baba Camii’nin mermer döşeli avlusuna çeker sizi. Ezanlar içinizdeki boşluğu doldurur. Namazınızı eda etmenin huzuruyla ayrılırsınız avludan.
Darende’nin Manevî Mimarlarından Osman Hulûsî Efendi…
Darende demek, en çok da “Es-Seyyid Osman Hulûsî Efendi” demektir. Bu mübarek sima, buraya maddî ve manevî anlamda çok şey katmıştır. Halk onu sevmiş, adeta bağrına basmıştır. Onun içindir ki adı bugün de bu topraklarda yaşatılmaktadır. Darende’de bir Anadolu İmam-Hatip Lisesine merhum Osman Hulûsî Ateş’in adı verilmiştir. Burada okuyan çocuklar, inşallah onun ahlakıyla ahlaklanacaktır. Hepsi de şanlı geçmişiyle gurur duyacaktır.
Ceddimiz “Şerefü’l-mekân bi’l-mekin” demişlerdir. Bu kelam-ı kibarın anlamı “Bir yerin şerefi, orayı mesken tutanlardan gelir” şeklinde ifade edilebilir. Bir başka deyişle “Mekânların şerefi, içindekilerle ölçülür” diye de çevirebiliriz bunu. Konya’yı Konya yapan nasıl ki Mevlâna’ysa Darende’yi Darende yapan da Hulûsî Efendi’dir.
Bir gönül insanı olan ve “Garazsız hem ivazsız, hizmet et her cânlıya/Kimsesizin düşkünün ayağı ol eli ol” diyerek kimsesizlerin kimsesi olduğunu gösteren, âlim ve arif bir insan olan Osman Hulûsî Efendi, Darende’yi manevî açıdan imar etmiştir. Yolunu şaşıranlara yoldaş olmuş, nefsini kılavuz edinenlere o gür sesiyle “dur” demiştir. Bu yönüyle Darende’ye hayat vermiştir adeta. Sadece sözleriyle değil, tavır ve davranışlarıyla da örnek olmuştur.
O, Darende’de bulunan Şeyh Hamid-i Veli Camii’ndeki imam-hatiplik görevini 1945 senesinden 1987 yılına kadar aralıksız devam ettirmiştir. Burada bulunduğu zaman içerisinde insanların kurtuluşu için çabalamıştır. Derin sohbetleri susuz gönüllere can suyu olmuştur.
Merhum Osman Hulûsi Efendi, irşat faaliyetlerini camiyle sınırlı tutmamış, halkın ayağına kadar giderek, gaflete düşenleri uyandırmaya gayret etmiştir. İrşat ederken Yunus’un sevgisini, Mevlâna’nın hoşgörüsünü kendisine şiar edinmiştir. Müslümanların teşkilatlanmasının ehemmiyetine vurgu yapan bu Hakk ve hakikat dostu, kurduğu vakıfla irşat çalışmalarını belli bir düzene oturtmuştur. Bugün ondan miras kalan Osman Hulûsî Efendi Vakfı, Darende merkezli olarak ülke genelinde birbirinden güzel faaliyetlerine devam etmektedir. Onun bıraktığı en güzel miras, bu vakıf ve onun etrafında açtığı aydınlık yoldur.
1914-1990 yılları arasında yaşayan Osman Hulûsî Efendi, “İnsanların en hayırlısı onlara faydalı olandır.” hadisini kendine şiar edinmiştir. Oğlu H. Hamidettin Ateş, Hulûsi Efendi’yi şöyle anlatır: “Osman Hulûsi Efendi, din hizmetlerinin ve irşad faaliyetlerinin yanında, insanlarla ilişkilerinde dürüst, cömert, yardımsever, başkalarına yük olmayan onların yükünü paylaşan, kendi elinin emeğiyle geçinen, kimseye kötülük etmeyen, kendisine yapılan kötülüğü de affedebilen bir maneviyat eridir. Güzel ahlâklı insanları, gülü, bülbülü, seher vaktini, güzel kokuyu, dahası güzel olan her şeyi seven bir insan-ı kâmildir. Din, dil, ırk, sosyal statü gibi herhangi bir şekilde insanlar arasında ayrım yapmaksızın herkese karşı eşit, tutarlı ve yaklaşımcı tavırlar sergilemiştir.” (Somuncu Baba Dergisi-Sayı:128)
Somuncu Baba, Darende’nin Gönül Bahçelerinde İri Güller Yetiştirmiştir…
Somuncu Baba ile Es-Seyyid Osman Hulûsî Efendi, Darende ufuklarından doğan iki güneştir. “Kavmin efendisi onlara hizmet edendir.” düsturunu kendilerine şiar edinen bu iki Allah dostunun ismi, Darende’yle adeta özdeşleşmiştir. 14. ve 15. yüzyıllarda, Osmanlı padişahı Yıldırım Beyazıt zamanında yaşayan Şeyh Hâmid Hâmid’ûd-Dîn-i Veli, nam-ı diğer Somuncu Baba; Kayseri, Bursa ve Aksaray’da kaldıktan sonra ömrünün son demlerinde Darende’de ikamet etmiş, irşat çalışmalarına bu güzel beldede daha da hız vermiştir.
Bayramiye Tarikatının kurucusu Hacı Bayram Veli’nin mürşidi olan Gavs-ül Âzam Şeyh Hamîd-i Velî, Darende’nin, çevre il ve ilçelerin manevî fethini sağlamıştır. O Anadolu’nun Eyüp Sultan’ıdır. Çoraklaşan gönüllere âb-ı hayat olmuştur. Peygamberimizin 24. kuşaktan torunu olan Somuncu Baba, Bursa’da çilehanesinin yanında yaptırdığı ekmek fırınında somun pişirip çarşı pazar dolaşarak “Somun, müminler somun!..” nidasıyla insanlara ekmek dağıtmıştır. Zaten kendi adını unutturan “Somuncu Baba” sıfatını da bu yüzden almıştır. “Diriyiz daim ölmeyiz,/Karanlıkta hiç kalmayız,/Çürüyüp toprak olmayız,/Bize gece gündüz olmaz” diyen bu Hakk dostu, 815 (m. 1412) senesinde Darende’de vefat etmiştir. Mübarek kabirleri, kendi zamanında halvethane olarak kullanılan Şeyh Hamid-i Veli Camii içerisindedir. Bu ulu zatın kabri hoş bir görünüme sahip cevizden oyma sandukayla kaplıdır.
Gönül sultanlarının vazgeçilmez mekânı olan huzur beldesi Darende’de Somuncu Baba’nın izlerine rastlamak bizi şanlı mâziye götürür. Halil Taybi ve İnce Bedreddin gibi Hakk dostları, onun Darende’de bıraktığı manevî izlere somut örnektir. Es-Seyyid Osman Hulusi Efendi de bu kutlu zincirin muhkem halkalarından biridir. Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerinin soyu Darende’de; oğlu Halil Taybi ile günümüze kadar devam etmektedir.
Tohma Çayı’nın masum çocuğu Darende’nin geçmişten bugüne, tabir caizse maneviyat üssü hâline getirilmesinde mühim rolleri olan Somuncu Baba, yolundan gidenlere şu hayatî tavsiyelerde bulunmaktadır: “Gizli ve aşikâr her yerde Allah'tan korksunlar. Az yesinler, az konuşsunlar, az uyusunlar. Avamın arasına az karışsınlar. Tüm masiyet ve kötülüklerden uzak dursunlar. Daima şehvetlerden kaçınsınlar. İnsanların elindekilerden ümitlerini kessinler. Tüm zemmedilmiş sıfatları terk etsinler. Övülen sıfatlarla süslensinler. Şiir ve şarkı (günaha götürüyorsa) dinlemekten kaçınsınlar. Ayrı bir görüşle, kendini cemaatten ayrı bırakmasınlar. Aç olarak ölseler bile şüpheli hiçbir lokmayı yemesinler.”
Hâşiye: İyi ki varsın Darende… İyi ki ilhamını Kur’an’dan alan eskimeyen değerlerin ve değerlilerin var. Onların varlığı bu dengesiz çağda denge unsuru oluyor bize. Bu kokuşmuş çağda rayihalar saçıyorsun ülkemin dört bir yanına. Dünya durdukça hep var ol emi!...
TOHMA ÇAYI’NIN MASUM ÇOCUĞU: DARENDE
M.NİHAT MALKOÇ
Malatya’nın uzağına düşer Darende… Dağlar, tepeler aşmadan görünmez o masum yüzü. Esrarını öyle kolay kolay aşikâr etmez. Fakat buraya varmaya bir niyetlenmişsen hiçbir engel önünde duramaz. Yüreğinin götürdüğü yere gitmekten başka yapacak bir şeyin kalmaz. Çünkü Darende’nin manevî atmosferi bir mıknatıs gibi gönül ehli insanları kendine çeker. Oraya gidince farklı bir havaya girdiğini hissedersin. Manevî güllerin en irileri ve en dirileri karşılar sizi bu güzel ve özel ilçede…”İyi ettim de geldim” dersiniz kendi kendinize.
Davetkâr bir peri gibidir Darende… Tabir caizse bir dünya cennetidir o alımlı suretiyle... Yorgun gönüllerin huzura ve sükûna erdiği bir esenlik beldesidir. Göklerin mavisi, suyun mavisinin menşeidir burada. Bir su medeniyetinin tam ortasında olduğunuzu bütün hücrelerinize kadar hissedersiniz. Bu su, bildiğimiz sulardan öte, bir âb-ı hayat hükmündedir.
Tabiatın yüzü güleçtir bu coğrafyada. Burada ufuk, ölümü hatırlatan bir sonsuzluğu ilham eder seyre dalanlara... O dalışta ruhunuzda nice gelgitler yaşarsınız. Sonlulukla sonsuzluk arasında bocalar karışık zihinler… Ölümde bulursunuz ölümsüzlüğü, kullukta bulursunuz gerçek özgürlüğü. Dünü bugüne, bugünü yarına sararsınız gönül kameranızdan…
Renklerin ahengi bu topraklarda kendini fazlasıyla hissettirir. Göğe bakarsın mavi, suya bakarsın mavi… Darende’ye hayat veren Tohma’nın doyumsuz güzelliği, etraftaki çıplak dağları nazara getirmez. Keşke bu çıplak dağlar da büyük bir kararlılıkla ve güçlü bir organizasyonla ağaçlandırılabilse… Bir de yeşili görebilsek mağrur dağların eteklerinde...
Bir huzur beldesi olan Darende’de tabiat bütün cömertliğini sergiler sevgiyle bakan gözlere... Gönül sultanlarının sesi yankılanır Tohma Çayı’nın kanyonlarında. Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, nam-ı diğer Somuncu Baba’nın maneviyatı kuşatır Darende’nin tarih kokan cadde ve sokaklarını. Basiret nazarlarıyla temaşa edenlere bütün sırlar aşikâr olur Saklı Bahçe’de… Minarelerden okunan lahuti ezanlar tamir eder ruhların kırık dökük yanlarını…
Dağların kucağında tefekkürle meşguldür Darende… Sanki Tohma Çayının berrak sularıyla söyleşmektedir Hakk’a ve hakikate dair... Bu toprakların her karışına dualar sinmiştir. Bu topraklarda Horasan erenlerinin bugünkü temsilcileri, tertemiz ayaklarıyla dolaşmaktadır. Hayatın merkezine madde değil, mana oturtulmaktadır. Fitne fesat değil, zikir duyulmakta Darende’nin ruhlara inşirah veren o masmavi ve berrak semalarından...
Süzüle süzüle akıp giden Tohma Çayı, Darende’nin gülen yüzü, alâmet-i farikasıdır. Güçlü ve kararlı bir akışı olan bu çayın duruluğu ve berraklığı görülmeye değerdir. Burada balıklarla aynı havayı solursunuz. Çayın kenarındaki ufak tefek ağaçlar güzel bir tablonun vazgeçilmez bir parçası gibidir. Bu çayın en güzel kısmı Es-Seyyid Osman Hulusi Efendi Vakfı’nın ve Somuncu Baba Camii’nin bulunduğu bölgededir. Bu maneviyat erenleri, buranın havasını iyice munisleştirerek doyumsuz kılarlar. Burada bütün güzelliğiyle gözlere keyifli görüntüler sunan Tohma Çayı ve Balıklı Göl, doğal bir akvaryum görünümündedir.
Tohma Kanyonu heybetli görüntüsüyle gezilmeye ve görülmeye değerdir. Burada ruhunuzu inzivaya çekerek, bir saati bir yıllık ibadete eşdeğer olan tefekküre dalabilirsiniz. Tohma Çayı’nda rafting bile yapabilir, sularla unutulmaz bir maceraya girişebilirsiniz. Burada coşkun akan su, içten içe kendine bağlar sizi. Buradan kolay ayrılmak istemezsiniz, ayrılsanız da bir yanınızı burada bıraktığınızı hissedersiniz. Burada çağlayanların sesi doğal bir müziği andırır. Tohma’da, günlük hayatın getirdiği yorgunlukları kolayca atabilir, su sesiyle kafanızı dinlendirebilirsiniz. Tohma’nın kıyıcığında içtiğiniz demli bir çayın tadını kolay kolay unutamazsınız. Burada yükselen kayaların heybeti insanlara uhrevî duygular ilham eder. Öte yandan Tohma’nın üzerine kurulan küçük ve şirin köprüler bir başka güzel görüntü oluşturur.
Darende güneşin usulca doğup usulca battığı, ayın geceyle söyleştiği masal beldesidir Somuncu Baba Boğazı, Somuncu Baba Camii ve Balıklı Göl’den başlayan bir doğa harikasıdır. Tohma Çayı, bu boğazdan adeta zikredercesine vakur ve nazlı nazlı akmaktadır.
Maneviyat erenlerinin, gönül sultanlarının pak yurdudur Darende… Hak ve hakikatin meydanıdır bu güzide topraklar… Ulu Cami’nin açılış hutbesini okuyan Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, nam-ı diğer Somuncu Baba bu toprakların manevî bekçisidir. Gönül sultanları bu topraklarda sonsuzluk uykularını uyumaktadır. Manevî feyizlerle müminlerin gönüllerini fetheden Şeyh Hamid-i Veli ve Es-Seyyid Osman Hulusi Efendi’nin mübarek kabirleri bu güzel ilçede bulunmaktadır. Onlar bu mübarek ve muazzez toprakların tapuları hükmündedir.
Darende insana huzur veren, samimi insanların yaşadığı bir yerleşim yeridir. Bu topraklarda medfun olan Şeyh Hamid-i Veli ve Es-Seyyid Osman Hulusi Efendi birer gönül adamıdır. Onların manevî nüfuzu Darende’nin dört bir yanında kendini fazlasıyla hissettirir.
Şiire gönül veren ve müstakil bir Divan’ı bulunan Es-Seyyid Osman Hulusi Efendi, Darende’yi mesken tutan ve burada tertemiz bir nesil yetiştiren bir Hakk ve hakikat dostudur. Onun yolundan giden talebeleri, kirlenen dünyayı ve ruhları arıtma gayreti içindedir. Onun kabrinin burada olması, bu topraklara bambaşka bir güzellik ve özellik katmaktadır. Bu çağın Yunus’u diyebileceğimiz gönül sultanlarından Es-Seyyid Osman Hulusi Efendi’nin şu dizeleri ne kadar da manidardır: “Garazsız hem ivazsız hizmet et her canlıya/Kimsesizin düşkünün ayağı ol, eli ol/Allah için herkese hürmet et de sev sevil /Her göze diken olma sümbülü ol gülü ol/İncitme sen kimseyi kimseye incinme hem /Güler yüzlü tatlı dilli her ağızın balı ol”
Darende’ye bahar gelince bahçeler bayramlık elbiselerini giyer sanki… Kayısılar bembeyaz çiçeklerini açtığı zaman adeta bir gelinliği andırırlar. Hele bir de dallar meyveye durunca bahçelerin güzelliğine doyum olmaz. Kayısı yüklü her ağaç sarı renklere bürünür.
Darende, suyun kalbinde atan bir nabızdır. Suyun bu kadar yüksek tonda dile geldiği ve suyun bu kadar mükemmel bir ahenk oluşturduğu başka bir yer yok sanırım. Darende’ye vardığınızda ilk dikkatinizi çeken şey, şehrin sükûnetidir. Su sesinden gayrı ses duyulmaz olur. Sanki Tohma çayından akan suların sesini duyalım diye cümle mevcudat susmuştur.
Şirin Darende’de tabiat bütün cömertliğiyle kendini tefekkür ve tezekkür ehline teşhir eder. O güzel coğrafyayı temaşa edenler, Hakk’ın yaratma sıfatının ihtişamı karşısında küçük dillerini yutarlar. Burada her şey Hakk’a nazar kılınması için doğal bir dekor hükmündedir.
Darende, Hakk dostlarının kabirleriyle inanç turizmine aday küçük bir yerleşim yerimizdir. Tohma Çayının emsalsiz güzelliğini cömertçe sergilediği bu diyarda olmak insana büyük bir gönül huzuru verir. Ortasından böyle görkemli bir çay geçen külliye sanırım sadece Darende’de var. Buradaki zikir ehli insanların içinin paklığı yüzlerine fazlasıyla yansımıştır.
Gönüllere tatlı bir huzur veren Darende’nin her yeri bir başka güzeldir; ama türbe ve külliyelerin olduğu yer çok daha manalı ve önemlidir. Burası insanı kendine çeken farklı bir çekim gücüne sahiptir. Darende’ye gelip de buraya çıkmamak, buradaki gönül dostlarının mübarek kabirlerini görmemek hoş değil. Çünkü burası Darende’nin ruhudur, kalbidir. Somuncu Baba Camii’nde kılınan namazların ruhumuza kattığı huzur ve huşu da bir başkadır. Sanırım bu huzur ve huşunun kaynağı burada yatan Hakk ve hakikat dostlarının varlığıdır.
Tarihin derinliklerinden gelen güçlü bir sestir Darende. Bu şehir dünle bugün arasında bir çeşit köprü vazifesi görmektedir. Kesme taştan inşa edilen Zengibar Kalesi zamana meydan okumaktadır burada. Ayakta kalmayı başarmış duvarlar sanki gururla poz verirler ziyaretçilerine… Nazlı nazlı süzülen minareler bakan gözlere kim bilir neler neler söyler…
Darende, maddî ve manevî köprülerinin çokluğuyla da tanınır. Manevî köprülerin bir ayağı Somuncu Baba, öbür ayağı ise Es-Seyyid Osman Hulusi Efendi’dir. Maddî köprüler Osmanlı’dan izler taşır. Bunlardan Kavlak Köprüsü, Darende’de bululan ve halen kullanılan, son Osmanlı dönemi eseri sayılan bir taş köprüdür. Darende’nin Günpınar Köyü sınırları içerisindeki Aşudu(Günpınar) Şelalesi kırk beş, elli metre yukardan, kayaların arasından akarak hoş bir manzara oluşturmaktadır. Bu arada Balaban İçmesini de unutmamak gerekir.
Darende, Malatya’nın manevî kara kutusudur. Malatya’nın dününe dair izleri burada sürebilirsiniz. Darende bu kifayetsiz kelimelerle öyle kolay kolay anlatılamaz, bu güzel diyar ancak gezilip görülünce hakkıyla anlaşılır. Burayı gezip görmenin şimdi tam vaktidir.
GÜMÜŞHANE’NİN SAKLI GÜZELLİKLERİ
M.NİHAT MALKOÇ
Gümüşhane, Kuşakkaya’nın eteklerinde kurulmuş, Harşit Çayı’yla ikiye ayrılmış, dağların koynunda uyuyan nazenin bir güzeldir. Burada tarih ve doğal güzellikler bambaşka bir sentez oluşturur. Bu güzel şehir Tarihî İpek Yolu güzergâhı üzerindedir. Adını çok zengin gümüş madeni yataklarından almaktadır. Fakat burada gümüşün yanında altın gibi başka kıymetli madenler de bol miktarda vardır. Doğuda Bayburt, batıda Giresun, kuzeyde Trabzon ve güneyde Erzincan ile komşu olan bu şirin şehir, düşlerinde 1210 metre yüksekten bakmaktadır masmavi denizlere. Denizden uzak düştüğü için dağlarla söyleşmektedir gece gündüz… Harşit’in kulağına fısıldamaktadır dertlerini. Berrak sularıyla, yemyeşil vadisiyle, güler yüzlü, vatansever insanıyla aydınlık yarınlara yol almaktadır düşmanları çatlatırcasına.
Kelkit, Kürtün, Köse, Şiran ve Torul; Gümüşhane’nin aziz evlatlarıdır. Yemyeşil bir vadinin koynunda uyuyan bu şehir, aynı kaderi paylaşır evlatlarıyla. Bizanslılar tarafından kurulan Kelkit, Gümüşhane’nin ilçelerinin en büyüğü olduğu için abi rolündedir şüphesiz... Kürtün; Harşit Çayı kenarında, dağların ve ormanların içerisinde bakir bir görünüme sahiptir. Buraya ‘orman denizi’ diyenler hiç de haksız değildir kanımca. Zira burada ormanlar bütün haşmetiyle ve alımlı güzelliğiyle karşılar sizi. Köse’nin evelek dolması, kelem dolması, siron, fıt fıt haşılı ve pirinçli börek gibi yemekleri damağınızda doyumsuz izler bırakır. Tomara Şelalesi, Şiran’ın güneybatısındaki Seydi Baba Köyü’nde karşılar sizi. Kayaların arasından, tepe yamacından ve yer altından çıkan köpüklü sular bambaşka bir görüntü oluşturmakta, güzel bir fon teşkil ederek gözleri kamaştırmaktadır. Bembeyaz bulutlarla köpüklü sular saflığın aynasından yansımaktadır. Harşit Çayı etrafında kurulan Torul, Karaca Mağarası’yla, Zigana Dağı’yla, Limni Gölü’yle, Yedi Göller’iyle, tarihi köprüleriyle keşfedilmeyi bekliyor.
Gümüşhane, Türkiye’nin en çok göç veren şehirlerinin başında gelmektedir. Bu topraklarda rızkını temin edemeyenler, kendilerini büyük şehirlere atarak orada ekmek kavgası vermektedirler. Gümüşhane, Türkiye’nin büyükşehirlerine çok uzakta bir yerde yer almaktadır. İstanbul’a uzaklığı 1108, Ankara’ya 788, İzmir’e 1368, Bursa’ya 1118 km’dir. Yani gurbetçiler memleketlerinden çok uzaklarda sıla hasretiyle yanıp tutuşmakta, fakat mevcut şartlar bu ayrılığı zorunlu kılmaktadır. Şehrin nüfusu her geçen gün azalmaktadır.
Gümüşhane’nin en yakın komşularından biri Trabzon’dur. Trabzon’da da çok sayıda Gümüşhaneli vardır. Gümüşhane’nin Trabzon’la diyaloğu diğer şehirlerden çok daha fazladır. Bu iki şehrin birbirine uzaklığı 100 kilometre civarındadır. Gümüşhane’yle Trabzon arasında hemen her saat başı ulaşım imkânı vardır. Bu durum, ilişkileri sıcak tutmaktadır. Öte yandan Trabzonlular kendi şehirlerinin dışında çalışma mecburiyetinde kaldıklarında Gümüşhane’yi tercih etmektedirler. Gümüşhane-Trabzon dostluğu her geçen gün daha da pekişmektedir.
Gümüşhane’nin saklı güzellileri misafirlerini bekliyor. Başta Karaca Mağarası olmak üzere Santa Harabeleri, Süleymaniye(Eski Gümüşhane), Gümüşhane Konakları, Örümcek Ormanları, Satala Antik Kenti, Zigana Turizm Merkezi, Meryemana Kilisesi, Canca Kalesi, Kov Kalesi, Akçakale, Keçikalesi, Satala Kalesi, Gümüştuğ Kalesi, Torul Kalesi, Daldaban Çeşmesi, Gümüşhane Köprüsü, Tomara Şelalesi, Limni Gölü, Artabel Tabiat Parkı ve Sarıçiçek Köy Odaları ziyaretçilerini güler yüzle ve heyecanla beklemektedir şimdilerde...
Gümüşhane’nin lezzetleri de baş döndürücüdür. Gümüşhane’de Fırın Erişte, Mantı Çorbası, Gavut Çorbası, Lemis, Fasulye Bulgurlusu, Siron önemli yemeklerdendir. Gümüşhane’nin bahse değer yerlerinden biri de sağlık dağıtan ve göz zevkimizi okşayan, birbirinden güzel yaylalarıdır. Yaz gelince herkes bu yaylalara göçerek kışın acısını doyasıya çıkarır. Gümüşhane’nin en yüksek noktası ise Abdal Musa Tepesi’dir. Buranın rakımı 3331 metredir. Burada ayağınızın yerden kesildiğini, başınızın bulutlara değdiğini hissedersiniz.
Bir okullar şehri olan Gümüşhane artık üniversitesine de kavuştu. İşsizliğe çare bulunabilse, yeni istihdam alanları açılabilse gurbetçiler sılaya dönmek için can atmaktadır.
YIL 2018…BURASI AKÇAABAT
M.NİHAT MALKOÇ
Yıl 2018... Burası Akçaabat!...
Gözlerim kamaşıyor etrafı seyredince…Her yer pırıl pırıl…. Menekşe kokuları etrafı çepeçevre kuşatmış. Sanki bakımlı bir bahçede hissediyorsunuz kendinizi. Dükkânların kapısında güler yüzlü adamlar, müşterilerini uğurluyor. Kenardaki manav, meyveleri süzen genç bir kadına yardımcı olmak için büyük bir sabır ve tahammül örneği gösteriyor. Fakat kadın yine de hiçbir şey almadan ayrılıyor manavdan. Satıcı, mütebessim bir çehreyle uğurluyor mızmızlanan kadını. Vakarından ve güler yüzünden hiçbir şey kaybetmeden yeni müşterisini bekliyor. Etraftan geçen insanlara her fırsatta tebessüm ederek iyi niyet duygularını iletiyor. Kasap, kıyma çekerken müşterinin arzusunu soruyor. Hiç kimse bir gram çalmıyor teraziden. Siftah yapan esnaf, kendisine gelen müşteriyi nazikçe komşu bakkala yönlendiriyor. “Ben siftah yaptım, o henüz yapmadı.” diyor. Sanki ahilik canlandı yeryüzünde. Alan memnun satan memnun hâlinden.
Yıl 2018... Burası Akçaabat!...
Akçaabat-Trabzon arası yemşeyil bir koridor….Gözümüz gönlümüz canlanıyor. Esen rüzgâr, yol boyunca salınan ağaçları okşuyor. İnsanlar denizle yoldaşlık ediyor. Gençler oltalarını denize atmış “Ya nasip” diyorlar. Birisinin oltasını koca bir balık titretiyor. Palamut mu ararsın, kefal mi, yoksa mezgit mi? Hepsi mevcut suların derinliğinde.
Deniz berrak ve masmavi…. Suyun dibi görünüyor. Denizin etrafında kızgın kumlardan ve çakıllardan başka bir şey yok. Ne plastik şişeler, ne metal kutular, ne de kâğıt atıkları… Etrafta çöpler için ayrı, plastik şişeler ve teneke kutular için ayrı çöp sepetleri var. Herkes seferberlik havası içerisinde çevreyi muhafaza ediyor. Yere çöp atan kişi kendisini uyarana mahcupça teşekkür ediyor. Kızgınlık yok insanların çehrelerinde. Mutluluklar diyarının güzel insanları bunlar. Güneş yumurtayı pişirircesine kızgın… Sıcaktan bunalanlar istediği yerde denize girebiliyor. Sahil boyu her yer berrak ve temiz…. Deniz davetkâr bakışlarla içine çekiyor sıcaktan bunalan genci, yaşlıyı.
Yıl 2018... Burası Akçaabat!...
Herkesin karnı tok, sırtı pek… Fakat yine de sabahın ilk ışıklarıyla evlerinden çıkıp işe gidiyorlar. Herkesin bir işi ve bol miktarda aşı ve sevdiği bir eşi var. Yüzler gülüyor. Kapılar besmeleyle açılıyor. Bereketli bir gün yaşamak işe besmeleyle başlamakla mümkün… Fabrikalar daha çok ve daha kaliteli mal üretmek için birbiriyle yarışıyor. Fakat tamahkârlıktan eser yok. Herkes birbirini tamamlıyor. İnsanların hem karnı hem de gönlü tok. Kimse kimsenin kusurunu aramıyor. Sevgiyle bakıyor gözler. Fabrikalardan çıkan ses, tatlı bir musikinin yumuşak nağmeleri gibi kulaklarımızı okşuyor. Aydınlık yarınlara kavuşmanın müjdecisi bu tiktaklar… Herkes işinin, aşının başında. Koşturuyor insanlar aydınlık yarınlar için. Haktan evvel vazife var, herkes bu anlayışla hareket ediyor.
Yıl 2018... Burası Akçaabat!...
Cadde ve sokaklar içaçıcı… Geniş caddelerden akan trafik, hayatın düzen içinde devam ettiğini gösteriyor. Yol kenarları park alanı gibi kullanılmıyor. Yollar kenarlara park etmiş araçlarla daraltılmıyor. Araçlar katlı modern otoparklara çekiliyor. Esnaf dükkânının önü kapatılmadığı için durumundan memnun, müşteriler de öyle. Yaya kaldırımları geniş ve düzenli. Dükkâncılar, kaldırımları açık pazar gibi kullanmıyor. Ürünler uygun yerlerde sergileniyor. Herkes rahatça dolaşıyor yaya kaldırımlarında. Kimse kimseye eziyet etmiyor.
Yıl 2018... Burası Akçaabat!...
Eski mimariyle yeni mimari uyum içinde. Tarihin şefkat ikliminde soluklanıyor insanlar. Tarihî Akçaabat evleri koruma altına alınmış; etraftaki yapılaşmalar tarihî dokuya uygunluk teşkil ediyor. Bin yıllık tarih, yaşam mücadelesi veriyor. Evlerin oymaları ve işlemeleri gören gözleri kamaştırıyor. Orta Mahalle’deki evler sanki bir açık hava müzesi görünümünde. Turistler bu manzarayı görünce hayranlıklarını gizleyemiyorlar. Ahşabın zarafeti ve büyüleyici güzelliği gören gözleri kamaştırıyor. Yeni yapılan binalar, beton yığınlarından ibaret değil. Doğal çevreye uyum sağlayacak nitelikte yapılıyor her şey…Görüntü kirliliği oluşturmuyor yeni yapılar.
Yıl 2018... Burası Akçaabat!...
Erenler, âlimler ve ozanlar yatağı olan bu şehirde insanlar bilgece konuşuyor. Bu toprağa kanını ve mürekkebini akıtanlar, hafızalarda derin izler bırakıyor. Kendini vatan uğrunda yıpratanların büstleri şehrin gözde mekânlarını süslüyor. Şeyh Hacı Hakkı Efendi’den Yaşar Bedri Özdemir’e kadar onlarca aydınlık sima bu coğrafyanın içine işlemiş. Bu değerler manzumesi gün geçtikçe soluklanmamızı sağlıyor. Ruhumuzu imar ediyorlar.
Yıl 2018... Burası Akçaabat!...
Herkes gelenek ve göreneklerine saygı duyuyor. “Kökü mazide âti” gerçek anlamda ifadesini buluyor. Köylerde yaşayanlar hayatlarından memnun. İnsanlar bağını, bahçesini ekip biçiyor. Hiç kimse “Armut piş, ağzıma düş” anlayışında değil. Alın teri akıyor toprağa. Toprak veriyor çalışana. İnsanlar şehre doluşup rahat beklentisi içinde değil. Köylüler ürettikleri ürünleri salı günleri pazarda satıp temel ihtiyaçlarını karşılıyorlar. Akçaabat tereyağı altın günlerini yaşıyor. Hayvancılık umutsuzların umudu hâline gelmiş. Çalışana veriyor Yaradan. Geçim sıkıntısı lügatlerimizden silinmiş bir daha yazılmamalıcasına.
Büyüğe saygı ve küçüğe sevgi baş tacı edilmiş. Küçük küçüklüğünün, büyük büyüklüğünün idrakinde. Sevgi köprüsü dünü bugüne, bugünü yarına bağlamış. İstikbalden kuşku duymuyor kimse. Geleceğin aydınlık güneşi gönül göğümüzü süslüyor, hayallerimizi ısıtıyor. Herkes yarınlara büyük umutlarla bakıyor. Fakat kimse durmuyor, hep çalışıyor.
Yıl 2018... Burası Akçaabat!...
Kültürümüzün yüz akı folklor eski haşmetli günlerine geri dönmüş. Dünya yine Akçaabat folklorunun kıvraklığını konuşuyor. Yemyeşil çimenlerin üstünde dünyanın en uzun horon halkaları oluşturuluyor. Kimseye özel davetiye gönderilmese de herkes kendini davetli addettiği için büyük kalabalıklar boy gösteriyor. Horon coşkusu genç yaşlı herkesin içinin kıpır kıpır olmasına neden oluyor. Sanki bu heyecanı hisseden ağaçlar da salınarak eşlik ediyorlar bu coşku fırtınasına. Çimenler, ayaklar altında kalmasına rağmen hiç de şikâyetçi değiller hallerinden. Çiçekler daha bir alımlı gözüküyor bu güzel manzarada.
Yıl 2018... Burası Akçaabat!...
Sevda türküleri yakılıyor. Türküler yanık yüreklerin tercümanı oluyor. Âşıklar sevdiklerine nazire yapıyorlar. Coşkulu yürekler horona katılmadan atamıyorlar içlerindeki ateşi. Daldan dala uçuşan kuşlar bu horon halkasına dahil olmuş sayıyorlar kendilerini. Düğünler, dernekler, imeceler yeniden canlanıyor hayatımızda. Her tepe başı horon düzü oluyor delikanlılara. Horon soluk alışımızı hızlandırıyor. Dünya selâm duruyor bu muhteşem tabloya. Sallama, sıksara, kozangel, siyasiya, aşağa alma, düz horon ve bıçak oyunu hayat buluyor ayaklarda ve salınan omuzlarda. Kıvrak ayaklar toprağı inim inim inletiyor.
Yıl 2018... Burası Akçaabat!...
Trafik keşmekeşi diye bir mesele kalmamış bu güzel şehrin yollarında. Yollarda durup beklemiyor taşıtlar. Herkes hakkına razı… Allah’ın verdiğine kanaat ediyorlar. Hatta yolcusunu alan şoför, fazlasını arkadaşına gönderiyor. Dayanışmanın en güzel tabloları sergileniyor. Akçaabat-Trabzon arası modern raylarla döşenmiş. İsteyen hafif raylı sistem aracılığıyla gideceği yere varıyor. Tramvaylar modern bir hava katmış şehre. Her şey yerinde ve zamanında gerçekleşiyor. Kimse işine geç kalma endişesi taşımıyor.
Yıl 2018... Burası Akçaabat!...
Doğalgaz hayatımızı kökünden değiştirmiş. Evde ve işyerlerinde ucuz ve temiz bir yakıt olan doğalgaz kullanılıyor. Fabrikaların bacasından zehir çıkmıyor artık. Hava kirliliği mazinin karanlığına karışmış. Evler düzenli olarak ısıtılıyor. Kömür ve odun derdi yok. Kim korkar kışın dondurucu soğuğundan. “Kömürüm ve odunum biterse ne yaparım” korkusu rüyalarımızı kâbusa dönüştürmüyor. Yirmi dört saat boyunca gaz emrinizde. İster ısınmada, ister ocakta, ister banyoda; nerede istersen orada kullan. Lüküs hayat dedikleri bu olsa gerek.
Yıl 2018... Burası Akçaabat!...
19 Haziran 1990 senesindeki felâketten dersimizi aldık fazlasıyla. Yağmur yağınca kara kara düşünmeye hacet yok. Altyapı problemi kökünden çözüldü. Su yolunu bilip gidiyor. İnsanlar yağmur ve fırtınayı korkuyla beklemiyor. Romantizm olsun diye pencerelerinden keyifle izliyorlar damlaların yere düşüşünü. Her gün köstebek yuvasına dönmüyor cadde ve sokaklar. Mesele bir çözüldü, pir çözüldü. Geçmişten ibret alınca tarih tekerrür etmiyor. Kanalizasyonlar denize akıtılmıyor. Çöpler modern tesislerde işlenerek çevreye zarar vermeden geriye dönüştürülüyor. Çevre kirliliği yazmıyor kitaplarımızda. Elektrik ve telefon hattı yeraltına alındı çoktan. Görüntü kirliliği teşkil etmiyorlar artık.
Yıl 2018... Burası Akçaabat!...
Söğütlü’deki fakülte gittikçe büyüyerek müstakil bir üniversiteye dönüşüyor. Gece gündüz ilim alışverişi sürüyor. Yurdun dört bir yanından gelen talebeler şehre hayat katıyor. Ticaret canlanıyor. Öğrenciler yerel kültürle millî kültürü bir araya getirip harmanlıyorlar. Kültürel alışveriş bütün hızıyla devam ediyor. Kimse kimseyi küçümsemiyor. Herkes birbirinden faydalanmanın yollarını araştırıyor. Yüzyılın bilim asrı olduğunun bilincinde herkes… Kütüphaneler gençlerle dolup taşıyor. İnsanlar parklarda ve otobüslerde bile elinde bir şeyler, okumakla meşgul... Bilimle inancın çelişmediğini ispatlıyor inancını bütün değerlerin üstünde gören ve yaşayan genç dimağlar… Kimse kimsenin inancıyla alay etmiyor. Herkes muhatabına saygı gösteriyor; olduğu gibi kabul ediyor.
Yıl 2018... Burası Akçaabat!...
Varlıktan üstün olan sağlık, devletin gözetiminde korunuyor. Hastaneler temiz ve ferah… Hastaneye değil sanki yıldızlı otele giriyorsunuz. Görevliler sizi kapıda karşılıyor. Sıra beklemek tarihe karışmış. Sizi bir odaya alıp baştan aşağı muayene ediyorlar. Yatarak tedavi edilecek bir durum varsa yatırıyorlar. Günde üç beş kez doktor gelip durumunuzu soruyor, kontrol ediyor. Yemeğiniz ayağınıza kadar getiriliyor. Kısa zamanda iyileşerek hastaneden ayrılıyorsunuz. Yine aynı güler yüzler, sizi kapıya kadar getirip uğurluyor. Kendinize değer verildiğini hissetmek sizi fevkalâde mutlu ediyor. Psikolojiniz düzeliyor. Devletinize minnet duygularıyla bağlanıyorsunuz. İnsanları karşılıksız seviyorsunuz.
Yıl 2018... Burası Akçaabat!...
Akçaabatlılar futbol tutkusunu daha da ileri götürüyorlar. Köklü kulüplerin başında gelen ve bir zamanlar birinci ligde takımların kâbusu olan Akçaabat Sebatspor, birinci lige tekrar geri dönmüş. Fakat bu sefer asansör takım olmaya hiç niyeti yok. Taraftar takımına sahip çıkıyor. İdmanlar bile seyircilerle dolup taşıyor. Ligin tozunu atıyor Sebatlı gençler. Bu durum Akçaabat’ın dillerde dolaşmasına vesile oluyor. Türkiye bir kez daha Akçaabat’ı konuşuyor. Tütünspor da üçüncü ligde top koşturuyor. Yakın bir zamanda çok daha iyi yerlere geleceğinden kimsenin kuşkusu yok. Futbol bu şehre can katıyor.
Yıl 2018... Burası Akçaabat!...
Akçaabat yaylaları altın günlerini yaşıyor. Baharla birlikte açan çiçekler insanları çekiyor dağ başlarına. Dağlar huzurun sığınağı… Şehirlerde yorulanlar soluğu kırlarda alıyor. Bir yanda tereyağı, bir yanda bal, öbür yanda özel çiftliklerde üretilen alabalıklar… Yerli ve yabancılar mıhlama ve kuymağa bayılıyorlar. Yaylalar turizmin hizmetinde. Özel inşa edilmiş yaylakentlerde bungalov tipi evler herkesin ilgisini çekiyor. Çam ağacından yapılmış bu evlerde uyumak ömre ömür katıyor. Çam kokusu, doğal bir ortamda olduğunuzun habercisi oluyor. Rakım yükseldikçe havanın doğallığı artıyor. Ciğerler bayram ediyor adeta. Bıçakla kesilen yoğurtlar ve buz gibi ayranlar ikram ediliyor yurdun dört bir yanından gelen meraklılara. Karadeniz’in bahtı kara diyenleri yalanlıyor tüm bu yaşananlar.
Yayladan dönüşte Akçaabat köftesini yemeden ayrılınır mı bu şehirden? Köfte yemedikten sonra Akçaabat’a gitmenin ne anlamı olabilir? Köfteler yiyiliyor keyifle. Damak tadını bilenler hayran kalıyor yedikleri köftenin lezzetine. Bazıları tarif alsa da tutturamıyorlar bu lezzeti. Demek ki maharet biraz da ellerde. Hem köfte Akçaabat da yenir besbelli.
Zihnim uykuyla uyanıklık arasında gidip gelirken bir elin yavaşça yüzüme değdirildiğini hissediyorum. Arkamı dönüyorum. El ısrarla yüzüme değdiriliyor. “Kalksana, işe geç kalacaksın.” Yalvarırcasına devam eden bu cümlelerle kendime gelmeye çalışıyorum. Sırılsıklam olmuşum terden. Çok uzun bir rüyadan ayrılmış olmanın yorgunluğu bütün bedenimi sarmış. 2008’li yıllardan 2018’li yıllara yolculuk yapmanın verdiği rehavetle kendime gelmekte zorlanıyorum. Bu kadar uzun yıllar nasıl da bir rüyaya sığabiliyor. Bunu muhayyilem almıyor. Demek ki rüyaymış bütün bunlar ha… Fakat rüyayı hayra yormak bizim geleneklerimizde olan bir adettir. Ben de bu rüyayı hayra yormak istiyorum. Yahya Kemal “ İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar” demiyor mu? Neden hayaller gerçek olmasın ki? Ben bu rüyanın zamanla gerçek olacağına bütün kalbimle inanıyor ve gerçekleşmesi için dua ediyorum. Akçaabat 2018’de bu rüyayı neden gerçekleştiremesin ki?...
GEÇMİŞİN AYNASINDAN YANSIYAN PULATHANE
Zaman akıp gidiyor bir nehir misali… Geceler uzuyor Akçaabat’la bütünleşen rüyalarımda. Hareleniyor mazinin gölgesi son deminde hatıraların. Karanlığın kalbinde yatıyor aydınlığın sureti. İçimdeki yangını söndüremiyor Akçaabat sebilleri. Bir çınar zaman perdesini kaldırıp bakıyor yaşanan zamana. Karadağ’ın etekleri tutuşuyor hasretimden. Başımda düne dair gizli bir sevda… Bağda gülüm soluyor; ocaklarda kül oluyor nihayet… Gözlerim ufukta şafağı bekler durur. Sözler ağıt sıcaklığında, yürekler darmadağın… Gel de toparla paramparça olmuş duygularımı.
Akçakale’de denizin mavisi dağların yeşiline karışıyor. Bir zeytin dalı uzatıyor asık suratlı barutla beslenen çağa. Eli havada kalıyor bir süreliğine. Yakamozlar mavi sulara bir şeyler fısıldıyor sanki. Heybeme doluşan bir demet hülya, yalnızlığıma karışıyor. Bir dilencinin umudu parlıyor sönük ferlerimde. Bu şehir paramparça eder uykularımı. Arada bir şeytan yoklar nefsimi. Özleyen bir bakışta dile gelir anılar. Çayın deminde bulurum hüznün yeşilini. Bütün sayfalarını okumak isterim Akçaabat’ın ak kitabının. Siyah-beyaz resimlerin cümlesine dalmak isterim hasret kıvamında. Eski zaman şarkılarında sen söyleniyorsun Akçaabat, seslerin en yumuşak tonunda. Rüzgâr bana koşuyor alıp da kokunu kollarına. Sürgüne adanmış bir çocuğun gözyaşlarının tuzunda buluyorum seni. Saydam bir bulut gibi belirirsin göklerimde. Yüzümde damlalar, kulaklarımda eski bir besteyi andıran yağmur sesleri…
Akçaabat, geçmişin hayaliyle uyuyor zamanın koynunda… Ak Cami’nin kubbelerinin sessizliği hatıralara yaslıyor başını. Bir martı simit bekliyor cami avlusunda. Zümrüdüankalar dadanıyor sana dair masallarıma. Yağmalıyorlar düşlerimi. Gecenin ayazında içimi senin sevginle ısıtıyorum. Gökte dolunay serenatlar diziyor güzelliğine. Karanlığın pençesinde dağılıyor uykularım. Yalnızlığın uzun bestesi kulaklarıma değiyor gramofonda. Büyüdükçe büyüyorsun yalnızlığımda. Göçmen kuşların kanatlarına yazıyorum adını; götürsünler adını ve kokunu uzak diyarlara. İsmini ezberlesin hasedinden çatlayan şehirler; seni ansınlar her gece…
Deniz kucaklıyor şehri büyük bir arzuyla… Akçaabat göz kamaştırıyor sahilde. Dalgalar öpüşüyor kıyılarla. Takalar ufka umut taşıyor gecenin sabaha dönüştüğü vakitlerde. Her gurup vakti suları ateşe veriyor gizli bir el… Yüreğimde birikiyor dolunaydan damlayan parıltılar. Gamı kasveti sürüyorum namluya. Çözülüyor yürekçiğin düğümleri. Kan kırmızı şafaklarda büyüyor arzularım damar damar…
Sargana’da uhrevi ve sonsuz bir uykuda melek kanatlı ruhlar… Ölümün rengi gülkurusudur bu adsız mezarların gölgesinde. Korkular manevî ıtır kabilinden kokulara karışır mezar taşlarının âlemlerin ötesine bakan esrarlı aynalarında. Kırılır faniliğin boynundaki tasmalar. Dağılır göklere gönüllerden dudaklara yansıyan tebessümler. Buz tutan alnıma uzanır sımsıcak bir el… Okşadıkça başımı unutturur bana yetimliğimi, öksüzlüğümü… Lodosların dağıttıklarını kıble rüzgârları toplar yeniden.
Şairlerin yüreğine düşen ilham olursun Akçaabat... Defterler dolusu şiir yazılır senin için. Sırça köşkler kurulur yakuttan kelimelerden. Denizler mürekkep olsa yetmez güzelliğini tasvire. Pulathane, kimliğimde yazılan altın yaldızlı bir ad olur. Duygularımı, düşüncelerimi, serzenişlerimi ifşa eder zamana boy gösteren güzelliğin. Geleceğimi kuran bilge bir mimardır Akçaabat… Güldüğümde de, ağladığımda da onunlayım hep… Odur beni ilk teselli eden sırdaş. Sırtımı sıvazlayan odur elbette. Caddeler, sokaklar taşır geçmişin taş kesilen ağır yükünü. Nazlı şehrin yemyeşil gözleri kalır bende; bir yağlıboya resim olur tuvalimde. Bir bengisu olur düşer yangınlarıma. Erenlerin zengin ruh ikliminde tamamlanır ruhumun eksik yanları…
Sonsuzluğa şahitlik eden göklerin altında her güne yeni umutlarla başlar Akçaabat… Bilir ki her gün taze bir başlangıca gebedir. Bilir ki umutlar insanın en darda kaldığı anlarda yetişir imdadına. Umut bahçeleri kuruyunca ölür insan… Hızır’ı çağırır içinden çıkamadığımız zorluklar… Pulathane, geçmişin sırlarına bürünür aşkın koyu maviliğinde. Medeniyetin beşiği olur şehrin zamana uzanan kalbi. Gece, kötülükleri örter o yumuşacık ipek tülüyle; kuru bir yalaz değer soğuyan kalbine.
Sahil koridorunda uzayıp gider, başka şehirlere benzemez Akçaabat… Şairlerin diline pelesenk olmuştur. Kesin çizgilerle çizilmiştir maziyle bugün arasındaki sınırları. Sonsuzluğun sırrı ifşa olmuştur bakır renkli ufuklarında. İslam’ın ‘eren’i, Türk’ün ‘alp’ motifiyle sarmaş dolaş olmuştur. Cetlerin ruhu dört bir yanına sinmiştir şehrin. Tarih burda efsaneler kadar süslü ve görkemlidir. Akçaabat bu yönüyle yaşanan zamana sığmaz, taşar geleceğe. Konuşur cümle eşya lisan-ı haliyle. Geçmiş, dile gelir mahallelerin izbe sokaklarında. Hepsi de Akçaabat’ın sesi, rengi ve ahengi olurlar zaman tünelinden geçerek… Haçkalı Baba uhrevî bir âleme bakar göz ucuyla. Sırlar ifşa olur zamanın sihirli aynasında. Dünün hatırası kıskandırır bugünkü köhne zamanı. Geleceğin rüyasını görür servilerin altında sonsuzluk uykusuna yatan yiğitler…
Su gibi berrak ve azizdir Akçaabat’ın bugünden, aydınlık geleceklere bakan gül yüzü. Suların sesinde aydınlanır şafaklar... Suyun rüyasını görür bahçelerde açan nergisler…. Sudan ibarettir geleceğe uzanan aydınlık düşler… Sebillerden akan sular bizi su gibi akıp giden hayatları tefekküre götürür. Gönül bahçesinde açar rengarenk şükür çiçekleri. Ruhumuzu besler şadırvanlardan boşluğa düşen su sesleri. Oluklardan akan her damla su adeta berceste bir mısraya dönüşür. Türküler bu şiirlerin serinliğinde yankılanır, öylece kuşatır sonsuzluğu. Şiir gibi özün özüdür Pulathane’de göze takılan her şey… Orta Mahalle geçmişten bugüne köprü kuran yekpare bir anıttır. Gözler kolay kolay toplayamaz dağılan nazarlarını.
Akçaabat içimize tılsımlı bir ayna tutar günün beş vaktinde. Ruhumuzun düğümlerini çözer mermer mezar taşları. Sargana’nın yiğitleri Akçaabat’a bir iri gölge olarak düşer şafakta. Göğüs kafesine sığmayan yürekler bütün kâinatı bir noktaya dönüştürür. Kutlu rüyalar şekil verir şehrin yakuttan saltanatına. Hak dostlarıyla, ulemasıyla kalpler Akçaabat için atar her dem... Pulathane, doğunun gizemiyle uyanır her sabah… Şehrin ortasındaki mezarlıklar, yaşayanlara nice ölümsüz nasihatler fısıldarlar. Burada ölümün yanı başında yaşar diriler. Her kabirden bir el uzanır âlemlerin ötesine. Akçaabat her iki âlemi aynı zamana sığdırır, yaşar ve yaşatır öylece. Akçaabat için söylenen her söz, zihnin duvarlarına nakış nakış işlenir.
Maneviyatla örülmüştür bu şehrin ak geçmişi. Zira Akçaabat ezan vakitlerinde secde eder Rabbine. Kavaklı Rahman Camii ölümü çağrıştırır önünden transit geçen dirilere. Hayatla ölümün aslında birbirine çok yakın iki dost olduğunu, ölümün insanlığı sonsuzluğa taşıdığını, bir at gibi kapımızda kişnemesine rağmen hiç de öyle huysuz olmadığını fark ederiz. Tam bu sırada Yunus’un “Ölümden ne korkarsın/Korkma ebedî varsın” dizesi ruhlara su serper. Yeter ki uzun yolculuğa çıkmadan azığımızı hazırlayalım. İşte o zaman ebediyetin nuranî yüzü belirir sandukaların yemyeşil örtüsünde. Sargana’nın yiğitleri, ölümü munisleştirirler bu iklimde. Şehitlerin gönlünde açar ebediyet çiçekleri. Taçlar ve tahtlar ellerinin tersiyle itilir. Gözlerin türbelerde dolaştığı sırada Üstad Necip Fazıl’ın ölüme dair şu dizeleri çarpar kulaklarımıza:
“Öleceğiz müjdeler olsun müjdeler olsun
Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun”
Ak şehirler ak düşler görür sabahlara akan uzun gecelerin koynunda. Akçaabat’ta her mevsim, baharın rüyasını görür derin uykularında. Güzeller ellerinde testilerle salına salına suya gider. Elleri kınalı, gözleri sürmelidir Akçaabat’ın ak yürekli güzellerinin. Onlar ki yaralı gönlümü zincirleyen birer sevgi avcısıdır.
Kentin dört bir yanında güzellikler boy gösterir gözlere. Erguvanların kokusunu özler bahçeler. Donanmalar geçer masmavi gönül sularından. Görkemli bir mazi soluklanır kılıçların gölgesinde. Gerçeklerin aynasında dili tutulur yalanların. Bir somun ekmek doyurur gözümüzü gönlümüzü. Tanyeri ağaranda uyanırız derin düşlerden. Kalmaz ruhumuzda bir eser o eski gülüşlerden. Akçaabat’ı her düşündüğümüzde hasretten kor ateşler düşer yüreklere. Yalancı baharlarda açmaz çiçekler. Erguvanlar harabelerde de boy verir inadına. Hafızalar yosun tutar geçmiş zamanların dalgalı sularında. Kavuşmaktan başka ilaç kâr etmez ak şehri özleyen yaralı gönüllere.
Siz gül yüzlü Akçaabat’ı hele bir de tabiat derin uykusundan uyanınca görün. Deniz herkesten erken uyanır masmavi uykusundan. Kıyıları döver hırçın dalgalar. Balıkçılar ağlarını atmış, nasiplerini beklemeye başlamışlardır besbelli. Yeşil elbisesini kuşanan kent, Da Vinci’yi bile hasedinden çatlatır. İlahî kudretin elinden çıkmış bu harikulade resim... Bu tabloda dağ çiçekleri apayrı bir yer teşkil eder. Bütün güzellikler bizde Allah’ın kudretine ayna tutar. O renk cümbüşü şehre ayrı bir güzellik katar; bahar şarkıları söyler kulağına. Serenatların dekoru olur bin bir renkli çiçekler... Hayatın diriliği, tabiatın canlılığı seherlerin gölgesinde daha bir belirgindir. Bu doyumsuz ve gözde manzaralar ruhumuzun açlığını giderir, uhrevî bir sofra sunar bize. Bu sofrada doyururuz aç ruhlarımızı, bakışımız nurlanır bu eşsiz güzelliklerde.
Pulathane zamanın sonsuzluğuna açılan bir koridordur, bir açık hava müzesidir. Kökleri zamanı kavramış, toprağı sımsıkı kucaklamış ulu bir çınardır bu kent... Hamsi gibi ele avuca gelmez insanların hayata nasıl hükmettiklerini, onu nasıl yirmi dört saat boyunca atan bir nabız haline getirdiklerini bu topraklarda görürsünüz rahatlıkla.
Akçaabat hatıraların sonsuzluğa uzanan mahşeridir bir anlamda. Arzla arş arasında yaşananlara tanık olmuş bu şehir... Bu kentin ruhunu anılar diriltir ancak. Aslında eşyanın suretinde ifadesini bulur bu kadim hatıralar. Onları okuyabilmek için köklü değerlerle dost olmak, varlığın içyüzünü anlamak, hayatı içselleştirmek yeterlidir. Kovaladığınız her iz, sizi zamanın mahşerine götürecektir. Eşyanın dile geldiğine, zamanın bir gölgeden ibaret olduğuna, hakikatlerin her köşe başında sizi beklediğine şahit olacaksınız. İşte o zaman muhayyilenizi çöplüğe döndüren ayrıntıların, gerçekleri perdelediğini üzülerek göreceksiniz. Pulathane sizi doğumla ölüm arasında tılsımlı bir aynada yansıyan eşyanın hakikatine götürecek. Bunu görünce sizi mahveden ‘ben’den uzaklaşıp içinize ayna tutacaksınız. O sihirli aynada göreceksiniz yarınlarınızı. Akçaabat o sihirli aynada göz kırpacak aydınlık yarınlarınıza.
Akçaabat bir kimliktir aslında. Bu kimlik sizi zamanın ötesine taşır, ruhunuzdaki kirleri temizler. Suların şırıltısında bet seslerden azade olursunuz. Hasretleriniz, ıstıraplarınız, sevinçleriniz, ümitleriniz, geçmişiniz ve geleceğiniz birbirinin elinden tutarak sizi selamet sahiline ulaştırır. Rüyalardan arda kalan hüznü dağıtır Akçaabat’ın doyumsuz güzelliği. Akçaabat’ta düşler ve düşünceler hep ayaktadır, diridir. Ölülerin bir yüzü dünyaya bakar, dirilerin de bir gözü uhrevî âleme dönüktür. Akçaabat, şairlerin ve yazarların düşlerinde soluklanmaktadır miş’li geçmiş zamanlarda. Bu şehir beslemektedir gizli arzularımızı. Akçaabat huzura uzanmaktadır günün her saatinde; camileriyle, türbeleriyle, ölüleriyle ve dirileriyle… Tarih bunları kaydetmektedir hep... Akçaabat geçmişinden hız alarak 2018’li yıllara azimle ve cesaretle yol almaktadır.
GÜL KOKULU AK ŞEHİR…
Kentin aynasıdır içinde yaşayanlar… Akçaabat’ın aynasından yansıyan güzel insanlar sırtlamıştır bu şehri. Gül kokulu şehir, burada yaşayanların omzunda yükselmiştir aydınlık yarınlara. Sabah güneşi bu şehrin insanlarını hiçbir zaman yakalayamamıştır uykuda. Dünden kalan umutlarını yarına taşımak için hep gün doğmadan güne başlamışlardır.
Bu şehir şiir gibidir geceleri. Sokak lambaları masmavi sulara düşerken dalıp gider sahil koridorunda geleceği düşleyen sevgililer… Sımsıcak bir yuvanın hayaliyle beslerler yarına dair umutlarını… Dalgalar kıyıları okşarken, kent açar gözlerini masmavi geleceğe.
Akçaabat’ta hayat her zaman dinamiktir besbelli. Köyler kente akar sabahın ilk ışıklarıyla. Gayretli köylüler ayran kokan tereyağlarını, tarladan yeni çıkan patateslerini, karalâhanalarını indirirler Salı Pazarı’na. Üç kuruş kazanmanın umuduyla akşam ederler. Burada sadece köy ürünleri değil, köylülerin hayalleri de alınır, satılır. Ter akar ak alınlardan. Helale haram karıştırmaz yüreği Allah korkusuyla çarpan köylüler... Ceyhun Atuf Kansu, bir şiirinde Akçaabat’ın Salı Pazarı’nı ve dinamik hayatını mısralarına işler nakış nakış:
“Karadeniz dediğin deniz değil insan
Gelir vurur Akçaabat pazarına.
Güneşe bırakılmış balık ağlarıyla
Kayıklarıyla kumlara çekilmiş
Denize karşı insan!
Kalabalık, güzel, çalışkan,
iner çam direkli gemilerle.”
Şehirler, içinde yaşayan insanların gayretleriyle yükselir. Yaşadığı kenti gönülden sevenler ve ona bir kimlik kazandırmak isteyenler bunun gerçekleşmesi için gecesini gündüzüne katarlar. Biz şehre ne kadar bakarsak şehir de bize o kadar bakar. Kentler orada yaşayanların aynasıdır. Bu aynadan orada yaşayanların kimliği ve kişiliği yansır. Güler yüzlü şehirler güler yüzlü insanların eseridir. Şehrin yüzümüze gülmesini istiyorsak onun üzerine titremeli, ondan ilgimizi eksik etmemeliyiz. Onu bir sevgili sayıp bağrımıza basmalıyız.
Akçaabat, kıyı kentlerinin en güzeli olarak gözlerimizi kamaştırıyor. Gönlümüz ve sevgimiz bu şehre akıyor. Adeta bir kartpostalı andıran bu şehir, hayallerimizi ve rüyalarımızı süslüyor. Ona duyduğumuz sevgi ve muhabbet gönlümüze sığmıyor. Kentin insanları kentle barışık yaşıyor. Girişimci insanlar bu kenti her yerde onurla ve gururla temsil ediyorlar. Fakat bu kişiler kendi şehirleriyle yeterince ilgilenmiyorlar. Bu durum, bağrından çıktıkları kenti fazlasıyla üzüyor. Akçaabat artık evlatlarından ilgi ve yatırım bekliyor.
Bu şehri kalkındıracak yegâne sektör turizmdir. Akçaabat’ın yaylaları yeni misafirlerini bekliyor. Yaylaların havası ve suyu sağlık bahşediyor insanlara. Doğayla kucaklaşmak için İsviçre’ye gitmeye gerek yok, İsviçre içimizde. Fakat bizler yakınımızda olan bu güzellikleri her nedense göremiyoruz. Şehrin gürültüsünden bunalanlara yaylalar ilaç oluyor. Yanı başımızdaki güzelim Sera gölü yeni yatırımlar ve konuklar bekliyor. Boşa akan berrak sular kendisinden faydalanacakların yolunu gözlüyor. Suyun düşünü hayra yoralım.
Köfteyle ve horonla şöhret bulan bu şehir, mevcut değerlerine yeterince sahip çıkıp onları bir adım ileri götürme kararlılığı gösteremediği için bunları kaybetme tedirginliğini yaşıyor. Bu güzellikleri ve bize has özellikleri niçin daha ileriye götüremiyoruz ki?… Bu kentte niçin modern oteller yapılmıyor? Niçin dağ ve yayla turizminden payımıza düşeni alamıyoruz? Eğer bunları lehimize kullanabilseydik çocuklarımız da işsiz ve aşsız kalmazdı. Gurbette sıla hasreti çekenlerin ilacı Akçaabat’a yatırım yapmaktır. Bunu gerçekleştirecek olanlar da bölgeden çıkan zengin iş adamları ve onlara gerekli desteği verecek olan devlettir.
Karadeniz Sahil Yolu yöre insanını denizden iyice kopardı. Kıyılarımızı dolgu alanı yaptık. Onun içindir ki kıyı şeridinde yer alan plajlardan yeterince yaralanamıyoruz. Her geçen gün denizi kirletiyoruz. Bu güzel kıyılar zaman zaman yüzümüze tükürüyor. Fakat bizler bu tükürükleri rahmet yağmurları sanıp “Elhamdülillah” deme gafleti gösteriyoruz. Orta Mahalle gibi bir değer var elimizde. Bir Safranbolu, bir Odunpazarı olabilecek değerdeki bu ahşap dokuyu koruyamıyoruz. Yıkılmaya yüz tutan ahşap binaları aslına uygun restore edemiyoruz. Oysa bu evler aslına uygun onarılıp pansiyon haline dönüştürülse hem turizm gelişir, hem de yöre halkının cebi üç kuruş sıcak para görür. Çok mu zor bunları yapmak?
Deniz kıyısında yaşayıp da denize küsen bir şehir düşünülebilir mi? Sahillerimizi niçin bu hale getirdik? Denizin gönüllerimizi okşayan tatlı sesini duymak, onun bereketinden faydalanmak için onunla dost kalmayı denemeliyiz. Fakat bizler ‘temiz deniz’ anlayışını rafa kaldırdığımız için deniz yüzümüze gülmüyor. Denizin gönlünü almak için ne bekliyorsunuz?
Bugünkü Akçaabat düzenli şehirleşmeyi beceremeyen acemi bir kent konumundadır. Cadde ve sokaklar vaktiyle yeterince geniş tutulmamıştır. Her geçen gün mantar gibi biten derme çatma evler, kentin çirkef yapısına yeni halkalar eklemektedir. Oysa Orta Mahalle’de örneğini gördüğümüz geleneksel yapıya uygun konutlar üretilebilseydi Akçaabat Karadeniz sahilinde parmakla gösterilebilecek güzellikte ve özellikte bir kent olup çıkardı. Fakat çok kazanma, zengin olma hırsımız ve tamahkârlığımız şehrin güzelliğini iyice bozdu.
2018’li yıllara on kala, şehrin bozulan imajını düzeltmek için yeni şehir planları yapmalıyız. Geçen zaman Akçaabat’ın aleyhine işliyor. Sahillerde yapılan güzel çalışmalar şehrin art bölgelerinde ve içinde de gerçekleştirilebilirse, varlığıyla gurur duyduğumuz bir kent inşa etmiş oluruz. Akçaabat’ın aydınlık geleceği için herkes elini taşın altına koymalıdır.
Sahilleri parklarla süslenmiştir Akçaabat’ın. Denizle komşudur cadde ve sokakları bu mavi şehrin. Trabzon’un Batı’ya açılan kapısıdır. İlçelerin en göz alıcı olanıdır şüphesiz. Şehir her geçen gün bir şeyler ekler kadim güzelliğine. Köftelerin kokusu çıldırtıyor ülkenin dört bir yanından gelenleri. Sahil alanına her geçen gün yeni bir köfte salonu ekleniyor.
Akçaabat kuş sesleriyle güne ‘merhaba’ diyor. Denize açılıyor kaptanlar bordo-mavi takalarıyla. ‘Rastgele’ diyor yüreklerinde taşıdıkları masmavi umutlarla. Deniz güler yüzüyle karşılıyor köpükleri yaran takaları. Hamsi, istavrit, mezgit, levrek, lüfer ağlara takılıyor. Rıhtımda bekleyenler dolduruyor kasaları. Bugünün rızkı da çıkıyor uçsuz bucaksız mavi denizlerden. Genç kızlar hasır bilezik örüyorlar tezgâhlarda. El emeği göz nuru değen altının biraz daha artıyor kıymeti. Herkesin yüreğinde Akçaabat sevgisi filizleniyor. Hayatın neşesi umut tomurcuklarıyla biraz daha artıyor. Karanlıklar umut ışığıyla aydınlanıyor.
Akçaabatlı hiç unutmuyor Rus işgalini. Çekilen çileler geçmişin aynasından bugünlere yansıyor. Soygunlar, cinayetler, çirkeflikler halkın zihninden gitmiyor bir türlü. Rumlarla işbirliği yapan Ermeni çetelerinin zihinlerde bıraktığı kötü izlenimler silinmiyor. Her 17 Şubat’ta kurtuluş sevinci yüzlere yansıyor olanca güzelliğiyle. Umutlar tazeleniyor.
Sargana’da yatan yiğitler gitmiyor gözlerimizin önünden Sargana ki 18 gemiden oluşan Rus donanmasının Sargana burnu önünden Kavaklı Köyü’ne doğru yaptığı çıkarmaya karşı yöre halkının yarattığı yiğitlik destanıdır. Bir Ramazan bayramında yaşanan onca acılar, akşam karanlığına doğru, dilden dile dolaşacak bir kahramanlık destanıyla son bulmuştur. Balta, nacak, keser, orak, bıçak, kazma, kürek gibi ilkel silahlarla koca bir ordu püskürtülmüştür. Zaferlerin silahla değil, imanla kazanıldığına en büyük delildir bu…
Akçaabat’ın birbirinden güzel yaylaları şifa dağıtıyor hasta ruhlara. Hıdırnebi Yaylası bağrına basıyor misafirlerini. Ahşap evler doğal yaşamın doyumsuz bir parçası oluyor. Karadağ gülen gözlerle bakıyor Akçaabat’a 1742 rakımlı tepeden. Yöresel mimariye uygun yapılmış evler, sıcaklıklarıyla içine çekiyor ziyaretçilerini. Tabiat bütün cömertliğiyle kucak açıyor insanlara. Akçaabat’ın yaylaları yazın sıcağında serinletiyor kavrulan bedenleri.
2018 yılında yüzüncü kurtuluş şerefini yaşayacak bu şehir… Çok değil dokuz yıl gibi kısa bir zaman kaldı bu doyumsuz heyecanı yaşamaya. Kurtuluşunun yüzüncü yılına koşan Akçaabat, emsalsiz ipek elbisesiyle salınıyor sahilde. Ne mutlu o günleri görebilenlere!...
MUHAYYİLEMDEKİ AKÇAABAT SİLUETİ
M.NİHAT MALKOÇ
Şehirler girer rüyalarıma, sevgi tuğlalarıyla örülmüş şehirler… Tan kızıllığında uyanır zihnimi kemiren düşünceler… Kent ‘Merhaba’ der bana yürekten bir tebessümle. Sabahın mahmurluğunda balkona çıktığımda bir ‘Günaydın’ da deniz fısıldar kulağıma. Balıkçıların takalarının silueti belirir ufuk çizgisinin berisinde. Rüzgâr denizden getirdiği tuzlu havayı bahşeder akciğerlerime. Havanın tuzu yakar genzimi. Şehre adanmış hissiyatım uyanır zaman beşiğinde. Hatıralar canlanır mazinin izbe köşelerinde. Akçaabat’ın bahçelerinde yetişmiş taze kıyılmış tütünlerin kokusu kuşatır belli belirsiz anıları. Nikotin, belleğimi bağlar esaret zincirleriyle. Yalın ayaklı çocuklar kirli elleriyle yarım ekmeği tereyağıyla sıvayıp indirirler aç midelerine. Çocuklar okula gidip gelirken üşür köy yollarında, onlarla birlikte zaman da üşür. Uzak emeller doru atlar gibi kaçar gözlerinin feri sönmüş çocukların düşlerinden.
Umutların yaldızlı adıdır Akçaabat… Gül bahçelerinden gül denizlerine uzanan uzun bir koridor… Bu koridorda tükettik ömür sermayemizi. Gecelerimizi doyumsuz kılan bir rüyadır bu şehirde bu şehri yaşamak. Ya gurbette bu şehre sevdalanmak… O bir ateşten gömlekten farksızdır. Sıladaki kentin cadde ve sokakları yâdıma düştüğünde ruhumdaki hüzünler harmanlanır boylu boyunca. Mevsimlerden sonbaharı yaşarım yazın ortasında. Hayallerimin enkazı altında ezilirim. Yağmur damlaları bir kurşundan farksız düşer sırtıma. Gurbette yaşadığım şehir bir harabe, bir mezarlık olarak kalır hatıralarımda. Gecenin karanlıkları örtemez gurbetteki hüznü ve acıları. İçimdeki yalnızlığı silemez hiçbir şey…
Denizlerinin iri mavi gözlerine meftunum Akçaabat… Farzet ki bir oyundu yaşadığımız. Oyun ama ciddi bir oyun… Bedelini zaman olarak hayat değirmenlerinde öğüttüğümüz, içine bir ömrü sığdırdığımız bir buğday tanesi… İçi memleket sevgisiyle dolu bir ressamın uykusuz gecelerde çizdiği şaheserdi arkada bıraktığımız. Biz o tuvalde boynu bükük ve aciz bir portreden başka neyiz ki!... Ellerimiz ve ayaklarımız hatıraların zincirleriyle bağlı… O ağır zincirin en büyük halkası sen değil misin Akçaabat, sen değil misin?
Sen bir anneydin Akçaabat, dizlerinde uyuduğum ve büyüdüğüm şefkatli bir anne… Denizlerin vardı senin… Hamsisi, mezgidi, istavriti bol denizlerin… Cömerttiler bir anne kadar… Lâkin şimdi eli sıkı bir cimri rolünü oynuyorlar hayat oyununda. Beni hülyalara daldıran masmavi suların vardı, düşlerimin çekirdeği, ana nüvesi... Gecelerin vardı, uykusuz gecelerin. Sevdalıların ay ışığı altında derin hayallere daldığı, hayattan kâm aldığı gecelerin şimdi hüznü çağrıştırıyor gurbetteki evlatlarına. Bir zamanlar etle tırnak gibiydin evlatlarınla. Fakat şimdi her birini gurbetin bir köşesine saldın. Onların arzuları senin merhametli kollarında yaşayıp senin bağrında vermekti son nefeslerini. Şimdi kara kışlar çepeçevre kuşatmış mevsimlerini. Ömrün ahirinde ateşten şiddetli olan intizardır paylarına düşen…
Şimdi gurbet mahzenlerinde yüreğim yanar. Kardelenler açar gönlümün karlı dağlarında. Üşürüm yoklunda, ısınırım hatıralarının sıcağında. Sensizliğin sürgününde, ayrılıkların ertesinde, gecenin hançer gibi içime batan soğuğunda dikilip kalmışım sana giden yolların kavşağında… Damarlarımda senden kan, bedenimde senden can taşıyorum.
Bir siyah-beyaz fotoğraftır şimdi yalın kılıç düşlerimi süsleyen. Anneannemin ceviz sandığında gün yüzüne hasret bir kare… Acı ile hüzün sarmalamış göçebe duygularımı. Aşk ve ıstırabın uykudan uyanmış halidir gönül bahçemdeki kan kırmızı gülün mahmurluğu… Geçmiş zaman şarkılarıdır ak şehrin gönül telini titreten. Karadağ’ın karıdır gönlümüzün ateşini alan, o karlar ki pınarlarımızın hayat kaynağıdır. Dağlarımızı bembeyaz bir yorgan gibi örten karın paklığı gönül paklığına tekabül eder. Cemreler düşeceği vakti sabırsızlıkla bekler.
Karanlık çökünce tenhalara acılardır senden payıma düşen. Sayfaları eskimiş, işi bitmiş bir defter gibi yorgun ve terkedilmişlik duyguları içerisindeyim. Sabahı bekleyen bir hasta gibi zaman durur dört duvar arasında. Kavrulan bağrımı dağ rüzgârlarına açmış bekliyorum. Denizler gelmeyin üzerime, tuzlu sularınızı değdirmeyin yürek yaralarıma…
Yüzyıl geçse de unutulur mu esaret günleri?… Geçer mi yürek yaralarının sızısı? Sargana’da ruhlar yatar mı uykuya? Kanla yazılan özgürlük yemini suyla silinir mi? ‘Zaman hiçbir şeyi unutmaz ve unutturmaz’ derler. Acı tatlı bütün hatıralar zamanın heybesinde saklı durur öylece. Avuçlarımıza aldığımız ve gönül asumanına uçurduğumuz barış güvercinleri vurulur mu öfkenin zehirli oklarıyla? Çalınır mı zaferlerden arda kalan mutluluklarımız? Bölüşülür mü en büyük zenginliğimiz olan gönül sermayemiz? Söndürülür mü gönüllerimizi aydınlatan sevgi mumları? Bu sorulardır zihnimi gece gündüz kemiren. Olmaz olmaz demeyin. Dünün acılarını unutmamalı, unutturmamalı… Unutmak gaflettir, gaflet intihardır. Fatih’in emeğine ihanettir. Geçmişin acılarını tellal misali geri çağırmaktır.
Rıhtımda suya değen bakışlarım dalgaların getirdiği köpüklerin çıkardığı ritmik sesle yön değiştiriyor. Düşünceler beni Akçaabat’ın yarınlarına götürüyor. Kelebekler nasıl kozasını örerse ben de bu şehrin geleceğini örüyorum beynimin tenha yerlerinde. Dalgalar yalıyor kıyıları. Kumları okşuyor köpükler… Güneşin batmaya yüz tuttuğu vakitlerde tabiatın fırçasından eşsiz bir tablo çıkıyor. Bu tabloya ne Picasso’nun, ne de Bellini’nin kudreti yeter.
Geleceği çok uzaklarda görenler, ‘gün bugündür’ anlayışında olanlar ve geleceği ufkun arkasında hayal edenler basiret fukaralarıdır besbelli. Bu akıl fukaralığı aydınlık yarınların etrafını saran paslı bir zincirden farksızdır. Sert fırtınaların varlığını bilmek ve idrak edebilmek için fırtınalara maruz kalmak gerekmez ki… Bunun ötesinde fırtına başladığında gösterilen canhıraş gayretler ne fırtınayı dindirir, ne de zararından korur bizi. Üstün akıl, bugünü dünden, yarını bugünden gören akıldır. Ancak bu akıl önümüzü aydınlatır.
Şehirlerin güzeli Akçaabat şehrengizleri kıskandırıyor. Ufuk çizgisinde geleceğin aydınlık resmi beliriyor. Daralan vakitlere sığıyor koca gelecek… Mutluluğun resmini çiziyor zaman keskin fırça darbeleriyle. Gecenin tenhalığında gelen hissiyata bir tutam hüzün karışıyor. Gözlerim buğulanıyor hüznü yudumlarken. Titrek ışıklar gölgesini bırakıyor mavi sulara. Gülkurusuna banan umutlar ellerimde ufalanıyor. Ünsiyet peyda oluyor seninle aramızda. Sen ki yüreğimi yakıyorsun yine de aşk ateşlerinin en korunda, en korunda…
Günahını vebalini sırtıma yüklüyorum karanlıkların. Senden yadigâr kalan uykusuz geceleri taşıyorum gözbebeklerimde. Derin bir ‘âh’ ın göbeğinde saklanıyor çığlıklar. Yorgunluğumun sebebi oluyorsun Akçaabat… Durgunluğumun, yenilmişliğimin bir parçası oluyorsun bir puzzle’ın en zorunda. Direnişim ışığa varana kadar sürecek elbet… Şehir beni bağrına basmadan bitmeyecek ısrarım. Sana giden yolların kırılgan yüzü ayaklarıma değecek bir gün. Umut çeşmelerinin suyu akacak tez vakitte… Bulutlar güneşin önünden çekecek ipekten şalını. Pişmanlıkların pası silinecek yüreğin muhacir duygularından.
Şehrin mazisi canlanacak akıbetin aydınlığında. İzbe sokaklar ağlayacak üstünden geçenlerin acı sonuna. Her köşe başı, her cadde ve sokak geçmişin izlerini geleceğe taşıyacak. Dün bugüne, bugün yarına kültür ve medeniyet bağlarıyla sıkıca bağlanacak. Dostça, kardeşçe ve barış içerisinde nefes almanın hazzını doyasıya yaşayacak şehrin yoldaşları. Şehirlerin ruhu, modern zamanlara sığmayacak. Taşacak gönüllerden sevgi, saygı, hoşgörü ve dayanışmanın ölümsüz gülleri. Güllerin rayihası bülbüllerin yanık sesine karışacak kuşluklarda. Bahçelerimizde ekilen tohumlar bire on verecek güneşin koynunda.
Ve Yıl 2018… Ufuktan bir güneş doğuyor. Bu güneşin aydınlığı akça şehri abat ediyor. Mutlu insanlar kenti, gülücüklerini insanlarla paylaşıyor. Yüzlerdeki tedirginlik ve endişeler yerini tebessüm tomurcuklarına bırakıyor. Dostluk, kardeşlik ve muhabbet kıvılcımları sevgi ve hoşgörü ateşini tutuşturuyor. Bu ateş hem ısıtıyor, hem de aydınlatıyor insanları. Gönül bahçeleri cömertlik yarışında… Bahçe güleç, bahçıvan mutlu… Ekinler boy atıyor yürek tarlalarında. Şehrin üzerindeki kapkara bulutları sürüklüyor rüzgârlar…
Denizin kızı Akçaabat, işveli bir gelin oluyor bembeyaz duvağının altında. Bu gelinin yüreğindeki umutlar Karadağ’dan daha yüce ve heybetli… Acılar ders oluyor geleceğin mimarlarına. Umut harmanları endişeleri bertaraf ediyor. Akçaabat yarınlara parlayan gözlerle, taze beklentilerle bakıyor. Akçaabat yüzyılın şerefini bütün hücrelerinde hissediyor.
AKÇAABAT’A DAİR DÜŞLER VE DÜŞÜNCELER
M. NİHAT MALKOÇ
Akçaabat, Karadağ’ın koynunda uyur her gece. Sağanak yağmurlar emzirir kuruyan toprağını. Masum gözbebeklerinin pırıltısında uyanır her sabah… Bir simitçinin mahmur sesiyle sokaklar gerinir, uyanır derin uykusundan. Kıtlama içilen demli bir çayın huzuru hiçbir şeye değişilmez sabahın kör saatlerinde. Çayla simidin dostluğu sofraların ağır misafiri köfteyi bile kıskandırır. Kentin sokakları doğan güneşe selam durur kristal bakışlarıyla. Zirvedeki bulut göz kırpar asırlık çeşmelerin gümüş işlemeli kurnalarına. Yamaçlara sıkıca tutunan sisler örter tüllerin ardında saklanan emsalsiz güzelliği. Şehrengizler hasedinden dört parçaya bölünür kelimelerin billur fanusunda. Vaktin tenhasında uyur geçmişe dair düşler ve sükûtu öğüten gülüşler... Tepeler çiçeklerle bezenir mor şafakların uykuya daldığı demlerde.
Kaldırımlarında zamanın ayak sesleri saklıdır Pulathane’nin. Hüzün sarmaşıkları sarmıştır hatıraların eşiğini. Zamanın beşiğinde sallanır mazinin görkemli saltanatı. Uçsuz bucaksız göklere karışır emek bahçesinde akıtılan terlerin misk ü amber kokusu. Gökkuşağının yedi rengi siner cumbalı evlerin bahçelerine. Ölümü dipdiri kılar soğuk mermer taşlarının ihtişamı. Hicran bir hüzün demeti bırakır yürek kapılarına. Karşılıksız kalır uzaklara gönderilen gül kokulu, hasret yüklü mektuplar… Düşler hüzün elbisesini kuşanır, arz-ı endam ederek süzülür geçmişin kapı aralığından. Yitik güneşler ansızın belirir ufkun ardından. Yara almış hatıralara merhem olur yarına dair düşlerimiz. Koca çınarların gölgesinde soluruz dünün siyah beyaz duygularını. Sebillerden akan berrak sular ruhların kirini süzer kuşatılmış zaman imbiğinden. Esrik duygular gölgelerin eteğine tutuşur vaktin derinliklerinde. Akçaabat’ta zaman büyür alabildiğine. Kuşatır sonsuzluğu denizin mavisi, dağın yeşili…
Dağların yeşilini, göğün mavisini genç bir kız edasıyla giyinir Akçaabat her sabah… Ulu çınardan bir iri yaprak düşer… Çınar yine de bir şey kaybetmez gözleri kamaştıran ihtişamından. Ölüm çalar ruhların kilitli kapısını. Tozlu albümlerde kalan yarısı yırtık bir fotoğraf, yaşama dair tek tanığınız olur. Ayaklanır, sımsıcak soluğu kesme taşlara sinen küllenmiş tarih…. Sargana’da toprağının kara bağrında yatar yeşil sarıklı şehitler… Mermerlerin nabzından ve âminler yankılanan kubbelerden bir el uzatılır yaşayan fanilere. Zamana tanıklık etmiş Ak Cami, salâtsız felah olmayacağını haykırır günde beş kez süngü misali minarelerinden. Ruhlar kıyama durur servilerin zikre daldığı aydınlık seherlerde.
Gönüllerin başkentidir Akçaabat... Sırf bu yüzden tafra satmasını çok görmemek lazım bu şehre… Mütebessimdir bu kentin düne bakan yüzü. Dünle bugün, bugünle yarın arasında sağlam köprüler kurar gece gündüz demeden. Eksik yanlarımızı da tamamlar aslında. Neftî minyatürlere gömülen tarih, Orta Mahalle’de uyanır mahmur gözlerle. Serzenişlerin ahı tutar gök kubbenin yedi kutlu basamağını. İsyan sözcükleri yakılır her yanı is tutmuş ocaklarda. Eprimiş düşler gecelerin karanlığından kaldırır başını, gözbebeklerimize abanır seherlerde. Ahşap, betonun soğukluğuna ve ruhsuzluğuna isyan bayrağını çeker.
Sokakların doyumsuz güzelliği zamanın gergefinde dokunur altın ipliklerle. Kentlerin tarihinin ayrılmaz bir parçasıdır sokakların tarihi. Nisyana kapalıdır onların belleği. Akçaabat’ta da her sokak bir tarihtir. Orta Mahalle yarınlara müşfik gözlerle nazar eyler karanlıklara inat.... Başını kaldırıp zaman penceresinden bugünlere bakar hüzünlü gözlerle. Belleğimizde tutuşur anılar… Pulathane sokaklarının kesme taşlarında zamanın altın izleri var. Orta Mahalle’de ahşabın saltanatı kamaştırır gözleri. Tarihî doku, zamanı kuşatır çepeçevre. Cumbalı evlerin kahkahası yankılanır betonarme duvarlarda. Dünden bugüne yapmış olduğu kutlu yolculukta yine de zamana direnir bu mahalle. Siyah beyaz karelerde yaşayan tarih, bütün haşmetiyle ‘ben de varım’ der. Öylece tutar zamanın elinden. Bizler umuda kepenklerimizi indirmeden Orta Mahalle’de tarih, nostalji griliğindeki kepenklerini indirmez zamana. Direnir direnebildiği kadar… Kuşanır uhrevî iklimlerin sonsuzluğunu.
Akçaabat hiç uyanmak istemediğimiz bir uykuda gördüğümüz doyumsuz düştür. Bu rüyanın yorumu hayra delalet eder şüphesiz. Yarınlarımız bu rüyada canlanır; uyanır derin uykusundan. Şehir okşar başınızı bir anne şefkatiyle. Geceye dağılan şehrayinler çocuk yanımızı emzirir. Yarısı yırtık bir siyah beyaz resimde tebessümü donmuş silik hatıralar, kalan hüzün artığı ömrün dibacesi olur. Şehre dair düşler ve düşünceler yeknesak hissiyatı kanatlandıran bir barış güvercini gibi süzülür zamanın sonsuzluğunda. Zamana tanıklık eder cadde ve sokakları. Kuytularında yankılanan ses, sessiz çoğunluğun gül renkli avazı olur. Şimdi Akçaabat renk renk, nakış nakış, desen desen kilimdir mazinin epeski tezgâhlarında dokunan. Düşler filizlenir geleceğin şafağında. Umutlar yaprak yaprak açar yediveren misali.
Duygu ve düşünceleri kar beyazlığındadır Karadağ’ın. Gelinliğini kış boyunca çıkarmaz üzerinden. Buz gibi sularla her seherde yıkar esmer tenini. Karlar bile söndüremez yüreğindeki hasret ateşini. Sızım sızımdır denizlere karışan özlemi. O dimdik duruşu bir delikanlı saflığındadır. Buz gibi sularına karışmıştır kahırlar… Bağrında yaşanmıştır aşkların en güzelleri. Sonra da isyan etmiş sevgiye pusu kuran ihanetlere. Yaz gelince bağrında açar türlü çiçekler. Cemreler peşi sıra düşünce buram buram toprak kokusu genzimizde hissedilir. Rüzgâr taşır selamını yüreklerden yüreklere... Selam rüzgârdan evvel gider. Bir genç kızın gergefinde dokunur yarınlara dair umutlar. Hasret ateş olur dağların doruğunda. Kim istemez Karadağ gibi dik durabilmeyi ve son nefesine kadar Karadağ misali dik kalabilmeyi?...
İstanbul’un Eyüp Sultan’ı neyse Akçaabat’ın Sargana’sı da odur bence. Akçaabat’ın ve insanlığın kalbi atar burada. Taş, taşlığını unutturup ancak bu kadar gizli bir ruha bürünebilir. Burada gök boşluğuna açılır mabed… İrşad goncaları iri güllere dönüşür bahçelerde. Sonsuzluğa bir nur kapısı açılır seherlerde… Sargana’da dualar kuşatır gök boşluğunu. Hakk dostlarının şefkat eli değer üzerinize. Boşluğa zincirlenen gönüller huzurla dolar; arınır kirlerinden. Ruhların ateşini ancak Sargana’nın suları söndürebilir. Batıdan doğuya doğru esen meltem, gönülleri ısıtır. O rüzgâr ki, Hak ve hakikat yiğitlerinin kokusunu getirir bize. Rahman Camii’nin kumruları andıran minarelerinden yükselen ezanlar kabrin mermer taşlarına çarparak gönüllerde yankılanır. Bir yanda çınarların azameti, öbür yanda servilerin hüznü, fanilikle bakiliği remzeder aynı karede. Burada mihrabın duvarlarına sinmiştir çağların hükmünü elinde bulunduran Kur’an sesi… Bu ses bizi Hakk’a çağırmaktadır her dem… Akçaabat bu sese kulak vererek yollara düşmektedir seherlerde.
Şehirler mabetleriyle güzeldir, şehirlerin eksiğini mabetler tamamlar. Akçaabat camileriyle de bir başka güzeldir. Kavaklı Rahman Camii’den semaya yükselen ezanlarla günde beş vakit soluklanmaktadır Akçaabat… Bu nefes hayat vermektedir şehre. Akçaabat’ın Ayasofya’sı olan bu mabedin çinilerinde hakikatin gür sesi yankılanmaktadır. Öte yandan Ak Cami’den şehre yayılan gül yüzlü ezanlar Pulathane’ye zamanın altın mührünü vurur. Maziden arda kalan bir hüzün siner içinize. Yürek telleriniz oynar yerinden. Camiin minberinde kâinatın silueti yansır boylu boyunca. Sarmaşık motiflerle sülüs yazılar birbirini tamamlar gibidir. Su sesleri Kur’an seslerine karışarak gönül bahçelerinin ateşini alır. Bu güzel mabet, imanlı alınlardan öperek hayat bulmaktadır. Şehir bu uhrevî yapılarla güzelliğine güzellik katmaktadır. Dünyayla ahret arasında kutlu bir köprü vazifesi görmektedir camiler…
Bir masaldan fırlamış ağırbaşlı bir bilgedir Akçaabat. Yüreklerin kasvetine merhemdir. Koca bir medeniyetin hülasasıdır bu şehir.... Burada atılmıştır sevgi tohumları… Çekirdek bu mümbit topraklarda çınara dönüşmüştür. Sokaklarında bir canlı tarih arz-ı endam eder. Kent zamanın altın beşiğinde henüz çocukken bir yağız delikanlı olmuştur zamanla. Nice gül yüzlü insanları bağrına basmıştır bu topraklar… Gönül dostlarının ruhaniyeti kuşatmıştır bu şehrin her bir zerresini. Yürekler sevgi tomurcuklarıyla bayram yerine dönüşmüştür zaman fanusunda. Zihniniz bu demlerdeyken zaman ırmağında arınırsınız esrik düşüncelerden.
Akçaabat’ın gül yüzlü insanları direnir hayatın zorluklarına. Ödünç umutlar ve güven alınır, satılır çoğu zaman. Taş duvarlarda solmayan bir tebessüm karşılar sizi güneş doğarken. Düşler ve düşünceler beyaza boyanır düşlerin gölgesinde. Adalet terazisinin en ağır taşı olur hak ve hakikat… Yalan ve talanın adı silinir yüreklerden. Güzellik çirkinliği, aşk nefreti, barış savaşı, cesaret korkuyu, inanç isyanı, sessizlik çığlığı, su ateşi, mazi metalik çağın suretini kovar mekânından. Kanaat dolar heybelere. Güvercinler ‘hû’ sesleriyle doldurur camilerin avlularını. Sicim gibi rahmet yağmurlarıyla bulutlanır masmavi gözler… Ezanların uhrevî tınısı günde beş vakit emzirir pörsümüş iştiyaklarınızı. Geçmişe dair her şey tarihin ihtişamına şahitlik eder burada. Asırlar boyunca helal bir ekmek kapısı olur Salı Pazarı ter akıtan müdavimlerine. Sabrın çardağı altında kanaat dantelleri örülür o bembeyaz sevgi ipliğiyle.
Orta Mahalle yüz akıdır Akçaabat’ın. Zamanın ötesine bir koridor açılır zihninizde. Ecdadın aydınlığında def edersiniz karanlıkları. Geçmişten arda kalan hüzün sarar bütün benliğinizi. Endişeleri kovarsınız içinizden. İhtişamı dağlara, taşlara sinen tarih, başını kaldırır bakar zaman penceresinden. Yemyeşil bir buket sunulur size bu kutlu mahalleden. Orta Mahalle geçmişe dair gördüklerini bir anlatsa size, nostaljik sularda ufkun ötesine yol alırsınız. Fırtınalara açarsınız bağrınızı. İçinizdeki ateşi sular bile söndüremez. Aşkların en güzelini seyretmiştir her bir köşe… Nice acılara şahit olmuştur. Buradan yaşanır hayat gönlünce. Hayallerinizi peşi sıra sürükler mazinin ihtişamı. Gerçekler rüyaları kıskandırır bu yerde. Ahşap binalar betonun asık suratına gülümser, biraz da acıyarak ve utanarak…
Akçaabat’ı anlatmak zordur bu sınırlı kelimelerle. Akçaabat, rüyalarımı süsleyen şehir!… Karanlığıma doğan güneş… Acılarımın panzehiri… Yolların kavşağında kılavuzum, en zor zamanlarımda umudum, azgın sularda can yeleğim… Sözlerimi şereflendiren belde, dünya cennetim, yaralarıma merhem, masallarımın iyi yürekli prensesi, alınterim, ekmeğim, tarlamda sararmış tütünüm… Bir küçük fidanın çınara dönüştüğü belde, zemherilerde içimi ısıtan güneş, hicret duygularımın menzili, şiirim, bin yıllık bestem, dudaklarımdan düşmeyen terennüm, gönlümdeki ateş bahçelerini sulayan şehir, karanlık gecelerime doğan mehtap, adıma ve aşkıma düşen kutlu pay, huzurun gölgesi, uçarı gönlümün akıl hocası, hicran ateşimin dumanı, sekerat vaktindeki son nefesim, azgın dalgalara karşı sığınacağım en güvenilir liman… Dar vakitlerde elimden tutan sıcak dost… Akçaabat aydınlık geleceğim…
Gönül lügatimdeki sözler ne kadar da kifayetsiz…Seni başka nasıl anlatabilirim ki!... Dilerim son nefesin sende olsun. Gözümün nuru, kalbimin süruru aziz şehir!... Beni de al o müşfik kollarına, beraber uyuyalım son uykumuzu. Beraber dirilelim bir mahşer sabahı seninle… Dünyaya bir kez daha gelsem inan ki senin toprağında açardım yumuk gözlerimi.
Sözün özüdür Akçaabat… Geleceğe umutla bakmaktadır bu güzel diyar… Herkes bugünlerin şehrini yarına taşıma telaşındadır. Gül yüzlü şehir özüne sadık kalarak geleceği kuşanıyor geçmişten aldığı hızla ve hazla…2018’deki yüzüncü kurtuluş yılına daha bugünden hazırdır. Gülen yüzüyle, Trabzon’un yanı başında güven telkin etmektedir hep… Miş’li geçmiş zamanlardan şimdiki zamanlara yansıyan yekpare bir rüyadır bu şehir... Heykeli dikilmiştir yürek meydanlarına. Kalpler onunla atmaktadır günün her saatinde. Gönül tahtında fermanlar ve hükümler onundur. Hülyalarımızın bahçesinde açan nazenin bir güldür, sevdaya tutulanların kalp çarpıntısıdır. Güvercinlerin yarınlara taşıdığı zeytin dalıdır. Akçaabat hayatın ta kendisidir, duyguların şahlandığı yürek menzilidir. Şiirlere, masallara, hikâye ve romanlara düşen ak ilhamdır. Adıma yazılmıştır hasret payı… Son sözüm Akçaabat’a dair dizelerimde saklı... Akçaabat bu dizelerimin gül yüzlü kahramanı, düşlerimin tanığıdır:
“Gönlü düşürdü yere billâh sakar bu şehir
Yaralı yüreğime çivi çakar bu şehir
Hüzün süvarileri dayanınca yüreğe
Hayal denizlerinden ruha akar bu şehir…
Pulathane içinde saklar vaktin hüznünü
Dünden alıp ilhamı güne bakar bu şehir
Akçayla olur abat gülümser Akçaabat
Selamet sahiline elbet çıkar bu şehir…”
GEÇMİŞTE TRABZON
M.NİHAT MALKOÇ
Trabzon’un geçmişi M.Ö.7 bin yılına kadar uzamaktadır. Bu güzel şehir tarihte pek çok medeniyetin beşiği olmuştur. Buraya ilk olarak Tibarenler, Mosklar ve Marlar yerleşmişlerdir. Şehir zamanla Medler, Persler ve Makedonyalılar’ın eline geçmiştir. 1080 yılında Anadolu Selçukluları’nın himayesinde kalmıştır. 1461’de Fatih Sultan Mehmet tarafından Osmanlı topraklarına katılmıştır. Burası o zamanlar eyaletti. Yavuz Sultan Selim bu eyaletin valiliğini yapmıştır. Kanunî Sultan Süleyman’ın çocukluğu bu şehirde geçmiştir. 1916 senesinde Ruslar’ın işgaline uğramıştır. Fakat 24 Şubat 1918’de geri alınmıştır.
Trabzon, tarihî eserler bakımından zengin bir durum arzetmektedir. Şehirde Roma, Bizans, Osmanlı eserleri bulunmaktadır. Trabzon Kalesi, Kalepark, Cephanelik, Yeni Cuma Camiî, Ayasofya(Hanhia Sophia), Fatih Ortahisar Camiî, Küçük Ayvasıl Kilisesi(St. Anna Kilisesi), Molla Nakip Camiî, Kudrettin Camiî, Hüsnü Göktuğ Camiî, Santa Maria Kilisesi, Kızlar Manastırı(Panagia Thaoskepastos), Kaymaklı Manastırı, Vazelon Manastırı, Kuştul Manastırı(Gregorius Peristera), Sumelâ(Meryemana) Manastırı, Gülbahar Hatun Camiî(Büyük İmaret), İskenderpaşa Camiî, Çarşı Camiî, Vakıfhan(Taşhan), Alacahan, Bedesten, Fatih Hamamı, Hacı Arif Hamamı, Tophane Hamamı, Sekiz Direkli Hamam, Meydan Hamamı, Atatürk Köşkü, Memişağa Konağı bu şehrin belli başlı tarihî eserleridir.
Trabzon adı üzerine değişik rivayetler mevcuttur. Şarl Teksiye’ye göre meşhur Ksenofon silahşörleriyle Trabzon’a girdiğinde kaleyi masaya benzetmiş ve kendi dilinde masa karşılığı olarak buraya “Trapezos” demiştir. Bir değişik görüşe göre buraya daha önceleri Orta Asya Türk kavimlerinden Turanlara bağlı Tirabenler ve Elizonlar yerleşmişlerdir. Bunlar, sonra birleşmişler, neticede “Tibaren-Elizon” adını almışlardır. Bu zamanla değişerek bugünkü hâle dönüşmüştür. Evliya Çelebi’nin belirttiğine göre Fatih, Trabzon’u fethedince buranın havasını çok beğenmiş ve şehre can alıcı, lâtif manasında “Tarab-Efzun” ismini vermiştir. Yine “Trabzon Tarihi” adlı eserin yazarı Şakir Şevket’e göre Trabzonlu bir Türk pehlivanı bir altın paranın tuğrasını parmağıyla silip bozuyor. Bu hadiseden sonra şehre “Tuğrabozan” adı veriliyor. Bu zamanla şimdiki şekle dönüşüveriyor.
Trabzon’un nüfusu, geçmişten günümüze kadar dalgalı bir seyir izlemiştir. Şarl Teksiye’ye göre Trabzon on yedinci yüzyılda on sekiz bin evden oluşan bir yerleşim yeriydi. Bouillet’in dediğine göre burası Birinci Dünya Savaşı’ndan evvel 87 bin nüfuslu bir şehirdi.
Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde Trabzon’un hamsisine de genişçe yer vermiştir. Seyyah Çelebi o zamanlar hamsinin kebabının, çorbasının, pilav ve baklavasının yapıldığını söylüyor. Ayrıca hamsinin her derde deva olduğunu özellikle belirtiyor.
Eskiden Zağnos Köprüsü asma imiş; makaralara takılı zincirlerle gündüzleri indirilir, geceleri kaldırılırdı. Bu köprü Zindankapı ile İmaret Kapısını birbirine bağlamaktadır. Üst üste kemerli iki gözü vardır. Şehre bugün de nostaljik bir hava ve görünüm kazandırmaktadır.
Trabzon’u hâkim bir tepe olan Boztepe’den seyredenler, şehrin doğal görünümüne doyamazlar. Fakat son zamanlarda gerçekleştirilen düzensiz yapılaşmalar kentin tarihî kimliğini tehdit eder boyuttadır. Trabzon gibi şehirler, bırakın Türkiye’yi, dünyada da azdır. Çünkü bu şehir onlarca asır evvel kurulmuş, medeniyetleri besleyip bağrında büyütmüştür.
Trabzon zengin bitki örtüsüyle, yemyeşil dağlarıyla bir botanik bahçesini andırmaktadır. Bu şehir tarihî güzellikleriyle adeta bir açıkhava müzesi görünümündedir. Güzel Trabzon’umuzun dört bir yanında maziyi solumak mümkündür. Burası padişahlar şehridir. Kanuni Sultan Süleyman burada doğmuş, Yavuz Sultan Selim burada uzun seneler valilik yapmış, Fatih Sultan Mehmet de şehrin kapılarını Türklere açmıştır. Bu kentin mirasçıları olan bizler, tarihî dokuyu hiç değiştirmeden, olduğu gibi muhafaza etmeliyiz. Ancak böylelikle ceddimize vefa borcumuzu ödemiş oluruz. Trabzon şehri tarihî değerlerini yaşatarak modernleşmelidir. Şehrin ruhu modernleşme uğruna köreltilmemelidir.
GÖÇ VEREN TRABZON
M.NİHAT MALKOÇ
Göç, Türkiye’nin halledilmesi öncelikli meselelerinin başında geliyor. Gelir dağılımındaki dengesizlik bunun başlıca sebepleri arasında yer alıyor. Fakat siyasî, sosyal ve kültürel sebepleri de gözardı edemeyiz.
Göç olayı, göç alan ve göç veren şehirleri, içinden çıkılmaz sorunlarla baş başa bırakmaktadır. İç göçler, gelişmişlik farklarını daha da artırmaktadır. Bu, ciddi ve geniş perspektiften bakılması gereken bir mevzudur.
Ülkemizdeki iller arası nüfus akımı dün olduğu gibi, bugün de artarak devam etmektedir. Özellikle köylerden kentlere yönelik göçler tarımsal ürünlerin üretimini sekteye uğratmaktadır.
Türkiye son derece hareketli bir nüfusa sahiptir. Yıllardan beri insanlarımız diyar diyar dolaşmaktadır. Ülkemizdeki bütün iller arsında göç alma ve göç verme hadisesine rastlamaktayız. Geri kalmış yörelerden sanayi bölgelerine yönelik göçler artarak devam etmektedir.
Aslında iki çeşit göç sözkonusudur. Bunları geçici ve daimi göç diye tasnif edebiliriz. Her iki göçün kaynağında da ekonomik sebepler yatmaktadır. Geçici göçler memurların hizmete yönelik yer değiştirmelerinden kaynaklanmaktadır.
Göç Trabzon’un da öncelikli sorunlarından biridir. Her yıl yüzlerce aile, daha iyi geçim şartlarına kavuşmak için doğup büyüdüğü şehri terk etmektedir. Çünkü şehrimizde sanayi tesisleri çok az olduğu için yeterli sayıda işçi istihdam edilememektedir. Hemşehrilerimiz rızıklarını gelişmiş uzak illerde aramaktadırlar. İnsanın eşinden, dostundan ayrılıp gurbet kahrı çekmesi ölümden beterdir. Fakat geçim darlığı insanlarımızı bu çetin göçe zorlamaktadır.
Yapılan istatistikî araştırmalara ve anketlere göre Trabzon’dan göç eden bin kişiden 328’i İstanbul’u tercih etmektedir. Bunun nedeni İstanbul’da az da olsa iş ve aş imkânının olmasıdır. İnsanın asıl memleketi doğduğu yer değil, doyduğu yerdir.
Trabzon’un göç verdiği illerin başında yer alan İstanbul’u, sırasıyla Zonguldak, Bursa, Kocaeli, Adapazarı ve Bolu izlemektedir. Bunların yanında az da olsa çevre illerden Rize, Gümüşhane, Giresun, Erzurum, Artvin, Bayburt ve Samsun’a göç edenler olmaktadır. Bu arada hemşehrilerimizin binde 71’i Ankara’ya göç etmektedir.
Yukarıdaki illere baktığımızda çoğunun sanayi şehri olduğu görülür. Yani insanlarımız iş bulabilecekleri, karınlarını doyurabilecekleri yerlere akın etmektedirler.
Trabzon, komşu vilâyetlerden kısmen de olsa göç almaktadır. Trabzon’a göç edenlerin başında Gümüşhaneliler, Bayburtlular, Rizeliler, Artvinliler ve Giresunlular gelmektedir. Bu da büyük bir yekûn teşkil etmez.
Göçü önlemenin sırrı kalkınmadır. Şehrimizdeki sanayi tesislerinin sayısı artırıldığında göç otomatikman duracaktır. Onun için Türkiye’nin değişik yerlerinde büyük fabrikalar ve tesisler kuran zengin hemşehrilerimizin bu güzide şehre yatırım yapmasını bekliyoruz.
TRABZON DEYİNCE BUĞULANIR MASUM BAKIŞLAR
M. NİHAT MALKOÇ
Trabzon zengin bir tarihe yaslıyor başını. Yüzyılların birikimi var bu topraklarda. Bu yönüyle bir tarih müzesi görünümündedir. Çok zor günler yaşamış bu kıyı kentimiz. Düşman dayamış bağrına hançeri. Fakat Türk’e yâr olmuş en sonunda bu topraklar… Boşuna akmamış kanlar… Koşarak gelmiş Trabzon hasretlisine… Fatih’e açmış görkemli surlarının kapılarını. Geçmişle gelecek arasında köprü olmuş bu büyük medeniyete beşiklik etmiş topraklar… Güldüğü günlerden çok, ağladığı günleri vardır. Fakat yine de mutludur mavinin beşiği…
Trabzon, sırtını Boztepe’ye dayamış denizin mavisiyle doğanın yeşilinin ölümsüz raksını seyretmektedir. Akçaabat’ta kınalı elleri tütün kokan bir genç kızın yarınlara dair hayallerine yetişmek gök boşluğunda ayakta durmak kadar müşküldür. Bu şehrin bir doktor kadar mahir yaylalarında bulutlara değer başınız. Kaymak kuymağını yiyince bir hoş olursunuz. Duman gelince sanki binli rakımlı tepelerde pamuk renginde denizler oluşur. Siz bu duman denizlerinde yepyeni ve apaydınlık dünyaların doyumsuz düşlerini kurarsınız.
Fatih’in fethettiği, Yavuz’un çeyrek yüzyıla yakın bir zaman valilik yaptığı, cihan padişahı Kanunî Sultan Süleyman’ın doğduğu ve çocukluk yıllarını geçirdiği müstesna bir şehirdir Trabzon… Ortahisar’da kaldırım taşlarına sinmiştir muhteşem Süleyman’ın izleri…
Düşlerimizi besleyip büyüten şehirdir Trabzon. Günün 24 saatinde hatıraların masmavi sularında soluklanırız bu şehirde. Kıldan ince, kılıçtan keskin ve bir o kadar da inatçı yağmurlar yıkar; rüzgârlar da bir ana şefkatiyle kurular ve tarar kır saçlarımızı… O yağmurlar ki toprakla olan dostlukları iki sevgiliyi andırır. Faroz’da bir balıkçının ağına takılıp gider bakışlarımız. Hamsi kokar denize ve (bordo)maviye dair düş ve düşüncelerimiz.
Bu şehir candır, canandır; cadde ve sokakları üzerinden geçenleri bağrına basar. Onları zaman tünelinden geçirerek tarihin dehlizlerine götürür. İstanbul’un Fatih’i Sultan Mehmet, onca meşakkati göze alarak Zigana sırtlarından iner Trabzon’da üs kuran Rum’un üstüne. Yıllar geçer Yavuz Sultan Selim’i genç bir şehzade, bir vali olarak, Kanunî’yi ise Ortahisar sokaklarında dolaşan kendi küçük, hayalleri büyük bir sultan ve halife olarak görürsünüz.
Yollarına, köprülerine, camilerine, cadde ve sokaklarına tarihin enfes kokusu sinmiştir kadim şehirlerin şahı Trabzon’un. Zağnos ve Tabakhane köprülerinden geçenlerin izi kalmıştır kesme taşlarda. Boztepe bir kalkan olmuştur şehrin üstüne. Hayret ve hayranlık dolu bakışlar şehrin üstünde odaklanmıştır. Zaman içinde zaman, devir içinde devir bu toprakların gül yüzünü düne çevirmiştir. Sümela Manastırı’nda ve Ayasofya’da hoşgörü ve bağlılık, Uzungöl’de tabiatın gülen yüzü bu şehri daha da yaşanılır kılmıştır. Ganita’da içilen demli çayların buğusu hatıraların demine karışarak gönülleri nostalji ırmaklarında sürüklemiştir.
Kadim şehir Trabzon, tarihte pek çok millete beşiklik etmiş, mühim yerleşim yerlerinden biridir. Tarih boyunca bu topraklarda pek çok medeniyet filizlenmiştir. Bu medeniyetlerin kalıntıları bugün de apaçık gözlenebilmektedir. Geçmişle bugünü sentezleyen bu eserler, sevgi ve hoşgörünün derin çizgilerini şehrin gül çehresinde ebedileştirmektedir.
Trabzon her şeyiyle Türkiye’nin gözbebeğidir. On yedi ilçeye sahip olan Trabzon’un, dokuz ilçesi 114 km.lik sahil şeridinde sıralanmıştır. Bunlar batıdan doğu istikametine doğru şöyle dizilmişlerdir: Beşikdüzü, Vakfıkebir, Çarşıbaşı, Akçaabat, Yomra, Arsin, Araklı, Sürmene ve Of…. Öte yandan Tonya, Şalpazarı, Düzköy, Maçka, Köprübaşı, Dernekpazarı, Hayrat ve Çaykara ilçeleri ise sahilden içeridedir. Bu ilçeler denizin uzağında olmanın mahzunluğu ve ezikliği içerisindedirler. Bu yüzden her dem denizi düşlerinde yaşatırlar.
Trabzon’umuz tarihî eser potansiyeli bakımından diğer illerden çok daha ilerdedir. Zira ilimizde Kültür Bakanlığı tarafından tescillenmiş ve koruma altına alınmış 550 tarihî tescilli kültür varlığı bulunmaktadır. Bunun yanı sıra tabiat varlığı olarak belirlenmiş ve koruma altına alınmış bölgelerimiz de mevcuttur. Bugün il merkezinde ve ilçelerde sayısız tarihî esere rastlamak mümkündür. Aradan uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen bu eserler olanca ihtişamıyla tarihe tanıklık etmektedir. Bunların başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz:
“Trabzon Kalesi, Kalepark, Yenicuma Camii, Cephanelik, Su Kemerleri, Akçakale, Ayasofya, Küçük Ayvasıl, Ortahisar Camii, Molla Nakip Camii, Kudrettin Camii, Hüsnü Göktuğ Camii, Kızlar Manastırı, Kaymaklı Manastırı, Kuştul Manastırı, Sumela Manastırı, Santa Maria Kilisesi, Gülbaharhatun Camii, İskenderpaşa Camii, Tophane Hamamı, Sekiz Direkli Hamam, Meydan Hamamı, Çeşmeler, Köprüler, Atatürk Köşkü, Memişağa Konağı, Erdoğdu Bey Camii, Musa Paşa Camii, Saraçzade Medresesi, Ortahisar Muvakkithanesi, Emir Mehmet Türbesi, Hamzapaşa Türbesi, Bedesten…”
ESARETTEN HÜRRİYETE TRABZON
M.NİHAT MALKOÇ
Yeşilin kırk tonunu görme imkânı sunan kaç şehir vardır dünyada? Bunlar sanıldığı kadar çok değildir. Bu şehirlerden birisi de güzel ilimiz Trabzon’dur. Doğanın yeşili, göğün ve denizin mavisi birbirini kucaklar bu güzide şehirde. Yaylalarının havası ve suyu dillere destandır. İnsanları biraz tez canlı ve asabi olsa da hakikatte kıpır kıpır ve bir o kadar da sevecendir. Tarihî İpek Yolu’nun Karadeniz’e ulaşan ana kollarından birinin de geçtiği Trabzon anlatılmaz, yaşanır. Bu şehir ekonomik ve sosyal açıdan bölgenin en dinamik merkezlerinden biridir. Geçmişte bu liman şehri, ticaretin kalbinin attığı önemli bir merkezdi. Fakat son yıllarda bu güzel şehir dışarıya büyük oranda göç vererek büyük ölçüde küçülmüştür. Bu şehrin sakinleri, ailelerini geçindirmek için çok sevdikleri şehri terk etmek zorunda kalmışlardır. Bu kentin kara sevdalıları “Trabzon bizim vatan Kâbe’mizdir” derler. Dünyaya gelip de Trabzon’u görmeden ölmek büyük bir talihsizliktir. Gelin Karadeniz’i ve bu güzel şehri bir de şair ve yazar Niyazi Tarakçıoğlu’dan dinleyelim:
“Karadeniz dalgalı, toprağı, dağı gibi
Yeşil olur suları, bahçesi, bağı gibi
Dehşet verir karayel, munis olur poyrazı,
Kışı serin geçse de cennet gibidir yazı.
Bazen uyur sedasız sanki uysal bir peri
Bazen çok hırçınlaşır inletir göğü yeri
Birdenbire dalgalar sahile köpük taşır
Balıkçılarla oynar, kumsalla şakalaşır.”
Karadeniz’in doğudaki incisi olarak kabul edilen Trabzon, tarihî bir şehirdir. Trabzon'un kuruluşunu M.Ö.2000 yıllarına kadar indirmek mümkündür. Bazı tarihçiler bunu çok daha eskilere dayandırır. O günden bugüne kadar pek çok milletler bu güzel topraklarda köklü medeniyetler kurmuşlardır. Fakat bu şehrin ilk kurucuları Turanî kavimlerdir. On birinci yüzyılda Müslüman Türkler Anadolu’ya akın etmeye başlamışlardı. 1048 yılında İbrahim Yınal, Hasankale zaferini kazandıktan sonra Türkmenler, Trabzon’a kadar ilerleyerek bu şehrin Müslüman kimliğe bürünmesine zemin hazırlamışlardır. Fakat bu ilk deneme başarıya ulaşamamıştır. 1071 Malazgirt Zaferi’yle Anadolu’nun mutlak hâkimi olan şanlı ecdadımız, Trabzon’u her zaman önemsemiş ve elde etmek için olağanüstü çaba harcamıştır. Fakat bu sanıldığı kadar kolay olmamıştır. Büyük Fatih, Trabzon’u fethetmeden İstanbul’un fethinin tamamlanamayacağını düşünmüştür. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettikten sekiz yıl sonra, ancak 1461 tarihinde Trabzon’u fethederek Türk topraklarına katmıştır.
Trabzon Birinci Dünya Savaşı sırasında Ruslar tarafından işgal edildi. Rus savaş gemileri Karadeniz limanlarını bombardımana tutarak çember altına aldı. Şehir harabeye çevrilerek yüzlerce insan yaralandı, öldürüldü. Türk birlikleri karşılık verse de netice alamadı. Askerlerimiz ve yerli halk bu savaşlarda büyük kahramanlıklar ve fedakârlıklar gösterdi. Fakat yeterli destek göremeyen birliklerimiz şehri işgalden koruyamadı. Sırasıyla Of ve Sürmene ilçeleri düşmana kaptırıldı. Of’un Baltacı Deresi mevkiinde yerli halk ve düzenli birliklerimiz düşmanla göğüs göğüse savaşarak Ruslar’ı yirmi gün oyaladı. Bu durum şehrin işgalini geciktirse de elden çıkmasına engel olamadı. Rus birlikleri şehre ilk adımını attı. Bundan sonra acı hikâyelerle dolu muhacirlik günleri de başlamış oldu. Göç etmeyenler de büyük zulüm ve işkencelere maruz kaldı. Osmanlı’nın devamı olarak gördükleri Türkler’i her halükârda tarihten silmeyi amaçlayan Ruslar ve onların yerli işbirlikçileri fırsatı kaza etmemenin mücadelesini verdiler. O yıllarda en büyük hıyaneti yerli halktan olan Rumlar ve Ermeniler gerçekleştirdi. Bunlar ne varsa yağmaladılar. Ruslarla işbirliği yaptılar. Yıllarca iç içe yaşadıkları halkı arkadan hançerlediler. Bu onların karakterinin tabiî yansımasıydı. Onlardan da bu beklenirdi. Her zaman olduğu gibi o gün de gerçek yüzlerini gösterdiler.
Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez derler ya doğrudur. Birinci Dünya Savaşı olanca şiddetiyle devam ederken Rusya’da Bolşevik ihtilâli oldu. Başımıza felâket gibi çöken Ruslar, kendi dertlerine düşerek şehrimizden çekilmek zorunda kaldılar. Fakat son ana kadar mücadele etmekten de geri durmadılar. Geri çekilirken yapacaklarını yapıp kötü izler bırakarak çekip gittiler. Ruslarla, 18 Aralık 1917'de Erzincan Antlaşması yapıldıysa da Ermeniler bu antlaşmaya uymadı. Türkler aleyhinde katliamlara giriştiler. Ruslar, bu güzel coğrafyada Ermenileri bir maşa olarak kullandı. Ordu Komutanı Vehip Paşa'ya ileri harekât emri verildi. 11 Şubat 1918'de genel hareket emrini alan ordumuz, bir koldan Kafkasya üzerine ilerlerken, diğer koldan Trabzonlu Albay Hamdi Bey (Pirselimoğlu) komutasındaki 37. Tümen; Giresun'dan 123. alay ile takviye edilerek Trabzon üzerine yola çıktı. Bölgedeki çeteleri de temizleyerek ilerleyen birliklerimiz 15 Şubat 1918’de Vakfıkebir’i, 17 Şubat 1918’de Akçaabat'ı geri aldı. Birkaç gün içinde çevreyi düşmanlardan temizleyen birliklerimiz 24 Şubat 1918 tarihinde de Trabzon'a girdi. Trabzon'un ve Trabzonlunun iki yıla yaklaşan esaret ve muhacirlik sıkıntısı bitmiş oldu. Trabzon’un o yıllardaki durumunu ve mücadelesini Araştırmacı-Yazar Cevat Dursunoğlu şöyle ifade ediyor:
“Mondros Mütarekesi’nde "Vilayet-i Sitte" adı altında Erzurum, Van, Bitlis, Elazığ, Diyarbakır, Sivas vilayetlerinin mukadderatı birleştirilmiş. İtilaf Devletleri buralarını Büyük Ermenistan'a vaat etmiş, üstelik Trabzon vilayetini de Pontusçu Rumlara bağışlamıştı. Trabzon'un bu konulardaki hazırlığı ve çalışmaları sonucunda Erzurum Kongresi’nin yapılması gerçekleşmiştir. Çalışmalar Kurtuluş Savaşı boyunca devam etmiş ve zaferin kazanılmasında Trabzon'un ve Trabzonlular’ın çok büyük payı olmuştur.
Bu vilayetlerden Trabzon zaten kendi teşkilatını yapmış ve çok kuvvetli çalışmağa başlamış olduğu gibi, bizi de teşvik ediyordu. Bu karanlıklar içinde bazı aydınlık noktalar eksik değildi. Trabzon'da çıkan “İstikbal Gazetesi” nde Faik Ahmet Barutçu, bu bölgede türeyen Pontusçularla yiğitçe döğüşüyor. Muhaza-i Hukuk Cemiyeti, Karadeniz sahillerinde fikirleri bir araya topluyor ve tesir alanını her gün biraz daha genişletiyordu”. (Cevat Dursunoğlu, Milli Mücadele'de Erzurum, Ankara 1946)
Trabzon’un kurtuluşunda çok büyük bir pay sahibi olan Trabzonlu Albay Hacı Hamdi Bey (Pirselimoğlu)’i unutmamak gerekir. Trabzon Kurtuluş Kuvvetleri Komutanı olan Albay Hamdi Bey tam bir kahramanlık örneği gösterek düşmanın gözünü korkutmuştur. Bu büyük yiğit asker, maalesef hemşehrileri tarafından bile doğru dürüst tanınmamaktadır. Mezarı Değirmendere Sülüklü Kabristanı’nda bulunmaktadır. Trabzon’un kurtuluş gününde öğrencilerin bu önemli simaların mezarlarına götürülmesi, onların yaptığı destansı mücadelenin bu mekânlarda öğrencilere anlatılması daha etkili ve kalıcı olur. Bu arada vefa duygumuzu da göstermiş oluruz. Günümüzdeki gençlere o güzel insanları ‘model insan’ olarak anlatmalıyız. Kuru ve birbirinin tekrarı niteliğindeki konuşmalarla onları ancak bıktırır, tarihten soğuturuz. Bence tarih dersi bizzat tarihi mekânlarda anlatılmalıdır.
Trabzonlu Albay Hacı Hamdi Bey (Pirselimoğlu) gibi isimleri unutursak o destansı mücadeleleri de zamanla unuturuz. Oysa tarih tekerrürden ibarettir. Tarihin tekerrür etmemesi için geçmişte yaşanmış acı hadiselerden payımıza düşen dersi almalıyız. Son zamanlarda Araştırmacı-Yazar Mustafa Yazıcı, bu büyük kahramanımızla ilgili küçük fakat çok mühim bir biyografi kitabı yayınlamıştır. Alanında ilk ve tek olan bu kitabı Trabzonlu her gencin okuyup söz konusu kahramanını tanıması ve ondan ilham alması gerekir. Bu abide şahsiyetleri tanıyıp onlardan hız almakla yarınlarımız daha güzel ve aydınlık olacaktır.
Trabzon’da dünle bugün iç içe, kol kola, barışık yaşamaktadır. Güzel Trabzon’umuz geçmişini hiç unutmadı; unutmayacak da… Çünkü bu şehrin insanları biliyor ki tarih tekerrürden ibarettir. Tarihin tekrar etmemesi için ondan ibret almak gerekir. Trabzon’un kurtuluşunun 92. yıldönümünü kutluyor, bu şehrin zeki ve gayretli insanlarını, o günlerin tekrar yaşanmaması için gece gündüz çalışmaya ve uyanık olmaya davet ediyorum.
KENTİN HAFIZASINA YOLCULUK…
M.NİHAT MALKOÇ
“Kalkmış güzelim sabaha açmış penceresini,
Dalga köpüğü Trabzon evlerinden biri,
Silkelemiş düşlerini pencereden,
Bakmış evinin ayak ucunda,
İnce bir örtü mavi deniz…”Ceyhun Atıf Kansu)
Zamanın billurdan aynasıdır şehirler… O aynadan yansıyanlar o şehirde yaşayanların ruh süzgecinden süzülenlerdir. Şehirlerin de, gönül telini titreten bir ruhu vardır şüphesiz… Onların da bir kimliği vardır boyunlarına asılan... Onlar da gün gelir ağlar, gün gelir gülerler. Şehri güldüren de, ağlatan da onun koynunda yaşayan evlatlarıdır. Caddesiyle, sokağıyla, eviyle, mabediyle, parkıyla, bahçesiyle bir vücudu andırır şehirler… Bir vücut nasıl ki eskiyen hücrelerini yenilerse şehirler de öyle yeniler kendilerini. Nasıl ki vücutta hücreler düzensiz çoğalınca kanser illeti baş gösterir, öyle de kentlerdeki yenilenme gayreti, kentin ruhuna uymazsa öyle vahim bir netice doğurur. Kanserli kentler bu uyumsuzluğun vahim sonucudur.
Şehirlere giydirilen elbiseler bizim motiflerimizi taşıyan kumaşlardan üretilmelidir. Şehre ecnebi kumaşından yapılan elbiseler giydirmek kentin şahdamarına vurulan hançerden farksızdır. Trabzon bu hançerin sersemliğini üzerinden atamadı henüz… Kentin şahdamarına saplanan bu hançer, kenti kan gölüne çevirdi. Bizler bu kentin sakinleri olarak çok da farkında olmasak da mimari açıdan bir kan gölünde yüzmekteyiz. Ne yazık ki her gün bir yanımız yara almaktadır. Şehrin kanserli hücreleri her geçen gün bünyeye ağır darbeler indirmektedir.
Şehirlerin de bir ruhu vardır. Bu ruh cevherinin saflığı, doğallığı bozulursa çürüme de beraberinde gelir. Nisyanın ağır yükünü taşıyamaz şehirler… Bugünkü şehirler lisan-ı halleriyle nisyana isyan etmektedirler. Bir çınarın köklerini kopardığınızda onu ölüme terk edersiniz. İşte öyle de şehirlerin de kökleri vardır. O kökler beslenirse şehir gelişir, gürbüzleşir. Şehirler yenilenirken geçmişle olan bağları koparılmamalıdır. Şehre kattıklarımız, mevcut olanlarla uyum içinde olmalıdır; bir ucube görüntüsü teşkil etmemelidir.
Kentler geçmişin izlerini sildiklerinde manevî anlamda kendi pimini kendileri çekerler. Modernleşme sürecinde kimliğini ve köklerini kaybeden şehirler, bunalımın eşiğinde debelenip dururlar. Modern mimarî kılıfıyla şehri özgün yapısından uzaklaştıranlar, kapitalizmin gönüllü köleleridir. Onlar daha çok kazanç ve para anlayışıyla, ellerindeki kanlı hançeri şehirlerimize saplamaktadırlar. Bilmiyorlar ki bu kan gölünde onlar da boğulacaklar.
Şehirlerin asil ruhunu çalan mimarlar, betonarme yığınlarıyla çarpık bir ruh inşa etme peşindedirler. Buram buram Türk-İslam havasını teneffüs ettiğimiz tek kimlikli şehirler bugün çok kimlikli bir hale bürünmüşlerdir; daha doğrusu kimlik diye bir şey kalmamış şehirlerimizde. Bunun acı görüntülerini Trabzon da yaşamaktadır. Şehir, beton yığınları altında can çekişmektedir adeta. Şehrin kökleri sökülmektedir şanlı maziden. Bir metamorfoz hali midir nedir yaşanan?… Kimler kasteder kentin ruhlara tuttuğu müşfik aynalara?…
Şehir; ait olduğu toplumun dünya görüşünü, hayat felsefesini, hayata bakışını ve değerler sistemini yansıtır. Bunu Türk-İslam şehirlerinde görmek mümkündür. Oysa günümüzde sözde mimarlar hedonist(hazcı) bir anlayışla ruhsuz kentler inşa etmektedir. Bu kentlerde ihtiyaçlar değil, gösteriş ön planda tutulmaktadır. Bencillik hastalığı mimariyi de yönlendirmektedir. Sadece insanlar değil, ne yazık ki kentler de kimlik bunalımı yaşıyor.
Günümüzde gökdelenler, yıldızlı oteller, eğlence merkezleri, alışveriş merkezleri, lüks konutlar-işyerleri ve benzeri yapılar aslında şehrin kimliğine vurulan bir darbedir. Zira bu yapılar metalik bir soğukluk taşımaktadır. Öyle de insan topraktan uzaklaştıkça huzurdan da uzaklaşmaktadır. Eskiden evlerin bahçeli ve müstakil yapılması teknolojinin geriliğiyle açıklanamaz. İnsanları üst üste yığan bugünkü modern mimarî, onların mahremiyetine de büyük darbe vurmuştur. Artık herkes, herkesin sırrına vakıftır. Zira kağıt gibi binalar, evlerimizin sırlarını bir paçavraya çevirmiştir. Üstat Necip Fazıl’ın şu dizeleri bu gerçeğin en güzel ifadesidir: “Sır vermeye alışkan/Pencereler aydınlık/Duvara şüphe çakan/Gölgelerde şaşkınlık/Üst üste insan türü,/Bu ne hayat, götürü!/Yakınlıktan ötürü/Kaçıp gitmiş yakınlık...”
Üretim ve tüketim merkezli bugünün şehirleri insanileşme olgusundan uzaktır. Şehirler bir değirmen misali içindeki kişilerin insanî duygularını öğütmektedir. Günümüzde şehirler birer aslan, insanlarsa onlara atılan birer yemden ibarettir. İnancına, tarihine ve kültürüne yabancı şehirlerde yaşayan insanlar bir zaman sonra kendilerine de yabancılaşmaktadır. Böyle olunca bir zaman sonra, inandıkları gibi yaşayamayan insan yığınları yaşadıkları gibi inanma gafletine düşeceklerdir. Bu, uçuruma gelindiğinin resmidir.
Şair H. Hüseyin Korkmazgil’in bir şiirinde göç olayı bakın nasıl anlatılıyor: “kırk bin köyden birer kişi/göçüyor kırk bin kişi/kırk bin köyden onar kişi/göçüyor yarım milyon/ya ellişer yüzer kişi?/göçüyor milyon milyon/vatanda vatan/güzel beyler/hanımlar/kusuyor bütün köyler insanlarını/kusuyor kasabalar/baştanbaşa bütün ülke/kusuyor insanını!”(Koçero-Vatan Şiiri)… Şehirlerimizin yaşadığı sancı bu dizelerde resmediliyor. Köyler, kasabalar insanlarını kusunca şehirler de kusmuktan geçilmiyor. Eline malayı alan şehrin varoşlarında kuruyor meskenini… Bu kirlilik gittikçe şehre abanıyor, bir zaman sonra köyleşiyor kentler…Buna göz yuman belediyeler gelecek nesilleri değil, gelecek seçimleri düşünüyor ne yazık ki!...
Şehirler de bir can taşır yorgun bedenlerinde… Şehirlerin ruhunu kabzeden mimarlar, mühendisler ve müteahhitler vardır. Şehirleri hanlar, hamamlar, saraylar, camiler ve medreselerle donatan ecdadımız insan merkezli yaşam alanları oluşturmuştur. Bizler o sıcak mekanları yok etmiş, yerlerine yenilerini kurarak iyice ruhsuzlaştırmışız… Bu aslında sözüm ona çağdaş insanın buhranlarının ve ruh çarpıklığının mimariye yansıyan halidir. Bu acı tabloyu Trabzon’un kıyısında, köşesinde, hatta en merkezi mekanlarında da görebiliyoruz.
Trabzon ve onun gibi nice şehirler, mazisiyle uyumlu şehirleşmenin hasretini çekmektedir. Şehirlerin akciğerleri olan yeşil alanlar sökülüp atılmış, artık kuş sesleriyle uyanamıyoruz uykumuzdan. Munis kuş sesleri yerine bir imalathanenin, bir işportacının, bir okulun sesleri tırmalıyor kulaklarımızı. Tıkış tıkış inşa edilen kentlerde yatak odalarımız bile kem gözlerin bakış menzilinde… Perdeyi bir parça açık bırakma gafleti mahremiyetimize zehirli okların saplanmasına zemin hazırlayabilir. Böyle de olmaz ki, böyle de yaşanmaz ki!...
Bugünkü çarpık şehirler ihmalin, düşüncesizliğin, menfaatin ve aymazlığın prematüre çocuklarıdır. Kuvözlerde yaşatmaya çalıştığımız bu olgunlaşmamış bünye, bizi dünden koparıyor; geçmişle gelecek arasındaki köprüleri havaya uçuruyor. Zira şehirlerin saflığını ve masumiyetini yok ettik hoyrat ellerimizle… Yedi Kocalı Hürmüz’e döndü yaşam alanlarımız… Seküler bir bakış acısıyla inşa edilen yaşam alanlarımız ruhlarımızı karartıyor ve katılaştırıyor. Şehirlerin kıyametinin senaryosu yazıldı bile… Birileri bu senaryoyu yönetirken, birileri de onun hamiliğini yapıyor. Sur’un sesi kulaklara değmek üzeredir.
Günümüzde göç, çarpık kentleşme ve değerlerin iflası yüzünden kişilerin yaşadıkları yerle olan bağları iyice zayıflamıştır. Öyle ki gün boyu dolaştığınız şehirde selam verebileceğiniz, derdinizi ve sırrınızı anlatabileceğiniz bir dost simaya hasret kalırsınız. Bu “kendi şehrinde yabancı olmak” deyimini kazandırmıştır(!) lügatlerimize. Yabancı, soğuk yüzler ve donuk bakışlar modern şehirlerin yeni siluetidir. ‘İnsan yüzlü şehirler’ her geçen gün tükenmekte, elimizden kayıp boşlukta yok olmaktadır. Buna Trabzon’umuz da dahildir.
Trabzon tez vakitte titreyip kendine dönmelidir. Aynadaki çirkin görüntüsünün farkına varmalıdır. Aynaya kızıp onu kırmak yerine, kendi çarpıklığını bir an evvel düzeltmelidir. Bu kentin önderleri cüzdan muhasebesini bir kenara bırakıp vicdan muhasebesi yapmalıdır. Şehir kendisiyle hesaplaşmalıdır. Kentin baronları sahiplenme duygusuyla şehre kucak açmalıdır.
Bir ömür tükettiğimiz Karadeniz’in incisi Trabzon, mazinin ve modern zamanların rengini uyum içinde taşımalıdır. Bu şehir hepimizin en mahrem sırlarına vakıftır. Onun doğal dokusunu bozmak ihanetlerin en büyüğüdür. Bizler gün geldi ayaklarımızın paramparça olmasını göze alarak bu kentin cam kırıkları üzerinde yürüdük. Şimdi bu şehri Victor Hugo’nun Paris’i, Charles Dickens’ın Londra’yı, Dostoyevski’nin S.Petesburg’u eserlerinde yücelttiği gibi yüceltmeliyiz. Şair ve yazarlara ilham kaynağı olan Trabzon, gönüllerde ebedileşmelidir. Biz bu kente sevdalıyız. Nereye gidersek gidelim bu güzel şehir, bu güzel deniz, kartpostalları andıran bu güzel coğrafya bizimle gelecek, düşlerimizde yaşayacak ve bizi bir gölge gibi takip edecektir. O yüzden bu şehrin köklerini kesip onu öksüz koymayalım.
Osmanlı’nın Yavuz Sultan Selim gibi şair ruhlu ve cengaver şehzadelerini ağırlayan Trabzon’un tarihî dekorunu Osmanlı düşüncesinden intikam alırcasına bozmaya çalışanlar bu naif şehrimizi bugün bir ucubeye döndürmüştür. İnanmazsanız çıkın Boztepe’den hele bir bakın… Yanı başınızdaki Yenicuma’nın, limanı koynuna alan Çömlekçi’nin, kimsesizliğe terk edilen Değirmendere’nin gözyaşlarının sıcaklığını ve tuzunu dudaklarınızda hissedeceksiniz. Bu mahallelerin hıçkırıkları tırmalayacak kulaklarınızı. Şayet duyularınız ve duygularınız dumura uğramamışsa; ruhunuz kapitalizmin cenderesine hapsolmamışsa…
“Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!/Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?/ ‘Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar;/Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” diyor milli şairimiz Mehmet Akif… Son zamanlarda kentsel dönüşüm adı altında yapılan çalışmalar bana bunu hatırlattı…. Zira bu çalışmalar iyi niyetle yapılsa da geleneksel mimariden uzaktır. Günde onlarca daire yapmakla övünen TOKİ’nin estetikten uzak, sırf barınma amaçlı malikaneleri Trabzon’un görsel geleceğine katkıda bulunabilir mi acaba? İnsanı, özü olan topraktan koparıp betonun soğukluğuna mahkum eden bu binalar bu şehri beton ve moloz yığınına çevirmez mi? Osmanlı mimarisinin insanî yüzü ve sıcaklığı okutulmaz mı mimarlık ve mühendislik fakültelerimizde? Osmanlı mimarisini çağdaş bulmayanların inşa ettikleri yaşam alanlarının neresi çağdaş?... Bunlar olsa olsa kapitalizmin ruhsuz artıkları olabilir.
Trabzon bizim gözbebeğimizdir… Bu güzel şehirde denizlerin ve göklerin mavisiyle, kırların ve yayla çimenlerinin yeşiliyle buluştu gözlerimiz... Bizim bahçelerimiz gül kokusuna hasrettir. Bahçelerimize Ebu Cehillerin zehirli zakkumlarını değil, buram buram peygamber kokan güller dikmeli…Anadolu’dur, Trabzon’dur bizim gönül telimizi titreten… Maziyi hovardaca tüketenler geleceğe moloz yığınları taşırlar kurşundan ağır küfeleriyle… Kaotik kentlerin mimarları ruhları keşmekeş zavallılardır. Onların insafına bırakmayalım geleceğimizi… Geleceğin, geçmişin koynunda yeşerdiği gerçeğini göz ardı etmeyelim.
Her ideoloji ve inanç sistemi kendi şehrini inşa eder. Bizler de inancımızın ve medeniyetimizin boyasıyla boyamalıyız yarınlarımızın resmini…Bu resimde umut başköşeye oturtulmalıdır. Biz bu şehre ateş almaya gelmedik, suretimiz yansır bu kentin cadde ve sokaklarında… Ruh kökümüz bu kentin derinliklerinde... Biz bu şehre aidiz, bu şehir de bize ait…Unutmamalıyız ki kendini yaşadığı kente ait hissedenler aradığı huzuru bulanlardır.
Sen Trabzon’sun!… Tarihi bugüne taşıyan bir köprüsün sen…Sana yakışmıyor giydiğin o çirkin elbise… O ahşap cumbalı evlerin nerede Trabzon’um?… Betonun saltanatı ruhumuzu eziyor. Seni kim böyle soydu anadan üryan?…. Bahçeli, sarmaşıklı evlerin vardı bir zamanlar… Ne yazık ki haramiler ruhunu çaldı Trabzon’un… Gök kubbeyi tutar şehrin âhı… Giydiğin elbise sana dar geliyor Trabzon’um. Çıkar o pis gömleği şanlı mâzine dön!...
Denizin mavisini, dağların yeşilini tükettik hoyratça. Deniz küstü koynunda büyüttüğü kadim kente… Hamsiler de uğramaz oldu bizim sahillere. Puslu kıyılar... Kapkaranlık gecelerde geleceğin rüyasını görür Trabzon…. Maziyi kucağına alıp emzirir yaşanan zaman… Dünden yarına sevgi köprüleri kurulur… Titrer ve kendine döner kimliğini yitiren şehir!…
Dünü yarına bağlayacak yeni bir Trabzon inşa etmenin vaktidir şimdi… Yenilenmeye evvela ruhlardan başlamalı… Şehirlerin ruh heykelinin sağlam kaidelere oturtulabilmesi için insanların evvela ruhunun tamirden geçirilmesi, yenilenmesi elzemdir. Bu kentin sakinlerinin, ruh cevherinden yeni bir kent tasavvur edip onu tez vakitte inşa etmesi şarttır. Kentin mimarları bu şehre ruh iksirinden üflemelidir. Müjdeler olsun kentin diriliş vaktidir şimdi…
Trabzon’un görsel geleceği ruh aynamızdan yansıdığında titreyip kendimize geleceğiz.
TRABZON BÜYÜR GÖZBEBEKLERİMDE
M.NİHAT MALKOÇ
Cihan padişahı Kanunî Sultan Süleyman’ın doğduğu, yedi yaşına kadar yaşadığı, babası Yavuz Sultan Selim’in 22 yıl valilik yaptığı tarihi bir şehirdir Trabzon… O zamanlardan kalma Osmanlı yadigârı Gülbahar Hatun türbesi bu şehre ayrı bir önem kazandırmaktadır. Gülbahar Hatun İkinci Bayezid’in eşi, Yavuz Sultan Selim’in annesi, Kanunî’nin babaannesidir. Böyle şanlı bir mazisi vardır Trabzon’un… Bu topraklar nice büyük insanlar yetiştirmiştir. Ülkenin kültüründe, sanatında, edebiyatında, siyasi hayatında derin izler bırakan bu kıymetli şahsiyetleri ne yazık ki geleceğe taşıyamadık, yaşatamadık. Geçmişin güzelliklerini yeni nesillere aktaramadık. Ne yazıktır ki son dönemlerde yeni değerler yetiştiremedik. Yani geçmişten emanet kalan mirasımızı hor kullandık.
Günümüzde Trabzon o görkemli eski günlerini mumla arıyor. Bu şehir geçmişin ışıltılı günlerini özlüyor. Geçenlerde Trabzon’la ilgili bir şiir aradım, internete baktım, kitapları karıştırdım. Birkaç ciddi eser dışında kayda değer şiir bulamadım. Bu şiirler de geçmişten bugüne aktarılmış eserlerdi. Yani günümüzde Trabzon şairlere ilham vermiyor. Bu şehir, şairlerin zihnini meşgul etmiyor artık. Bu durum günümüzde değer yargılarının ve algılama usullerinin çok değiştiğini gösteriyor. Bu kısır döngüden kurtulmadıkça, şehrimize sahip çıkmadıkça geleceğe dönük müspet beklentiler içerisinde olamayız. Kişi birilerini eleştirirken kendisini de eleştirebilmelidir. Ben de öyle yaptım. Baktım ki benim de yaşadığım şehri anlatan ciddi bir şiirim yok. Hemen kaleme sarılarak Trabzon’un fethiyle bugününü birleştiren duyguları ihtiva eden “Trabzon Büyür Gözbebeklerimde” adlı yarı serbest ve yarı ölçülü bir şiir kaleme aldım. Bu şekil, klasik tarzlara da bir tepki sayılabilir. Bir şiirde birkaç ölçü bir arada kullanılabilmelidir. Bu şiirimin ilk bölümünü sizlerle paylaşmak istiyorum:
“Trabzon büyür gözbebeklerimde…
Bir fetih sonrası sevinci yaşanır yüreklerde
Gülümser ufuklar, dağılır karamsar düşünceler…
Dalgalar döver Ganita’nın yosunlu taşlarını
Düşlerim takılır Farozlu balıkçıların ağlarına
Âh, ne güzeldir yağmur sonrası toprak kokuları
Tarihin vitrinidir Ortahisar burçları…
Kül olur hatıralar sonbahar yangınında
Kaynar cadı kazanı, kılıç durmaz kınında
Fatih’in uykusunu süsler fetih düşleri
Hüznün tahtına çıkar saadet gülüşleri
Yankılanır vadiler, rüzgâr taşır sesini
Toprak bağrına basar ecdadın gölgesini
Şimalden esen rüzgâr dağıtır bulutları
Yürek başkentlerine götürür umutları
Gönüllerin Fatih’i kurar aşk otağını
Karadeniz’de açar muhabbetin bağını
Trabzon büyür gözbebeklerimde…
Beşik kertmesidir denizin mavisiyle dağların yeşili
Âh o ince belli bardaklarda içtiğimiz demli çayları!…
Her nefeste hasret dağlar kavruk, yaralı yüreğimi
Ufuklardan güneş doğar, dağılır vadilerin pusları
Hışımla toprağa düşer postalların iri gölgesi
Burçların eteğinde başlar insan hasatı
Kanatlı süvariler koşarlarken ön safta
And içerse bu millet zafer kalır mı lafta?
Tepeler yol verirken, toprak gelirken dile
Rum ordusunda hüzün, kopar büyük velvele
Fatih’in heybetinden yanar, tutuşur dağlar
Dönmeyen yolculara yollar yas tutar ağlar
Fetih anahtarıyla Fatih açarken çağı
Haram olur nefere, sıcak ana kucağı
Körpecik fidanları, toprak saklar bağrında
Gül bahçeleri yanar, kutlu sevda uğrunda
Trabzon büyür gözbebeklerimde…
Çayın demine karışır, geceye gömülür hüzünler
Trabzon, şairlerin duygu ve düşünce dünyasında tekrar o eski görkemli yerini almalıdır. Bu şehrin güzelliklerini görmek için içimizi kirden, pastan ve önyargılardan arındırmalıyız. Tertemiz bir ruh hali içerisinde Boztepe’ye çıkıp Trabzon’u baştanbaşa temaşa etmeliyiz. Böylelikle güzellikler duygularınızı değiştirecek, şehre sevdalanacaksınız. Trabzon şiirle, edebiyatla, kültürel zenginlikleriyle, şerefli tarihiyle gündem oluşturmalıdır. Bunun için bu şehrin içinde yaşayanlara da, bu şehirden uzakta yaşadığı halde bu topraklarda doğup büyüyenlere de mühim görevler düşmektedir. Unutmayınız ki Trabzon için yapılacak güzellikler tekrar bizlere geri dönecektir. Bunu unutmayalım, şehrin geleneksel değerler açısından tekrar ihya edilmesi için zaman geçirmeden bir şeyler yapılmalıdır. Bu hususta her kesime görevler düşmektedir. Kimse sadece eleştirmekle vazifesini yaptığını düşünmesin
Şehirlerin de belli bir kimliği ve karakteri vardır. Bu kimlik tarihi süreç içerisinde oluşur. Bunun oluşumunda tarihî şahsiyetler, şairler, yazarlar ve bütün sanatçılar aktif rol oynarlar. Asırların birikimleriyle oluşan bu kimlik korunmalı ve geleceğe taşınmalıdır. Kentlerin bu özgün kimliğini modernleşme adı altında heba etmemeliyiz. Şehirlerin tarihî ve tabiî dokusunu muhafaza etmeliyiz. Günümüz insanı modernlik adı altında tarihî değerleri yok ediyor. Eski, tarihî evler yangın kisvesi altında ortadan kaldırılarak yerlerine hiçbir geleneksel iz taşımayan yüksek binalar kuruluyor. Ruhsat verme hakkını elinde bulunduran yerel yöneticilerin ve devletin ilgili birimlerinin bu talana dur demesi büyük önem arz etmektedir. Yoksa tarihi, kalınca kitapların iki kapağı arasına hapsedeceğiz.
Trabzon şehri de her geçen gün geçmişinden uzaklaştırılmakta, modernlik adı altında bizimle uyuşmayan tarzlarda yapılaşmalar görülmektedir. Eski camiler dışında her şey yenisiyle değiştiriliyor. Yeniliğe karşı değiliz, ama tarihin talan edilmesine, geleneksel mimarinin estetik çizgilerinin kaybolmasına da gönlümüz razı olmaz. Şehirler, mazisiyle vardır, var olmalıdır. Tarihî dokunun titizlikle korunması gerekmektedir. Bu hususta Trabzon’da güzel şeyler de olmuyor değil. Son yıllarda Trabzon’da eski eserlerin nerdeyse tamamına yakını Vakıflar Bölge Müdürlüğü tarafından restore edilmektedir. Bu alanda cansiperane çalışan Trabzon Vakıflar Bölge Müdürü sayın Mazhar Afacan’ı yürekten kutluyorum. Onun döneminde hiçbir dönemde görülmemiş ölçüde yenileme çalışması yapıldı.
Trabzon bizim her şeyimizdir. Bu şehir bize bir kimlik ve kişilik kazandırmıştır. Bizler bu şehir için varız. Herkes bu düşüncede olursa bütün şehirler mamur ve müreffeh olur. Herkes kendi alanında; doğduğu, büyüdüğü şehre verebileceğinin en iyisini vermelidir. Bunlar sadece maddi şeyler değildir. Bu kentin sanata, edebiyata, kültüre de ihtiyacı vardır. Bu alanda kalem oynatanlar şehirlerini unutmalıdır. Mesela son yıllarda Trabzon üzerine kaliteli şiirler yazılmıyor. Bu şehir artık geçmişteki gibi büyük şairler ve genel anlamda ülke çapında şöhret kazanmış edebiyatçılar yetiştiremiyor. Şehrimiz üzerine yazılmış yeni şiirler bulmakta zorlanıyoruz. Durum böyle olunca bizler de kalemimizi ve hünerimizi ortaya koyarak dilimiz döndüğünce bir şeyler yazıp geleceğin aydınlık zihniyetteki gençlerine miras olarak bırakıyoruz. Bu anlamda ilk bölümünü daha evvel verdiğim “Trabzon Büyür Gözbebeklerimde” adlı şiirimin son bölümünü siz değerli dostlarımla paylaşmak istiyorum:
Hüzünler ki kanatır yüreğimin tenhalarını
Hamsilerin kara yazgısı son bulur ağlarda
Yağmur yıkar, rüzgâr tarar dağınık saçlarımı
Bir kemençe nağmesiyle bozulur sessizliğin büyüsü
Horon halkalarında kardeş olur kızı kızanı
Kakmalarla süslenmiş hançer durmaz kınında
Ulvi gayeler yatar ecdadın akınında
Mübarek ezan sesi duyulurken derinden
Topların tesiriyle taşlar oynar yerinden
Nice çağlar kapattı, açtı ordumuz bizim
Al kanlarla sulandı şanlı yurdumuz bizim
Sözlerin yangınında kavruldu her bir hece
Tuğların gölgesinde gündüze döndü gece
Dua iklimlerinde göğe yönelir eller
İnanç vadilerinde gerçekleşir emeller
Trabzon büyür gözbebeklerimde…
Değişmem kuymağını zengin sofralarına
Çay kokar, tütün kokar bacıların kınalı elleri
Bozulmuş sevda bahçeleri, virandır bağlarımız…
Yağmalanan yüreğimde büyütürüm umut kırıntılarını
Hayal kırıklıkları cam kırıklarına karışır ay ışığında
Açar mı yine gönül bahçemizin gülleri?
Kaleler kuşatılır, Fatih verir fermanı
Rüzgâr taşır seherde can evine dermanı
Konuşur kekemeler, mevcudat dile gelir
Yanar gönül sarayı bülbüller güle gelir
Namlunun gölgesinde aşılırken çizmeler
Nur yağar gök kubbeden arza düşer huzmeler
Bakmaz ceddim düşmanın gözünün karasına
Rumlar gözyaşı döker tuz basar yarasına
Bizim inancımızda bayramdır ölüm anı
Fatih’in orduları kazanır imtihanı…
Kanuni’nin sokaklarında büyüdüğü, Yavuz Sultan Selim’in uzun yıllar valilik yaptığı, çağ açıp çağ kapayan Fatih Sultan Mehmet’in fethettiği Trabzon, yarınlara emin adımlarla yürümelidir. Bu şehirde var olan Osmanlı medeniyeti izlerini özenle korumalıyız. Şehrin özgün yapısını bozmamalıyız. Bizler modernleşmeye asla karşı zihniyette insanlar değiliz. İnsanı ve insanî değerleri ön plana çıkaran bir modernleşme tarzı benimsenmelidir. Bugünkü modern şehirlerde geleneksel motiflerden ve özgün tarihî kimlikten söz edilemiyorsa bu çıkmaz, bir yerlerde yanlış yaptığımızdan dolayıdır. Trabzon şehri kimliğiyle, mimarisiyle, kültürel değerleriyle o eski Trabzon’un asaletini yansıtmalıdır. Şehirle insan birbirine yabancılaşmamalıdır. Kentler caddesiyle, sokağıyla, meydanlarıyla, sahilleriyle, park ve bahçeleriyle geçmişle bugünü sentezleyebilmelidir. Şehrin kaybolan ruhu tekrar geri getirilmelidir. İnsanlar susunca şehrin kimliği konuşmalıdır. Şehrin dokusu kentin imzası olmalıdır. Diller sustuğunda şehrin özgün kimliği konuşmalıdır.
…24 ŞUBAT YARI MARATONUNDAN OLİMPİYATLARA…
Araştırma-İncelme-Yorum: NİHAT MALKOÇ
Trabzon Deyince Buğulanır Masum Bakışlar...
Trabzon zengin bir tarihe yaslıyor başını. Yüzyılların birikimi var bu topraklarda. Bu yönüyle bir tarih müzesi görünümündedir. Çok zor günler yaşamış bu kıyı kentimiz. Düşman dayamış bağrına hançeri. Fakat Türk’e yâr olmuş en sonunda bu topraklar… Boşuna akmamış kanlar… Koşarak gelmiş Trabzon hasretlisine… Fatih’e açmış görkemli surlarının kapılarını. Geçmişle gelecek arasında köprü olmuş bu büyük medeniyete beşiklik etmiş topraklar… Güldüğü günlerden çok, ağladığı günleri vardır. Fakat yine de mutludur mavinin beşiği…
Trabzon, sırtını Boztepe’ye dayamış denizin mavisiyle doğanın yeşilinin ölümsüz raksını seyretmektedir. Akçaabat’ta kınalı elleri tütün kokan bir genç kızın yarınlara dair hayallerine yetişmek gök boşluğunda ayakta durmak kadar müşküldür. Bu şehrin bir doktor kadar mahir yaylalarında bulutlara değer başınız. Kaymak kuymağını yiyince bir hoş olursunuz. Duman gelince sanki binli rakımlı tepelerde pamuk renginde denizler oluşur. Siz bu duman denizlerinde yepyeni ve apaydınlık dünyaların doyumsuz düşlerini kurarsınız.
Fatih’in fethettiği, Yavuz’un çeyrek yüzyıla yakın bir zaman valilik yaptığı, cihan padişahı Kanunî Sultan Süleyman’ın doğduğu ve çocukluk yıllarını geçirdiği müstesna bir şehirdir Trabzon… Ortahisar’da kaldırım taşlarına sinmiştir muhteşem Süleyman’ın izleri…
Düşlerimizi besleyip büyüten şehirdir Trabzon. Günün 24 saatinde hatıraların masmavi sularında soluklanırız bu şehirde. Kıldan ince, kılıçtan keskin ve bir o kadar da inatçı yağmurlar yıkar; rüzgârlar da bir ana şefkatiyle kurular ve tarar kır saçlarımızı… O yağmurlar ki toprakla olan dostlukları iki sevgiliyi andırır. Faroz’da bir balıkçının ağına takılıp gider bakışlarımız. Hamsi kokar denize ve (bordo)maviye dair düş ve düşüncelerimiz.
Bu şehir candır, canandır; cadde ve sokakları üzerinden geçenleri bağrına basar. Onları zaman tünelinden geçirerek tarihin dehlizlerine götürür. İstanbul’un Fatih’i Sultan Mehmet, onca meşakkati göze alarak Zigana sırtlarından iner Trabzon’da üs kuran Rum’un üstüne. Yıllar geçer Yavuz Sultan Selim’i genç bir şehzade, bir vali olarak, Kanunî’yi ise Ortahisar sokaklarında dolaşan kendi küçük, hayalleri büyük bir sultan ve halife olarak görürsünüz.
Yollarına, köprülerine, camilerine, cadde ve sokaklarına tarihin enfes kokusu sinmiştir kadim şehirlerin şahı Trabzon’un. Zağnos ve Tabakhane köprülerinden geçenlerin izi kalmıştır kesme taşlarda. Boztepe bir kalkan olmuştur şehrin üstüne. Hayret ve hayranlık dolu bakışlar şehrin üstünde odaklanmıştır. Zaman içinde zaman, devir içinde devir bu toprakların gül yüzünü düne çevirmiştir. Sümela Manastırı’nda ve Ayasofya’da hoşgörü ve bağlılık, Uzungöl’de tabiatın gülen yüzü bu şehri daha da yaşanılır kılmıştır. Ganita’da içilen demli çayların buğusu hatıraların demine karışarak gönülleri nostalji ırmaklarında sürüklemiştir.
Kadim şehir Trabzon, tarihte pek çok millete beşiklik etmiş, mühim yerleşim yerlerinden biridir. Tarih boyunca bu topraklarda pek çok medeniyet filizlenmiştir. Bu medeniyetlerin kalıntıları bugün de apaçık gözlenebilmektedir. Geçmişle bugünü sentezleyen bu eserler, sevgi ve hoşgörünün derin çizgilerini şehrin gül çehresinde ebedileştirmektedir.
Trabzon her şeyiyle Türkiye’nin gözbebeğidir. On yedi ilçeye sahip olan Trabzon’un, dokuz ilçesi 114 km.lik sahil şeridinde sıralanmıştır. Bunlar batıdan doğu istikametine doğru şöyle dizilmişlerdir: Beşikdüzü, Vakfıkebir, Çarşıbaşı, Akçaabat, Yomra, Arsin, Araklı, Sürmene ve Of…. Öte yandan Tonya, Şalpazarı, Düzköy, Maçka, Köprübaşı, Dernekpazarı, Hayrat ve Çaykara ilçeleri ise sahilden içeridedir. Bu ilçeler denizin uzağında olmanın mahzunluğu ve ezikliği içerisindedirler. Bu yüzden her dem denizi düşlerinde yaşatırlar.
Trabzon’umuz tarihî eser potansiyeli bakımından diğer illerden çok daha ilerdedir. Zira ilimizde Kültür Bakanlığı tarafından tescillenmiş ve koruma altına alınmış 550 tarihî tescilli kültür varlığı bulunmaktadır. Bunun yanı sıra tabiat varlığı olarak belirlenmiş ve koruma altına alınmış bölgelerimiz de mevcuttur. Bugün il merkezinde ve ilçelerde sayısız tarihî esere rastlamak mümkündür. Aradan uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen bu eserler olanca ihtişamıyla tarihe tanıklık etmektedir. Bunların başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz:
“Trabzon Kalesi, Kalepark, Yenicuma Camii, Cephanelik, Su Kemerleri, Akçakale, Ayasofya, Küçük Ayvasıl, Ortahisar Camii, Molla Nakip Camii, Kudrettin Camii, Hüsnü Göktuğ Camii, Kızlar Manastırı, Kaymaklı Manastırı, Kuştul Manastırı, Sumela Manastırı, Santa Maria Kilisesi, Gülbaharhatun Camii, İskenderpaşa Camii, Tophane Hamamı, Sekiz Direkli Hamam, Meydan Hamamı, Çeşmeler, Köprüler, Atatürk Köşkü, Memişağa Konağı, Erdoğdu Bey Camii, Musa Paşa Camii, Saraçzade Medresesi, Ortahisar Muvakkithanesi, Emir Mehmet Türbesi, Hamzapaşa Türbesi, Bedesten…”
Dünyada Olimpiyatların Doğuşu ve Gelişimi…
“Olimpiyatlar” adını Yunanistan’daki “Olimpia” Dağı’ndan almıştır. Yani bu kavram bir dağ ismidir. Olimpiyatların M.Ö. 776 yılında başladığına dair belgeler mevcuttur. Olimpiyatlarla ilgili kapsamlı bir çalışması olan Cüneyt E. Koryürek bu oyunların kökeni ve gelişimiyle ilgili kıymetli bilgiler verir. Olimpiyatlara bir de onun penceresinden bakalım:
“Çok ilginçtir bilim adamları “Tarih, yazı ile başlar” derler. Bir bakıma da, “Dünya tarihi, Sümerle başlamış” denebilir. Yunan tarihi ise, bu tarife göre, MÖ 776’da başlamıştır. Zira, eldeki en eski yazılı belgeler, kayıtları tutulmuş ve o yıl yapıldığı saptanmış olan Olimpiyadlar’a aittir. Her şeyden önce kabul edilmesi gereken gerçek, dünyada sporun Yunanistan’ın “Olimpia” yöresinde başlamadığıdır. Böyle bir inanış, yağlı güreşin Kırkpınar’da başladığına inanmak kadar yanlış olacaktır.
Olimpiyatlar, adını bu yöreden almış ve hiçbir kesintiye uğramadan 1200 yıl devam etmiş bir olgudur. Diğer kentlerde yapılan başka spor şölenleri de Olimpiyatları örnek almışlar ama hiçbiri Olimpiyatlar kadar önem taşıyamamışlardır.
Buna karşın, bir tarihçi gözü ile de MÖ 776’da Olimpia’da yapılan yarışmaların, Olimpiyadlar’ın ilk organizasyonu olduğu da söylemek, yeni ortaya atılan görüşler ışığında, pek kolay olmayacaktır. Zira Olimpia yöresindeki kazılar sonucu ortaya çıkan bulgular, bu yörede çok daha önceleri bu gibi yarışmaların yapıldığını göstermiştir. Daha doğru bir anlatımla MÖ 776’da Olimpia’da yapılan yarışmaların, kayıtları tutulmuş ve bu belgeleri elimizde bulunan en eski tarihli Olimpiyat olduğunu söyleyebiliriz. İkinci çok önemli bir husus, Olimpiyatların başından beri, Yunan yarımadasında büyük ilgi görmediğidir. MÖ VII. yüzyılda yaşadığı sanılan Homer’in eserlerinde bu, kutsal olduğu kadar spor ve sanata dönük yarışmaların yer almaması da epey düşündürücü bir gerçektir. Arkeolojik bulgulardan faydalanan bazı tarihçiler, MÖ XV. yüzyıldan beri yörede yapılmakta olan bu gibi organizasyonların, MÖ 776’dan sonra biraz canlandığını dahi ileri sürmektedirler.”(1)
Türkiye’de Olimpiyatların Tarihçesi…
Genç ve dinamik Türkiye Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk, spora çok önem vermiş bir dünya lideriydi. Büyük Önder, gençliğin kötü alışkanlıklardan sporla kurtulacağına yürekten inanmıştı. O, 1924’te Trabzon’u ziyaretlerinde Trabzon Lisesi’ni de ziyaret eder. Şeref defterine “Bedenî idman, fikrî idmanla muvazi olmalıdır” cümlesini yazar ve okuldan olumlu duygularla ayrılır. Bir anlamda spora dair görüşlerinin temel noktasını ortaya koyar.
Atatürk, hayatı boyunca sporu dostluk ve barış için önemli bir etkinlik olarak görmüş ve bundan yararlanmanın gereğini her fırsatta vurgulamıştır. O, “Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim” diyerek sporun neye hizmet etmesi gerektiğini vurgulamıştır. Onun spora dair bütün sözlerinde centilmenlik ve ahlak vurgusu ön plandadır.
Ülkemizin olimpiyatlarla olan bağı yeni değildir. Ülkemizin Olimpiyat Komitesi üyeliğine kabul edilmesi ta Osmanlı dönemine dayanır. Zira Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin 1911’de Budapeşte’deki oturumunda Osmanlı Devleti resmen üyeliğe kabul edilmiştir. O zamanlar Birinci Dünya Savaşı patlak verir. Komite bu savaşta yenilen ülkelerden biri olan Türkiye’yi 1920 Olimpiyatlarına çağırmaz. Daha sonra bu yanlıştan dönülerek Türkiye, 1924 Olimpiyatlarına davet edilir. Selim Sırrı Bey(Tarcan) 1922’de kurulan Millî Olimpiyat Komitesi yerine “Kaim Cihan Müsabakalarına İştirak Cemiyeti” ve daha sonra adı değiştirilerek “Türkiye Millî Olimpiyat Komitesi(TMOK)” adını taşıyan kuruluşlarda genel sekreter görevini yerine getirir. Cumhuriyetin ilanından sonra da Selim Sırrı Bey(Tarcan)TMOK başkanlığına seçilir.
Türkler olimpiyatlara resmen 1908 Oyunları’nda katıldı. Modern olimpiyat Oyunları’nın kurucusu Baron Pierre De Coubertin’in İstanbul’u ziyareti sırasında kendisine tercümanlık yapan Galatasaray Lisesi öğrencisi Aleko Mullos, Türkiye adına yarışan ilk sporcu oldu ve katıldığı jimnastik dalında başarılı olamadı. 1908’den 2008’e kadar oyunlara katılan Türk sporcuları 36 altın, 19 gümüş ve 19 bronz olmak üzere, toplam 74 madalya kazanarak genel madalya klasmanında 29. sırada yer aldılar. Türkiye’nin kazandığı 33 altın madalyanın 27’si güreş dalından gelirken, güreş dışındaki 6 altın madalyayı ise haltercilerden Naim Süleymanoğlu, 1988’de Seul, 1992’de Barcelona ve 1996’da Atlanta, Halil Mutlu da 1996’da Atlanta ve 2000’de Sydney, judocu Hüseyin Özkan da 2000’de Sydney’de getirdi. 16 gümüş madalyanın 15’ini güreşçiler, 1’ini ise boksörler kazanırken, 15 bronz madalyadan 1’er tanesi atlet, tekvandocu ve judocular, 2`si boksörler, 10’u da güreşçiler tarafından kazanıldı.
Olimpiyatların Dünya Barışına Katkısı
Spor, insanlık kadar eski ve faydalı bir uğraştır. “Spor” barış, dostluk ve kardeşlik kelimelerini çağrıştırır, çağrıştırmalıdır da… Bazı art niyetli kişiler “spor” kelimesiyle “şiddet” kavramını aynı kefeye koymaya çalışsa da bu iki kelime asla bir araya gelemez. Zira bunlar bir arada şık durmazlar. Üstelik bu kavramlar ateşle barut misali zıt kelimelerdir.
Sporda mücadele ve yarışma ruhu vardır ama şiddet asla yoktur. Formalardaki renkler farklı olsa da, ayrı takımları ifade etse de neticede hepsi barışa, hoşgörüye ve dostluğa vurgu yaparlar. Spor parçalayıcı, bölüştürücü değil; mutlak birleştiricidir. Yaptığınız spor boks da olsa özünde şiddet içermemelidir. Yumruklar nefretle değil, sportmenlik ruhuyla rakiplere indirilmelidir. Böyle olursa spordan beklenen yüksek gaye hâsıl olur. Sporun ruhundaki “dostluk, barış, hoşgörü, kardeşlik” söylemleri eyleme dönüşmedikçe beklenen yüksek fayda gerçekleşmez; kuru bir hamaset ifadesi olarak kalır, spor da sporluktan çıkarak içi boşalır.
Olimpiyatlar evrensel spor organizasyonlarıdır. Bunun içindir ki büyük bir ciddiyet, sevgi ve saygı içerirler. Milletler millî ruhlarını olimpiyat ruhuyla birleştirdiğinde güçlü sentezler oluşturabilirler. Hadiseye sadece para ve maddiyat penceresinden bakanlar, bu asil ruhu yakalayamazlar. Kendi milli ruhunu kaybedenlerin bu evrensel olimpiyat ruhuna katkıda bulunmaları mümkün olamaz. Onlar bu evrensel olimpiyat ruhundan nasiplenemezler de…
Trabzon’un Özelde Futbol, Genelde Spor Geçmişine Dair…
Trabzon’u anlamaya muhayyilemiz, Trabzon’u anlatmaya kelimelerimiz kifayet etmez. En iyisi bu şehri en güzel anlatanlardan biri olan Mahmut Goloğlu’ya kulak verelim:
“Selâm Trabzon’uma!/Dört köşe kalesine, kargalaklı yalısına/Maranzul incirine, dutuna, karayemişine/Yokuşuna, inişine, selâm!//Selâm Trabzon’uma!/Dizi dizi küleklerine/Evleklerine, mereklerine/Anderin kaybanası enüklerine selâm!//Selâm Trabzon’uma!/Dolamaç dolamaç yollarına/Tel tel kuymağına/Hamsili kayganasina, lazuttan bazlamasina/Kumuluna, kanzilisine/Zağanosuna, zinosuna, ziziline selâm!..”
Bu şehirde köklerimiz vardır bizim… Bu köklere tutunarak yarınlara yol alırız. Nice sevdalar yaşanmıştır Ganita’nın kıyılarında. Dile gelse de bir anlatsa Ganita… Çocukluğumuz, gençliğimiz; kazandıklarımız ve kaybettiklerimiz bu kentin toprağındadır. Göbek bağımızla bağlıyız bu şehre. Geçmişlerimiz bu şehirde uyumakta son uykusunu.
Bu nezih şehirle aramızda güçlü bağlar vardır. Bu şehir bize, biz bu şehre benzeriz. Şehri kendimizden, kendimizi de şehirden ayrı düşünemeyiz. Ağladığımız da, güldüğümüz de bu şehir içindir. Bizlere aynadır dünüyle, bugünüyle ve yarınıyla…Osmanlı’nın deniz gözlü kızıdır Trabzon. Fatih’in yavuklusudur. Vakar ve tevazu el ele verir bu kentin ruh derinliklerinde. Esrarımız nakşolunmuş bu şehrin dar sokaklarına. Burada yaşamak sonu iyi biten bir masalın derinliklerinde kaybolmaktan farksızdır. Zira bu şehri hayal etmek bile keyif verir insana. Buranın havasını solumak iyi gelir ciğerlerimize. Maddeyle mananın uyumu sezilir dört bir yanında. Çok kere huzura yelken açarsınız zaman yolculuğunda.
Duygularınıza gem vuramazsınız sahil boyunda günbatımını seyrederken…Faroz, Uzunkum karşılar sizi gülen yüzüyle… Hatıraların serinliği ürpertir içinizi. Bir rüyadan uyanmanın yorgunluğuyla bakışlarınız kayar ufkun ötesine. Dalgalı ve hırçındır Karadeniz… Poyraz ve karayel masmavi suların gönül telini titretir derinden. Karadeniz’e dair bir şiir söyler şair yürekten: “Bazen uyur sedasız sanki uysal bir peri/Bazen çok hırçınlaşır inletir göğü yeri/ Birdenbire dalgalar sahile köpük taşır/ Balıkçılarla oynar, kumsalla şakalaşır”
Trabzon’u Boztepe’den seyretmek ömre ömür katar. Fetih sahnesi canlanır gözlerimin önünde. Gurur, deli kanımızı fokur fokur kaynatır. Asırların eskitemediği Ayasofya, Kostakî Konağı, Gülbahar Hatun ve İskenderpaşa Camii gözlerinizin menziline demir atarlar. Limandaki vinçlerin yüklediği biraz da umut yüküdür, dostluk, barış ve hoşgörüdür.
Geçmişten bugüne zaman nehrinde akıp gelen Trabzon, nüfus ve yüzölçümü olarak Türkiye’nin önde gelen illerinden biri olmasa da özelde futbol, genelde spor deyince hemen ön sıralara fırlamaktadır. Trabzon’da spor denince şüphesiz ilk akla gelen futboldur.
Türkiye’nin, ismi hafızalara kazınan belli başlı şehirlerinden biri olan Trabzon, her şeyden evvel bir futbol kentidir. Bu şehir, tabir caizse kaslarından beslenmektedir. Futbol bu şehirde her şeyden çok sevilmekte ve keyifle takip edilmektedir. Trabzon’da futbol sadece Trabzonspor’dan ibaret değildi(r). Bu şehre futbolun yerleştirilmesi çok daha evvele dayanır. Bu kentin Trabzonspor’dan evvelki futbol mazisi de dillere destandır. Bu kente futbol sevgisinin tohumları çok daha evvel ekilmiştir. Dilerseniz biraz da bundan bahsedelim:
“Türkiye İdman Cemiyetleri ittifakının kurulması ve Türk Sporunun bu ilk örgütünün tüm Anadolu'ya yayılması, Trabzon’da da etkisini göstermişti. Bu etki sonucu yeni yeni kulüpler kurulmaya başlandı. İdmanocağı, İdmangücü, Necmiati’den sonra Trabzon Lisesi bünyesinde Lise adını taşıyan yeni bir kulübün kurulmasıyla kulüp sayısı dört olmuştu.
1923 yılında Trabzon’da ilk resmi lig maçları oynanmaya başlandı. İlk sezon İdmanocağı şampiyon olmuştu. Bunu 1923-24,1924-25 sezonlarında Lise takımının arka arkaya şampiyonlukları izledi. 1925 sezonunda yine İdmanocağı şampiyon olurken, 1929 yılına kadar da önce Lise, arkasından Muallim Mektebi daha sonra da Ticaret Lisesi takımları mutlu sona ulaştılar. İdmanocağı ile İdmangücü arasındaki büyük rekabet 1930’dan sonra had safhaya ulaştı. 1929-30’dan sonra 5 kez arka arkaya İdmanocağı’nın şampiyon olmasından sonra 1934-35 sezonundan itibaren İdmangücü takımı tam yedi yıl arka arkaya şampiyon olarak bu iki takım arasındaki rekabeti büsbütün alevlendirmişti.
1962-63 sezonunda tüm yurtta bir il takımı kurulması öngörülmüştü. Trabzon bunun dışında kalamazdı. 21 Haziran 1966’da İdmanocağı, Martıspor ve Yıldızspor’un da katılımı ile sarı kırmızı renkler altında Türkiye 2. Ligine alındı. Ancak, resmi yazı süresi içinde ilgili yere tebliğ edilmediği için İdmanocağı’nın İkinci ligde oynaması durduruldu. Bu tarihten yaklaşık bir ay sonra 20 Temmuz 1966’da bu kez İdmangücü, Karadenizgücü, Martıspor ve Yolspor’un katılmasıyla Trabzonspor kırmızı-beyaz renklerle kuruldu. İdmanocağı buna karşı çıktı. Danıştay’da açtığı dava ile yürütmeyi durdurma kararı alınınca ortalık yine karıştı. Trabzon’daki gergin durum üzerine araya zamanın Beden Terbiyesi Genel Müdürü Ulvi Yenal girdi. Ulvi Yenal, İdmanocağı ve İdmangücü’nün birleşmemeleri halinde iki kulübün de Türkiye 2. Ligine alınmayacağını bildirdi. Bu durum Trabzon’da ve her iki kulüp çevresinde şok etkisi yaratmıştı. Birleşmeleri büyük sorun olan bu iki kulübün, birleşmemeleri halinde Trabzon, Türkiye liglerinde temsil edilemeyecekti. Trabzon’daki geceli gündüzlü yapılan ve büyük tartışmalara neden olan toplantılar sonunda 2 Ağustos 1967 günü İdmanocağı ile İdmangücü birleşmesi gerçekleşti ve Trabzonspor; İdmanocağı, İdmangücü, Karadenizgücü ve Martıspor’un birleşmesi ile ortaya çıktı.
Trabzonspor, mazisi başarılarla dolu bir takımdır. İlimizin tanıtımında çok önemli bir yer tutan futbol takımımız Trabzonspor, gerek ülkemizde ve gerekse Avrupa’da elde ettiği başarılarla adından söz ettirmiştir. Bu şehrin en önemli değerlerinden biri olan Trabzonspor takımı, büyük başarılarıyla ilimizin ve ülkemizin tanıtımında önemli rol oynamaktadır.
2 Ağustos 1967 tarihinde bordo-mavi renklerle kurulan Karadeniz Kaplanı Trabzonspor, 44 yıllık mazisi olan bir kulüptür. Trabzonspor 1973-1974 sezonunda Türkiye Birinci Ligine çıkmış ve bugüne kadar 6 kez 1. Lig Şampiyonluğu Kupasını, 5 kez Federasyon Kupasını, 7 kez Cumhurbaşkanlığı Kupasını ve 5 kez de Başbakanlık Kupasını müzesine götürmüştür. Bu, dev bütçeli İstanbul takımları karşısında büyük bir başarıdır.
Trabzon’da futbol ön planda olsa da diğer spor branşlarında da önemli faaliyetler gerçekleştirilmektedir. Avcılık, atıcılık, atletizm, basketbol, boks, güreş, judo, voleybol, hentbol, futbol ve su sporları dallarında spor faaliyetleri yapılmaktadır. Her dalda ülke çapında dereceler alan Trabzonlu sporcular futbolda da birçok başarılar kazanmışlar ve isimlerini yurt dışına taşımışlardır. Boksta Cemal Kamacı ve Selçuk Aydın bu ilin uluslararası gururudur. Son yıllarda Selçuk Çebi gibi güreşçilerimiz de şehrimizin adını duyurmuşlardır.
Trabzon şehri geçmişte uluslararası organizasyonlara da ev sahipliği yapmıştır. Bunlar içerisinde Karadeniz Oyunlarını sayabiliriz. Trabzon, Karadeniz’e kıyısı bulunan 11 ülkenin katılımıyla gerçekleştirilen “1. Karadeniz Spor Oyunları”na başarıyla ev sahipliği yapmıştır. Karadeniz’e kıyısı bulunan ülkelerin (Türkiye, Rusya, Bulgaristan, Romanya, Moldova, Gürcistan, Ukrayna) gençliği ve sporcuları arasında kardeşlik ve arkadaşlık duygularını geliştirmek, Olimpizm ruhunu aşılamak ve özellikle Karadeniz Bölgemizin tanıtımına katkıda bulunmak amacıyla, ülkemizin önderliğinde, 02-08 Temmuz 2007 tarihleri arasında başta Trabzon olmak üzere, Samsun, Sinop, Ordu, Giresun, Rize ve Artvin illerini kapsayan 1. Karadeniz Spor Oyunları düzenlendi. Trabzon ili bu uluslararası oyunlardan alnının akıyla çıkarak, yakında şehrimizde gerçekleşecek olan Avrupa Gençlik Oyunlarına göz kırptı. Eğer Karadeniz Spor Oyunlarında beklenen başarıyı gerçekleştiremeseydik bu organizasyona ev sahipliği yapamazdık. Bu organizasyonda elde edilecek başarı, gelecekte yeni uluslararası organizasyonların Trabzon’da gerçekleştirilmesi için açık davetiye hükmünde olacaktır. Onun için bütün Trabzon halkının bu organizasyonun başarısı için birlikte hareket etmesi gerekir.
Trabzon Belediyesi’nin geleneksel olarak gerçekleştirdiği Trabzon Uluslararası Yarı Maratonu 31 yıldan beri başarıyla sürdürülmektedir. Son yıllarda bu yarışa Avrupa’dan Afrika’ya kadar birçok kıtadan ve Kenya’dan Gürcistan’a kadar birçok ülkeden bay ve bayan atletler katılmaktadır. Trabzon’un kurtuluşu münasebetiyle gerçekleştirilen bu yarı maraton, Türkiye’nin ve dünyanın sayılı atletizm yarışları arasındaki yerini çoktan almıştır.
EYOF geldi Trabzon Tesis Zengini Oldu…
Son yıllarda Türkiye uluslararası organizasyonlarda çok başarılı bir grafik çizmektedir. Bu başarılı neticeler yeni organizasyonların Türkiye’ye verilmesine zemin hazırlamaktadır. Bu organizasyonlardan biri de Avrupa Gençlik Olimpiyatları(Avrupa Olimpik Gençlik Yaz Festivali-EYOF)’dır. Bu önemli organizasyon Türkiye’de gerçekleştirilen ilk olimpiyat organizasyonudur. Bu şeref Türkiye’de sadece Karadeniz’in incisi Trabzon’a nasip olmuştur.
Trabzon, spora aşina bir kent olmasına rağmen bugüne kadar tesis bakımından fazla zengin bir il sayılmazdı. Bu şehirde büyük küçük hemen herkes spora, özellikle de futbola karşı son derece ilgilidir. Her sokak arasında çocukların bir naylon top peşinde koştuğuna şahit olursunuz. Spor ve özellikle de futbol bu şehrin insanının genlerinde var olan bir şeydir.
1. Karadeniz Spor Oyunları, Trabzon’un mevcut spor tesislerinin revizyondan geçmesini, bunlara yeni ilavelerin yapılmasını beraberinde getirmişti. Fakat sayı bakımından fazla tesis inşa edilememişti. EYOF daha geniş ve kapsamlı bir spor organizasyonu olduğu için, bu etkinliğin Trabzon’a katkısı da büyük oldu. EYOF süreci içerisinde Trabzon’un en büyük kazancı hemen her spor dalında faaliyet gösterecek olan modern tesisler oldu.
Daha evvel belirttiğimiz gibi EYOF, Türkiye’de düzenlenen ilk ve tek olimpiyat organizasyonudur. Bugüne kadar İstanbul dâhil olmak üzere hiçbir şehir böyle önemli bir olimpiyata ev sahipliği yapmamıştır. Bu etkinlik Türkiye’nin, özellikle de Trabzon’un tanıtımı için çok önemli bir fırsat olacaktır. Bu avantajı ganimet bilip ülke ve Trabzon ili olarak çok iyi kullanmalıyız. Zira böyle fırsatlar Trabzon gibi bir Anadolu şehrinin ayağına yüzyılda bir gelir. Bu fırsatı Trabzon ve Trabzonlular olarak layıkıyla kullanmalıyız.
Kapsamlı uluslararası organizasyonların en büyük faydası, gerçekleştirildiği memlekete yeni tesisler kazandırmasıdır. Geçmişte 1. Karadeniz Spor Oyunları’na başarıyla ev sahipliği yapan, yeşille mavinin koyun koyuna olduğu Trabzon, 23-30 Temmuz 2011 tarihleri arasında düzenlenecek Avrupa Gençlik Olimpik Oyunları(EYOF) nedeniyle kelimenin tam manasıyla tesis zengini oldu. 14-17 yaş grubunda 49 ülkeden 4 bine yakın sporcunun katılacağı oyunlar, 9 branşta gerçekleştirilecek. Oyunlarda kullanılacak 7 tesis, Oyunlar Köyü ile mevcut tesislerin modernizasyonu için toplam 220 milyon lira harcandı. Oyunlar için Trabzon’da Türkiye’nin ilk üzeri açılır kapanır, atlama kuleli olimpik yüzme havuzu yapıldı. 10 kulvarlı ve 1400 seyircili kapasiteli havuzun yanındaki Mehmet Akif Ersoy Kapalı Yüzme Havuzu da oyunlarda hizmet verecek. Bunlar öyle az şeyler değildir.
Öte yandan Türkiye’nin yapı tekniği bakımından çok özellikli bir spor salonunun inşası da Pelitli beldesinde tamamlandı. 7 bin 500 seyirci kapasiteli Hayri Gür Spor Salonu’nda erkekler basketbol müsabakaları oynanacak. Türkiye’nin en büyük jimnastik merkezi de 2 bin 500 kapasiteli olarak Yomra ilçesinde inşa edildi. Bunların yanında 1. Karadeniz Spor Oyunları için Akçaabat ilçesinde yapılan atletizm sahasına, 7 bin 200 kişilik tribün yapıldı. Oyunlardan sonra gerçekleştirilecek düzenlemelerin ardından burada futbol karşılaşmaları da oynanabilecek. Bunlarla da yetinilmedi; Beşirli semtinde tenis kortları kompleksi yapıldı. Biri, 4 bin 500 seyirci kapasiteli olmak üzere 13 açık kort ile 3 kapalı korttan oluşan toplam 16 kortluk tenis kompleksi oyunlarda sporculara hizmet verecek. Arsin ilçesinde inşa edilen spor salonu ise judo müsabakalarına ev sahipliği yapacak.
Kredi ve Yurtlar Kurumu, Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde Oyunlar Köyü inşa etti. Yurtlarla, Trabzon’un 35 yıldır devam eden yurt sorunu da çözülmüş oldu. Olimpiyat oyunları nedeniyle şehrin binaları boyandı, tamirden geçirildi. Kaldırımlar değiştirildi. Meydan Parkı yeniden düzenlendi. Bu saydıklarımız Trabzon için büyük kazançtır. Bunlara olimpiyatların maddî getirisini de eklersek gerçekleşecek olan kazancın boyutları daha iyi anlaşılır.
Avrupa Gençlik Olimpik Oyunları Nam-ı Diğer EYOF…
Bugün gittikçe büyüyen ve gelişen EYOF ilk kez 1987’de Hollanda Milli Olimpiyat Komitesi’nin 75. kuruluş kutlamaları için düzenlendi. Organizasyona beş ülke katıldı. Tek gün süren bir Cumartesi yarışmasıydı. Yarışma olumlu karşılandı ve AB ülkelerinde yapılması tartışıldı. Roma toplantısında oyunların IOC patronajında düzenlenmesine karar verildi. 32 ülkenin katılımı ile Avrupa Olimpik Gençlik Yaz Festivali (EYOF) organize edilerek 1991 yılında Brüksel’de “Avrupa Olimpik Gençlik Günleri” adı altında yapıldı.
EYOF’un fikir babası, o zamanlar Avrupa Olimpiyatlar Komitesi (EOC) Başkanı olan ve halen Uluslararası Olimpiyat Komitesi Başkanlığı’nı yürüten Jacques Rogge’dur. 1991’de ilk kış oyunları yapıldı. O tarihten bu yana organizasyon Yaz ve Kış Festivalleri olarak gerçekleştiriliyor. “Gençlik Oyunları” diye adlandırılan EYOF’a 17 yaş ve altı sporcular katılabiliyor. Avrupa’daki genç sporcuları dostluk, fair-play, hoşgörü, barış ruhuyla bir araya getirmek amacıyla planlanan EYOF, sonraki yıllarda semeresini vermeye başladı. Şampiyonaya katılan sporcuların birçoğu daha sonra katıldıkları Olimpiyat Oyunları’nda isimlerini duyururken bazıları ise ülkelerine olimpiyat madalyaları ile döndüler. Yani EYOF bir anlamda ülkelerin sporcu potansiyeline katkıda bulunarak spor alanında birçok hizmet etti.
Avrupa Olimpiyat Komitesi’nin (EOC) organizasyonu olan ve “Avrupa Gençlik Olimpik Oyunları” olarak da adlandırılan EYOF 2011, Türkiye’nin olimpiyat düzeyindeki ilk spor organizasyonu olduğu için büyük önem taşımaktadır. Cumhuriyet tarihinde olimpiyat bayrağının ilk olarak Trabzon’da dalgalanması biz Trabzonluları fazlasıyla gururlandırıyor. O bayrak, ülke ve il olarak nereden nereye geldiğimizin de bariz göstergesidir.
EYOF çok eskiye dayanmasa da, iyi düşünülmüş bir organizasyondur. Bu organizasyon sayesinde spor gençlere sevdirilmektedir. EYOF bugüne kadar on değişik ülkede yapıldı. Bu ülkeleri, şehirleri ve düzenlenme tarihlerini şöyle sıralayabiliriz: 1991 Brüksel (Belçika); 1993 Valkenswaard (Hollanda), 1995 Bath (İngiltere), 1997 Lizbon (Portekiz), 1999 Esbjerg (Danimarka), 2001 Murcia (İspanya), 2003 Paris (Fransa), 2005 Lignano Sabbiadoro (İtalya), 2007 Belgrad (Sırbistan), 2009 Tampere (Finlandiya)
Trabzon’a öyle kolay alınmadı EYOF. Rakiplerimiz dişliydi… Çok zor ve çekişmeli bir süreçten geçilerek elde edildi. Biz iki sene evvel bu oyunların bayrağını Finlandiya’dan teslim alarak Trabzon Belediyesi önündeki göndere çekip dalgalandırdık. Geri sayım bitti. Şimdi Gençlik Oyunları Trabzon’da başlıyor. Bu oyunlar 2013 yılında Hollanda’nın Utrech şehrinde düzenlenecek. 2015 yılında ise Avrupa Gençlik Olimpik Oyunları, Gürcistan’ın başkenti Tiflis’te yapılacak. Trabzon’da gerçekleştirilecek olan Avrupa Gençlik Olimpik Oyunları bay ve bayan kategorilerinde atletizm, basketbol, bisiklet, jimnastik, hentbol, judo, tenis, voleybol, yüzme olmak üzere dokuz farklı branşta gerçekleştirilecektir.
Avrupa Gençlik Olimpik Oyunları nam-ı diğer EYOF, geleceği parlak olan bir organizasyondur. Zira Avrupa Gençlik Olimpik Oyunlarına katılan ülkelerin sayısına baktığımızda çok geniş katılımlı bir organizasyon olduğu görülür. Bu oyunlara aşağıda adları sıralanan 49 Avrupa ülkesi katılmaktadır. Bu ülkeler şunlardır: “Arnavutluk, Andora, Ermenistan, Avusturya, Azerbaycan, Beyaz Rusya, Belçika, Bosna Hersek, Bulgaristan, Hırvatistan, Kıbrıs Rum Kesimi, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Makedonya Cumhuriyeti, Finlandiya, Fransa, Gürcistan, Almanya, İngiltere, Yunanistan, Macaristan, İzlanda, İrlanda Cumhuriyeti, İsrail, İtalya, Letonya, Lihteştayn, Litvanya, Lüksemburg, Malta, Moldova, Monaco, Karadağ, Hollanda, Norveç, Polonya, Portekiz, Romanya, Rusya, San Marino, Sırbistan, Slovakya, Slovenya, İspanya, İsveç, İsviçre, Türkiye, Ukrayna”
Türkiye’nin EYOF yolculuğu, o zamanki Gençlik ve Spor Genel Müdürü Mehmet Atalay’ın konuyu ilk defa Milli Olimpiyat Komitesi Başkanı Togay Bayatlı’ya açmasıyla başladı. Trabzon’daki tesisler tek tek gezilerek organizasyona aday olabileceğimiz sonucuna varıldı ve adaylık süreci bu şekilde başlamış oldu. Trabzon’un adaylık başvuru dosyası tamamlanarak 28 Ekim 2005 tarihinde Avrupa Olimpiyat Komiteleri Birliği’ne (EOC) sunuldu. EOC Genel Kurulu 3 Aralık 2005 tarihinde Trabzon’un adaylığını onayladı. Diğer aday kentler; Herning (Danimarka), Utrecth (Hollanda), Cenova (İtalya) ve Riga (Letonya) oldular. Trabzon 2011 Avrupa Gençlik Olimpik Oyunları (EYOF) adaylığımız çerçevesinde, İrlanda Olimpiyat Komitesi Genel Sekreteri Dermot Sherlock ile Sırbistan Olimpiyat Komitesi Genel Sekreteri Predrag Manajlovic’den oluşan Avrupa Olimpiyat Komiteleri Birliği (EOC) tarafından görevlendirilen EYOF 2011 Değerlendirme Komisyonu, 13-15 Eylül 2006 tarihlerinde Trabzon’u ziyaret ederek gerekli incelemelerde bulundu.
Trabzon’un 2011 yılı için aday olduğu Avrupa Gençlik Olimpik Oyunları(EYOF) için Avrupa Olimpiyat Komiteleri Birliği (EOC) 08-10 Aralık 2006 tarihleri arasında Brüksel’de yaptığı genel kurulda EYOF’a ev sahipliği yapacak kenti Trabzon olarak belirledi. Dört rakip şehirle yarışan Trabzon, Brüksel’de 4. turda mutlu sona ulaştı. İlk turda 18 oy alan Türkiye, en fazla oyu alan ülke olurken, Letonya (Riga) ilk elenen ülke oldu. İkinci turda Danimarka (Herning), İtalya (Cenova) elenen diğer ülkeler oldu. Dördüncü ve son turda Hollanda (Utrecth) ile finale kalan Türkiye, 28’e 18 oy alarak EYOF’a ev sahipliği yapacak ülke oldu.
Sonuç Niyetine…
Türkiye’nin ve Karadeniz’in incisi, gönüllerimizin birincisi olan şirin Trabzon’un Avrupa Gençlik Olimpik Oyunları(EYOF)’na ev sahipliği yapması bizim için büyük bir onurdur. Bu onuru bizlere yaşatanlara Trabzonlular adına sonsuz şükranlarımızı sunuyoruz. Trabzon’un bu işin üstesinden başarıyla geleceğine olan inancımız sonsuzdur. Halkıyla bütünleşen Trabzon’umuz, bu uluslararası organizasyondan da alnının akıyla çıkacaktır. Gençlik Olimpiyatları için inşa edilen eserler özelde bu şehrin, genelde ise bütün Türkiye’nin sporuna hizmet edecektir. Bundan sonra da Trabzon ulusal ve uluslararası spor organizasyonlarına ev sahipliği yapacaktır. Bu organizasyon bizim için kıymetli bir tecrübe olacaktır. Barış ve dostluk kenti olan Trabzon’un adı Avrupalıların hafızalarına kazınacaktır.
Trabzonlular olarak bu şehre gelen sporculara Türk misafirperverliğini fazlasıyla göstereceğimizden kuşkum yoktur. Esnaflarımız da bir hafta boyunca ticarethanelerine uğrayacak yabancıları güler yüzle karşılayacak, ayrılırken de sevgiyle uğurlayacaklardır. Bu olimpiyatlara halkımızın ilgi göstermesi çok önemlidir. Şehir halkı olarak bir hafta boyunca bütün dünyaya karşı bir sınav vereceğiz. Eğer salonlar boş kalırsa bu bizim için iyi bir sınav olmaz. Bir hafta boyunca Trabzon’da karnaval havası yaşatacak oyunların tadını çıkarın….
Kaynakça: 1. Olimpiyatlar-Cüneyt E. Koryürek
2.
3.
4.
AFORİZMALARIN BEŞİĞİNDE UYUYAN MAVİ GÖZLÜ GANİTA…
M.NİHAT MALKOÇ
Belleğimizde unutulmaz izler bırakan ‘Güzel mekân’dır Ganita… Bir adı da Güzelhisar’dır Ganita’nın. Onu siz bir de günbatımında seyredin… Masmavi suların kızıl bir renge boyandığını göreceksiniz. Demli çayınızı yudumlarken, aslında hayatın da bir çay içimi süresi kadar kısa olduğunu düşünüp hüzünleneceksiniz. Dalgaların kayalara vurarak çıkardığı seslerle irkilip kendinize geleceksiniz. Zamanın o dar çerçevesine dâhil olacaksınız.
Nice kırık dökük aşkların tanığıdır Ganita… Hicran gözyaşlarının su olup aktığı yerdir. Güneşin, masmavi suları şehvetle öptüğü tenhadır. Suzinak şarkıların sevdaları beslediği diyardır. Trabzon’un denize ve yazılmamış şiirlere açılan dar penceresidir.
Ganita, bir buğday tanesinin peşinde koşan aç güvercinlerin kanatlarında masmavi düşler taşıdığı bir hayal ve ilham sığınağıdır. Barış türkülerinin yankılandığı kadim yerdir. Şairin şiire gebe kaldığı, en nihayetinde de doğum sancılarını çektiği bir çilehanedir. Öyleyse ilhama çevirin alıcılarınızı… Sükûnetin sulha dönüştüğü yerdesiniz; huzurun adresindesiniz.
Gerçeklerin düş ırmağında yıkanıp arındığı, ete kemiğe büründüğü, şiir diye göründüğü yerdir Ganita… Küllerinden doğan anka kuşunun ebedî sığınağıdır.
Ercan Yılmaz’ın deyimiyle Trabzon’un balkonudur Ganita… Her şey sonsuzdur bu balkonda. O balkondan sonsuzluğu seyre dalarsınız. Ufkun ardındakiler ayan beyan olur ilhamın sivrilttiği basiret nazarlarınıza. Karamsar tarafınızı törpüler yarınlara dair umutlar…
Ganita’da imgeler konuşur Ahmet Haşim’in gizli diliyle. “Lisan-i hâfi” misali… Aşka dair söylenen her bir söz, muhabbet burcunda dalgalanan bir bayrak gibidir. Maskenin altındaki gerçek yüzünüzü görürsünüz masmavi suların aynasında. Suların çağrısına uyup gittiğiniz bu esrarlı diyarda, alaca karanlıkta kördüğüm olan sanrılarınızla yüzleşirsiniz.
Ganita’da iyiyle kötü, güzelle çirkin, umutla hayal kırıklıkları kol koladır. Yanı başındaki köhnemiş bir kiliseden belli belirsiz duyarsınız çan seslerini… Mumların sönük alevinde inançlar arası yolculuğa çıkarsınız. Eski bir tapınağın aryaları karışır ezan seslerine...
Sonbaharda bir eylül hüznüne bürünür yazdan arda kalan Ganita… Yaz dostları, yaz aşklarının bitmesiyle beraber elini eteğini çeker denizin sırdaşı olan bu masal beldesinden. Söz orucu bozulur hüznün yamaçlarında. Nedametin hıçkırıkları çakıl taşlarında yankısını bulur. Çehresi sapsarı kesilen yapraklar, yüzükoyun düşerler toprak ananın kucağına…
Bazen kendinden bile firar etmeyi düşünenlerin sığınağıdır Ganita… O her zaman güler yüzle karşılar sizi… Doyumsuz aşkların meskeni olan Ganita’ya sevdiğinizle gittiğinizde daha bir anlamlı gelir size her zaman gördükleriniz... O demlerde Baba Salim’in şu dörtlüğü, hissiyatınıza tercüman olur: “Solumda bir ay var karşımda güneş/ Aşkımın mumunu yaktım bu akşam/Feveran eyledi ruhumda ateş/Eridim su gibi aktım bu akşam…”
Ganita, efsunlu baharların çiçek çiçek açtığı düşler diyarıdır. Bu efsunlu beldede güneşin ve denizin güzelliğini fark edip büyülenirsiniz. Burada her söz gizli bir el tarafından kaydedilir sanki…“Söylediklerinize dikkat edin, düşüncelere dönüşür; düşüncelerinize dikkat edin, duygularınıza dönüşür; duygularınıza dikkat edin, davranışlarınıza dönüşür; davranışlarınıza dikkat edin, alışkanlıklarınıza dönüşür; alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerlerinize dönüşür; değerlerinize dikkat edin, karakterinize dönüşür; karakterinize dikkat edin, kaderinize dönüşür.” diyen H.K.Sariz’e ne çok hak verirsiniz Ganita’nın ıssızlığında…
Hayalin sınırlarının zorlandığı yerdir Ganita... Oscar Wilde’ın dediği gibi “Erkekler kadınların ilk askı, kadınlarsa erkeklerin son askı olmak isterler.” bu düş beldesinde… Haksız da değiller. Denizin koynunda sere serpe yatan bu yerde bütün saatler aşka kurulmuştur.
Güneşin batışının en güzel seyredildiği eşsiz bir yerdir Ganita… Aşkların en güzelleri yaşanır Ganita’da… Bembeyaz bir elin sıcaklığı elinize değer gibi olur. Sizi ilham bombardımanına tutan, karşınızda duran kadını anlamaya çalışsanız da bunu başaramazsınız. Zira Oscar Wilde’ın deyimiyle “Kadın anlaşılmak için değil, sevilmek için yaratılmıştır”
ANILARDA TRABZON
M.NİHAT MALKOÇ
Trabzon tarihî bir şehirdir. Bu şehrin bilinen tarihini milattan önceki yıllara kadar götürmek mümkündür. Romalılar, Persler ve daha nice milletler bu şehre hâkim olmanın ve hâkim kalmanın mücadelesini vermişlerdir. Fakat en sonunda biz Türklere yâr ve diyar olmuştur. Bundan sonra bu şehir bizim kimliğimizin aynası olarak sonsuza kadar Müslüman-Türk kalacaktır. Onu namusumuz bilerek koruyup kollayacağız.
Son yıllarda Trabzon’la ilgili emelleri olanların deşifre edildiğini görüyoruz. Siz uyusanız da bilin ki düşman uyumaz, uyumayacaktır. Atalarımızın büyük tecrübeler neticesinde söylediği “Su uyur, düşman uyumaz” atasözü bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır. Bizler bu şehrin emanetçileri olarak kentimize sahip çıkacağız. Sahip çıkmak demek kavgaya hazır olmak demek değildir. Şehrimizi mamur etmek de sahip çıkmanın bir göstergesidir. Herkes Trabzon’a gücünün yettiği miktarda ve kendi alanında katkılarda bulunmalıdır. Bu maddî veya manevî olabilir.
Trabzon’la ilgili araştırmalar ve yayınlar her geçen gün artıyor. Bunlar hem sayı olarak hem de kalite olarak artış gösteriyor. Bu şehrin ekmeğini yiyen, suyunu içen ve havasını soluyanlar vicdan muhasebesi yaparak vefa duygusunun gereğini yerine getiriyorlar. Kimileri kalemiyle, kimileri maddî gücüyle şehre destek oluyor. Fakat bu, yine de tatmin edici boyutta değildir. Çünkü bu şehirden çıkıp da başka yerlerde iş yapan insanların sayısı hayli fazladır. Üstelik gittikleri yerlerde etkin görevlere gelmişlerdir.
Son zamanlarda Atilla Bölükbaşı, Trabzon’la ilgili güzel bir fotoğraf albümü çıkarttı. Benzerlerinden kat kat kaliteli ve geniş olan bu kitap çok konuşulacak. “Anılarda Trabzon” fotoğraf albümünü bizlere kazandıran değerli araştırmacı yazar Atilla Bölükbaşı, mazinin tılsımıyla ve eseriyle ilgili olarak şu görüşlere yer veriyor: “Her geçen gün dünün izlerini sildiğimizi, kültürel değerlerimizi bir kenara ittiğimizi ne zaman anlayacağız? Kente kimlik veren tarihsel birikimlerimizi gün gelecek arayacağız. Hem bunun bilincine varmak, hem de duyarsız kalıp yok olmalarına sessiz kalmak ne acı. Oysa eski fotoğraflarda öyle güzel öyküler gizli ki... Öykü kahramanlarımız o kadar neşeli ki... Bu neşeyi her karesinde görmek mümkün… Bütün bu güzellikleri, zenginlikleri bizlere ulaştıran ellere, gözlere, o duygulu yüreklere nasıl teşekkür edeceğim bilemiyorum. Ne büyük bir hazine bıraktılar geriye; bir kentin kimliğini, birikimini...”
Günümüzde Trabzon’la ilgili eski resimler büyük kıymet arz ediyor. Çünkü o günlere geri dönmek ve maziyi geri getirmek mümkün değildir. Bugünler de belki elli sene sonra tarih olacaktır. Çünkü dünya hızla değişiyor. İnsanlar belli bir süre sonra, yaşadıkları mekânları tanımakta zorlanıyor.
Tarihî şehrimiz Trabzon’la ilgili değişik resim albümleri var piyasada… Fakat hiçbirisi Atilla Bölükbaşı’nın hazırladığı “Anılarda Trabzon” isimli eserle boy ölçüşecek düzeyde değildir. Hakikatten hoş ve gösterişli bir albüm hazırlamış Atilla Bey… Trabzon’un tarihî kimliğine lâyık bir eski fotoğraf albümü olmuş bu… Eski Trabzon tarihini fotoğraf karelerinde dondurmuş adeta. Bugüne kadar değişik kişilerin özel arşivlerinde yer alan fotoğrafları büyük bir titizlikle bir araya getirmiş, teknolojinin imkânlarını kullanarak onarmış. Çok değişik ve hoş bir eser çıkmış ortaya. Serander Yayınları arsında piyasaya sunulan eserin editörlüğünü Kenan Sarıalioğlu yapmış. Hepsinin eline, emeğine, yüreğine sağlık…
Araştırmacı-yazar, şair, fotoğraf sanatçısı ve profesyonel grafiker olan Atilla Bölükbaşı, güzel çalışmalarıyla tanıdığımız değerli bir insan… Bir Trabzon sevdalısı... Daha evvel de Trabzon’u ve Akçaabat’ı tanıtan eserlere imza atmıştı. Son yıllarda işi daha da büyüttü. Trabzon’da benzeri olmayan bir atölye kurarak bu alandaki çalışmalarını profesyonelliğe taşıdı. Şimdi bütün Trabzonlu yazarlara, şairlere, grafikle ilgili işi olanlara hizmet veriyor. Trabzonluların hizmetine amade olarak bekliyor.
İki ciltten oluşan “Anılarda Trabzon” fotoğraf albümünün son derece titiz bir çalışmanın ürünü olduğu her hâlinden belli oluyor. Gerek baskı tekniği, gerek kâğıt kalitesi benzerleriyle kıyaslanmayacak kadar güzel ve benzersiz... Artık Trabzonlular da teknolojinin son buluşlarından ve nimetlerinden azamî derecede istifade etmelidir. Bölükbaşı bunun yolunu açtı bizlere; devamı da mutlaka gelecektir.
Atilla Bölükbaşı, eserini hem Trabzonlulara hem de yabancılara yönelik hazırlamış. Çünkü Trabzon, tarihî kimliği olan bir şehirdir. Gerçi tanıtım ve ulaşım yetersizliği yüzünden bu şehri ziyaret eden turist sayısı son derece azdır. Fakat gelecekte hep böyle kalacak diye bir şart yok. Onun için albümde dil olarak Türkçe ve İngilizce bir arada kullanılmış. Dünya dili olan İngilizce kitapta yabancı dil olarak yer almış. Böylelikle eserden yabancıların da istifade etme yolu açılmış; evrensel bir yapıya büründürülmüş.
Geçmişte bu şehirde yaşamış ve bugün yaşı kemale ermiş olanlar, bu kıymetli fotoğraf albümüne göz gezdirince gözleri yaşarıyor. Çünkü onların bu şehrin her bir caddesinde ve sokağında hatıraları var. Gerçi evler, sokaklar, caddeler değişmiş; yıkılmış; yerine yenileri yapılmış. Fakat mekân şeklen değişse de hatıralar değişmiyor, yok olmuyor. Her köşe başı bir anıya tanıklık ediyor. Bu albüme bakarak nereden nereye geldiğimizin muhasebesini de sağlıklı bir biçimde yapabiliyoruz.
İki ciltlik “Anılarda Trabzon” fotoğraf albümü 1056 sayfadan oluşuyor. Değişik kişi ve kurumlardan toplanan binlerce fotoğrafı içeriyor. Bu açıdan bakınca adeta Trabzon’un kadim bir tapusu niteliğini taşıyor. Fiyatı uygun olsaydı bu albümü kütüphanemde bulundurmak isterdim. İmkânı olanların bu eseri temin ederek kütüphanelerine kazandırmasının sayısız faydası var. Eseri Trabzon kültür hayatına sunan Atilla Bölükbaşı’nı yürekten kutluyorum. Eli ve gücü yettiğince Trabzon’un geri kalan diğer kültürel gizli hazinelerine de el atmasını, saklı değerlerimizi ortaya çıkarmasını kendisinden bekliyoruz. Bu hususta bize de bir görev düşerse bunu her zaman yapmaya hazır olduğumuzu belirtmek istiyorum.
BİR BAĞ-I İREM’DİR TRABZON…
M.NİHAT MALKOÇ
Karadeniz’in mavi döşeğinde en keyifli uykusunu uyur Trabzon!… Yorganı, yağmur damlalarını taşıyan bembeyaz bulutlardır. Yağmura sevdalıdır bu topraklar; yağmurun düşmediği gün enderdir bu diyarda. Bulutlar alabildiğine cömerttir Karadeniz göklerinde…
Kahramanlar yatağıdır Trabzon!... En zor şartlarda bile ölüm kalım savaşı vermiştir bu kentin sakinleri. Toprağı mübarek ve muazzez kanlarıyla sulamışlardır. Şehitlikler bunu ispat edercesine mağrurdur. Sultan Murat Yaylasındaki şehitler, yılın yarıdan çoğunda kar altında sonsuzluk uykularını uyusalar da güneş bir yorgan misali onları ısıtır, bağrına basar.
Bir şiirdir Trabzon; şairlerin tükenmez ilham kaynağıdır. Tarih ve medeniyetle yoğrulmuştur bu kadim topraklar… Hayallerimizi besler Trabzon’un hasreti, hüznü, taşı ve toprağı. Sılada keskinleşir bu şehre dair hasretin bilediği ayrılık hançeri… Nostalji yaşarsınız tepeden tırnağa kadar… Gözyaşlarınızın suladığı, hüzünlerinizin yeşerttiği mümbit toprağında cömertlik görülmeye değerdir. Toprakla, onu işleyenin samimi dostluğu sürüp gitmiştir.
Bu kadim şehirde zamanın ruhunu yakalarsınız kıskıvrak… Darda kaldığı o en zor zamanlarda bile asaletinden ve dik duruşundan hiçbir şey kaybetmemiştir bu asil ve vakur şehir… Düşman çizmeleri altında kalsa da hiçbir zaman korkudan el ayak öpmemiştir.
Bir türküdür Trabzon, yürek yangınıdır. Ezgilerin en yanığı, en yürek delenidir. Bu şehri biraz da türküleriyle, türkülere hayat veren eşsiz kemençesiyle sevdik. “Oy Trabzon Trabzon/İçin kalayli kazan/Efkarli günlerime/Geldi çatti ramazan” diye başlayan türküler, alır götürür sizi uzaklara... Trabzonlu şair Bedri Rahmi Eyüboğlu ne güzel anlatmış türkülerimizin doyumsuz hazzını ve havasını: “Ah bu türküler/Türkülerimiz/Ana sütü gibi candan/Ana sütü gibi temiz/Türkülerde tüter dağ dağ, yayla yayla/Köyümüz, köylümüz, memleketimiz./Âh bu türküler,/Köy türküleri/Dilimizin tuzu biberi/Memleket ahvalini onlardan sor/Kitaplarda değil, türkülerde ara Yemen’i/Öleni, kalanı, gidip gelmeyeni.../Ben türkülerden aldım haberi.”
Büyüleyen bir şehirdir Trabzon… Şehrin büyüsünü iliklerinize kadar hissedersiniz bu güzel şehrin cadde ve sokaklarında. Kendine çeker sizi bu tılsım… Bu şehri görüp de sevmeyen görülmemiştir. Zira bu şehir, dünle bugünü birbirine bağlayan sağlam bir köprüdür.
Ruhu olan şehirdir Trabzon... Ruh veren şehirdir. Yanımızda ve yakınımızda olmasına rağmen yine de bir çeşit hayal şehirdir. Bu şehre uzak düşenler, onu düşlerinde yaşatırlar. Trabzon’un en yakınında olsanız da, onu içinize alsanız da her daim özlenen ve gözlenendir o.
Trabzon biraz da horon demektir. Horon bu coğrafyada bir çeşit hayat tarzıdır. Genci, yaşlısı, kadını, erkeği; uzayıp giden horon halkalarında yerini alır. Kemençenin yürekleri hoplatan ezgilerine kimse dayanamaz. Karadeniz’in yiğit delikanlıları dizlerini toprağa vurduklarında adeta yer titrer. Niyazi Tarakçıoğlu horonu içselleştirerek bakın nasıl anlatır:
“O, güzel yurdumuzun bir bölgesi demektir,
Horon bu bölge için, su, hava ve ekmektir.”
Onsuz tarla ekilmez, onsuz biçilmez başak,
Onsuz fındık toplamaz kara zıpkalı uşak.”
Trabzon, şairlerin yazıp bitiremediği yerdir. Keşke Ahmet Hamdi Tanpınar bu şehri de gönül gözüyle görseydi. İstanbul, Ankara, Erzurum, Bursa ve Konya’dan sonra Trabzon’u da satırlarında ebedileştirseydi. Bu şüphesiz ki Tanpınar’a da, Trabzon’a da çok şey kazandırırdı.
Kadim devirlerde ayinler yapılan Sümela Manastırı’nda; eski kiliselerden biri olan, şimdilerde ezan okunan Yenicuma Camii’nde, bir zamanlar yine ezanlar okunan Ayasofya’da zaman durmuştur sanki… O günden bugüne, köprülerin altından çok sular akıp geçmiştir.
Bağ-ı İrem’dir Trabzon… Renk renk çiçekler açar yaylalarında. Kuşlar en güzel bestesini okur seher vakitlerinde. Cennetin dünyaya düşen emsalsiz gölgesidir. Âb-ı hayat akar onun çeşmelerinin altın sarısı kurnalarından. Başı göğe değer dumanlı dağlarının…
Trabzon; Kerem’in Aslı’sı, Mecnun’un Leyla’sı, uzak düşenlerin karasevdasıdır.
FAROZ’DA GÜNBATIMI…
M. NİHAT MALKOÇ
Gecenin koynunda uyur, karanlıkları yorgan niyetine üstüne örten denizin yavuklusu Faroz… Geceler burada hayatın ağır yükünü taşır sinelerinde. Balıkçıların yorganı masmavi sular olur ıpıslak uykularında. Deniz, bulutlarla ağlaşır dönmeyen yolcularının ardından. Ufkun öte yanında kalanlar, beridekilerin hüznüne ortak olur. Hepsinin de gönül heybesinde sararmış sonbahar yaprakları misali birikmiş hatıralar vardır. Hatıraların mahşerinde cam kırıkları can kırıklarına karışır. Uzaklarda bekleşenler, acıların çeşmesinden içerler kana kana.
Faroz’a gün doğarken ve Faroz’dan gün batarken görsel bir şölen yaşanır adeta. Bu şöleni hayatında bir kez olsun seyretmeyenler çok şey kaybetmiş demektir. Zira kelimelerle tarif edilemez Faroz’un doyumsuz gündoğumları ve de günbatımları... Güneş suların mavi dudaklarından öper hasret ve iştiyakla. İki sevgilinin buluşması misali sarmaş dolaş olurlar.
Faroz’un deniz havası ilaç gibidir. Ciğerleriniz bayram eder o havayı doyasıya içinize çektiğiniz zaman. Orda harmanlanmış çocukluğumuzun nadide baharları. Umutlarımız, kederlerimiz, hasret yüklü türkülerimiz dalgakıranların dehlizlerinde yankılanmış gün gece demeden. Hayat orda göstermiş bize acı tatlı yüzünü. Ruhumuzdaki hüzünleri taşırmışız denizin masmavi sularına. Berrak deniz, içimizde biriken zehre panzehir olmuş çoğu zaman…
Faroz her zaman uysal bir çocuk değildir. Karadeniz gibidir Faroz ve Farozlular… Bazen fırtınalı, bazen sakin… Bu kıyı beldesinde yaşayanların tabiatı, denizinkine ne kadar da benzer. Deniz gibi cömerttir burada yaşayanlar… Bir somun ekmeğini seninle bölüşmeye her zaman hazırdırlar. Fakat damarlarına basmamalı hiçbir zaman… Trabzonluluk ve Trabzonsporluluk ruhlarına işlemiştir bu güzel insanların. Bu kadim şehrin bütün özelliklerini ve güzelliklerini taşırlar ruh köklerinde. Onlar bu şehrin gülen yüzü ve gösterişli vitrinidirler.
Faroz, sohbetin bir çayın demi kadar koyulaştığı kadim dostlukların gülistanıdır. Zira Faroz’un bir sahil kahvehanesinde içilir demli çaylar… Çayın biri gider öbürü gelir. Burada insanlar çay ısmarlama konusunda birbirleriyle yarışır adeta. Muhabbetler çayın demine ve buğusuna karışır. Taşlar dizilirken masa üstüne, koyulaşır sohbetler bir Rize çayının deminde. Umutlar yeni doğan günle birlikte tazelenir. Zira burada umuttur insanları hayata bağlayan…
Sabahın alacakaranlığında, in cin uykudayken bir balıkçı teknesi limandan açılır denizlere. Umut yüklüdür güvertesi, onun içindir ki dalgaları yararak ufka doğru yol alır. “Vira bismillah” der içinden kürekleri çeken, bedeni ihtiyar, ruhu genç bir balıkçı… “Rasgele dostum rasgele…” der onunla beraber rızık avcılığına gidenler… Hepsi de denizin diliyle konuşurlar. Dostturlar denizle… Elleri boş dönseler de bozulmaz denizle olan ömürlük dostlukları. Zira deniz ana gibi kucağında taşır onları bir ömür boyunca. Aç kaldıklarında deniz anadan bir somun ekmek isterler. Deniz onları hiçbir zaman eli boş döndürmez geriye.
Akşamdan denize serilen ağlar, besmele denen rızık anahtarıyla toplanır bir bir… Takalar taşımakta zorlanır gözleri parıl parıl parıldayan hamsileri… Her bir hamsi adresine teslim edilir gözlerinden uyku damlayan balıkçılar tarafından. Evlerde bolluk ve bereket yaşanır. Fakirin de karnı doyar böylece. Ağır yüklerinden dolayı takalarını limana zor çeken balıkçılar, onca yorgunluğa ve uykusuzluğa rağmen başlarlar kolbastı oynamaya. Kolbastı Faroz’un toprağa diz vuruşudur; hırçın tabiata ve dalgalı denize meydan okumasıdır. Bir de Erkan Ocaklı söylemeye görsün türkülerini, ondan sonra kimse tutamaz Farozluları… Kolbastı, Karadeniz insanının enerjisinin bir çeşit dışavurumudur. Bu bir çeşit av dönüşü bayramıdır. Niye sevinmesinler ki… Hem cepleri bayram edecek, hem de fakir fukaranın, garip gurebanın evleri. Aç mideler hamsiye doyacaktır böylelikle. Zihinler keskinleşecektir.
Köfte balık yemek istiyorsanız Faroz sahiline atmalısınız kendinizi. Burada yenen köfte balığın damaklarınızda bıraktığı doyumsuz ve bitimsiz lezzet, size Akçaabat’ı aratmaz. Gözünüzü ve gönlünüzü bayram yerine döndüren Karadeniz, en doğal ezgilerini cömertçe paylaşır sizinle. Martılar insanlara pek yakındır, yeter ki onlarla paylaşacağınız balık olsun...
GANİTA’DA DÜŞ NÖBETLERİ
M.NİHAT MALKOÇ
Dalgalar kıyıların saçlarını okşuyor gecenin ayazında. Deniz, o masmavi gözleriyle ufuklara göz kırpıyor karanlığın koynunda. Düşler kapısını aralıyor gerçeğin asık suratına. Çakıl taşları söyleşiyor suların mavisiyle… Ay, doyumsuz bestesini fısıldıyor tan vaktine…
Bir deniz türküsünün yanık ezgileri okşuyor kulağımı. Yoldaşım oluyor dalgaların fısıltıları. Sular dertlerini döküyor kıyılara. Özgürlük denizlerde, huzur, sonsuzluk, yalnızlık, daha ötesi… Gönül, ayrılık ateşini denizin kollarına atılarak biraz olsun hafifletiyor.
Çok uzaklarda aradıklarımızın çok yakınımızda olduğunu fark etmenin şaşkınlığıyla deniz yıldızlarıyla söyleşiyorum. Yakamozlar göz kırpıyor köpüklü sulara…
Âh Ganita, huzur sanma çok uzaklarda… Yarının dertleriyle dertlenmek ahmakça… Bir nefes kadar yakın olan huzuru çok uzaklarda aramak basiret körlüğü değil de nedir? Bir anlasana… Bir masalın sihirli dünyasında dolaşmak kadar gizemli denize, dalgalara, martılara sırlarını dökmek ve onlarla hemdert olmak… Açılmak, gönül boşluğundan ta derinlere…
Kulak vermeli denizlerin çağrısına. Ardına bakmadan ufka yol almalı sonsuza kadar… Âh Ganita, beni bir sen, bir de mavi gözlü denizler anlar ancak… İçimi ısıtır yakamozlar…
Balıklar ne de güzel öpüşür dalgalarla, sonsuzluğa yol alır derin sularda. Deli dolu fırtınalar bile denizlerin dik başını eğemez. Balıkçıların ağları umuda atılır, umutla çekilir.
Ketumdur deniz, paylaşmaz sırlarını yabancılarla. Bir ıstırap güftesini besteler dalgalar aşıkların koyun koyuna sırnaştığı dolunay gecelerinde… Denizler ki yol alır sonsuzluğa…
Şimdi Ganita’da tavşankanı çayımı yudumlarken düş nöbetlerinde yüreğim… Hüzünlü bir keman sesi şehrin ara sokaklarına dağılmakta. Ruhumun ıpıssız koylarına sevda sularında yol alan bir taka sokulmakta; ölümsüz aşkları taşımakta gönül limanlarına…
Umut çiçekleri yeşermeden solmakta gönül saksısında. Güneş ufuklara ‘elveda’ demekte sararan yüzüyle. Yıldızların hükmü irileşmekte karanlık gecelere inat…
Sana sığınıyor yaralı kalbim âh Ganita!.... Vurgun yemiş yüreğim fırtınalarda. Ne sen eski sensin, ne de ben eski benim ey mavi gözlü melek!... Yüreğim kanamakta derinden…Gülüm solmakta ıssız gönül bahçelerinde. Hazan düşmekte mevsimlerden payıma.
Ilgıt ılgıt esen rüzgarlar dağıtır o ipek saçlarını Ganita!... Hasret abanır gönül mahzenine. Acılar düğümlenir göğüs kafesinde. Bembeyaz kağıtlara dökülür gözyaşıyla yazılmış kurşundan daha ağır mısralar… Âh Ganita, ben kendimle boğuşurken sen heybetli bir dağ gibi duruyorsun karşımda. Şimdi ömrüm bir med-cezir kavşağında tükenmekte…
Ganita, beni anla!... Yüreğimi kurtar paslı prangalardan. Yeşersin içimin çöllerinde solan düşlerim… Gönül dağlarımdaki buzları erit gül kokulu nefesinle. Mürekkeple hokkanın dostluğu başlasın yeniden. Dolunaylı gecelerde yine el ele tutuşalım sahillerde. İmbat, ikindi vakitlerinde okşasın meçhul sevgilinin ipek saçlarını… Denizlerin âhı tutsun gökleri…
Ömür bir kelebeğin nefesi kadar kısa… Feryat kanayan gönlümün aşınası… Umut ve vuslat aşıkların som altından yitiği… Yağmurlar dertlerimin ve gözyaşlarımın tek tanığı… Kaybolan gözlerim aşkın tenhasında, şaşı nazarlarım ufukların ardında… Omuzlarımda aşkın kurşundan ağır yükü, dizlerim çatırdıyor. Gönlümün anahtarını nerden bulurum şimdi?
İçimde kahkahaların ölü bedeni… Sol yanım sende kaldı Ganita!... Bir güzelin saçlarına bağlandı yetim hissiyatım… Hicranın namlusundan çıkan kurşunlar gönül evini tarumar etti. Vurgun yemiş ümitlerin dağıldığı demdeyim… Zor bir denklem var önümde…
İçimdeki hasretin göç vaktidir. Ay ışığı akar uykulu gözlerimden. Bahar gözlerinde kaybolmuş senin. İçimdeki yangınları söndürür pınarların. Aşkın sürgün verir çorak tarlalarımda. Bir eski şarkıda anılır adın… Çözülür aynalarda saklanan sırlar… İçimdeki şair hezeyan eder uluyan zamana… Gözbebeklerinde gizlenir bahar neşesi… Göklerimde boy verir hüzün bulutları… Aşkın ile dirilmeyi bekleyen yürek nöbette… Aşkın damlıyor hüzünkâr kalemimden… Ey Ganita, o demli çayların hatırına beni unutma, beni unutma!….
KARADENİZ’DE KADIN OLMAK…
M.NİHAT MALKOÇ
Güzel olduğu kadar da zor bir coğrafyadır Karadeniz… Turistik gezi için gelip de bu tablo misali güzelliklere uzaktan bakanlar bu zorlukları göremezler. Onun için de burada yaşayanları bahtiyar insanlar olarak sayarlar. Tabir caizse içi seni, dışı beni yakar…
Bu zor ve bir o kadar da hoyrat coğrafya karşısında ayakta durmak hiç de kolay değildir. Hele bir de burada yaşayan kadın olursa… Zira bu coğrafya kadın için ‘çile’ demektir. Kadın tarlada ve bahçede çalışır, inek besler, sırtında ormandan odun getirir. Bu da yetmez, evin yemeğini, çamaşırını ve bulaşığını çekip çevirir. Bu bölgede kadının eğlenmeye ayıracak zamanı yoktur. Eğlence onun hayat kitabında yazmayan bir kavramdır. En büyük eğlencesi çalışırken kendi kendine türkü ve mani söylemektir. Bununla yetinmek zorundadır.
Karadeniz’de kadın olmanın zorlukları coğrafî şartlarla ilgili değildir sadece… Karadeniz erkeğinin keyfine düşkünlüğü de bu yörede yaşayan kadınların zorluklarının bir başka acı yüzüdür. Başka bölgelerde erkeklerin yaptığı birçok işi Karadeniz’de kadınlar yapar. Erkekler dışarıda para kazanır, bunun dışında ev ve bahçe işlerine karışmazlar. Bazıları para da kazanmaz, aylak aylak dolaşır, yine de beyliğinden ve keyfinden ödün vermez.
Karadeniz’de ailenin bütün yükü ve sorumluluğu kadının üzerindedir. Evi onlar döndürmek zorundadır. Evin erkeği belli bir işte çalışmıyorsa sabahtan akşama kadar kahvehanelerde sürünür, akşam öylece eve gelir. Hesap sorması gereken kadın olduğu halde, gün boyu kahvehanede oyun oynayarak vaktini boşa geçiren erkek, eve gelir gelmez hesap sormaya başlar. Yemeği önüne biraz geç gelmişse hemen çıkışır gün boyu çalışıp çırpınan eşine… Bazı kendini bilmezler öfkesini yenemez, daha da ileri giderek şiddete başvurur.
Karadeniz kadını kaderine teslim olmuştur. Bunca zahmetleri bir kader olarak görür ve onlara boyun eğer. Bu yörede kadın; erkekle boy ölçüşecek kadar güçlüdür, kararlıdır fakat erkeğine karşı da boynu kıldan incedir. “Erkektir, sever de döver de…” teslimiyeti onun kolunu kanadını kırar. Bütün bu zahmetli işlere rağmen erkeğini mutlu etmek onun için bir ibadet kadar önemlidir. Hatta kocasının mutluluğu için; yaşlanmış, yataklara düşmüş kaynanasını ve kaynatasını da bakar. Karadeniz kadınının tahammül sınırı yoktur. Allah onlara Eyüp sabrı bahşetmiştir. Onlar kavga, gürültü çıkmaması için çoğu şeyi duymazlar.
Karadeniz’e paralel inen sıra dağlar kadınların azmine engel olamaz. Şehir kadınları düz yolda yürümekte zorlanırken, bu engelli coğrafyanın kadınları hiçbir engel tanımaz. Karadeniz kadını bu cennet gibi coğrafyada cehennem hayatı yaşar da yine de şikâyet etmez.
Bu topraklar, üzerindekilerin karnını doyurmaz. Onun için Karadeniz kadınlarının çoğunun eşi gurbettedir. Eşini ya yılda bir görür, ya o kadar da göremez. Yolunu gözler gurbet ellere gönderdiği eşinin… Mektuplara döker içinde göllenen hasret gözyaşlarını…
Namusu için yaşar Karadeniz kadını; bu yüzden iffetine son derece düşkündür. Kocası yıllarca gurbetten gelmese de aklından iffetsizlik asla geçmez. Son nefesine kadar bekler nikâhlısını… Eşini Nataşa’ya kaptırsa da nispet yapmayı aklının ucundan dahi geçirmez.
Sözünün eridir Karadeniz kadını; sözü namus bilir ve verdiği sözün gereğini yapar. Gıybet ve iftira gönül kitabında yer almaz; hem bunları yapacak vakti de yoktur çalışmaktan...
Karadeniz kadını kışın köyde, yazın yaylada dur durak bilmeden çalışır. Gün gelir inek sağar, gün gelir tezek yapar, gün gelir tırpanını eline alarak çayır biçer. Alnından akan ter, ana sütü kadar mukaddestir. Yaylalar, sevdalısının yolunu bekleyenlerin içindeki hasreti dağıtır.
Karadeniz kadınının üzerine güneş doğmaz. Karanlığın ağardığı vakitlerde kalkarak sabah namazını kılar. Güne besmeleyle ve bereket ümitleriyle başlar. Bir daha da yatmaz. Yatmak ne mümkün… Ahırda inekler, beşikte bebekler, kulübede köpekler onu bekler. Hepsi yemek ister, ilgi ister. Tarlada mısırlar, bahçede çaylar, dalda fındıklar onun yolunu gözler.
Karadeniz kadını sağlam aile yapımızın en büyük teminatıdır. Zira dobradırlar, harbidirler, sağlam karakterlidirler. Kan kussalar da kızılcık şerbeti içtim der geçerler…
Evlerinin güçlü ve sarsılmaz direğidir Karadeniz kadınları… Bir iş olunca, etraflarına bakmadan kendileri görürler. Bunu gösteriş olsun diye değil, inandıkları için yaparlar.
Doğurgandır Karadeniz kadını… Şimdi eskiye nazaran azalmış olsa da, bu yörenin kadınlarının sahip olduğu çocuk sayısı Türkiye ortalamasının çok üzerindedir. Üç beş çocuğu çocuktan bile saymazlar. İkili rakamlarla ifade edilir bir kısmının çocuk sayıları… Şehir kadınları hamile kalınca her türlü işten kopsalar da Karadeniz kadını doğurana kadar bağında, bahçesinde çalışır. Hamile olduğu, ancak karnının şişmesiyle anlaşılır. Zira hamilelik ayaklarına yatıp etrafındakileri kendine hizmetkâr yapmaz. Bir kısmı çocuğunu bağda, bahçede doğurur. Hamileliğinin kaçıncı ayında olduğunu düşünüp hesap etme ihtiyacı bile duymazlar. Çünkü bu zor şartlarda geçinebilmek için çalışmak zorundadırlar. Zira eve ekmek, sofraya çorba getirmek çalışmakla olur. Miskin miskin oturarak nimet beklemek tevekkül anlayışlarıyla bağdaşmaz. Onlara göre alınlar terlemeli nimetlere layık olabilmek için…
Cefakâr olduğu kadar da vefakârdır Karadeniz kadını… Yapılan iyiliği hiçbir zaman unutmazlar; yaptığı iyiliği de hiçbir zaman başa kakmazlar. Bakmayın mütevazı olduklarına yeri geldiği zaman hırçınlaşmasını ve karşısındakini mat etmesini de bilirler. Sözü düşünerek, az ve öz söylerler. Lüzumsuz konuşmak onlar için hafiflik olarak addedilir. Gerçi çalışmaktan uzun konuşmaya, isteseler de vakitleri yoktur. Onlar laf değil, iş ve hizmet üretirler daima…
Karadeniz kadını dünyaya geldiği andan son nefesini verdiği ana kadar hep hareket halindedir. İbadet edercesine çalışan bu insanların şişmanlama gibi bir dertleri de yoktur. Şehirdeki kadınlar zayıflamak için spor salonlarına avuç işi para verirken, onlar doğal yoldan formlarını korurlar. Kilo alsalar bile ormandan birkaç kez odun taşıdıklarında fazla kilolarını verirler. Üstelik onların kilolarıyla bir dertleri de yoktur. Mevcut durumlarıyla barışık yaşamasını bilirler. Onların yaşlanma ve ölümden korkuları da yoktur. Yaşlanmayı doğal bir süreç olarak görüp bu yeni durumlarına kolay uyum sağlarlar. Yüzlerindeki ve alınlarındaki kırışıklıkları gerdirme, akıllarının ucundan bile geçmez. Sosyetede moda olan silikon taktırmanın ne olduğunu bile bilmezler. Onlar aynalarla daima dost ve barışık olarak yaşarlar.
Güne namazla, besmeleyle başlayan, yatsı namazını kılar kılmaz yatıp ertesi gün yapacaklarını zihninden geçiren bu insanların ölümden korkmak gibi anlamsız korku ve endişeleri de yoktur. Zira peygamberî bir anlayışla; hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahret için çalışarak daima teyakkuzda olurlar. Onlar mutasavvıf şair Yunus Emre’nin “Ölümden ne korkarsın/Korkma ebedi varsın” sözüne yürekten inanmışlardır.
Deniz ve çiçek kokuludur Karadeniz kadınları… Gözlerinin büyüleyici rengini Karadeniz’in uçsuz bucaksız mavisinden almışlardır. Manalı bakışları denizler kadar derindir. Yayla bahçelerindeki çiçeklerin eşsiz kokusu sinmiştir tenlerine. Saçlarına papatyalar takan bu güzel kadınlar tezek yapsalar da, o tezek kokusu çiçek kokuları arasında kaybolur gider.
Onlar ekmeğini, yemeğini ve tuzunu paylaşırlar ama erkeğini paylaşmazlar kimseyle… Moskof’un kadınlarıyla dünya baş edemese de onlar baş edebilmişlerdir. Yuvayı yapan dişi kuştur onlar… Fakat damarına bastığınız zaman bir kartal, bir şahin gibi yırtıcı olabilirler. Karadeniz’in dalgaları gibi hırçınlaşmasını bilirler yeri geldiği zaman… Hele bir hırçınlaşmaya görsünler önlerindeki bütün dalgakıranları tuz buz ederler. Onlar ki belindeki silahıyla yedi düvelin karşısında dimdik dururlar. Onlarla iyi geçinmek en doğru davranıştır.
Tabiatın koynunda yaşayan Karadeniz kadını, erkeklere nazaran uzun ve sağlıklı bir ömür sürer. Bu sanki onların gece gündüz çalışmalarına karşılık Allah’ın kendilerine sunduğu ilahî bir lütuftur. Onların uzun ve bereketli bir ömür sürmesinde bağından, bahçesinden elde ettikleriyle doğal beslenmesinin etkisi de inkâr edilemez. Tabiat onlara adeta kalkan olur.
Karadeniz kadını moda nedir bilmez. Onun için moda, bir basma etek olsa da, üstüne yakışandır. Bağda, bahçede çalışsa da temizlik onun için vazgeçilmezdir. O, üstündekiler iyice yıpranmadan yenisini almayı hiç düşünmez. Çünkü paranın ne zor kazanıldığını iyi bilir. Karadeniz kadınının mesaisi 24 saat devam eder. Zira dışarıdaki işleri halleden kadının asıl zor mesaisi evde başlar. Onlar başımızın tacıdır. Allah onları başımızdan eksik etmesin…
KENTİNE SAHİP ÇIKAN, KENDİNE SAHİP ÇIKMIŞ OLUR
M.NİHAT MALKOÇ
“Kastım budur şehre varam/Feryat ü figan koparam”(Yunus Emre)
“Trabzon deyince aklıma bir salkım karayemiş gelir”
Düşlerimizi besleyip büyüten şehirdir Trabzon… Hatıraların masmavi sularında soluklanırız bu şehirde. Kıldan ince, kılıçtan keskin ve bir o kadar da inatçı yağmurlar yıkar; rüzgârlar da bir ana şefkatiyle kurular ve tarar kır saçlarımızı… O yağmurlar ki toprakla olan dostlukları iki sevgiliyi andırır. Faroz’da bir balıkçının ağına takılıp gider bakışlarımız… Hamsi kokar denize ve (bordo)maviye dair düş ve düşüncelerimiz…
Bu şehir candır, canandır; cadde ve sokakları üzerinden geçenleri bağrına basar. Onları zaman tünelinden geçirerek tarihin dehlizlerine götürür. İstanbul’un Fatih’i Sultan Mehmet, onca meşakkati göze alarak Zigana sırtlarından iner Trabzon’da üs kuran Rum’un üstüne. Yıllar geçer Yavuz Sultan Selim’i genç bir şehzade, bir vali olarak, Kanunî’yi ise Ortahisar sokaklarında dolaşan kendi küçük, hayalleri büyük bir sultan ve halife olarak görürsünüz.
Yollarına, köprülerine, camilerine, cadde ve sokaklarına tarihin enfes kokusu sinmiştir Trabzon’un. Zağnos ve Tabakhane köprülerinden geçenlerin izi kalmıştır kesme taşlarda. Boztepe bir kalkan olmuştur şehrin üstüne. Hayret ve hayranlık dolu bakışlar şehrin üstünde odaklanmıştır. Zaman içinde zaman, devir içinde devir bu toprakların gül yüzünü düne çevirmiştir. Sümela Manastırı’nda ve Ayasofya’da hoşgörü ve bağlılık, Uzungöl’de tabiatın gülen yüzü bu şehri daha da yaşanılır kılmıştır. Ganita’da içilen demli çayların buğusu hatıraların demine karışarak gönülleri nostalji ırmaklarında sürüklemiştir.
Medinede(Şehirde) Yaşayanlar Ne Kadar Medenî?...
Kökeni Arapça olan “Medine” kelimesinin manası “şehir” dir. “Şehirleşmek, kent hayatı” şeklinde ifade edilen “medeniyet” de bu kelimeden türetilmiştir. Bunun Batı dillerindeki karşılığı ‘civilisation’dur. Günümüzde ‘medeniyet’ kelimesi yerine “uygarlık” sözü de kullanılmaktadır. Fakat “uygarlık” kelimesi “medeniyet” sözünün manasını tam olarak veremez. Çünkü “medeniyet” kelimesi, manası itibariyle çok daha kuşatıcıdır.
Tarihe baktığımızda görürüz ki medeniyetler hep şehirlerde kurulmuştur. Şehirler kültür, sanat ve edebiyatın merkezi olmuştur. Durum bu iken, günümüzde şehirler insanların ortak paydası olmaktan çıkarılıp kültürel yozlaşmanın yaşandığı, insanların istiflendiği diriler mezarlığına dönüştürülmektedir. Buna ‘modern toplama kampları’ da diyebilirsiniz.
Bugünün medinelerinde(şehirlerinde) yaşayanların tavır ve davranışlarına medeniyet penceresinden baktığımızda hiç de iç açıcı manzaralar göremeyiz. Şehirlerde yaşayanların daha medeni davranışlar göstermesi beklenirken, yaşanan durum hiç de bu doğrultuda değildir. Cadde ve sokağın ortasına rahatlıkla tüküren, elindeki çöpü pervasızca yere atan kişinin, şehirde yaşasa da medenî olduğunu söylemek mümkün değildir.
Büyük ve köklü uygarlıkların temeli kentlerde atılmıştır. Bu gerçeği teslim ettikten sonra bizler de kent kültüründen ve bu uygarlıktan payımızı almalıyız. ‘Köyümün kültürünü kente taşıyacağım ve orada kendi fildişi kulemde yaşayacağım’ diyenler, ne kentli olabilir, ne de köylü kalabilirler. Bir kere kişi, bulunduğu konumu bilmeli ve ona göre davranmalıdır.
Kentte yaşamanın belli başlı kıstasları vardır. Kent yaşamı, insanı disipline eder ve belli noktalarda kısıtlar. Köyde yaptığınız gibi, içinizden geldiği gibi davranamazsınız. Halısını alt kattaki komşusunun başına silkeleyen, sabahtan akşama kadar tepinerek alt kattaki komşusunu bezdiren, çerini çöpünü apartmanın ortak alanlarında, merdiven altlarında biriktiren, asansörü sadece kendi malıymış gibi sorumsuzca kullanan kişilerin şehirli(medenî) olduğunu kim söyleyebilir ki?... O insanlar ki asansörde karşılaştıklarında bile komşusuyla selamlaşmazlar, hastası olana geçmiş olsuna, cenazesi olana taziyeye gitmezler. Sözün bu noktasında Üstad Necip Fazıl’ın “Apartman” şiirini hatırlıyorum. Şöyle diyordu Üstad: “Sır vermeye alışkan/Pencereler aydınlık/Duvara şüphe çakan/Gölgelerde şaşkınlık//Üst üste insan türü,/Bu ne hayat, götürü!/Yakınlıktan ötürü/Kaçıp gitmiş yakınlık...”
Şehirle sakinleri arasındaki bağlar zayıflayınca çözülme ve kopmalar baş gösterir…
Şehirler insanların kaynaşmasına müsait alanlardır. Fakat günümüzde şehirlerde paylaşma kültürü iyice zayıflayarak yok olma noktasına gelmiştir. Zira şehirlerde yaşayanlar biyolojik anlamda diri olsalar da, kültürel ve sosyal iletişim anlamında birer ölüden farksızdırlar. Herkes kendi içinde kurduğu dünyada kalabalıklar içinde yalnızlık yaşamaktadır. Bu, güzel Trabzon’umuz için de geçerlidir. Trabzon’da sokağa çıktığınızda candan ‘merhaba’ diyeceğiniz, selamlaşabileceğiniz insan sayısı her geçen gün azalmaktadır.
Eskiden şehirlerin de bir kimliği ve ruhu vardı. Burada yaşayanlar bu kimlikten ve ruhtan beslenir, şahsiyetlerine şekil ve renk verirlerdi. Fakat bugünün şehirlerinin belli bir kimliği, kişiliği ve genel anlamda söylemek gerekirse ruhu yoktur. Kozmopolit yapı, şehirlerin ruhunu dinamitlemektedir. Ruh olmayınca bedenin de bir hükmü yoktur. Zira ruhsuz beden bir leşten ibarettir. Onun içindir ki günümüzde şehirler hep birbirine benzemektedir. Oysa eskiden Trabzon deyince bu şehri çağrıştıran değerler gözümüzde canlanırdı. Fakat günümüzde bu değerler her geçen gün azalmakta ve yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadır. Bu, şehrimiz için tehlike çanlarının çaldığı anlamına gelmektedir.
Şehirle onun sakinlerini birbirine bağlayan bağlar vardır. Bu bağlar sevgi, muhabbet, dayanışma ve aidiyet duygularını güçlendiren bağlardır. Trabzon’la Trabzonlular arasındaki güçlü bağlar her geçen gün zayıflamaktadır. Kentine yabancılaşanlar, bir noktadan sonra kendine de yabancılaşarak yalnızlığa düşerler. Bunun dayanılmaz sancılarını yaşamaktayız.
Kent bilinci bir inancın yansımasıdır. Bilge mimar Turgut Cansever “Allah’ın yarattığı dünyanın güzelliğini idrak etmeyen, kendisini bu dünyayı güzelleştirmekle yükümlü saymayan, toprağı kısa vadeli çıkar ve talan aracı olarak gören nesiller tarafından dünyanın kirletildiği yirminci asırda insanın kendisine temiz ve güzel bir çevre, şehirler, mahalleler ve evler geliştirmesi de imkânsızdır.” diyerek bir gerçeğe parmak basmaktadır. Bu tespit ne yazık ki genel anlamda birçok şehrimizde ve özelde Trabzon’umuzda doğrulanmaktadır.
Aidiyet Duygusu…’Benim Şehrim’ Diyebilmek….
Şehirler aslında canlı organizmalardır. Onların da olan biteni seyrettikleri gözleri, iyi kötü sözleri duydukları kulakları, hoş veya nâhoş kokuları hissettikleri burunları, lisan-i hâl ile de olsa içlerini döktükleri dilleri, her şeyden daha önemlisi de bir ruhları vardır. İnsanlar 24 saatin yarıya yakınını uykuda geçirmelerine rağmen şehirler yüzyıllardır hiç uyumazlar.
İnsanların olduğu gibi şehirlerin de bir kimliği ve kişiliği vardır. Ortak kültür, bu kimliğin ve kişiliğin deseninin rengini oluşturur. Şehirler devasa film platoları gibidir. Orada her gün farkında olunmadan yüzlerce film çekilir; hayat, zamanın nehrinde akar alabildiğine, sonsuzluğa... Şehirler bazen bir ana kadar şefkatli, bazen de bir baba kadar otoriterdir; bazen de bir sevgili kadar cana yakındır. Şehir, sakinleriyle aşk üzere söyleşir, söyleşmelidir. Bu minval üzere sürüp giden şehir hayatı şehrin sakinlerine huzur ve sükûn pompalar.
Kent sosyal bir olgudur. Kentte yaşayanlar şehrin sosyal dokusunu oluştururlar. Bu kişilerin şehre dair sorumlulukları ve yükümlülükleri vardır. Kişi yaşadığı şehrin kültürünü benimsemeli, o kültürle ruhunu cilalamalıdır. Kent sakini, kent bilincini iri ve diri tutmalıdır.
Şehir, orada yaşayanların ortak paydası olmalıdır. Orada yaşayanlar bu ortak paydada buluşurlar. Bu durum şehrin sakinlerinin şehre aidiyet duygusunu da güçlendirir. Şehre aidiyet duygusu zayıf olanların o şehri sahiplenmesi ve o şehirle bütünleşmesi mümkün değildir.
İnsanlar yaşadıkları şehirlere köylerini taşımamalıdır. Eğer herkes köyündeki kültürü şehre taşırsa ortak paydada birleşmek mümkün olmaz. Bu da kültürel çatışmalara ve ayrışmalara zemin hazırlar. Bunun ötesinde şehre yabancılaşmak tehlikesi vardır.
Kentin eğitim, sağlık ve ekonomik imkânları köylere göre daha fazladır. Kente gelenler bunun için köylerini terk ederler. Fakat sırf bunun için kente göçenleri bekleyen sosyal riskler de vardır. Keza kentte ilişkiler ne yazık ki faydayla sınırlıdır. Bu ortak mekânda yaşayan insanlar dost çevrelerini seçerken faydayı ayırt edici unsurların başına koyarlar. Bu sakat mantıkla kurulan ilişkiler, fayda unsuru ortadan kalkınca çabucak çöküverir.
Öncelikle yapılması gereken kentsel dönüşüm değil, sosyal dönüşümdür….
Günümüzde kentsel dönüşüm çalışmaları almış başını gidiyor. Yerel ve merkezi yönetimler kentsel dönüşüm hamleleriyle, moda tabirle ‘marka şehirler’ kuracaklarını, şehirleri kurtaracaklarını sanıyorlar. İlgili kuruluşlar bu yolda koşar adım ilerliyorlar. Geleneksel mimariden, yerli motiflerden nasiplenemeyen bu dönüşüm gayretlerinin hamileri, ‘kentsel dönüşüm’ adı altında ‘kentsel hapishaneler’ kurduklarından haberdar bile değillerdir.
Trabzon’daki kentsel dönüşüm hamlelerine, TOKİ konutlarına bu pencereden baktığımızda çok müspet şeylerle karşılaşamayız. Zira Bahçecik’teki son yeşil alan olan bir fındıklık, kentsel dönüşüme kurban edilmiştir. Burada yapılan çok katlı binalar şehrin tarihî dokusunu bozmuştur. Trabzon’un son dönemlerdeki yüz akı olan Mehmet Akif Ersoy Camii, onun zarif ve naif minareleri yapılan binaların, beton yığınlarının gölgesinde kalmıştır.
Bence şehirlerin asıl sorunu kentsel dönüşüm değil, sosyal dönüşümdür. Siz ne kadar kentsel dönüşüm projeleri gerçekleştirseniz de sosyal dönüşüm yapmadıktan sonra insanlar koca sitede veya apartmanda kalabalıklar içerisinde yalnızlaşmaya ve onun derin sancılarını çekmeye devam edeceklerdir. O zaman da bu binalar barınma amacından öteye gidemeyecektir. Oysa binalar sadece barınma amaçlı yapılmamalı, insanın ruh dünyasına da seslenmelidir. Sitelerde kişinin kendini mutlu hissedebileceği sosyal ortamlar oluşturulmalıdır. Fakat bugünkü mesken anlayışında bunun düşünülmediğini görüyoruz.
Kent Kültürü ve Kentlilik Bilinci…
Kentlilik bilinci aslında öncelikle kişinin zihninde gerçekleşen duygusal bir oluşumdur. Kentte yaşayan kişi öncelikle ve özellikle kendini kentin bir parçası olarak görmelidir. Kentin kültürünü ve kentin değerlerini layıkıyla benimseyemeyenler kentte yaşasalar da kentlileşmiş sayılmazlar. Onların ruhu göçebe kalmaya mahkûmdur. Onlar bir yanlarını geldikleri yerde bırakır. Onlar şehirde şehre yabancı ve iğreti bir duruş sergilerler.
Şehirler devasa bir aile gibidir, öyle de kalmalıdır. Aile bağları nasıl güçlüyse şehri oluşturan fertlerin şehirle ve orada yaşayanlarla olan bağları öyle güçlü olmalıdır. Siz evinizin mobilyalarını çocukların kırıp dökmesinden, çizmesinden nasıl koruyorsanız şehrin mobilyaları olarak niteleyebileceğimiz banklarını, sokak lambalarını, oyun parklarını, bahçelerini, kamelyalarını, billboardlarını, çöp kutularını, fitness aletlerini, otobüs duraklarını da öylece korumalısınız. Bu bilince sahip fertlerden oluşan şehrin önü açık demektir.
Kentlilik bilinci zamanla kazanılan bir şeydir. Zira köyden kente göç eden kişilerin buraya kısa zamanda uyum sağlaması beklenemez. Bu belli bir süreç gerektirir. Bunun yanında kişinin kentte yaşadığı yerin konumu da bu süreci hızlandırmakta veya yavaşlatmaktadır. Özellikle ‘şehrin varoşları’ diye tabir ettiğimiz kenar mahallelerde yaşayanlar kentlileşememekte, aksine köyü kente taşımaktadır. Trabzon’un Değirmendere, Esentepe, Boztepe, Yenicuma ve Kaymaklı gibi kenar mahallelerinde bu sancıyı açıkça yaşıyoruz. Bunu aştığımız ölçüde kent bilincimiz ve kente bağlılığımız artacaktır.
Günümüzde her yerde hemşehri dernekleri vardır. Bazıları bu dernekleri dayanışma ve kenetlenme için vazgeçilmez unsurlar olarak görse de aslında bunlar şehrin kültürel anlamda bütünleşmesine engel olmaktadır. Bu dernekler köyü kente taşımakta, hemşehri gruplaşmalarına zemin hazırlayarak kentsel bütünleşmenin önünde engel teşkil etmektedir. Trabzon’umuza bu açıdan baktığımızda mühim bir sorun görülmemektedir. Trabzon’da Bayburtlular ve Gümüşhaneliler gibi dernekler hemşehri dayanışmasına hizmet edeyim derken bulunduğu yere ait olma fikrine, Trabzon paydasında bütünleşmeye, farkında olmadan köstek olmaktadır. Bu durum zaten zayıf olan kent bilincini ve kent kültürünü zedelemektedir.
Günümüz kentleri, adeta bir değirmen misali, içinde yaşayan insanları öğütüyor, un ufak ediyor. Şehrin çarklarında öğütülmemek için şehrin ortak paydasında birleşmeliyiz. Gelin bizi biz yapan kentimize dört elle sarılalım. Kentine sahip çıkan, kendine sahip çıkar.
ŞEHRİN AYNASINDAN YANSIYANLAR
M.NİHAT MALKOÇ
Yüzünü denize, sırtını dağlara dönmüş Trabzon; Boztepe’nin koynunda uyur geceleri. Yastığı taştandır, yorganı bulut… Çam kokuları siner Boztepe’nin yamaçlarına. Ufukta belirir umudun (bordo)mavi gözleri… Bir şilep yüzer gönlün masmavi sularında. Dalgalar kıyıları döverken, rüzgar tarar Karadeniz’in kıvrım kıvrım saçlarını.. Şehir masmavi gözlerini açar aydınlık geleceğe… Kentin kılcal damarlarına kan, rızkı peşinde koşan alınlara ter bombalanır günün her vaktinde. Hayat en dinamik haliyle boy gösterir şehrin aynalarında. Köylü kadınlar çoktan düşmüşlerdir Trabzon yollarına. Kiminin peyniri, kiminin altın sarısı tereyağı vardır sepetinde. Yürekteki umutlar sepetteki yağ ve peynirden daha ağır gelir gönül terazisinde.
Şehirler, içlerinde yaşayan gayretli insanların eseridir. Trabzon da bu kente gönül verenlerin omzunda yükselmiştir kar beyaz bulutlara… Daha mamur bir kent için, gecesini gündüzüne katmıştır burada yaşayanlar… Kentin kimliğini, onun içinde yaşayanlar belirlemiştir. Et ve tırnak gibi bütünleşmiştir şehir ve onun müdavimleri… Güler yüzlü insanlar, tebessüm eden bir şehir bırakmışlardır arkalarında. Çocuklarına gösterdikleri sevgiyi ve özeni yaşadıkları şehre gösteren bu güzel insanlar namus bilmişler yaşadıkları toprakları… Onu bir sevgili gibi bağırlarına basmışlar. Ona ihanet etmeyi akıllarından bile geçirmemişlerdir. Durum böyle olunca şehirle, sakinleri arasında sevgi köprüleri kurulmuştur.
Fatih’in fethettiği, Yavuz Sultan Selim’in yönettiği, Kanunî’nin çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği Trabzon bir ilim ve kültür şehridir şüphesiz… Buradan nice şairler, yazarlar, alimler gelip geçmiştir. Bu mümbit topraklarda filizlenmiş ‘devlet-i ebed müddet’ düşüncesi... Gülbahar Hatun bu toprakların bağrında uyumaktadır sonsuzluk uykusunu…
Ölülerle diriler kol koladır yeşille mavinin sarmaş dolaş olduğu bu cennet misali topraklarda. Hayatın yanı başındadır ölüm…Keza ölümün soğuk yüzü Sülüklü’de munis görünür dirilere. Bembeyaz mermerler şehitlerin üstünü örter yorgan misali… Her karış toprağında şehitlerin kanları ve hatıraları vardır. Sultanmurat’ta ve Sargana’da hâlâ sıcaktır şehitlerin yarasından akan ve şanlı bayrağımıza renk veren asil kan!… Sıcak ve kıpkırmızı…
Âh Trabzon!… Şehirleri hasedinden çatlatan gül yüzlü dilber…Kanayan yaralarıma merhem; umudun koyaklarında açan sevda çiçeğim…Taşınla, toprağınla, masmavi denizinle yüreğimdeki sahralara hayat veren şehir…. Gönlümüz ve hasret yüklü bakışlarımız sana akmakta… Geçmişime tanıklık etmiş, düşlerimi emzirmiş, karanlıklarıma aydınlık olmuş, vuslatın fitilini ateşlemiş Trabzon!…. Sen ki ihanetin koynunda nice badireler atlattın… Bir çınar gibi kök saldın yaralı gönüllere. Hayallerimizi ve rüyalarımızı süsleyen Trabzon, sen ki bir servi kadar dik ve onurlu yaşadın. Bir elif gibi dikildin virgül gibi iki büklüm olmuş çirkef suretlerin karşısında. Bu yüzden sana duyduğumuz sevgi ve muhabbet gönüllerimize sığmıyor. Havanla, suyunla, yemyeşil yaylalarınla hayat bahşediyorsun içinde yaşayanlara…
Trabzon gönüllerimizin payitahtı…Burada her gece yeşilin koynunda uyur mavi… Zaman yorgun düşmüştür akreple yelkovanın tiktaklarından… Muhacirlik günlerinin acı hatıralarını fısıldar Zağnos burçları… Fatih’in sureti yansır burçların sırrı dökülmüş kırık aynasından. Kadim zaman, şehrin kötürüm, kırık dökük hatıralarını toplar surların eteğinden. Âhlar gömülüdür surların kesme taşlarına. Kemeraltı’nda derin bir nefes alır yıllara meydan okuyan şerefli tarih…. Bedesten’de atar zamanın nabzı… Yollar, dönmeyen yolculara ağlar.
Zaman sonsuzluğa açılır Ganita’da… Demli çayların buğusu ısıtır buz tutan yürekleri. Şiir kadar saftır kıyıları döven masmavi sular… Düş nöbetlerindeki yürek uyanır derin uykusundan. Umut çiçekleri yeşerir gönül toprağında. Dalgalar sularla söyleşir gecenin aydınlığa dönüştüğü seher vakitlerinde. Ufuklarda yarınların masmavi sureti belirir. Balıklar ağlar geceleri, ağlar da gözyaşları suda belli olmaz. Ay, bir hüzün bestesi bağışlar geceye… Deryalarda derin bir soluk alır özgürlük… Deniz çağırır kıyısında dolaşan avareleri… Tünelin ucu görünür, karanlıklar kaybolur yolların uzağında…Hasret boy boy yavrular yüreklerde…
Kaldırımlarında tarihin ayak sesleri saklıdır Uzunsokak’ın…. Hüzün sarmaşıkları sarmıştır hatıraların eşiğini. Zamanın beşiğinde sallanır mazinin görkemli saltanatı. Uçsuz bucaksız göklere karışır emek bahçesinde akıtılan terlerin misk ü amber kokusu. Gökkuşağının yedi rengi siner cumbalı evlerin bahçelerine. Ölümü dipdiri kılar soğuk mermer taşlarının ihtişamı. Hicran bir hüzün demeti bırakır yürek kapılarına. Karşılıksız kalır uzaklara gönderilen gül kokulu, hasret yüklü mektuplar… Düşler hüzün elbisesini kuşanır, arz-ı endam ederek süzülür geçmişin kapı aralığından. Yitik güneşler ansızın belirir ufkun ardından. Yara almış hatıralara merhem olur yarına dair düşlerimiz. Koca çınarların gölgesinde soluruz dünün siyah beyaz duygularını. Sebillerden akan berrak sular ruhların kirini süzer kuşatılmış zaman imbiğinden. Esrik duygular gölgelerin eteğine tutuşur vaktin derinliklerinde. Trabzon’da zaman büyür, sığmaz kabına. Geçmişle gelecek arasında uzar gider hatıralar…
Sokakların tarihi zamanın gergefinde dokunur altın ipliklerle. Kentlerin tarihinin ayrılmaz bir parçasıdır sokakların tarihi. Nisyana kapalıdır onların belleği. Trabzon’da da her sokak bir tarihtir. Başını kaldırıp zaman penceresinden bugünlere bakar hüzünlü gözlerle. Belleğimizde tutuşur anılar. Trabzon sokaklarının kesme taşlarında zamanın altın izleri var. Birbirinden güzel yaylalarında ahşabın saltanatı kamaştırır gözleri. Tarihî doku, zamanı kuşatır çepeçevre. Cumbalı evlerin kahkahası yankılanır betonarme duvarlarda. Dünden bugüne yapmış olduğu kutlu yolculukta yine de zamana direnir Trabzon…. Siyah beyaz karelerde yaşayan tarih, bütün haşmetiyle ‘ben de varım’ der. Öylece tutar zamanın elinden. Bizler hayata kepenklerimizi indirmeden Trabzon’da tarih nostalji griliğindeki kepenklerini indirmez zamana. Dünle bugün birbiriyle barışık, kucak kucağadır cadde ve sokaklarda…
Trabzon hiç uyanmak istemediğimiz bir uykuda gördüğümüz doyumsuz düştür. Bu rüyanın yorumu hayra delalet eder şüphesiz. Yarınlarımız bu rüyada canlanır; uyanır derin uykusundan. Şehir okşar başınızı bir anne şefkatiyle. Geceye dağılan şehrayinler çocuk yanımızı emzirir. Yarısı yırtık bir siyah beyaz resimde tebessümü donmuş silik hatıralar, kalan hüzün artığı ömrün dibacesi olur. Şehre dair düşler ve düşünceler yeknesak hissiyatı kanatlandıran bir barış güvercini gibi süzülür zamanın sonsuzluğunda. Zamana tanıklık eder cadde ve sokakları. Kuytularında yankılanan ses, sessiz çoğunluğun gül renkli avazı olur.
Mavi gökle yemyeşil yamaçların ortasında bir şehir filizlenir, uzar gider geleceğe. Karadeniz’in cilveli kızıdır yarınlara koşan… Güzel insanlar yansır şehrin aynasından. Fakat bu gümüş aynanın sırlarını dökmeye çalışan kötü masal kahramanları da yok değildir. Onlar şehrin gülen yüzünü, ekşi erik yemiş bir kişinin sevimsiz suretine çevirmenin telaşı içindedirler. Kentin tarihî kodlarından bîhaber olan bu kişiler; ruhsuz ve maneviyatsız, içi boş şehirler vücuda getirmenin uğraşındadırlar. Cepleri dolu, ruhları boş bu abiler(!) boşa kürek salladıklarının farkında bile değillerdir. Bunlar şehrin üzerine çöken kara bulut gibidirler. O kara bulutlar; fırtınaları, selleri, tayfunları saklamaktadırlar kursaklarında. Ümüğünü sıkmaktadırlar gül yüzlü şehrin… “Daha çok beton, daha çok para…”dır çirkin sloganları…
Trabzon, değişimin ve dönüşümün derin sancılarını yaşamakta… Bu bir çeşit sıtma nöbeti belki de… Doğu-batı ekseninde gelişen Trabzon’un denizle olan bağlantısını kesmiş yeni sahil yolu… Şehrin sakinleriyle deniz arasına bir ‘kara kedi’ gibi giren bu yol, bu iki sevgiliyi küstürmüş birbirine. Yeşille mavi arasına çizilen kapkara bir çizgi, iki sevgilinin kollarını ayırmış birbirinden. Bu yetmezmiş gibi çarpık kentleşme şehrin ciğerlerini de iflas ettirmiş. Şimdi nefes almakta zorlanıyor Fatih’in fethettiği, Yavuz’un yönettiği kutlu şehir…
Her zaman dik, diri ve iri duran Trabzon halkı; şehrine de sahip çıkacaktır, çıkmalıdır da… Bu görsellik bu şehre hiç yakışmıyor. Medeniyetlerin beşiği olan Trabzon bir beton yığını olamaz, bu durum kentin şanlı mazisine ve aydınlık geleceğine yakışmaz. Trabzon, içinde yaşayan vefalı insanların omuzlarında geleceğe koşacaktır şüphesiz; koşmak zorundadır. Zira bu kentin çalışkan insanları güneşten erken uyanır, gülümser doğan güne… Onlar ki hep taptaze kalmıştır umutları. İmkânsızlığın ve umutsuzluğun uğramadığı coğrafya olarak bilinir bu topraklar… Trabzon şanlı mazisine yaslanacak, tez vakitte özüne dönecektir.
ÂH ENDÜLÜS VAH ENDÜLÜS!...
M. NİHAT MALKOÇ
Endülüs’te Raks…
İspanya deyince bazılarının aklına Real Madrid ve Barcelona gibi dünya futbolunun dev takımları gelse de; benim aklıma Endülüs, Endülüs deyince de Türk şiirinin zirve isimlerinden biri olan Yahya Kemal Beyatlı’nın “Endülüs’te Raks” şiiri gelir. Bu şiir, bizi buram buram maneviyat kokan kadim İslam şehrine götürür. İşte Üstad’ın o tılsımlı beyitleri:
“Zil, şal ve gül. Bu bahçede raksın bütün hızı.../Şevk akşamında Endülüs üç defa kırmızı...//Aşkın sihirli şarkısı yüzlerce dildedir./İspanya neş’esiyle bu akşam bu zildedir.//Yelpaze çevrilir gibi birden dönüşleri,/İşveyle devriliş, saçılış, örtünüşleri...//Her rengi istemez gözümüz şimdi aldadır;/İspanya dalga dalga bu akşam bu şaldadır.//Alnında halka halkadır aşüfte kâkülü,/Göğsünde yosma Gırnata’nın en güzel gülü...//Altın kadeh her elde, güneş her gönüldedir/İspanya varlığıyla bu akşam bu güldedir.//Raks ortasında bir durup oynar, yürür gibi;/Bir baş çevirmesiyle bakar öldürür gibi...//Gül tenli, kor dudaklı, kömür gözlü, sürmeli.../Şeytan diyor ki, sarmalı, yüz kerre öpmeli...//Gözler kamaştıran şala, meftun eden güle,/Her kalbi dolduran zile, her sineden: Ole!”(1)
Endülüs’te İslâm Medeniyetinin İzleri…
Endülüs, İslam kültürünün sentezlendiği kadim bir coğrafyadır. Zulme karşı direnişin sembolüdür. O, Avrupa’da kurulmuş en büyük medeniyetlerden biridir. 711’den 1492’ye kadar İber Yarımadası’nda hüküm sürmüştür. Sekiz asır hüküm süren bu sıra dışı kadim medeniyet, çağa altın mührünü vurmuştur. Avrupa, insanî nefesleri buradan soluklanmıştır. Bugün İspanya’da Endülüs mirasının maddi ve manevî yansımalarını bütün çıplaklığıyla görürsünüz. İspanyolcadaki Arapça kelimeler, bu uygarlığın köklü izlerinin sese ve söze ait olanlarıdır. Endülüs, şahsına münhasır coğrafî, siyasî, sosyal ve kültürel hususiyetleriyle İslam tarihi içerisinde bambaşka bir yeri ve önemi olan bir bölgenin adıdır.
Endülüs demek, bize bu coğrafyanın kapılarını ardına kadar açan Târık b. Ziyâd demektir. Bu topraklarda dolaşırken Müslüman coğrafyasının doyumsuz havasıyla soluklanırsınız. Kendinizi bir Anadolu şehrindeki gibi huzurlu hissedersiniz. Zira maddi ve manevî yansımalarıyla Batı Avrupa’da bir İslam atmosferi ve huzur adası inşa edilmiştir.
Bu topraklar nice şair ve yazarlara ilham kaynağı olmuştur. Ünlü İspanyol yazar Miguel de Cervantes, anıtlaşmış eseri olan Don Kişot(Don Quixote)’u Endülüs’ün mümtaz şehirlerinden sayılan Sevilla(İşbiliye)’da yazılmıştır.
Kurtuba(Cordoba) Şehri ve Gözü Yaşlı Kurtuba Camii…
Günümüzdeki adıyla Cordoba, nam-ı diğer Kurtuba, Madrid’e yaklaşık 400 km mesafede bir İslam şehri… Şehir, dümdüz bir araziye kurulmuş. İhtişamlı zamanlarında sekiz yüz binleri görse de, günümüzde şehrin nüfusu yarıya inmiştir. İbn Hazm, İbn Tufeyl ve İbn Rüşd gibi edebiyatçı, tarihçi, âlim ve filozoflar bu topraklarda yetişerek isimleri zamanın göbeğine yazılmıştır. Kurtuba, var oluşundan beri İslam’ın hüznünü yansıtan ayna olmuştur.
Endülüs Emevilerinin başkenti Kurtuba’da vaktiyle altı yüz cami bulunmaktaydı. Bunların en gözdesi ve ihtişamlısı Kurtuba Camii’ydi. Fakat bu cami, 1236’da katedrale çevrilmiştir. Guadalquivir(Vad’il Kebir) ırmağının kenarındaki bu cami, dünyanın en büyük ve kadim camilerinden kabul edilir. Bu mabet, en fazla sütuna sahip olmasıyla da dünyada tektir. Bu görkemli camiin at nalı şeklindeki mihrabı ve minberi görülmeye değerdir.
Kurtuba Camii bugün ne kadar görkemliyse, müminlerin secdelerine şahit olamadığı için, bir o kadar da hüzünlüdür. Elli bin cemaatin aynı anda ibadet edebileceği devasa Kurtuba Camii’nde, çan kulesine çevrilmiş minareleri görmek, insanın içini acıtıyor. A. Karakoç’un “Üşüyenler” adlı şiirindeki “Ezanlar buz tutmuş minarelerde” dizesi, tam da bu acıklı durumu anlatıyor. Kurtuba Camii, tevhid nidalarını duyacağı kutlu asırların özlemiyle yanıp tutuşuyor.
Gırnata(Granada), Sevilla(İşbiliye) ve Ötesi…
Gırnata(Granada)’da cümle varlıklar size sanki gülümser. Zira bu mütebessim şehir, 1492’ye kadar İslâm uygarlığı dairesinde kalmıştır. Bugün o cadde ve sokaklarda dolaşırken bir İslam şehri havasını doyasıya hissederek huzur bulursunuz. Buradaki İslâmî mimarî, şehrin doğu medeniyetine ait olduğunu adeta haykırmaktadır. Hüzün ve coşkuyu en iyi şekilde yansıtan Flamenko, Granada’yı da içine alan Endülüs’ün dünyaya armağanıdır.
Prof. Dr. Nazif Gürdoğan’ın şu tespiti çok doğru ve yerindedir: “İspanya’nın neresine giderseniz gidin, en güzel yapıların Müslümanların egemenliği döneminde yapılmış olduğunu görürsünüz. Bu yüzden İspanya’da Hıristiyanların egemenliği ne kadar sürerse sürsün, Elhamra ve Kurtuba Camii ayakta kaldıkça, kimse Müslümanların kültür ve sanat seviyesine ulaşamayacaktır.” (Hicaz’dan Endülüs’e, s. 156)” Doğru söze ne demeli, mükemmel teşhis…
Gerçekten de Endülüs bölgesinde İslâm’ın buram buram kokusu içimize dolar. Sevilla(İşbiliye) deyince de ünlü mutasavvıf, İslâm düşünürü ve şâiri Muhyiddin İbn Arabî gelir akıllara. Bu kıymetli ve kudretli İslâm âlimi, ilk eğitimini burada tahsil etmiş, uzun süre bu topraklarda yaşadıktan sonra Şam, Bağdat ve Mekke’ye seyahat etmiştir.
İslâm şehirleri, insan merkezli medeniyetin mücessem abideleridir. Mekke, Medine ve Kurtuba bunların en başta gelenidir. Endülüs’ün payitahtı Kurtuba, İslâm medeniyetinin görkemli izlerini üzerinde gururla taşır. Buradaki mimarî, bu medeniyetin asaletini tescil eder.
Gemileri Yaktıran Endülüs Fatihi Târık Bin Ziyâd….
“Gemileri yakmak” deyimini dilimize kazandıran hadisenin kahramanıdır Târık Bin Ziyâd… O, Emevîler zamanında, Afrika’nın fethi için vazifelendirilmiş, Mûsa bin Nusayr’ın azâdlı kölesidir. Târık bin Ziyâd, emrindeki dört gemi ve yedi bin asker ile 711 (H. 92) yılında Endülüs’e hareket etti. Askerler, İspanya’nın güneyinde gemilerden inip karaya çıktılar. Târık bin Ziyâd, bir rivayete göre bütün gemileri yaktırdı, sonra da askerlerine şöyle hitap etti: “Ey mücahit kardeşlerim! Görüyorsunuz, arkamızda deniz, önümüzde düşman var. Artık geriye dönüşümüz kalmadı. Düşmana saldırıp bu toprakları almadan başka çaremiz yoktur.”
Târık Bin Ziyâd, düşmana elçi göndererek onları İslam’a davet etti. Bu teklifi kabul görmeyince, şiddetli bir savaş başladı. Târık Bin Ziyâd zorlu bir savaştan sonra, kral Doderiche’ye ulaşarak, bir kılıç darbesiyle onu yere serdi.
Endülüs fatihi Târık Bin Ziyâd, cesur, güçlü ve dirayetli bir komutandı. Aynı zamanda çok yetenekli bir hatipti. Sebte’den gemilerle İspanya’nın en güneyindeki Calpe bölgesine ulaşan Târık, karargâhını burada kurduğu için, iki kıtanın birbirine yaşlaştığı Cebelitârık, ismini ondan almıştır. Endülüs İslâm medeniyeti, bu gözü pek kahramana çok şey borçludur.
İslâm Medeniyetinin Şaheseri: El-Hamra Sarayı…
İspanya’da Endülüs İslâm Devletini kuran Müslümanlar, bu ülkede pek çok sanat eseri de meydana getirdiler. Bunların başında, 1232’de yapımına başlanan El-Hamra Sarayı gelmektedir. El-Hamra, İslam mimarisinin Batı dünyasında en bilinen örneğidir. Burası İslam mimarisinin gurur abidesidir. ‘Kızıl’ anlamına gelen “el-hamrâ” sıfatı, inşaatta kullanılan kil harcın kızıla çalan rengi sebebiyledir. Bu saray, tarih boyunca birçok tahribata maruz kalsa da, mevcut haliyle dimdik ayaktadır. Avrupa’daki engizisyon zulmüne karşı, İslam’ın gülen yüzünü temsil etmektedir. Ayakta kalan İslâm saraylarının, tartışmasız, en şöhretli olanıdır.
El-Hamra Sarayı, Gırnata şehrine ve Darro Nehri’ne bakan, hâkim bir konumdadır. Arap Dünyası Enstitüsü eski Başkanı Edgar Pisani, Elhamra'yı bakın ne de güzel anlatır:
“Endülüs İslam sanatını, Müslüman İspanya tarihinden ayrı düşünmek imkânsızdır... Elhamra inşâ edilirken hiçbir şey tesadüfe bırakılmamış, her detay itina ile hesaplanmıştır. Kavislerin bölünüşünde, tek ve çift sütunların hoşa geden bir tarzda yerleştirilmelerinde, kapı ve pencere yerlerinin tespitinde bunu anlamak mümkündür. İşte bu sayede harikulâde perspektifler ortaya çıkmış, avlularla açık salonlar arasında güneş ışığı, suların akışı ve gölgelerin oyunu buluşturularak, dış âlemle inanılmaz bir uyum ve zarafet sağlanmıştır. Bu, sanki el değince kırılıp dökülecek hissi veren yüksek bir zarafettir. Elhamra’yı gerçekten anlamak için, sarayın içindeki pek çok kitabeyi anlayarak okumak gerekir. Kur’an’dan alınan ayetlerin ve İbn-i Zamrak’la diğer Müslüman şairlerin mısralarının kazınmış olduğu bu kitabeler bazı duvarları tamamen kaplamakta, kemerler, kapı çerçeveleri ve sütun tekneleri boyunca uzayıp gitmektedir. Öyle ki, bu yazıları süsleme motiflerinden ayırmak neredeyse imkânsız haldedir. Evet, Elhamra konuşur. Hem de kutsal kitabının sesiyle konuşur.”(2)
Dipnotlar: 1. Kendi Gök Kubbemiz, Yahya Kemal Beyatlı, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul 1961
2. tr.wikipedia.org/wiki/El_Hamra_Sarayı
AKDENİZ’İN İNCİSİ GÖNÜLLER BİRİNCİSİ: ANTALYA…
M. NİHAT MALKOÇ
“Limon çiçeklerinden daha aydınlık göğsün
Körfez suları gibi kabarıp alçalıyor.
Seslen bana dağların ardında kalan çocuk
Antalya’da saatler şimdi kaçı çalıyor.”
(Yaz Sevdası -Baki Süha Ediboğlu)
Medine’den Bugünlere Şehrin Serencamı…
“Şehir” kelimesi “Medine” kelimesinin karşılığıdır bizde. “Şehirleşmek, kent hayatı” şeklinde ifade edilen “medeniyet” de bu kelimeden türetilmiştir. Medeniyet kavramını tam karşılamasa da günümüzde ‘medeniyet’ kelimesi yerine “uygarlık” sözü de kullanılmaktadır.
Medenî olanların yaşadığı yerdir şehir. Daha doğrusu düne kadar öyleydi. Zira dünden bugüne dek medeniyetler hep şehirlerde inşa edilmiştir. Fakat zamanla şehirlerde de bozulmalar olmuş, o eski medenîler mumla aranmıştır şehirlerin cadde ve sokaklarında.
Günümüzde insanların rağbet ettiği şehirler, insana ne çok benzerler. Onların da bir bedeni, bir de ruhu vardır. Şehrin “ev, okul, cami, yol, köprü” gibi maddi unsurları onun bedenini teşkil eder. Şehirdeki insanların birbiriyle olan ilişkileri de onun ruhî yanını gösterir. Aslında şehir dediğimiz şey de bu iki parçanın bütünleşmesinden oluşmuş bir organizmadır.
Şehirlerin bir ruhu olduğu gibi, bir de dili vardır. Bu dil, şehrin medeniyetinin tercümanıdır. Kadim zamanlarda oluşmuş bu dil, her gün yeni kelimelerle zenginleşir; ifade kudreti artar. O dil, gün gelir günlük güneşlik şarkılar, telden dile yayılan türküler söyler. Bu eşsiz nağmeler, moderniteyle gelenekselin kaynaşmasıyla oluşmuş farklı seslerin ahengidir.
Ruhu ve dili olan şehirlerde yaşamak en büyük bahtiyarlıktır. İşte ruhu olan şehirlerden biri de her dem Akdeniz’le söyleşen, Türkiye’nin turizm başkenti Antalya’dır.
Her şehir kendi türküsünü söyler gece gündüz, bir ömür… Bazen gurbet, bazen sıladır türkülerin mızraptan yüreklere düşen tınısı. Her kent kendi şarkısıyla hemhâl olur. Bu bazen hüzzam, bazen muhayyer, bazen de sultân-ı yegâhtır gönülleri titreten…
Bir şehri sevmek, onunla hemhâl olmaktır. Onun kederini de, sevincini de ta yürekten hissetmek, her şeyde paydaşı olmaktır. Bir şehri sevmek, onun bereketli yağmurlarıyla hicran gözyaşlarını karmaktır. Bir şehri sevmek sevgiye derin mânâlar yüklemektir. Bir şehri sevmek, onunla dönüşü olmayan yolculuklara çıkmayı göze alabilmektir. Bir şehri sevmek, sevginin sebebini sevgide bulmaktır. Bir şehri sevmek, benliğini o şehrin benliğinde eritmektir. Bir şehri sevmek, hasretin közünde yanmayı göze alabilmektir.
Türk şiirinin ve romanının yüz akı Ahmet Hamdi Tanpınar öyle sevmişti İstanbul, Ankara, Bursa, Konya ve Erzurum’dan mürekkep “Beş Şehir”i. Onlara duyduğu muhabbeti iki kapak arasına alarak ebedileştirmişti. Onun “Beş Şehir” dışında da sevdikleri vardı şüphesiz. Fakat onlar için müstakil bir kitap yazmamış, onlara duyduğu derin hissiyatı deneme, makale ve mektuplarında dile getirmişti. Bu şehirlerden biri de Antalya’dır.
Usta kalemi ve samimi kelâmıyla edebiyatımıza “Huzur” getiren, sanat dünyamızın ulu çınarlarından Tanpınar, “Antalyalı Genç Kıza Mektup” adlı mektup türündeki enfes yazısında edebiyata dair düşüncelerini enine boyuna dile getirmişti. Tanpınar bu mektupta da belirttiği gibi babasının memuriyetinden dolayı(babası kadıydı) liseyi 1918-1919’lu yıllarda Antalya’da okumuştur. Bu yüzden çocukluğunun bir kısmı bu güzel şehirde geçirmiştir.
Antalya, Ahmet Hamdi Tanpınar için çok mühim ve kadim hatıraların otağıdır. Tabir caizse bir düşler meşceridir. Şayet o ölümsüz kitabının adını “Beş Şehir” değil de, “Altı Şehir” koysaydı o altıncı şehir şüphe yok ki, çocukluğundan derin izler taşıyan, Antalya olurdu. Zira Antalya onu “bir hülya adamı” yapmıştır. Buram buram hasret kokan ilk şiirlerini, kâh (Ak)denize bakarak, kâh coşkun lodos dalgalarını temaşa ederek bu büyülü coğrafyada tasavvur etmiştir. Tanpınar bunu söz konusu mektupta şöyle belirtir: “Bulunduğunuz memleketin, belki de orada doğdunuz, hayatımda mühim bir yeri vardır. Sizin sahillerinizde, o denize bakarak, o lodos dalgalarını seyrederek, benim gençliğimde şimdikinden çok az verimli olan meyve bahçelerinde dolaşırken ilk şiirlerimi tasavvur ettim ve edebiyattan başka bir şey yapamayacağımı anladım. Yavaş yavaş bir hülya adamı oldum.”
1901’de İstanbul'da doğan Ahmet Hamdi Tanpınar, babasının görevi gereği 1916 yılının sonbaharında Antalya’ya geldi. Antalya Sultanisi’nde öğrenimine devam eden Tanpınar, o günlere dair anılarını “Antalyalı Genç Kıza Mektup” ve “Huzur” romanında anlatmıştır. İnsanın çocukluk yıllarında yaşadıkları öyle kolay kolay unutulmaz. Çocukluğa dair hatıralar hafızalara kazınır. İşte Tanpınar’ın Antalya’ya dair hafızasına kazınanlar:
“Antalya'ya 1916 sonbaharında geldik. Epeyce büyümüştüm. Tek başıma, geceleri deniz kıyısında veya kayalıklarda, Hastahanebaşı'nda gezmek hakkım vardı. Karanlık epeyce inip de kayaların gölgesi beni korkutana kadar orada kalırdım. Denizin iki manzarası beni çıldırtırdı. Biri bu kayaların sahile bakan yerinde sabah ve akşam saatlerinde durgun denizin ışığıyla dipteki taş ve yosunlarla aldığı manzara, biri de öğle saatlerinde güneş vuran suyun elmas bir havuz gibi genişlemesi. Bunlar benim muhayyilem için büyük manaları olan şeylerdi. Bu manalar sade güzel değildiler, bana bir türlü çözemediğim bir hakikati veya sırrı anlatıyorlardı. Bir gün İstanbul'a tahsile gönderecekleri gün, Hastahanebaşı'na giden bu manzara ile bir daha karşılaştım. Fakat büsbütün başka şekilde. Dostlarım Ali Kemahlı ile Nail'in evlerine gidiyordum. Bu evle yandaki evin arasındaki boşluktan yine güneşin bütün bir saltanat içinde dinlendiği durgun denizi gördüm. Hiçbir şey insana bu kadar yakın ve buna rağmen ezici şekilde güzel olamazdı. Manzara, söylediğim gibi, benim için yeni değildi. Gideceğim evin denize bakan herhangi bir yerinden Nail ile dama oynadığımız taraçadan da görebilirdim. Fakat o anda yeni bir şey gibi görüyordum. Bir iki dakika büyülenmiş gibi bu manzaraya baktığımı hatırlıyorum. Denizin ve aydınlığın dersi miydi? Böyle olsa bile o anda zihnimde herhangi bir vuzuh yoktu. Sadece mühim bir şey olduğunu biliyordum. Zaten gördüklerimi zihnî hayatıma nakledebilecek bir bilgim yoktu…./…1921 yılında tekrar Antalya'ya tatil için döndüğüm zaman bir gün yine Hastahanebaşı yolunda iki evin arasında tekrar güneşle birleşmiş, güneşin havuzu ve sarayı olmuş bu su ile karşılaştım. Manzara sadece muhteşemdi. Fakat bu güzellik bana acayip bir ölüm düşüncesi arasından geldi. Hiçbir şey bu kadar insana yakın, buna rağmen bu kadar ezici, ondan ayrı olamazdı.”
Bir huzursuzluğun romanı Huzur’da Tanpınar’ın Antalya’ya dair izlenimlerini roman kahramanlarından Mümtaz’ın kişiliğinde dile getirdiği görülür. İşte o satırlardan birkaçı:
“Mümtaz geldiğinin daha ikinci günü bir yığın arkadaş bulmuştu. Evin çocuklarıyla beraber çıkıp geziyorlar, portakal bahçelerine, Karaoğlan’a gidiyorlardı. Hatta şehrin dışındaki cevizliğe kadar uzanmışlardı. Mümtaz sonraları Kozyatağı’nı bu cevizliğe benzettiği için sevmişti. Fakat ekseriya gündüzleri Mermerli’de veya İskele’de deniz kenarında vakit geçiriyorlar, akşama yakın Hastaneüstü’ne çıkıyorlardı. Mümtaz burada, yoldan denize kadar inen büyük kayalar üstünde oturup akşam saatlerini geçirmeyi severdi. Bey Dağları’nın üstünde güneş, sanki kendi ölümünün ayinini ve kendi yaldızdan ve koyu lacivert gölgelerden lahdini hazırlıyormuş gibi, bu dağların kıvrımlarına altın ve gümüş zırhlar geçirir, sonra alçalan ve arkaya devrilen kavis, bir altın yelpaze gibi açılır, büyük ışık parçaları şuraya, buraya ateşten yarasalar gibi uçar, kayaların üstüne asılırdı. Bu bir mevsim gibi bereketli, velut saatti. Çünkü gündüzleri, sadece yosunlu, rüzgârın, yağmurun sünger gibi delik deşik ettiği taş parçaları olan kayalar, bu saatte birdenbire canlanırlar, birdenbire, kudretleri ve cüsseleri insanın çok üstünde, talih gibi susan ve yalnız varlıklarının içimizdeki aksiyle konuşan bir yığın hayal varlık, Mümtaz’ın etrafını alırdı.”
Geçmişle Bugünü Kucaklayan Rüya Şehir: Antalya…
Antalya, denizle söyleşen, Beydağları’yla yüzleşen, zamanın iç içe geçtiği, geçmişle bugünü kucaklayan bir rüya şehirdir. O, geçmişin özlemlerini geleceğin umutlarıyla aynı potada yoğurur. Gelenekselle modern olanı barıştırır. Beydağları’na Karacaoğlan’dan, Dadaloğlu’ndan türküler söyler. Bulutları yorgan, yağmuru gözyaşı edinir kendine.
Yüzünü (Ak)denize, sırtını Beydağları’na dönmüş büyülü bir masaldan uyanmış peridir Antalya. Dalgalar kıyıları döverken, rüzgâr tarar Akdeniz’in lüle lüle saçlarını…
Hayat hep dinamiktir Akdeniz’in gözbebeği Antalya’da. Gün dipdiri yirmi dört saattir bu sevda ve muhabbet şehrinde… Bu şehir hep iri ve diridir zaman koridorunda. Bir yanı uyusa öbür yanı uyanıktır. Zamana direnen ve vakti kuşatandır deniz gözlü şehir. Bir şehri yaşanılır kılan her ne varsa burada fazlasıyla mevcuttur. Sılanın bile özlemini duymazsınız bu müşfik topraklarda. Zira hiç kimse bu şehrin gurbet olduğunu söyleyemez; gurbet olsaydı dünyadan ve ülkemizden bu kadar insan keyfi olarak buraya akmazdı.
Maviyle yeşilin bütünleştiği Antalya, memleketin kardan kıştan buz tuttuğu demlerde karın yüzüne hasrettir. Ruhları okşayan munis bir iklimi vardır bu şehrin. Bir selâm sıcaklığında karşılar sizi bu sevda yüklü şehir; öyle sever, öyle bağrına basar. Bir anne şefkatini bulursunuz bu şehrin kollarında. Onunla uyumak istersiniz son uykunuzu.
Geçmiş zamanı gergefinde nakış nakış işleyen bir şehirdir Antalya. Cevabı kendi içinde olan bir bilmecedir. Asude muhabbetler gövermiştir gönül saçaklarında. Akdeniz’ın her geçen gün daha bir parlayan yıldızıdır bu mavi gözlü şehir. Medeniyet yarışında dörtnala giden yağız attır o... Rakiplerine Akdeniz’in dönemeçlerinde tebessümle el sallayandır.
Ketumluğun can sıktığı demlerde sözleri çoğaltandır Antalya. Burası sevginin, muhabbetin ve aşkın harmanlandığı diyardır. Bir masaldan fırlamış ağırbaşlı bir bilgedir sanki. Yüreklerin kasvetine merhemdir. Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerinin hülâsasıdır.
Akdeniz’in incisi, gönlümüzün birincisidir Antalya. Bu şehir mâzi, bu şehir hâl ve bu şehir gül yüzlü istikbaldir. Akşamları gurup vakitlerinde batan güneşine doyum olmaz bu gizemli aşk şehrinin. Hiç sabah olmasın istersiniz bu şehrin şefkatli kollarında.
Antalya hiç uyanmak istemediğimiz bir uykuda gördüğümüz doyumsuz düştür. Bu rüyanın yorumu hayra delalet eder şüphesiz. Yarınlarımız bu rüyada canlanır; uyanır derin uykusundan. Şehir okşar başınızı bir anne şefkatiyle. Geceye dağılan şehrayinler çocuk yanımızı emzirir. Yarısı yırtık bir siyah beyaz resimde tebessümü donmuş silik hatıralar, kalan hüzün artığı ömrün dibacesi olur. Şehre dair düşler ve düşünceler yeknesak hissiyatı kanatlandıran bir barış güvercini gibi süzülür zamanın sonsuzluğunda. Zamana tanıklık eder cadde ve sokakları. Kuytularında yankılanan ses, sessiz çoğunluğun gül renkli avazı olur.
Sözün özüdür Antalya… Miş’li geçmiş zamanlardan şimdiki zamanlara çekilen yekpare bir kalıptır. Heykeli dikilmiştir yürek meydanlarına. Kalpler onunla atmaktadır günün her saatinde. Gönül tahtında fermanlar ve hükümler onundur. Hülyalarımızın bahçesinde açan nazenin bir güldür, sevdaya tutulanların kalp çarpıntısıdır. Güvercinlerin kanadında yemyeşil bir benektir. Antalya hayatın ta kendisidir. Mahzun ve mağrur yüreklere yazılan bir şiirdir.
Bacasız Sanayinin Merkezi: Antalya…
Turizme “bacasız sanayi” demeleri ne de anlamlıdır. Kanımca hoş bir dolaylamadır bu. Zira turizm bir ülkenin kalkınmasında motor güç mesabesindedir. Hem bu bacadan kirli atıklar yükselmemektedir. Dört mevsimi aynı anda yaşayabilen ender memleketlerdendir bizimkisi. Böyle bir ülkede yaşamak ilâhî bir lütuf ve ihsandır. Kadrü kıymetini bilelim.
Antalya, turizm potansiyelinin büyüklüğüyle ülkemizde bacasız sanayinin merkezi sayılır. Bu şehrin fabrika bacalarından değil, otel bacalarından kalkınmaya dair umutlar yükselmektedir. Şehrin turizm arterleri her geçen gün ülkemize adeta döviz basmaktadır.
Türk turizminin başkenti Antalya’da dünyayla yarışacak düzeyde güçlü bir turizm altyapısı mevcuttur. Antalya’da, “Oteller Bölgesi” olarak tabir edilen Lara’da birbirinden lüks ve konforlu oteller zengin müşterilerini beklemektedir. Konforda sınır tanımayan bu lüks oteller, hizmet kalitesinde de dünyayla yarışacak seviyededir. Yatak sayısı her geçen gün katlanarak artmaktadır. Otellerin mimarileri de farklı iklimlerden esintiler taşımaktadır.
Türkiye'nin en büyük kum plajlarından birine sahip olan Lara, ince kumlu plajı, sığ ve tertemiz denizi, yeşilin her tonunu görebileceğiniz çam ormanları ile tatilcilerin uğrak yeridir. Buranın şehir merkezine beş, havaalanına on dakika uzaklıkta oluşu, turistler için bir tercih nedeni olabilmektedir. Lara Plajı’nda denize sıfır konumdaki otellerde konaklayanlar için Akdeniz yürüme mesafesindedir. Üstelik bu otellerin hemen hepsinde havuz ve aqua park gibi seçenekler mevcuttur. Genellikle “tatil köyü” ve “tatil oteli” kategorisinde bulunan Lara otelleri “Her Şey Dahil” seçeneğini tercih edenler için son derece idealdir. Buradaki turizm tesisleri yeme içme üniteleri, çocuk parkları, kır kahveleri, diskosu, futbol sahaları, lunaparkı, sergi alanları ile tatilcilerin bütün ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde tasarlanmıştır.
Antalya’nın Göze ve Gönle Hitap Eden Turizm Mekânları…
Antalya, günün yirmi dört saatinde yaşayan, dinamik bir şehirdir. Burası birçok milletten insanın gelip dostça, kardeşçe ve medenice yaşadığı bir uygarlık yurdudur. Burası “gezelim eğlenelim, kâm alalım dünyadan” diyen rindane insanların bir araya geldiği dünya cennetidir. Onun içindir ki Antalya’da kavga ve gürültü yok, hoşgörü ve sükûnet mevcuttur.
Bu kadar insanı aynı paydada buluşturan Antalya’nın parmak ısırtan doyumsuz güzellikleri vardır. Bu şehir eşsiz güzelliklerini bütün insanlarla paylaşmakta, paylaştıkça da bu emsalsiz güzellikler çoğalmaktadır. Dilerseniz bu güzel mekânları bir hatırlayalım.
Antalya’nın Konyaaltı ilçesi Akdeniz ikliminin en tipik yansımalarının olduğu yerdir. Türkiye’nin tatil başkenti olarak nitelendirilen Antalya’nın batı ucunda yer alır Konyaaltı... Mâzisi milattan önce otuzlu yıllara dayanan bu bölge, Likya döneminde “Olbia” adıyla anılmaktaydı. Şehrin batısında falezlerin son bulduğu yerde Antalya’nın en güzel plajlarından biri olan Konyaaltı Plajı bulunur. Konyaaltı, Antalya Körfezi’nin en iç noktasında, koy’un batısında yer alır, Kepez ve Muratpaşa’ya komşudur. Harika bir doğası vardır. Tatilin olmazsa olmazları olan kum, deniz, güneş burada kusursuz bir üçlü teşkil eder.
Karpuzkaldıran, yazın Antalya’nın “iğne atsan yere düşmez” diye tabir edilen yerlerinden biridir. Burası aslında askerî dinlenme ve eğitim tesisidir. Bu sebeple çok iyi muhafaza edilmiştir. Bölgedeki deniz suyunun aşırı tuzlu olmasından dolayı on kilo civarındaki karpuzların bile suda batmamasından dolayı “Karpuzkaldıran” isminin buraya verildiği rivayet edilir. Burası adeta cennetten bir köşedir; huzurun yegâne sığınağıdır.
Antalya deniziyle, güneşiyle, kumuyla ve palmiyelerle süslenmiş geniş ve ferah bulvarlarıyla bir dünya cennetini andırır. Burası denizin ve güneşin tadını çıkarmak isteyenler için ilk tercihtir. Dünyada bu kadar temiz denizi Antalya şehrinden başka hiçbir yerde bulamazsınız. Turizm başkentine de yakışan budur. Öte yandan kıyının yeşiliyle denizin mavisinin bu kadar yakınlaştığı ve birbirine karıştığı ikinci bir mekân bulmak müşküldür.
Antalya’nın planlı bir yerleşimi vardır. Ulaşımı kolay bir şehirdir. Cumhuriyet Meydanı bu şehrin merkezî noktalarından biridir. Denize bakan bir balkon hükmündedir.
Kepez; Antalya’nın gülen yüzüdür, bedene hayat veren belleğidir adeta. Gece gündüz huzur soluyan şehrin kollarında uyuyan nazenin bir bebek gibidir. Kepez’de atar Antalya’nın zamana direnen zinde kalbi. Kente buradan fasılasız yirmi dört saat kan ve can pompalanır adeta. Gelenekselle modernitenin uyumunu ve ihtişamını görürsünüz şehrin her köşesinde.
Kültür turizminin başkenti sayabileceğimiz Antalya, müzeleriyle de ünlü bir şehirdir. Antalya Müzesi, Antalya Kent Müzesi, Suna-İnan Kıraç Kaleiçi Müzesi, Atatürk Evi Müzesi bu şehrin kültürünün ve mâzisinin günümüz aynasına düşen muhteşem akisleridir.
Akseki, Aksu, Alanya, Demre, Döşemealtı, Elmalı, Finike, Gazipaşa, Gündoğmuş, İbradı, Kaş, Kemer, Kepez, Korkuteli, Konyaaltı, Kumluca, Manavgat, Muratpaşa ve Serik olmak üzere birbirinden güzel on dokuz ilçesi vardır şirin Antalya’nın. “Aksu, Döşemealtı, Kepez, Konyaaltı ve Muratpaşa” merkezî ilçeleridir bu güzide şehrin.
Antalya Değerleriyle ve Değerlileriyle Bir Bütündür…
Şehirler, üzerinde yaşayan sakinlerinin omzunda yükselir. Şehrin dili de, gülü de müdavimlerinin eseridir. Şehirler, içlerinde yaşayan gayretli insanların mümtaz eseridir. Antalya da, bu kente gönül verenlerin omzunda yükselmiştir aydınlık çağlara… Daha mamur bir kent için, gecesini gündüzüne katmıştır Antalya paydasında buluşanlar… Bir dünya kenti, bir turizm divası olan bu kentin kimliğini, onun içinde yaşayanlar belirlemiştir.
Antalya değerleriyle ve değerlileriyle dünden bugüne, bugünden yarına koşar adımlarla yol almaktadır. Onun bu kutlu koşusuna şehrin dinamikleri olan aydınlar da eşlik etmektedir. Bunlar arasında Abdülhamit devri sadrazamlarından “Yeğen Mehmet Paşa”, bu şehrin tarihî eserlerini talan etmeye kalkanlara engel olan Antalya Sultanisi Türkçe-Farsça Öğretmeni “Süleyman Fikri Bey (Erten)”, Çanakkale Savaşı’nda 27. Alay’da savaşan dünya savaş tarihinde bir ilki başararak, 7.7 inçlik dağ bataryasının bir uçak gemisini 36 dakikada sulara gömmeyi başaran komutan olarak tarihe geçen “Mustafa Ertuğrul”, Antalya’nın ilk mimarı “Tarık Akıltopu”, bilge mimar sıfatıyla anılan “Turgut Cansever”, hayırsever işadamı “Ömer Duruk”, CHP’nin eski genel başkanlarından ve ağır toplarından “Deniz Baykal”, Antalya ve çevresinin tarihi ve folkloru üzerine araştırmalar yapan “Hüseyin Çimrin” mevcut Dışişleri Bakanı “Mevlut Çavuşoğlu”, Atatürk’ün Diyanet İşleri Başkanlığına getirdiği “Ahmet Hamdi Akseki”, Türkiye Cumhuriyeti’nin altıncı Diyanet İşleri Başkanı olan “Hasan Hüsnü Erdem” Türkiye Cumhuriyeti’nin 8. Diyanet İşleri Başkanı olan “İbrahim Bedrettin Elmalı”, “Hak Dini Kur’an Dili” isimli Kur’an tefsirini yazan “Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır”, Antalya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni kuran “Müftü Yusuf Talat Efendi”, “Çil Müftü” namıyla tanınan Antalya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyelisi “Ahmet Hamdi Efendi”, bütün hayatını Antalya’da dine ve din hizmetlerine adayan “Osman Hafız Çandır” sayılabilir.
Antalya bir şiir, bir bestedir dudaklarda. Bir şehir şiir gibi güzel olur da onun şairleri olmaz mı? Şiir güzelliğindeki Antalya’nın birbirinden güçlü şairleri vardır. Bunlardan bazıları şunlardır: “Kaygusuz Abdal, Fıtnat Hanım, Abdal Musa, Ümmi Sinan, Vahap Ümmi, Arif Rüştü Görgün, Hamit Macit Selekler, A. Rahim Balcıoğlu, Osman Yüksel Serdengeçti…”
Kaleiçi’nde Tarihin İzinden Yürümek…
Büyülü bir coğrafyanın zamana vurduğu kadim mühürdür Kaleiçi… Helenistik, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerinin müşterek eseridir Kaleiçi, nam-ı diğer Attalia… Milattan sonra 130 yılında Roma İmparatoru Hadrianus adına yaptırılan Üçkapılar’dan girilir zamana ve moderniteye direnen bu sıra dışı iklime. Tarihî dokusunu muhafaza ederek bugünlere gelebilen Kaleiçi, şehrin gülen rüyasıdır kesme taşlarda. Ceddin bu şefkat iklimine girenler, sanki zamanda yolculuğa çıkmış gibi hissederler kendilerini.
Tarihin yorgun nabzı atar mâzinin aynası Kaleiçi’nde. Zaman sonsuzluğa akar gibidir burada. Yirminci asrın ilk senesinde Sadrazam Küçük Said Paşa tarafından II. Abdülhamit şerefine yaptırılan Saat Kulesi, bugün de ihtişamını muhafaza ederek zamanın kutlu tanığı olur. Burada zamanın içinde mi, yoksa dışında mı olduğunuzu anlamakta güçlük çekersiniz. Kesme taştan yapılan bu zaman kulesi, nice buluşmalara, nice can yakan ayrılıklara şahitlik etmiştir. Taşlar taş olmaktan çıkıp yufka bir yüreğe dönüşmüştür kim bilir?
Kale Kapısı’ndan Kaleiçi’ne giden güzergâhta yer alan, zemini kesme taşlarla döşenmiş Uzun Çarşı’da; halıcılar, dericiler, seyyar tezgâhlar umutla bekler müşterilerini. Rengârenk hediyelik eşyalar gözlerinizi kamaştırır. Ne alacağınıza karar vermekte güçlük çekersiniz. Nice acı tatlı öyküler saklıdır bu kadim sokaklarda. Yüksek taş duvarlarla çevrili dar sokaklar, modernitenin can sıkıcı metalik havasından uzak tutar sizi. Ceddin “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözüyle özetlediği bir medeniyet ikliminde doyasıya soluklanırsınız.
Kaleiçi’ndeki cumbalı eski Antalya evleri bambaşka bir güzellik kadar mekâna. Baharla birlikte açan limon çiçeklerinin mis kokusu portakal ve turunç ağaçlarının kokusuna karışır. Bu rüya ikliminde kaygılardan azade uyumak istersiniz son uykunuzu.
Kaleiçi’nde taşın ve ahşabın görkemini ve sıcaklığını yansıtan geleneksel mimarimizin yüz akı evler sarıp sarmalar sizi. Bu evleri görünce, aşırı güvenlik önlemleriyle adeta modern bir hapishaneyi andıran bugünkü modern sitelerde yaşamadığınıza şükredersiniz. Kaleiçi’nde bir Osmanlı mahallesinde olmanın emniyetini ve nostaljisini yaşarsınız doyasıya.
Kaleiçi deyip geçmemek lâzım. Antalya’nın düne bakan mütebessim yüzüdür bu masum mekân. Burada her evin müstakil bir bahçesi vardır. Bu bahçelerde uzayıp giden ağaçlar, mekânı daha insanî ve yaşanılır kılar. Kadim mahalle kültürünün günümüze yansıyan izlerini görünce burada doğup büyümenin bir bahtiyarlık olduğunu daha iyi anlasınız.
Kaleiçi’nde olmak, büyülenmek için yeterli bir sebeptir. Zira on dakikalık zaman diliminde yüzyıllardan yüzyıllara zaman ötesi yolculuklar yaparsınız bu kadim diyarda. Mâzi, hâl ve istikbal arasında nice köprüler kurulur bu esrarlı coğrafyada. Bir ayağınız Roma’da, bir ayağınız Bizans’ta, bir ayağınız Selçuklu ’da ve bir ayağınız da Osmanlı’dadır sanki.
Tarihî kimlikleriyle dikkat çeken Kaleiçi’ndeki butik oteller misafirlerine ev rahatlığını aratmaz. Antalya’nın bacasız sanayisine hizmet eden bu butik otellerde kendinizi misafir değil, ev sahibi gibi hissedersiniz. Anadolu’nun birbirinden güzel yüzlerce damak lezzetini içinde barındıran zengin mutfağı, mutfağınız olur. Mideniz bayram eder adeta. Mızrabın telle vuslatı, ruhunuzu adeta kanatlandırır. Burada başınızı koyduğunuz yastıktan daracık sokakların egzotik siluetini seyre dalar, mekânın ruhaniyetini içselleştirirsiniz.
Kaleiçi’ni dolaştığınızda, Bursa’dan sonra burada da ikinci bir zaman olduğuna dair vehimlere kapılırsınız. “Ne içindeyim zamanın/Ne de büsbütün dışında” dizeleri hissiyatınıza tercüman olur. Takvimle ve saatle ölçülemeyen muayyen ve yekpare bir zamandır bu…
Kaleiçi geceleri, eğlencenin zirveye çıktığı sıra dışı zaman dilimidir. Eğlencenin doruğa çıktığı bu gecelerde Akdeniz’in mavi nefesini ensenizde, dalgaların musikisini kulaklarınızda hissedersiniz. Burada geceler zifiri değildir. Bir ucu aydınlığa açılır. Eğlenerek geçirilen her gece, nice umutları gönül heybesine dolduran sabahın müjdecisidir.
Kaleiçi’nde pencerenin perdelerinden süzülüp içimizi ısıtan güneşin ilk ışıklarıyla yeni bir güne ve yepyeni umutlara “merhaba” demek, hazların en güzelidir. Güneşin doğduğu saatlerde Kaleiçi’ndeki Kırk Merdivenler’den inip Yat Limanı’na varmak, burada birbirinden güzel yelkenlileri, sandalları ve yatları seyre dalmak, ömürde bir kere de olsa yaşanılması gereken doyumsuz bir keyiftir. O demlerde güneşin masmavi sulara akseden ziyası, ilâhî bir fırçadan çıkan latif bir manzara oluşturur. Limandaki balıkçıların umutla ve iştahla (Ak)denize açılışlarına şahit olmak bu tablonun devamı niteliğindedir. Ötede Mermerli Plajı’nda masmavi suların seyrine dalmak, bu eşsiz tablonun finalidir sanki…
Selçuklunun Bâkiyesi: Yivli Minare ve Külliyesi…
Antalya’nın belli başlı sembollerinden biri olan ve zamana adeta meydan okuyan Yivli Minare, Kaleiçi’nin ruhunu barındırır kesme taşlarında. Çinili tuğlalardan inşa edilen 45 metrelik bir minareye sahip olan bu on üçüncü yüzyıl Selçuklu eserinin müşfik gölgesinde dört mevsim huzur solursunuz. Sükûnetin dinginliğini yaşarsınız doyasıya.
Antalya’nın ilk İslâm eserlerinden biri olan Yivli Minare’nin kaidesi taştan, gövdesi tuğla ve firuze renkli çinilerden yapılmıştır. Sekiz yivli olan bu minare adını da bu yivlerden almıştır. 38 metre yüksekliğe sahip bu minareye doksan basamaklı bir merdivenle çıkılır. Yivli Minare bu masal şehre kuşbakışı nazar eyler; şehre manevî bir soluk aldırır.
Antalya’ya tarihî bir atmosfer katan Kalekapısı’ndaki külliye içerisinde Yivli Minare’yle birlikte Yivli Camii, Gıyaseddin Keyhüsrev Medresesi, Selçuklu Medresesi, Mevlevihane, Zincirkıran Türbesi ve Nigar Hanım Türbesi bulunmaktadır. Külliye içerisindeki minarelere bakınca “Ulu mâbed! Seni ancak bu sabah anlıyorum;/Ben de bir vârisin olmakla bugün mağrurum” mısralarının dudaklardan dökülmesi işten bile değil.
Kaleiçi, mâzinin diliyle konuşur, bugünün fânilerine ebedî hakikatleri haykırır. Milattan sonra ikinci yüzyılda vücut bulan Kesik Minare hüzünlendirir sizi. Antik Bizans ve Selçuklu mimarisinden izler taşıyan bu kadim eser, bir zamanlar tapınak olarak da kullanılmıştır. Daha sonra II. Beyazıt’ın oğlu Sultan Korkut tarafından camiye çevrilmiştir. Ağır bir yangın geçiren bu cami, bugünkü mevcut hâliyle hayli dikkat çekmektedir.
Alt kısmı kare, üstü silindir biçimli Hıdırlık Kulesi, Roma döneminden izler taşır. Anıtmezar olarak bilinen bu yapı, vaktiyle deniz feneri olarak da hizmet etmiştir. Falezlerin üzerinde bir biblo gibi duran bu tarihî yapı, görkemli duruşuyla varlığını hissettirmektedir.
Suyun Coşkulu Hâli, Şelâleler Şehri: Antalya….
Dünyanın sayılı turizm merkezlerinden biri olan Antalya, tabiatın cömert ve mütebessim yüzünü sergiler ziyaretçilerine. Antalya’da su hayatın öznesidir. Akdeniz’in mavi suları bu şehre bir tablo güzelliği katar. Yüce Allah suyunu bol vermiştir bu şehrin. Hayatın olmazsa olmazı olan suyun bir bakıma başkentidir Antalya. Zira bir şelâleler kentidir burası. Burada suyun coşkusuna kaptırırsınız kendinizi. Ruhunuz su sesiyle uyanır derin uykusundan. Su sesi en tatlı ve en munis bir musiki yerine geçer bu güzel ve bereketli topraklarda.
Antalya, suların görsel bir şölene dönüştüğü eşsiz bir doğa harikasıdır. Bir şehirde ancak bu kadar çok şelâle olabilir. Antalya’nın mevcut güzelliğine güzellik katan Kurşunlu, Düden, Manavgat, Karpuzkaldıran ve Uçansu şelâleleri birbirinden güzeldir. Bu mekânlar ruhumuza inşirah neşvesi katar. Şehrin gürültüsünden bunalanlar suyun sükûnetinde arındırırlar muğlak zihinlerini. Hayat da suyla birlikte sessiz ve derinden akıp gider.
Kurşunlu Şelalesi bir tablodan fırlamış gibidir. Suları 18 metre yükseklikten dökülen Kurşunlu Şelâlesi iki kilometrelik bir kanyonun içinde yer almaktadır. Antalya-Isparta karayolunun üzerinde bulunan bu şelâle, doğal ormanlık alanlarıyla da piknikçilerin gözdesidir. Hafta sonlarında tabiatla kucaklaşmak isteyenler için iyi bir alternatiftir burası.
Karstik bir çöküntünün oluşturduğu Düden Şelâlesi, Antalya’nın bir başka görülmesi gereken yeridir. Düden Şelâlesi, Antalya’nın berrak pınarıdır. Şelâle suyu yirmi metre yükseklikten dökülerek görsel bir şölen sunmaktadır. Şelâlenin etrafındaki bitki zenginliği, burayı adeta bir botanik bahçesine dönüştürmektedir. Şelâlenin suları küçük bir dere oluşturarak sekiz kilometre boyunca süzülerek akmakta, sonra da Lara bölgesinde kırk metre yükseklikteki falezlerden muhteşem bir görüntüyle denize dökülmektedir.
Manavgat Şelâlesi, Antalya’nın şelâleler zincirinin en gösterişli halkasıdır. Manavgat Nehri üzerinde bulunan bu ünlü şelâle, gören gözlere ve işiten kulaklara huzur ve sükûnet bahşetmektedir. Yüksekliği 3-4 metreyi geçmeyen bu şelâle, genişliğiyle benzerlerinden ayrılmaktadır. Kentin keşmekeşinden bunalanlar bu şelâlenin etrafındaki piknik alanlarında gözlerini ve gönüllerini doyurmakta, stres atıp rahatlayarak evlerine dönmektedir.
Uçansu Şelâlesi Antalya’nın Serik ilçesine bağlı Akçapınar Köyü’ndedir. Şelâle sularının döküldüğü noktada oluşan gölette yüzmek ve rafting yapmak mümkündür. Uçansu Şelâlesi’nde hayatın bütün yorgunluğunu berrak sulara katıp ondan rahatça kurtulabilirsiniz.
Akdeniz’in incisi Antalya’daki bir başka şelâle de Düden suyunun Antalya travertenlerinden Akdeniz’e döküldüğü noktada oluşturduğu Karpuzkaldıran Şelâlesi’dir. Suyun falezlerden dökülmesiyle oluşan bu şelâle, son derece hoş bir görüntü oluşturmaktadır.
Büyük Türk gezgini Evliya Çelebi, Seyahatname’nin Bursa bahsinde “Velhasıl Bursa sudan ibarettir” demişti. Acaba bu ünlü seyyahımız Antalya’nın coşkun şelâlelerini görebilseydi bu sıfatın Antalya’ya daha çok yakışacağını düşünmez miydi? Kim bilir?...
Demre’de Zamana Tanıklık Etmek…
Demre Çayı’nın beslediği bereketli bir ovada kurulan Demre, Likya’nın en önemli şehirlerinden biri olarak bilinir. Şehrin kadim tarihi milattan önce beşinci yüzyıla kadar gider. Bu tarihî şehrin bugünkü ekonomisi tarıma dayalıdır. Buradaki tarihî mirasın ortaya çıkarılması turizmi canlandırmıştır. Demre Hıristiyan dünyasının hep ilgisini çekmiştir. Hıristiyanlar için büyük bir önemi olan Saint Nikola(Noel Baba) Kilisesi ve mezarı özellikle yılbaşına yakın günlerde Demre’ye olan ilgiyi fazlasıyla artırmıştır. Kilisenin bahçesindeki Noel Baba Heykeli ziyaretçilerin dikkatlerini üzerinde toplayan önemli bir tarihî eserdir.
Bunun yanında kaya mezarlarıyla da ünlü olan ve milattan önce beşinci yüzyılla tarihlenen “Myra Antik Kenti” yabancı turistlerin ilgisini Demre üzerine çekmiştir. Buradaki antik tiyatro Roma dönemi tiyatrosunun karakteristik özelliklerini yansıtan görülmeye değer tarihî bir mirastır. Buradaki antik tiyatro sahnesi iyi korunarak bugünlere gelmiştir.
Demre demek biraz da Kekova demektir. Demre’de Kaleköy ile Üçağız açıklarında yer alan küçük kayalık bir adadır Kekova. Tarihin tabiatla bütünleştiği harikulâde bir yer olan Kekova, insan ömründe bir kez de olsa mutlaka gezilip görülmesi gereken bir doğa cennetidir. Dört buçuk kilometrelik bir yüzölçümü olan bu adada kimse yaşamamaktadır. Fakat burada pansiyonlar ve kafeler mevcuttur. Burası mavi yolculuğun önemli duraklarından birisidir. Bakan gözlere bayram ettiren bu büyüleyici doğa cenneti; eşine az rastlanan, şahsına münhasır bir mekândır. Buradaki antik kentin büyük bir bölümü sular altında kalmıştır. Bu adacığın kuzey tarafında ikinci yüzyılda depremlerle yok olan antik “Dolkisthe” kentinden kalma batıklara rastlanır. Burası tarihî ve tabiî öneminden dolayı sit alanı ilân edilmiştir.
Antalya’nın Tarihî Hafızası: Antik Kentler…
Antalya, doğal güzelliklerinin yanında antik kentleriyle de turizm kentleri arasındaki rakiplerine açık ara fark atmaktadır. Şehrin tarihî zenginliklerinin belkemiğini teşkil eden, mâziden hâle köprü olan bu antik kentler özellikle yabancı turistlerin ilgi odağı olmaktadır.
Düden ve Aksu akarsuları arasında kurulan Perge bu antik kentlerden sadece biridir. Bulunan bir kitabeden anlaşıldığına göre burası Truva Savaşı’ndan dönen Kalçhas, Mapsas ve Riksos adlı kişiler tarafından kurulmuştur. Fakat bu tarihî kent Büyük İskender’in buraya gelişiyle tarih sahnesine çıkmış, Helenistik çağda önem kazanmıştır. İskender’le anlaşma yapıldığı için Perge herhangi bir zarar görmemiş, günümüze intikal etmiştir. Denizden uzakta yer aldığı için korsanların yağmalarından etkilenmemiştir. Tiyatronun yakınındaki stadyum en iyi korunmuş yerlerinden biridir. Buranın tarihî görüntüsü insanı mâzinin derinliklerine, tabir caizse zamansızlığa götürmektedir. Perge’de kendinizi bir masalın içindeki olağanüstü bir kahraman gibi farklı ve güçlü hissedersiniz. Gördüklerinizin masal mı, hakikat mi olduğunu anlamak için teninizi çimdikler veya nabzınızı kontrol edersiniz. Sonra da karar verirsiniz.
Alanya-Antalya karayolunun üzerinde Serik ilçesinin sekiz kilometre doğusunda yer alan Aspendos, milattan evvel onuncu yüzyılda Akalar tarafından kurulan antik bir kenttir. Buradaki antik tiyatro, milattan sonra ikinci yüzyılda Romalılar tarafından kurulmuştur. Bu açıkhava tiyatrosu, en iyi korunan tarihî eserler arasındadır. Tiyatronun mimarı Aspendoslu Theodorus’un oğlu Zenon’dur. Her yıl binlerce yerli, yabancı turistin gezdiği Aspendos Antik Tiyatrosu konserler, tiyatrolar ve sanatsal etkinlikler için günümüzde de kullanılmaktadır.
Güllük Dağı’nın tepesinde doğal bir platform üzerine kurulan Termessos, yine Antalya’nın antik kentlerinden biridir. Roma ve Grek kentlerinin aksine Termessos, Anadolu’nun içlerinden gelen Solymnler, tarafından kurulmuştur. Termessos’un, huzur veren ve el değmemiş görünümüyle diğer antik kentlerden daha farklı ve etkileyici bir havası vardır. Doğal ve tarihî zenginliklerinden ötürü, şehir adını taşıyan Milli Park kapsamına alınmıştır. Termossos’un diğer önemli özelliği de güney, batı ve kuzeyinde bulunan mezarlıklardır. En ilginç olanları kayaya oyulmuş mezarlar ile tapınak biçiminde inşa edilmiş ve lahit mezarlardır. Şehrin görülebilen bir diğer kalıntısı da günümüze erişen sur duvarlarıdır.
Sillyon Antik Kenti, Perge’nin kuzeydoğusunda, denizden içerde, ova ortasında, yayvan biçimli yalçın ve yüksek bir tepe üzerinde kuruludur. Sillyon kentinin Troia savaşından sonra kurulduğu sanılmaktadır. Bizans döneminde piskoposluk merkezi olan Sillyon, Selçuklu dönemini de yaşamıştır. Tepenin hafif eğimli batı yönü Helenistik çağlardan kalma surlarla çevrilidir. Bu surları kuleler, kapılar ve kente çıkılan yollar tamamlamaktadır. Kentin kapısı, tepenin batı yanındaki surlar üzerindedir.
Olympos, Antalya’nın güneyinde Phaselis’ten sonra ikinci önemli liman kentidir. Olympos limanı tarihte korsan yatağı olarak bilinir. Antalya’nın güneyinde, Olympos antik kenti yakınlarında efsanelere konu olmuş ilginç bir doğa olayı kendini gösterir. Çakaltepe olarak anılan yükseltinin güney yamacından devamlı olarak alev yükselir. Yeraltından çıkan doğal gazın havayla temas etmesi sonucu alev alması, özellikle geceleri ilginç bir görüntü oluşturur. Yamaçtan çıkan bu doğal gaz nedeniyle burası “Yanartaş-Çıralı” olarak bilinir.
Phaselis Antik Kenti, Antalya-Finike sahil yolu üzerindedir. Antik kaynaklardan Phaselis’in Rodoslu kolonistlerce kurulduğu anlaşılmaktadır. Üç limana sahip olan Phaselis’te toprak üstünde görülen kalıntıların hepsi Roma dönemine aittir.
Arycanda, Elmalı-Finike karayolunun tam yarısında Arif köyü yakınında Aykırıçay’ın batı yamacında yer alır. Limyra Kralı Perikles dönemine ait sikkeler, ele geçen en eski belgedir. İskender’in egemenliğinde kalmış olan şehir, daha sonra Ptolemaiosların ardından Seleukoların eline geçmiş; Apemea barışından sonra ise Rodos’un kontrolüne girmiştir.
Limyra, Antalya’nın Finike ilçesinin kuzeydoğusunda Toçak Dağı eteğindedir. Milattan evvel 5. yüzyıldan beri var olduğu bilinmektedir. Asıl etkin dönemi milattan önce 4. yüzyılın ilk yarısındadır. Lykia Birliği’ni kurmak isteyen Perikles’in Limyra’yı başkent olarak kullandığı bilinmektedir. Büyük İskender’in Pers hâkimiyetine son vermesinin ardından sırasıyla Helen’in, Ptalemaioslar’ın, Lysimakhos’un, Suriye Krallığının yönetimine geçmiştir.
Alanya: Güneş, Kum, Mavi Deniz…
(Ak) denizin kıyıcığında, turistlerin çok rağbet ettiği bir turizm cennetidir Alanya. Bu huzur ve sükûn beldesi nice doyumsuz güzellikleri barındırır içerisinde. Bir zamanlar şehirdeki korsanların başkalarının bakmasına bile kıyamadığı ve müsaade etmediği bir güzellikler diyarıdır burası. O korsanlar ki koca Roma İmparatorluğunu belli bir süre de olsa oyalamış, şehirlerinden uzak tutmuştur. Alanya’yı düşmanlardan gözü gibi sakınmışlardır.
Antik çağlarda korsanlara, Bizans döneminde ise derebeylerine yurt olan Alanya, tarihî süreç içerisinde “uç/çıkıntı” anlamına gelen “Korakassa” ile “güzel/hoş” anlamına gelen “Kalonoros” gibi birçok isimle anılmıştır. Daha sonraları şehre egemen olan Selçuklular I. Alaeddin Keykubat isminden mülhem olmak üzere şehrin adını “Alâiye” koymuşlardır. Bu isim, zaman içerisinde “Alanya” şekline dönüşmüştür. Artık bir turizm markası olmuştur.
Antalya’nın çok uzağına düşer Alanya. Akdeniz’in masmavi sularıyla söyleşen Alanya, görüntü itibariyle küçük bir yarımadayı andırır. Bu naif şehir Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı için bir kale vazifesi görmüştür. Şehrin kuzeyindeki Toros Dağları şehre heybetli bir görünüm kazandırır. Şirin Alanya, zamanın beşiğinde bir çocuk saflığıyla sallanır durur.
Selçuklunun Akdeniz’e açılan kapısıdır güzel Alanya. Kaldırımlarında tarihin ayak sesleri saklıdır bu şehrin. Şehre 178 sene boyunca sahip olan Selçuklunun, Konya’dan sonraki ikinci başkentidir. Başta görkemli kalesi ve tersanesi olmak üzere şehirdeki birçok eser o döneme aittir. Bu güzel şehir 1471 senesinde Osmanlı egemenliğine dâhil olur.
Güneşin kendisine âşık olduğu, dört mevsim boyunca peşini bırakmadığı şehirdir Alanya. İki ebedî dost olan denizle güneşin aşkı ve serenadı görülmeye değerdir burada. Özellikle gurup vakitlerinde bu iki aşığın ateşin busesine şahit olursunuz. Gökkuşağının yedi rengi tek renge dönüşür aşk paletinde. Kendinizi zamanın kıyıcığında, zamansızlığın göbeğinde hissedersiniz. Masmavi suların hüzünlü gözleri kan çanağına döner o demlerde.
Nisanda portakal çiçeklerinin o eşsiz kokusuyla mest olursunuz sevdakâr Alanya’da. Bu güzide şehrin dağlarında eksik olmaz anemon çiçekleri. Aşkın kendisidir bu şehir; hayatın gün gibi aşikâr öznesidir. Burada sokakların tarihi zamanın gergefinde dokunur altın ipliklerle. Dün bugüne, bugün yarına karışır. Yarınlara dair umutlar çoğaldıkça çoğalır.
“Türk rivierasının incisi” olarak nitelendirilen Alanya, tabir caizse bir tatil metropolüdür. “Güneş, kum, mavi deniz” üçlüsü dört mevsim turizmin hizmetindedir. Dünya turizminin ilgi odağıdır burası. Akdeniz’in en gözde turizm merkezlerinden bir(incis)i olan Alanya, bu özelliğini her geçen gün pekiştirip taçlandırmakta; arayı daha da açmaktadır.
Şehre hâkim bir tepede konuşlanan ve Akdeniz’in en görkemli kalesi olarak bilinen Alanya Kalesi, bu şehrin mâziye bakan yüzü, tabir caizse kötü bakışları savan nazar boncuğudur. Bu heybetli kale Selçuklu ve Osmanlı’nın da gözbebeğidir. Alanya’yı bir uçtan bir uca çepeçevre saran kadim surlar zamanın mücessem hâlini yansıtır. Zamana tanıklık eden bu kadim ve heybetli surlar hâlâ dimdik ayakta durmaktadır. Altı buçuk kilometre uzunluğundaki bu surlar şehrin tarih menşeli turizmine hizmet etmeye devam etmektedir.
Alanya Kalesi sınırları içerisinde Selçuklu döneminden kalma Süleymaniye Camii, Alanya’nın manevî yüzünün tanığıdır. Minarelerden yüreklere akan ezanların okunduğu muhkem bir mabettir. Taşlara giydirilen ruhun cisimleşmiş hâlidir. Hayattır, candır.
Şairlerin Dilinde Antalya…
Bir şiir kadar güzel ve içlidir Antalya. Nice şairlere ilham kaynağı olmuş bu şehrin cadde ve sokakları. Nice hayatlar yaşanmış bu uygarlık beldesinde. Şiirlerinde Antalya’yı konu edinen onlarca şair vardır şüphesiz. Bu şairlerin şiirlerinde ebedileştirdiği Antalya, bütün bu övgülerin hakkını vermektedir. Birkaçına değinelim dilerseniz... Antalyalı şairlerden Hamit Macit Selekler “Antalya” isimli şiirinde şöyle der: “Yollarına düştü bir gün;/Anavatan Körpe çocukların geçti yollarından;/Kopmuş gibi hepsi bir İlkbahardan;/Ne güzel bir akşamüstü kızların.//Yüzlerinde ümit ve ay ışığı/Ellerinde birer buğday başağı/Atlayıp geçerek sanki eşiği/Bu yıl on dördüne bastı kızların.//Anadolu kırıp çerçevesini,/Açtı Akdeniz’e penceresini/Doldurdu yaklaşan güz gecesini/Sevinçle çağlayan sesi kızların.”
Şiirlerinde Antalya’ya olan özlemini ve sevgisini dile getiren bu şehrin bağrından çıkmış şairlerden Baki Süha Eyüboğlu ”Yaz Sevdası” şiirinde şöyle diyor: “Akdeniz kıyıları portakal bahçeleri/Uzakta balıkçılar yelken yelken üstüne/Seni düşünüyorum senin beyaz ellerin/Gözlerimi kapıyor ıslak melteme karşı./Bir harap tekne gibi rüzgârların//Kayalara çarpıyor başıma hatıralar/Kumların üzerinde unuttuğum günler/Yırtık bir yelken gibi parçalıyor dalgalar.//Limon çiçeklerinden daha aydınlık göğsün/Körfez suları gibi kabarıp alçalıyor./Seslen bana dağların ardında kalan çocuk/Antalya’da saatler şimdi kaçı çalıyor.”
Son Söz Niyetine…
“Hayatta değişmeyen tek şey değişimdir” derler. Geçen zamanla birlikte Antalya da çok değişti, dönüştü; bugünlere gelindi. Değişimin getirdiği güzellikler yanında, alıp götürdüğü güzellikler de oldu. Antalya’nın ilk mimarı olarak tarihe geçen Tarık Akıltopu şehrin değişiminin sancılarını şöyle şiirleştiriyor: “Portakal çiçeği kokan/Benim bir Antalya’m vardı/Ene, abu, gari diye konuşan/Birbirini tanıyan, kucaklaşan/Ne portakal çiçeği kokusu/Ne agam’ı, abu’su kaldı/Ne birbirini tanıyan/Nerde benim Antalyam/Nerde benim Antalyalım.”
Türk turizminin payitahtı Antalya’yı ve Antalyalıları çok seviyoruz…
ÇAYCUMA’YI DÜŞÜNÜYORUM GÖZLERİM KAPALI…
M.NİHAT MALKOÇ
Orhan Veli, İstanbul’u düşünmüştü gözleri kapalı… Bunu, adıyla özdeşleşen şiirine konu edinmişti Türk şiirinin sıra dışı çocuğu. Ben de dar sokaklarında çocukluk hatıralarımın geçtiği, maviyle yeşilin koyun koyuna olduğu Çaycuma’yı düşünüyorum… Gözlerimi kapayınca bir peri suretinde giriyor rüyalarıma. Sımsıcak bir buse konduruyor yanaklarıma.
Aradan uzun yıllar geçmiş. Şakaklarıma kar yağmış. Alnımda kırışıklıklar belirmiş. Aynalarla dostluğum bitmiş çoktan… Şimdi Çaycuma’da, İstasyon Mahallesinde geçen çocukluğumun izlerini sürüyorum zamanın köhnemiş kaldırımlarında. Doyumsuz hatıralar, kekremsi hüzünlere karışıyor. İstasyon’dan kalkan bir trenin acı sesi ikiye bölüyor uykularımı.
İstasyon Mahallesi, mazinin aynası benim için… Geçmişe dair her ne varsa bu aynadan yansıyor şimdi. Biz bu mahallede nice güzel yıllarımızı zaman değirmeninde öğüttük. Ne kadar da canhıraş çalışırdı bu mahallenin sakinleri… Üzerlerine güneş doğmayan bu insanların alınlarından emeğin onurlu teri akardı. Bu mahalledekilerin hepsi de haysiyetli insanlardı. Ağızlarından kötü söz çıkmazdı. Bir aile tablosu çizerlerdi tavır ve davranışlarıyla.
Mâzi, ân ve istikbal… Bunlar hayat denen muammanın sacayağı… Biz maziyle istikbal arasındaki köprünün üzerinde, ân’ın içinde yaşıyoruz. Aradan geçen yıllar, acıları küllendirdi. Güzel anılar puslandı zamanın bulutları altında. Kim bilir, belki de saklambaç oynarken saklandığımız eski taş binaların duvarlarının yerlerinde şimdi yeller esiyordur. Müteahhitler sadece bu eski meskenleri değil, hatıralarımızı da silmişlerdir bu mahalleden. Yerlerinde kat kat binalar yükseliyordur, kim bilir? Mazinin enkazı üzerinde yükselen bu yeni binalar, hatıralarımızı da yerle bir etmiştir besbelli. Fakat o hatıraların tunçtan heykelleri yürek meydanında dikilidir. O acı tatlı hatıralar çoktan yüreğime işlenmiştir. Onları kimse sökemez. Zira henüz hatıraları gönül defterinden silebilecek bir silgi icat edemedi insanoğlu.
Çaycuma’nın dışa kapalı bir mahallesiydi bizimkisi. Uzaktan olsa da tren istasyonunu görürdü evimiz... Trenler hüzünle yol alırdı uzaklara. Sanki hasretlilere selamlar götürürlerdi katarlarında. Kara trenler bazı kara talihlileri sevdiklerinden ayırırdı gecenin ayazında. Trenler rayında yol alsa da, sevenler rayından çıkardı. Kavuşmak bir başka bahara kalırdı. Bazen hüzünlü, bazen neşeli, bazen de matrak… İşte öyle geçerdi günlerimiz Çaycuma’da…
Herkes birbirini tanır, bilir ve severdi. O zamanlar ne çamaşır ne de bulaşık makinesi vardı. Çamaşırlar leğenlerde, derelerde yıkanır, tokmaklanırdı. Sofralarımızda evlerimizdeki sobalarda pişirdiğimiz kara ekmekler olurdu. Sofralar bugünkü gibi dolup taşmazdı. Ya bir çeşit katık olurdu ya da hiç olmazdı. Fakat bu bizim mutluluğumuzu eksiltmezdi. Çok çeşit olmazdı sofralarımızda ama çok şükür bereket olurdu. Hiçbirimiz besmelesiz oturmazdık sofranın başına. Kalkarken de şükrederek kalkardık. Anneler erkenden kalkardı sofradan, çocukları doysun diye… Anneler besmelenin bereketiyle ve kanaat hazinesiyle erken doyardı.
Çaycuma’nın dinî ve milli bayramları kendine özgü güzellikleri içinde saklardı. Özellikle dinî bayramlarda, senede o iki bayram gününde giymek için özenle sakladığımız naftalin kokan esvaplarımızı giyer, büyük bir heyecan ve mutlulukla akrabalarımızı ziyaret ederek bayram harçlığı ve şeker toplardık. Hiçbir kapıdan elimiz boş dönmezdik. Akide şekeri olmayanlar, boynu bükük bir halde çay şekeri verirdi bize. Bazen de o gün için hazırlanan tatlı ve pastalardan tattırırlardı bize. Bayramlar uzakları yakınlaştırırdı; akrabalar tek çatı altında toplanır, hasret giderirlerdi. Mazinin örtüsü aralanır nostalji bombardımanı yaşanırdı bu günlerde. Büyükler büyüklüğünü, küçükler küçüklüğünü bilir, asla saygıda kusur edilmezdi.
Âhh o mahallelerin dar sokakları hiç unutulur mu? Nice hatıralar saklıdır köşe bucaklarında. Sokak aralarında birdirbir oynadığımız mahalle arkadaşlarım çoktan dağılmıştır yurdun dört bir yanına. Belli ki koca adam olmuş, çoluk çocuğa karışmışlardır.
Ceplerimiz tamtakır olsa da, avuç avuç misketlerimiz vardı. Mahalle çocuklarıyla bir araya gelir, misket oynardık. Misketi çok olan kişi hükmederdi oyuna. Oyunlarımızda düğmelerden ‘emen’ kurardık. Düğmelerimiz tükenince de evdeki gömleklerden koparır, ceplerimize doldururduk. Akşamleyin bazen azar işitir, çok kere de sopa yerdik babalarımızdan. Fakat her şey o anda olup biterdi. Çok çabuk unuturduk yediğimiz silleleri.
Çoğu evlerde televizyonun olmadığı, televizyon bulunan evlerin de tek kanala mahkûm olduğu uzun kış gecelerinde çatır çatır yanan sobanın üzerinde kestane pişirir, bazılarının can darlığından patladığı zamanı bizler eğlenceye dönüştürürdük. Annem sobanın arkasında oturur, sırayla hepimize kazak ve çorap örerdi. Kedimiz Tekir sobanın altında posur posur uyurdu. Kapımızı büyük bir sadakatle bekleyen köpeğimiz Rafi, bize emniyet duygusu aşılardı. Evin en güvenli köşesinde sakladığımız eski bir radyodan saat başı ajansları takip ederdik. Hafta sonları yayınlanan radyo tiyatrolarını iple çekerdik. Bir de radyonun klasiği olan “Yurttan Sesler” korosunu dinlerdik. Radyo o zamanlar herkeste olmayan lüks bir şeydi.
Yoksulduk; giyebileceğimiz kat kat elbiselerimiz yoktu; fakat mutsuz değildik. Çalışkandık; fakat yorgun değildik. Kesemiz meteliğe hasret olsa da, gönlümüz bir o kadar zengindi. Nur yüzlü annemizin pişirdiği tarhana çorbasının kokusu doyumsuzdu. Bayatlamış ekmekleri onun içine doğrar, israf etmekten uzak dururduk. Seyrek de olsa, pilav üstü yenen kuru fasulyenin tadı hâlâ damağımdadır. Kanaatkârdık. Besmeleler soframızın bereketiydi.
Komşularımızla hemderttik. Paylaşma kültürü vardı. O zamanlar komşuluk kardeşçesine sürüp giderdi. Başımız darda kalınca komşumuzu bulurduk yanımızda. Komşumuz darda kalınca da o bizi bulurdu yanı başında. İyi günlerimizde mutluluklarımızı paylaşarak artırır, kötü günlerimizde de acılarımızı paylaşarak azaltırdık. İneği olan sütünü, yoğurdunu; tavuğu olan da yumurtasını paylaşırdı. Bunu en büyük erdem olarak görürdük.
Düzgün asfalt yollarımız yoktu. Yollar su birikintileriyle doluydu. Bunun için zıplaya zıplaya giderdik okula. Kara lastikler vardı ayağımızda. Kış soğuğunda sırtımıza giyeceğimiz bir paltomuz bile yoktu. Ellerimizi ovuşturarak ısınırdık. Okulda bugünkü gibi kaloriferler ne arar. Evden getirdiğimiz bir parça odunla ısınırdık. Sınıfımızın çatısı akardı, defterlerimiz ıslanırdı. Beslenme çantalarımız esmer ekmek ve peynirden başkasını tanımazdı. Beyaz ekmek, pasta ve bisküvi vardı da biz mi yemezdik? Kanaatkârdık, bir kez bile öff demezdik.
Bizler efsaneleşen Anadolu kaplanı Trabzonspor’u, öğretmenimiz ise onun ezeli rakibi olan Fenerbahçe’yi tutardı. Maçları radyodan dinlemek için kahvenin önünde toplanırdık.
Mahalledeki kızlar ip atlar, erkekler ya yakar top ya da futbol oynardı. Yaz gecelerinde evin bahçesinde oturur, yıldızları sayardık; bazen de o yıldız benim, bu yıldız senin diyerek çocukça kavgalara tutuşurduk. Mart ayında birbirine giren kedileri kovalardık evin damında...
Hafta sonları şehrin denize bakan yüzü olan Filyos’a giderdik. Böylece babamız bizi bir çeşit ödüllendirirdi. Bu bile mutlu olmamız için yeter de artardı bile. Filyos’ta denizle dostluğumuz ne kadar da doyumsuzdu. Kızgın kumlar nasıl da döşek olurdu çıplak tenimize. Masmavi sulara dalar giderdik gün boyunca. Günbatımında deniz sanki alev ateş yanardı. Yüreğimizin yangını bu ateşi daha da korlandırırdı. Kızgın güneş altında durdukça yanık buğday başaklarına dönerdi yüzümüz... Akşamın nasıl olduğunu anlamadan eve dönerdik.
Akşamleyin ya komşular gelirdi, ya da bizler komşuya giderdik. İki aile bir olur, çocukların keyfi yerine gelirdi. Gıybet değil, samimi muhabbet vardı hanelerimizde. Kimse laf taşımazdı. Ya hayır konuşulur ya da susulurdu. Zaman su gibi akıp giderdi mahallemizde...
Sıla-i rahim çok mühimdi. Alaplı’daki halamızı, Ereğli’deki teyzemizi, Devrek’teki dayımızı ve yılda bir kere de olsa Trabzon’daki amcamızı ziyaret etmeyi hiç ihmal etmezdik. Böylece aile ve akrabalık bağlarımız daha da güçlenirdi. Sevgi ve muhabbet tavan yapardı.
Şimdi hatıralar sarmış dört bir yanımı. Bir yanım Çaycuma’nın kuytularında kalmış. Oyuncağı elinde alınmış bir çocuk gibi buruk her yanım... Hüzün dalgaları gönlümün sahillerini aşındırıyor gece gündüz demeden. Bir nehir misali akıp giden zaman; hatıraları, hüzün ve acıları bırakmış kalbimin kıyılarında. Sanki yaşadıklarımız bir masaldı. Şimdi o masalın rüzgârı serinletiyor alev ateş yanan yüreğimi. Zaman değirmeninde öğütülen, un ufak edilen yılların özlemi var içimde… Geçip giden yılları geri getirmek mümkün değil ki!…
FİRUZE GÖZLÜ YÂRİMDİR MALATYA!...
M.NİHAT MALKOÇ
Firuze gözlü yârimdir Malatya!...
Zamanın buz tutmuş eteklerinde kırık dökük düşlerime tutunurken, peşinden gittiğim acı tatlı hayallerim beni Beydağı eteklerine götürüyor. Yürek devletimin payitahtı olan bu gizemli ak şehir, bana kaybettiklerimin izinden ısrarla gitmemi söylüyor. Ne kadar uzağına düşsem de, Malatya hep yanımda, yanı başımda… Ben her ne kadar onu terk etsem de o bir vefalı dost olarak beni hiç terk etmiyor. Gönül soframda başköşeye kuruluyor günde üç öğün… Hasreti yudumluyoruz zamanın billur kadehlerinde. Aşka kalkıyor câm ü cemler…
Firuze gözlü yârimdir Malatya!...
Zamanın su misali aktığı demlerde Malatya’dan uzak geçen her an, ömre ziyandır. Malatya sevdası yüreğimi sarıp sarmalayan tutkuların en yakıcısıdır. Hasret trenleri düşlerimi taşır, bu şehrin vuslatlara gebe viran istasyonlarına. İçimde kurumaya yüz tutmuş karanfilleri sular ateşin gözyaşları... Bahçeler yanar özlemin korlaşan ateşinden. Yağmurlar emzirir hasretten kuruyan gönül yamaçlarını. Sevdaların ve hüzünlerin girdabında sürüklenir Malatya’ya dair düşlerim ve gülüşlerim… Bir el iter beni hüznün ve acının koyağına…
Firuze gözlü yârimdir Malatya!...
Âh Malatya’m!… Şehirleri hasedinden çatlatan gül yüzlü dilber…Kanayan yaralarıma merhem; umudun koyaklarında açan sevda çiçeğim…Taşınla, toprağınla, mavi ve yeşilinle yüreğimdeki sahralara hayat veren şehir…. Gönlümüz ve hasret yüklü bakışlarımız sana akmakta… Geçmişime tanıklık etmiş, düşlerimi emzirmiş, karanlıklarıma aydınlık olmuş, vuslatın fitilini ateşlemiş Malatya!…. Sen ki ihanetin koynunda nice badireler atlattın… Bir çınar gibi kök saldın yaralı gönüllere. Hayallerimizi ve rüyalarımızı süsleyen Malatya, sen ki bir servi kadar dik ve onurlu yaşadın. Bir elif gibi dikildin virgül gibi iki büklüm olmuş çirkef suretlerin karşısında. Bu yüzden sana duyduğumuz sevgi ve muhabbet gönüllerimize sığmıyor. Havanla, suyunla, dağınla, taşınla hayat bahşediyorsun içinde yaşayanlara…
Firuze gözlü yârimdir Malatya!...
Tadıyla bizi kendine tutsak eden kayısının, nam-ı diğer ‘mişmiş’in diyarıdır şirin Malatya… Cennet nimetlerinden sayılır yüzü sapsarı kesilen kayısı… Ağaçlar bahar yüzlüdür bu gizemli şehirde… Dallar meyveye durduğunda gönüller inşirah neşvesiyle dolar taşar. Mişmiş, bu şehrin en tatlı hatırasıdır damaklarda. Sofralarımızda reçeldir tadına doyamadığımız… Büyük küçük herkesin hayatında kendine has bir yer edinir şüphesiz…
Firuze gözlü yârimdir Malatya!...
Malatya bana zamanı, aşkı, hasreti, sonsuzluğu ve aydınlık yarınları hatırlatandır. Nice güzel suret yansır burada hayatın gül yüzlü aynasından. Yolların birbirine kavuştuğu noktada zamanı öğütür Urfa taşından yapılmış olan kadim saat kulesi… Burada zaman yorulmuştur akreple yelkovanın bitip tükenmeyen tiktaklarından… Fakat yine de vazifesine dört elle sarılmıştır. Medeniyetlerin beşiği olan, doğunun yarınlara koşan cilveli kızıdır Malatya…
Firuze gözlü yârimdir Malatya!...
Malatya hiç uyanmak istemediğimiz bir uykuda gördüğümüz doyumsuz düştür. Bu rüyanın yorumu hayra delalet eder şüphesiz. Yarınlarımız bu rüyada canlanır; uyanır derin uykusundan. Şehir okşar başınızı bir anne şefkatiyle. Geceye dağılan şehrayinler çocuk yanımızı emzirir. Yarısı yırtık bir siyah beyaz resimde tebessümü donmuş silik hatıralar, kalan hüzün artığı ömrün dibacesi olur. Şehre dair düşler ve düşünceler yeknesak hissiyatı kanatlandıran bir barış güvercini gibi süzülür zamanın sonsuzluğunda. Zamana tanıklık eder Malatya’nın nice hatıraları hafızasında taşıyan kadim cadde ve sokakları. Kuytularında yankılanan ses, sessiz çoğunluğun gül renkli avazı olur. Malatya uyanır derin uykusundan…
Firuze gözlü yârimdir Malatya!...
Şanlı bir geçmişten gelip aydınlık geleceğe uzar gider bu kutlu şehir… Segâh makamında şarkılar söyler seherleri içinde saklayan geceye… Adı tarihe altın harflerle yazılmıştır bu güzel şehrin. Hafızalarımızdan kimse silemez onun o gülen yüzünü. Kalplerin mihrabı, çöllerin serabı mesabesindedir bu altın yürekli huzur ve sükûn beldesi. Gülünce güldüğüm, ağlayınca ağladığım, gece gündüz demeden yürek dağladığımdır. Gönül aynasında gördüğüm emsalsiz surettir Malatya… Bakmaya kıyamadığım, sevmeye doyamadığımdır. Kalbime değen zehirli bir oktur bu kentten uzak kalışım; tenimi saran ateşten gömlektir.
Firuze gözlü yârimdir Malatya!...
Sokakların tarihi zamanın gergefinde dokunur altın ipliklerle. Kentlerin tarihinin ayrılmaz bir parçasıdır sokakların tarihi. Nisyana kapalıdır onların belleği… Malatya’da da her sokak bir tarihtir. Başını kaldırıp zaman penceresinden bugünlere bakar hüzünlü gözlerle. Belleğimizde tutuşur anılar. Malatya sokaklarının kesme taşlarında zamanın altın izleri var. Birbirinden güzel beldelerinde ahşabın saltanatı kamaştırır gözleri. Tarihî doku, zamanı kuşatır çepeçevre. Cumbalı evlerin kahkahası yankılanır betonarme duvarlarda. Dünden bugüne yapmış olduğu kutlu yolculukta yine de zamana direnir Malatya…. Siyah beyaz karelerde yaşayan tarih, bütün haşmetiyle ‘ben de varım’ der. Öylece tutar zamanın elinden. Bizler hayata kepenklerimizi indirmeden Malatya’da tarih nostalji griliğindeki kepenklerini indirmez zamana. Dünle bugün birbiriyle barışık, kucak kucağadır cadde ve sokaklarda…
Firuze gözlü yârimdir Malatya!...
Kalp gözümü ve gönül penceremi aralayarak Niyazi-i Mısrî’nin izinde arşınlıyorum Malatya’nın uhrevî havayı aksettiren kadim cadde ve sokaklarını… Ulu Cami’nin minarelerinin gölgesinde alev ateş yanan ruhumu serinletiyorum her lahza… Şadırvanlara konan güvercinlerin kanatlarında buluyorum peşinden koştuğum özgürlüğü. Özgürlük Hakk’a kulluktaymış meğer… Hakk dostunun “Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere / Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber / Dil bekası, Hak fenâsı istedi mülk-i tenim / Bir devasız derde düştüm, âh ki Lokman bîhaber…” mısraları gayri ihtiyarî dökülüyor dudaklarımdan…
Firuze gözlü yârimdir Malatya!...
Kaldırımlarında tarihin ayak sesleri saklıdır Posta Caddesi’nin…. Hüzün sarmaşıkları sarmıştır hatıraların eşiğini. Zamanın beşiğinde sallanır mazinin görkemli saltanatı. Uçsuz bucaksız göklere karışır emek bahçesinde akıtılan terlerin misk ü amber kokusu. Gökkuşağının yedi rengi siner cumbalı evlerin bahçelerine. Ölümü dipdiri kılar soğuk mermer taşlarının ihtişamı. Hicran bir hüzün demeti bırakır yürek kapılarına. Karşılıksız kalır uzaklara gönderilen gül kokulu, hasret yüklü mektuplar… Düşler hüzün elbisesini kuşanır, arz-ı endam ederek süzülür geçmişin kapı aralığından. Yitik güneşler ansızın belirir ufkun ardından. Yara almış hatıralara merhem olur yarına dair düşlerimiz. Koca çınarların gölgesinde soluruz dünün siyah beyaz duygularını. Sebillerden akan berrak sular ruhların kirini süzer kuşatılmış zaman imbiğinden. Esrik duygular gölgelerin eteğine tutuşur vaktin derinliklerinde. Malatya’da zaman büyür, sığmaz kabına. Geçmişle gelecek arasında uzar gider hatıralar…
Firuze gözlü yârimdir Malatya!...
Darende’de tabiat bütün cömertliğini sergiler sevgiyle bakan gözlere... Gönül sultanlarının sesi yankılanır Tohma Çayı’nın kanyonlarında. Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, nam-ı diğer Somuncu Baba’nın maneviyatı kuşatır Darende’nin tarih kokan cadde ve sokaklarını. Basiret nazarlarıyla temaşa edenlere bütün sırlar aşikâr olur Saklı Bahçe’de… Minarelerden okunan lahuti ezanlar tamir eder ruhların kırık dökük yanlarını…
Firuze gözlü yârimdir Malatya!...
Malatya gönüllerimizin payitahtıdır. Burada her gece yeşilin koynunda uyur mavi… Zaman yorgun düşmüştür akreple yelkovanın tiktaklarından… Esaret günlerinin acı hatıralarını fısıldar Battalgazi burçları… Zaferlerin sureti yansır burçların sırrı dökülmüş kırık aynasından. Kadim zaman, şehrin kötürüm, kırık dökük hatıralarını toplar surların eteğinden. Âhlar gömülüdür surların kesme taşlarına. Yeşilyurt’ta derin bir nefes alır yıllara meydan okuyan şerefli tarih…. Mücelli’de atar zamanın nabzı… Yollar, dönmeyen yolculara ağlar.
Firuze gözlü yârimdir Malatya!...
Malatya demek, biraz da Battalgazi demektir. Zira nice kahramanlıkları bir efsane misali kulaktan kulağa dolaşan Battalgazi’nin ata yurdudur Malatya… Gönüller onun sevgisiyle dolup taşar. Onun kılıç şakırtıları hâlâ duyulur dağlardan, taşlardan… Onun emsalsiz şöhretini unutturamaz zaman… İmanlı gönüllerde dolaşır ona dair rivayetler…
Firuze gözlü yârimdir Malatya!...
Gurbette mesken tutan haramiler sana dair hislerimizi çaldı. Masallarımızı uzun kış gecelerinde bıraktık. Şimdi bir yabancıyım soğuk bir şehir dekorunda. Sürgün duygularım iltica edecek dost yürekler arıyor. Ne olur beni çocukluğuma, Malatya’ma, ninemin anlattığı masallara götürün. Sıladan çok uzaklarda mukavvadan inşa edilmiş şehirlerde üşüyor pejmürde duygularım. Bahar kokusunu, kuş seslerini, evimizi saran sarmaşıkları özledim. Sıla özlemi her geçen gün depreşiyor içimde. Ruhum sığmıyor sıcaklığını kaybetmiş metal siluetli şehirlere. Gurbetin kasvetli havasında ruhum daraldığında çocukluğumun masallarında alıyorum soluğu. Bu beton saltanatında ahşap evlerin sıcaklığını ne çok özlüyorum.
Firuze gözlü yârimdir Malatya!...
İnönü’den Turgut Özal’a kadar nice devletliler yetiştirmiştir bu ak topraklar… Bu tarihî şahsiyetler geçen zaman içinde mührünü vurmuştur akıp giden zamana ve değişen mekâna. Bu şehrin kekik kokan dağlarında dolaşan rüzgârlar bulutlarla söyleşir. Çiğdemler boynunu büker koyaklarda. Kardelenler zemheri soğuklarında hayata açar gözlerini…
Firuze gözlü yârimdir Malatya!...
Şehirler, içlerinde yaşayan gayretli insanların eseridir. Malatya da bu kente gönül verenlerin omzunda yükselmiştir kar beyaz bulutlara… Daha mamur bir kent için, gecesini gündüzüne katmıştır burada yaşayanlar… Kentin kimliğini, onun içinde yaşayanlar belirlemiştir. Et ve tırnak gibi bütünleşmiştir şehir ve onun müdavimleri… Güler yüzlü insanlar, tebessüm eden bir şehir bırakmışlardır arkalarında. Çocuklarına gösterdikleri sevgiyi ve özeni yaşadıkları şehre gösteren bu güzel insanlar namus bilmişler yaşadıkları toprakları… Onu bir sevgili gibi bağırlarına basmışlar. Ona ihanet etmeyi akıllarından bile geçirmemişlerdir. Durum böyle olunca şehirle, sakinleri arasında sevgi köprüleri kurulmuştur.
Firuze gözlü yârimdir Malatya!...
Gençliğimizin fırtınalarını sende bıraktık Malatya’m!... Deli dolu yanlarımızı toprağına gömdük. Sen ki içimize altın harflerle yazdığımız bir sevdasın. Baba ocağımsın, ana kucağımsın sen… Yağmurlarında ıslandığım günlerin hatırası suluyor ruhumun goncalarını. O masum gençlik aşklarının üzeri henüz küllenmiştir. Dağlara, taşlara ve ağaçlara çizdiğimiz kalpler ancak silinmiştir. Fakat hiçbiri gönüllerden silinmemiştir. Seneler geçse de nabızlarımız ‘Malatya’ diye atar. Malatya’nın taşı, toprağı şairlerimizin ilham kaynağı olmaya devam ediyor. Bu şehir dünüyle, bugünüyle ve yarınıyla içimizde yaşıyor. Sazımız sözümüz sıladan izler taşıyor. Türkülerimizin nağmeleri bizi bu topraklara bağlıyor. Yeşille mavinin kucaklaştığı şirin Malatya’m dosta güven, düşmana korku salmaya devam ediyor çok şükür...
Firuze gözlü yârimdir Malatya!...
Nice zenginlikleri içinde saklar doyumsuz Malatya mutfağı... Doyum olmaz bulgurdan yapılan köftelerine... İçli köfte, analıkızlı, kayısı tatlısı, ekşili köfte, mercimekli köfte, kulak çorbası, tavşanlı yufka, kaburga dolması, tava, kâğıt kebabı, kalbur hurması, bilik, pirpirim cacığı, yapraklı köfte… Adını sayamadığımız daha nice lezzetler var Malatya mutfağında…
Firuze gözlü yârimdir Malatya!...
“Malatya Malatya bulunmaz eşin/Gönülleri coşturur ayla güneşin” türküsünde efkâra bulanır kadim düşlerim… Zira bir Arguvan türküsünün yürek yakan nağmesidir Malatya… Malatya’da her türkü dünden bugüne, bugünden yarına kurulan birer gönül köprüsüdür.
Bu şehri vasfetmede kelimeler acze düşer. Malatya anlatılmaz, ancak yaşanır…
GÜL KOKULU MEMLEKETİM, SANA HASRETİM…
M.NİHAT MALKOÇ
Şehirler insanlığın ortak hafızasıdır şüphesiz. Doğulan şehirler olduğu gibi, doyulan şehirler de vardır. Doyulan şehir hiçbir zaman doğulan şehrin yerini tutmasa da orada yaşamaya mecbur hissederiz kendimizi. Hayatın kelepçeleri bizi bu şehre bağlar sıkıca. Fakat gönüllerde boy veren hasrete kim engel olabilir ki!... Bizi doğduğumuz kentlerden hangi güç koparabilir ki!... Doyulan şehirle doğulan şehir arasında uzar gider yürekleri yaralayan, hayalleri paralayan bu bitimsiz keşmekeş… “Sıla burcu burcu, ille ocağım” dizesi yankılanır gönül duvarlarında. Sual zincirini uzatsak da cevap alamayız asık suratlı duvarlardan… İçimizi kemiren kaygılar ve hasret yüklü sorular beklenen karşılığı bulamaz hiçbir zaman…
Trabzon’un Köprübaşı ilçesi de doyulan olmasa da, doğulan şehirdir bizim için… Burada gözlerini dünyaya açanlar belli bir zaman sonra gurbette bulurlar kendilerini. Yaban ellere düşen gönülleri yas bürür bundan sonra. Sürgün duygular kurşun gibi çöker belleğe. Hasret ateşi yürekleri küle döndürür. Hırçın dağlar yol vermez yurdundan uzaktakilere.
Köprübaşı bahtımın yıldızı… Namusum, şerefim ve haysiyetim, benim güzel memleketim… Kavgalarımın, sevdalarımın, düşlerimin, emeklerimin şahidi… Şimdi çok uzaklarda bağrına hasret hançeri saplanmış bir çaresizim. Sensin dertlerimin ilacı, gönül yarama merhemsin. Umutlarım kırık, paramparça… Şimdi irtifa kaybeden bir tayyare misali masmavi göklerinde süzülüyorum yalnız başına. Kalbimin kuytusuna saklanıyor sana dair hayaller ve hatıralar… Düşe kalka büyümüşüm bereketli topraklarında. Nasırlarım ancak kabuk tutmuş. Şimdi senin hayalin düşer yüreğimin kuytularına. Sesim yankılanır badanası dökülmüş duvarlarda, sen olurum her gece yarılarında. Gel gör ki yaralı kalbim kurtulamıyor hasret ve elem kelepçesinden. Umutlarım Kaf dağının ardında. Şimdi titreyen dudaklarımda hep aynı nakarat tekrarlanıyor: “Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm, nerdesin be gülüm!…”
Sürmene, Araklı ve Çaykara ilçeleri arasında sıkışıp kalmıştır Köprübaşı… Manahoz deresi boyunca uzar gider bahtı karalı, gönlü yaralı bu şehir… Köprübaşı, “Göneşera” diye de bilinir eskiler tarafından. Dokuz mahallesi ve dört köyü olan ilçenin merkezde 200 olan rakımı köylere çıkıldıkça binli rakamlara ulaşır. Kacalak dağı Güneşli’nin tepesinde görkemli bir anıt gibi yükselir. Köprübaşı’nın en yüksek yeri 2742 rakımlı Madur dağıdır. Soğuksu, Ebeler, Küçük Kangal, Harman, Ağaçbaşı, Yangın, Vizera, Mincena, Sulak, Köşk, Taşlı ve İsmail Ağa Yaylaları sağlık dağıtır misafirlerine. Yeşilin kırk tonu burada gülümser size.
Ah memleketim!... Şimdi dağlarında düşlerim kadar beyaz kar salkımları vardır. Yaz akşamlarının sıcaklığı sinmiştir gönlün yamaçlarına. Avulot’ta el ayak çekilmiştir besbelli. Köylere inmiştir yaylacılar… Köşk yaylası uzun sürecek ayrılığın hüznüyle hasret nöbetine durmuştur. Viran evlere sinmiştir yaz boyunca yaşanan doyumsuz hatıralar… Yayla kokuşlu güzeller artık tutmuştur köy yolunu… Can yangınları ten yangınlarına karışmıştır. Yanık yüzlü analar yeni yayla mevsimine kadar köylere akın etmişlerdir. Madur dağına çoktan yağmıştır kar… Dağ bağrını açmıştır fırına ve tipiye; rüzgârlar şişirmiştir gönül yelkenlerini.
Şiir kadar saf, yanık bir türkü kadar kasvet vericidir yüreklerde bıraktığın izler… Şimdi ciğerlerime nefes yerine sana dair sıla hasretini çekiyorum gece gündüz demeden… Bağırsan duyamam ki sesini, çağırsan koşup gelemem yollar ırak… Özlemin kor gibi yakar yüreğimi. Hoyrat rüzgârlarına salmışım yalın ayak çocukluğumu. Bereketli topraklarında bulmuşum sofraları süsleyen bin bir türlü lezzeti. Ayran kokan yayık tereyağının tadını çoktan unutmuşum. Gökten boşalırcasına yağan yağmurlarında ıslanmayı ne çok özlemişim. Ya köy çocuklarıyla toprağa çömelip misket oynamayı… Mile(misket) oynamak için evdeki gömleklerden kopardığım kopçalar(düğmeler) için yediğimiz dayaklar hiç unutulur mu? Hepsinin acı tatlı hatırası kaldı belleğimde. Zamanın mahzeninde nostaljiye dönüşmüşler şimdi. İnsanıyla, havasıyla, dağıyla, taşıyla, kuşuyla bir başkadır memleketim. Gurbet yazgısı alnımıza kazınalı beri türkülerde bulduk teselli… Kavuşmak mı, kim bilir daha ölmedik.
Köprübaşı; göklere komşu köyleriyle, yemyeşil yaylalarıyla, oksijen deposu ormanlarıyla yalancı bir cennettir benim gözümde. Şehirlerin kasvet verici havası burada yerini bir tatlı huzura bırakır. Mısır ekmeği ile yoğurt bir araya gelince değmeyin keyfimize. Başka bir şey aramayız gayri. Yanında bir de fasulye turşusu olursa kral sofrasına dönüşür.
Köprübaşı derin bir vadide geleceğin rüyasını görür her gece. Türkiye’ye mal olmuş değerleriyle mağrurdur şüphesiz. Bir kenarda unutulmuş olsa da, umutlarını yitirmez hiçbir zaman. Yarınların bugünlerden daha güzel olacağı düşüncesini kaybetmez bu küçük, şirin yer... Bir gün hatırlanacağını, gözlerin kendisine döneceğini, iş ve aş kapıları açılacağını hayal eder durur. Yarınların gül kokan sabahlarına bırakır düşlerini. Ayrılık ateşinin bir gün vuslatla dineceğini, gurbete savrulan evlatlarına kavuşacağını umut eder ağaran şafaklarda. Umut dağları göklere değdirir başını. Aynaların hakikatlerle yüzleşeceği günler yakındır besbelli.
Köprübaşı hatıralarımın mahşeridir. O anılar ki şimdi gözümde canlanır, nostalji vatan yapar içimde. Neler yaşamadık ki bu güzel topraklarda, neler görmedik ki acıya ve hüzne dair… Anamın nasırlı elleriyle yoğurduğu hamurlar kabarınca cirikta etmek için toplanırdık soba başına. Zeytinyağında nar gibi kızaran ciriktaları paylaşmak hiç de kolay olmazdı. Ne mücadeleler verirdik bir parça cirikta için… Kızgın yağın etrafında nice cambazlılar yapardık. Bir tas sıcak çorbaya kanaat ederdik. Sabahları muhlamaydı ve kuymaktı baş yiyeceğimiz.
Dağların ardındaki şehir Köprübaşı, Manahoz deresiyle nice sırlarını paylaşır. Bulutların sadık dostudur. Arpalı’dan yola çıkan köpüklü sular Sürmene’de masmavi sulara karışana kadar, başını taştan taşa vurarak yol alırlar. Toprağa can vermesi gereken sular boşa akar durur hep... Güneş her seher vakti karanlığın kalbine indirir gümüş işlemeli hançerini. Gündoğan, Akpınar, Fidanlı; Köprübaşı’na tepeden bakar ağlamaklı gözlerle. Arpalı karlı dağların eteğinde üşür zemherilerde. Yalnızlığı kendine yoldaş edinir çaresizce. Çifteköprü, Güneşli, Yağmurlu; Köprübaşı’nın birbirinden güzel köyleridir. Türk futbolunun gözbebeği, yeşil sahaların yıldızı Fatih Tekke, Çifteköprü’dendir. Onunla gurur duymaktadır bu şirin köy.
Köprübaşı yalnızlıktan bıkmıştır, eski günlerini özlemektedir. Gidenler geri gelmez, gelenler burada kalmaz. Büyükdoğanlı, Dağardı, Emirgan, Konuklu, Küçükdoğanlı, Yılmazlar; Beşköy’ün bahtı karalı köyleridir. Büyük acılar yaşamışlardır 1998 senesinde. Aradan on yılı aşkın bir zaman geçse de her yıl 7 Ağustos’ta acılar tazelenir Beşköy’de. Bu beldede yetişmiştir Recep Yazıcıoğlu’yla Adnan Kahveci... Bu topraklarda hayata açmışlardır gözlerini. Bu derelerin berrak sularından kana kana içmişlerdir. Bütün Türkiye gibi Köprübaşı da bu mümtaz insanları unutmadı, bundan sonra da unutmayacak. Onları gönlünde yaşatacak.
Harmantepe’de zaman bir anıtın gölgesinde canlanır. Bu anıta bir tarih kazınmıştır altın harflerle. Bu anıtta dile gelen görkemli bir tarihe kulak verelim: “26 Haziran 1916’da Türk kuvvetleri hücuma geçerek Ağaçbaşı Yaylasındaki Rus kuvvetlerini Soğuksu’ya çekilmeye mecbur etti. 29 Haziran 1916’da Harmantepe Kabanbaşı hattında 36 saat süren muharebelerde 60. alayımız topçu atışı ve süngü hücumu ile Rus kuvvetlerini perişan ederek Avulot’a kadar püskürttü. Bu çatışmalarda 60. Alay 7 zabıt, 150 nefer zayiat verdi. 15 Temmuzda Bayburt, Ruslar tarafından işgal edildiği için Türk kuvvetlerine geri çekilme emri verildi. Türk kuvvetleri Harmantepe’yi şehit Bayram Çavuş ve arkadaşlarına emanet ederek çekilirken tepeyi Bayramtepe olarak selamladılar.” Bu yiğitler şimdi dağ başlarını tutmuştur hatıralarıyla. Tarih onları çoktan kaydetmiştir unutulmazlar listesine. İşte bu noktada sözler dudaklarımdan süzülüp kahramanların aziz hatırasıyla berceste mısralara dönüşür şimdi:
“Dağların kucağında uyuyan yiğit erler
Mübarek kanınızla vatanlaştı bu yerler
Alır mı mermer taşlar teninin ateşini?
Çoktandır arş-ı âlâ görmedi bir eşini”
Köprübaşı sözcüklere ve sözlüklere sığmayacak kadar büyük ve anlamlı benim gönlümde. Bu vadinin eski güzel günlere dönmesi, dostların gurbet elde değil, doğdukları yerde doyması en büyük dileğimizdir. Gül kokulu memleketim her gün büyür sana hasretim!
USTA BİR RESSAMIN ELİNDEN ÇIKAN TABLO GİBİDİR KÖPRÜBAŞI…
M. NİHAT MALKOÇ
Karadeniz’in gözbebeği olan Trabzon’un kırsalında hayat mücadelesi veren şirin bir ilçedir Köprübaşı. Dört dağın arasında sıkışıp kalmıştır. Trabzon’un on dokuz ilçesinden biridir bu küçük şehir. Trabzon’a uzaklığı 38 km, Sürmene’ye uzaklığı ise 14 km civarındadır. Burası merhum Adnan Kahveci’nin himmetiyle 1990 senesinden beri ilçe olsa da, ne yazık ki hâlâ kabuğunu kıramamıştır. Bugün bile adı, ne yazık ki, Sürmene’yle birlikte anılır olmuştur.
Köprübaşı deyip de geçmemek lazım. Şahsına münhasır, çok özel ve güzel bir tabiatı vardır Köprübaşı’nın. Bu şirin ilçe adeta usta bir ressamın elinden çıkan bir tablo görünümündedir. Tabiatın bütün cömertliklerini sergileyen Köprübaşı; gerek havasıyla, gerek suyuyla ve gerekse birbirinden zeki ve üretken insanlarıyla tam da yaşanılacak bir yerdir. Doğa burada hâlâ bütün olumsuzluklara ısrarla direnmektedir. İnsanlar, içinde yaşadıkları tabiata sahip çıkmaktadırlar. Dereler asi akışlarını bütün engellere rağmen sürdürmektedir.
İnsanları kabına sığmasa da, coğrafyanın getirdiği şartlar gereği durağan bir hayatı vardır Köprübaşı’nın. Zira maddî imkânları çok kısıtlıdır bu beldenin. Çalışmayı eğlenceye döndürmüştür bu yörenin vakur insanları. Tek bir caddesi olan bu küçük ilçede insanların zaman geçirecekleri alternatif yerler mevcut değildir. İnsanların gidebilecekleri tek yer kahvehanelerdir. Şayet kahve alışkanlığınız yoksa sabahtan akşama kadar aynı cadde üzerinde volta atmak zorundasınız. Bu da zamanın israf edilmesinden başka bir şey değildir.
Köprübaşı, Türkiye’nin mümtaz devlet ve siyaset adamlarını, bürokratlarını yetiştiren bir ilçe olarak hafızalarda yer edinmiştir. Bu engebeli topraklarda yetişen gayretli insanlar kendilerini yetiştirmek için hiçbir engel tanımamışlardır. Köprübaşı, Türkiye’ye Adnan Kahvecioğlu ve Recep Yazıcıoğlu gibi seçkin insanlar yetiştirmiş müstesna bir yerdir. Bu şehrin yetiştirdiklerini bütün Türkiye sevse de, bilse de Köprübaşı’nı görenler ve bilenler o kadar da çok değildir. Merhum milletvekillerimizden Alaattin Kurt, Diyanet İşleri Eski Başkanı M. Sait Yazıcıoğlu aklımıza gelen diğer önemli Köprübaşılı insanlarımızdır.
Sabır ve tevekkül şehridir Köprübaşı. Aza kanaat edenlerin yaşadığı güzide bir yerdir bu topraklar. Burada yaşayanlar bütün zorluklara rağmen yine de mevcut hâline şükrederler. Burada gençlerin istihdam edileceği işyerleri olmadığı için bir yaştan sonra gurbet yolu gözükmektedir insanlara. Onun için göç bu şirin diyarın en acı gerçeğidir. Hüzünlü ayrılıklar, istenmeyen tablolardır. Burada başta gençler olmak üzere hemen herkesin “yarın” diye bir endişesi söz konusudur. Artan göç yüzünden Köprübaşı’nın nüfusu sürekli azalmaktadır.
Köprübaşı deyince bir sürü “keşke” sıralanmaktadır zihnimizde. Keşke insanlar bir somun ekmek için, gözünü açtıkları bu güzel toprakları terk etmek zorunda kalmasa. Keşke herkesin aşı, işi ve eşi olsa. Keşke Köprübaşı’nda küçük de olsa iş alanları açılabilse. Keşke insanlar memleketlerini terk edip uzaklara gitmek mecburiyetinde kalmasa. Keşke bu güzel beldeye de güzide bir eğitim kurumu, bir yüksekokul açılabilse… Keşkeler uzayıp gidiyor.
Köprübaşı küçük, şirin ve insanî ilişkiler açısından sımsıcak bir Anadolu şehridir. Burada dargınlıklar üç günü geçmez. İnsanlar gücünü haktan ve hakikatten alır. Dostluk her şeyin üstünde bir değerdir. Vefa bayrağının hâlâ çekilmediği bir coğrafyadır burası.
Köprübaşı küçük bir yerleşim yeri olduğu için hemen herkes birbirini tanır, bilir ve anlar. Hasta ziyaretleri ve yardımlaşma yaygındır. Burada mutluluklar paylaşıldıkça artar, acılar paylaşıldıkça azalır. Bu açılardan bakıldığında bir aileyi andırır bu güzel yöre. Kitle iletişim araçlarının ve teknolojinin en az etkilediği yerlerden biridir burası. Herkes gelenek ve göreneklerine yürekten bağlıdır. Büyükleri saymak ve küçükleri sevmek âdettendir.
Köprübaşı deyince özellikle o doyumsuz yemyeşil yaylaları gelir akıllara. O yaylalar ki içerisinde yaşayanlara her şeyin en doğalını sunmaktadır. Onlarca doktora bedeldir bu güzel yaylaların florası. İlaç gibi gelir insanlara Köprübaşı yaylalarının havası ve suyu. Kendinizi çok daha güçlü, zinde ve hayat dolu hissedersiniz dağların zirvesinde. Yazın boğucu ortamından bunalanlar, bu güzel yaylalara çıkarak hayatın kasvetli havasından kurtulmaktadırlar. Mayıs ayına kadar şehirde ve köylerde yaşayanlar, bu ayda hayvanlarını yanına alarak yaylaların yolunu tutmaktadırlar. Dört ayı aşkın bir zaman yaylalarda kalan insanlarımız kışlık yağ ve peynirlerini üreterek şehre ve köylere dönmektedirler.
Köprübaşı’nda yaylalar ve dağlar deyince aklımıza öncelikle Madur Dağı gelmektedir. 2742 metre rakımlı bu dağ sanki göklere komşu gibidir. Bu yüce dağın etrafında başta Köşk olmak üzere Taşlı, Sulak ve Kalecik yaylaları bulunmaktadır. İnsanlarımız her yıl bu yüksek dağın eteklerinde Madur şenlikleri yapmakta, gönüllerince doyasıya eğlenmektedirler.
Yaylalar özgürlüğün, yiğitliğin ve sonsuzluğun şiarıdır. Yaylalar deyince de kahraman askerlerimizin Ruslara karşı destan yazdığı Harmantepe gelir akıllara. Harmantepe şehitleri bu ilçenin manevî bekçileri hükmündedir. Harmantepe Şehitliğindeki eski bir levhada şu ifadeler yazar: “26 Haziran 1916’da Türk kuvvetleri hücuma geçerek Ağaçbaşı Yaylasındaki Rus kuvvetlerini Soğuksu’ya çekilmeye mecbur etti. 29 Haziran 1916’da Harmantepe Kabanbaşı hattında 36 saat süren muharebelerde 60. alayımız topçu atışı ve süngü hücumu ile Rus kuvvetlerini perişan ederek Avulota kadar püskürttü. Bu çatışmalarda 60. Alay 7 zabıt, 150 nefer zayiat verdi. 15 Temmuzda Bayburt Ruslar tarafından işgal edildiği için Türk kuvvetlerine geri çekilme emri verildi. Türk kuvvetleri Harmantepe’yi şehit Bayram Çavuş ve arkadaşlarına emanet ederek çekilirken tepeyi Bayramtepe olarak selamladılar.”
Harmantepe, Köprübaşı’nın bir anlamda Çanakkale’sidir. Harmantepe’de yaşananlar Çanakkale’de yaşananların eşsiz bir sahnesidir. Her nerede olursa olsun kahraman Türk askeri düşmana asla geçit vermemiştir. Harmantepe Yaylası’ndaki şehitlik, Türk-Rus savaşlarının en büyük tanığıdır. Her yıl 29 Haziran günü şehitlerimizi burada rahmetle ve minnetle anarız.
Köprübaşı çalışkan, becerikli ve yiğit insanların yaşadığı müstesna bir yerdir. Küçük bir ilçe olsa da her dönemde adından sıkça bahsettirmiştir. Burada başta ahşap ürünler olmak üzere, el sanatları önemli bir sanat dalı olarak karşımıza çıkmaktadır. Kaşık, beşik, oklava, küçük tarım aletleri(keser, orak, balta, tırpan, kazma, çapa, bel) ilk akla gelen el sanatları ürünleridir. Zor şartlarda yapılan bu ürünler yöre halkının az da olsa bir gelir kaynağı olarak dikkat çekmektedir. Bu ilçede eski zamanlarda el yapımı silahlar da adından söz ettirirdi.
Dağlık ve engebeli bir arazi yapısı olan Köprübaşı’nda tarım alanları son derece kısıtlıdır. Buna rağmen sınırlı da olsa tarım yapılmaktadır. Buradaki köylerde yöre halkının geçiminde önemli bir yer teşkil eden mısır, fındık ve çay yetiştirilmektedir. Çay ve fındık satılsa da, mısır insanların ve hayvanların günlük ihtiyacı olarak kullanılmakta, satışı pek yapılmamaktadır. Köprübaşında hemen herkesin evinde bir veya birkaç ineği mutlaka bulunur. Bu inekler bağlı bulunduğu evin süt, yağ ve peynir ihtiyacını karşılamaktadır.
Nüfusu zaman içerisinde erise de Köprübaşı’nda eğitim ve öğretim her geçen gün hızla artmaktadır. Buradaki zeki öğrenciler, zor şartlara rağmen bir yolunu bulup okumakta ve çok iyi yerlere gelebilmektedir. Bugün Türkiye’de birçok şehirde Köprübaşılı kaymakamlar, valiler, müdürler, genel müdürler, doktorlar, mühendisler, mimarlar, öğretmenler, akademisyenler, üst düzey siyasetçiler ve bürokratlar çalışkanlıklarıyla ve üretkenlikleriyle adeta parmakla gösterilen insanlar konumundadırlar. Eski başarı geleneği bugün de sürdürülmektedir. Bu hem yöre insanının gayret ve zekâsından hem de coğrafyanın getirmiş olduğu çaresizlikten kaynaklanmaktadır. Çünkü ekmek artık aslanın ağzındadır. Bu engebeli arazide karın doyurmak kolay değildir. Farklı arayışlara girmek coğrafî bir mecburiyettir.
Köprübaşı hatıralarımızın şekillendiği, mâzimize tanıklık eden bir nostaljidir. Bizler bu küçük rüya şehirden uzakta yaşasak da aklımız hep buradadır. Kimimizin anne babaları bu topraklarda metfundur. Bayramlarda ve tatillerde memleketimize giderek onlara birer fatiha-i şerif okuruz. Kimimiz daha şanslıdır. Zira anne ve babaları hâlâ bu topraklarda yaşamaktadır. Onlar da fırsat bulduklarında doğup büyüdükleri topraklara sıla-i rahimde bulunarak büyüklerinin ellerinden öpme bahtiyarlığını doyasıya yaşarlar. Öyle veya böyle Köprübaşı ölümsüz hatıralarımızın kadim beşiğidir. Her nerede yaşarsak yaşayalım; ölü veya diri bir gün bu güzel topraklara döneceğiz. Bu topraklar bizi bir anne şefkatiyle bağrına basacaktır.
MEMLEKETİM… MEMLEKETİM… ÂH MEMLEKETİM
M. NİHAT MALKOÇ
Memleketim… Memleketim… Âh Memleketim…
Şimdi senden çok uzaklarda sıla hasretiyle tutuşuyor bütün uzuvlarım… Hücrelerime kadar değiyor katmerleşen özlemin. Sana kavuşmayı en büyük hedef tayin ettim kendime. Senden uzakta ölmek herhalde ölümlerin en kötüsü olur benim için. Ninemin dizinin dibinde dinlediğim masallar, annemin ninnileri, âşıkların uzaktan uzağa yaktığı hasret türküleri ruhumun derinliklerinde yankılanıyor. Rüyama giriyor yemyeşil çay bahçelerin, fındık dalların, mısır tarlaların… Evimizin önündeki armut ağacında toplanan kuşların cıvıltıları aklımdan ve kulaklarımdan gitmiyor. Burada ne armut ağacı var, ne de kuş cıvıltıları… Baharın o doyumsuz kokusunu özlüyor ciğerlerim.
Memleketim… Memleketim… Âh Memleketim…
Karlı dağlarındaki beyazlığı burada ancak bir gelinin duvağında görebiliyorum. Gözelerinden akan sular, hayallerimi süslüyor. Burada musluklardan akan, her ne kadar sıvı olsa da, bildiğimiz berrak su değil. Aynı gök kubbenin altında olsak da, memleket havasını arasanız da bulamazsınız bu kör beldede… Size sunulanla yetinmek mecburiyetindesiniz. Buralarda memkeletimdeki doğallığı ve saflığı arayanlar beyhude uğraşır.
Memleketim… Memleketim… Âh Memleketim…
Yüce dağ başlarında kurulan kekik kokulu yaylalarını özledim. Bulutlarla sarmaş dolaş olan dağlarını gözümde büyüttükçe büyütüyorum, öyle ki hayallerimi aşıyorlar. Pırıl pırıl ve şırıl şırıl akan derelerin sesi kulaklarımdan gitmiyor. O derelerde avladığımız balıklar hiç unutulur mu? Ya suların önünü taşlarla, kum ve çakıllarda keserek yaptığımız derme çatma göller… Yüzmek için mayo ne gezer bizde… Ya pijamayla, ya da donla girerdik suya… Yaşı çok küçük olanlar anadan doğma girerdi göllere. Yoksulluk bükerdi belimizi… Fakat mutluyduk, gururluyduk yine de… Onurumuzu taşımasını bilirdik. Ayağımızda kara lastiklerle dere boyu balıkları gözlerdik. Kayaların altına elimizi sokar, kendimiz koymuş gibi çıkarır alırdık akşamları rızkımız olacak balıkları. Değmeyin ondan sonraki keyfimize…
Memleketim… Memleketim… Âh Memleketim…
Yemyeşil tabiatın, masmavi denizin ve gökyüzünle emsalsizsin. Boy boy ağaçların, buz gibi suların, capcanlı insanların; muhteşem dekorunun ayrılmaz parçalarıdır. Benim memleketimin insanı küçük şeylerden mutlu olmasını bilir, gülümsemek, hatta kahkaha atmak için çok büyük sebepleri aracı etmeyi beklemez. Kıpır kıpırdır güzel beldemin güzel insanları… Kadınlarımız taşıdıkları yükün altında görülmezler. Zira yükün kabalığı ve ağırlığı kadını görünmez kılar. Yine de yaşadığı hayattan zevk almaya, beyine güler yüzlü görünmeye çalışır. Zor şartlarda, alın terini su gibi akıtarak adeta taştan çıkarırlar ekmeğini. Bütün ezilmişliğine, unutulmuşluğuna, göz ardı edilmişliğine rağmen vatanını, milletini ve başındakileri sever yine de… Saygı ve hürmette kusur etmez hiçbir zaman…
Memleketim… Memleketim… Âh Memleketim…
Burada ekmeğimiz, aşımız gurbet kokar. Her fotoğraf karesi bizi yıllar evveline götürür. İster istemez kirpiklerimiz ıslanır. Çok uzaklardan peştamallı, keşanlı fotoğraflarla bize gülümseyen annelerimiz, bacılarımız ve vefakâr eşlerimiz; içimizdeki hasret yükünü iyice ağırlaştırır, adeta kurşundan bir yük biner gövdemize. Sevdalar da seviyeli yaşanır benim güzel memleketimde. Aşkların da bir asaleti, gizliliği ve seviyesi vardır. Bir kere âşık olundu mu evliliğe varır işin sonu. Gönül eğlendirme, her çiçekten bal alma hoş görülmez.
Memleketim… Memleketim… Âh Memleketim…
Türkülerin, horonların, ağıtların, düğünlerin, kına gecelerin, imecelerin unutulur mu hiç?... Fındık ve çay bahçeleri panayır yerine dönerdi. Çalışmak eğlenceye dönüşürdü. Hepimiz gül gibi geçinir giderdik. Ya karayemişlerin, incirlerin, kirazların unutulur mu? Ne diyeyim, evlatların gurbet ellerde senin kucağında son nefeslerini vermek için can atıyorlar.
ORDA BİR ŞEHİTLİK VAR UZAKTA YAHUT HARMANTEPE ŞEHİTLERİNE
M.NİHAT MALKOÇ
Tarihte başımıza musallat olan milletlerin başında Ruslar gelmektedir. Ruslarla hemen hemen her zamanda ve mekânda karşı karşıya gelmişiz. Sürekli gözleri topraklarımızda olmuştur Rusların… Ruslarla yaptığımız amansız savaşlarda yenildiğimiz de olmuştur yendiğimiz de… Fakat zaferlerimizin sayısı hezimetlerimizden çok fazladır. Günümüzde Köprübaşı ilçesinin Harmantepe Yaylası’ndaki şehitlik, Türk-Rus savaşlarına şahitlik etmektedir. Bu şehitlikteki eski bir levha bu mücadeleyi şöyle anlatıyor:
“26 Haziran 1916’da Türk kuvvetleri hücuma geçerek Ağaçbaşı Yaylasındaki Rus kuvvetlerini Soğuksu’ya çekilmeye mecbur etti. 29 Haziran 1916’da Harmantepe Kabanbaşı hattında 36 saat süren muharebelerde 60. alayımız topçu atışı ve süngü hücumu ile Rus kuvvetlerini perişan ederek Avulota kadar püskürttü. Bu çatışmalarda 60. Alay 7 zabıt, 150 nefer zayiat verdi. 15 Temmuzda Bayburt Ruslar tarafından işgal edildiği için Türk kuvvetlerine geri çekilme emri verildi. Türk kuvvetleri Harmantepe’yi şehit Bayram Çavuş ve arkadaşlarına emanet ederek çekilirken tepeyi Bayramtepe olarak selamladılar.”
Burada ifade edilenlerden öğrendiğimize göre bu tepede tüyler ürpertici savaşlar olmuştur. Kuş uçmaz, kervan geçmez bu dağlarda askerlerin naraları yeri göğü tutmuştur. Vatanımıza tasallut eden Ruslar, Türk askerinin gösterdiği mücadele azmi ve ölme hevesi karşısında küçük dillerini yutmuşlardır. Zira onlarda vatan sevgisinden ziyade maddiyat ve paranın hükmü geçerlidir. Oysa Türklerde vatan sevgisi her şeyin üzerinde bir değerdir. Vaktiyle Harmantepe Şehitleri’nin destanlaşan mücadelesini “Harmantepe Şehitlerine” adlı şiirimde şöyle dile getirerek manevi sorumluluğumu bir nebze de olsa üzerimden atmıştım:
“Dağların kucağında uyuyan yiğit erler
Mübarek kanınızla vatanlaştı bu yerler
Harmantepe şahittir şaşalı zaferine
Ne dünyalar sığdırdın gözlerinin ferine
Bir elde kutsal kitap öbür elinde kılıç
Mukaddesattan aldın savaşacak onca güç
Hilalin hatırına canınızdan geçtiniz
Hayat karşılığında sonsuzluğu seçtiniz
Teslim olurken Hakk’a kırpmadın gözlerini
Altın yaldızla yazsak mübarek sözlerini
Sonsuzluğa kanatlan yüce dağ başlarında
Acı var annelerin süzülen yaşlarında
Rüzgâr hatıran için gece gün söyler ağıt
Şehidim efkârlanma, arşa gülücük dağıt
Bu ıssız tepelerde sevdiklerinden ırak
Düşlerini zamanın sağanağına bırak
Alır mı mermer taşlar teninin ateşini?
Çoktandır arş-ı âlâ görmedi bir eşini”
Vatan için canlarını ortaya koyan, sağ kalınca gazi, ölünce şehit olan kahraman insanlar sayesinde bizim oldu bu topraklar… Vatanımızda gözü olanlar her türlü hileyi denediler cennet vatanımıza konmak için. Fakat zor zamanlarda bir ve beraber olan milletimiz bu şer odaklarına geçit vermedi hiçbir zaman. Her seferinde imanıyla, irfanıyla ve destanlaşan mücadeleleriyle püskürttüler hain düşmanları. Hangi milliyetten olursa olsun hepsine karşı tek yürek ve tek yumruk oldular. Köle gibi yaşamaktansa, izzetini kaybetmektense ölmeyi tercih ettiler. Düşmanların; kadınımıza, kızımıza, bayrağımıza, mukaddesatımıza el ve dil uzatmalarına müsaade etmediler. Biri ölünce öbürü, kalan boşluğu seve seve doldurdu. Zira onlar Hüseyin Nihal Atsız’ın aşağıdaki dörtlüğünde tarif ettiği kahramanlardı:
“ Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir,
Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmektir.
Ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir;
Kahramanlık; saldırıp bir daha dönmemektir.”
Şerefli Türk tarihi Türk’ün vatanı, iffeti ve namusu için neler yapabileceği gösteren ibret dolu örneklerle doludur. Bu örnekler imanın ve mücadele ruhunun nelere kadir olduğunu göstermektedir. Savaşa katılmak ölüm beratını kolunun altına koymayı da zorunlu kılıyordu. Zira “gitmek var dönmek yok” sözü en çok savaşlar için geçerli olan bir ifadeydi. Nice insanımız gidip de dönememiştir yuvasına. Bebeler yetim kalmıştır, eşler dul olarak devam ettirmiştir geri kalan hayatlarını. Hatta gidenlerin naaşları bile geri dönmemiştir. Bizler dedemin babasının mezarını bilmiyoruz. O da Birinci Dünya Harbi yıllarında askere alınmış, bir daha geri dönmemiştir. Hemen her ailede buna benzer gerçek hayat öyküleri vardır.
Ne mutlu vatan aşkıyla cepheye koşup yüce Allah’ın üstün kıldığı şehitlik mertebesine erişenlere… Hayatımız bir şekilde sona erecek, hepimiz bu fani hayattan çekileceğiz. Kimileri ibadetlerini hakkıyla yerine getirdiği için galip dönecek geriye, kimileri de dünyanın şatafatına aldandığı için amel heybesinde bir şey götüremeyecek Hak’ın huzuruna… Onlar da şüphesiz ki mağlup ayrılacaktır dünya denen imtihan sahasından. Rabbimiz şehitleri öve öve bitiremiyor. Onlara özel bir muamelede bulunacağını ayetlerinde zikrediyor. Şu ayet her şeyi ortaya koyacak açıklıktadır: “Allah yolunda hicret edip öldürülen veya ölenlere gelince muhakkak Allah, onları güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır. Şüphesiz Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır. Ancak (savaş) sizleri birbirinizle denemesi içindir. Allah yolunda öldürülenlerin ise; kesin olarak (Allah) amellerini giderip-boşa çıkarmaz.” (Hac Suresi, 58)
Her dönemde iman ve küfür vardı, bugün de var, yarın da olacaktır. Bu içerde ve dışarıda da aynıdır. Uluslararası arenada dostumuz az, düşmanımız çoktur. Gerçi ülkelerarası ilişkilerde salt dostluklar yoktur, çıkar ilişkileri vardır. Ötesi yalan ve hileden ibarettir. Sözlerimi bitirirken, tenha tepelerde ve dağ yamaçlarında ölerek şehitlik mertebesine yükselen Harmantepe Şehitlerini bir kere daha rahmet, minnet ve saygıyla anıyorum. Onlar için yazdığım şiirimin son bölümünü dikkatinize sunmak istiyorum. Ruhları şad olsun.
“Ey dağları inleten gür sedalı askerim!...
Tecelli eyler sana rahman, rahim, hak, kerim
Ey ufkun ötesinde huzura eren yiğit!...
Nöbette bekleyenler olmak istiyor şehit
Ey umudun çağrısı, hakikatin gür sesi!...
Gökte yankılanacak zaferinin bestesi
Dönmediler geriye önden giden atlılar
Bu dünyada çilekeş, orda saltanatlılar
Silah kuşanan erler söylüyor türkünüzü
Yaşatıyor bu millet mukaddes ülkünüzü
Ölüm size yakıştı bir gülün kucağında
Kanla destan yazdınız peygamber ocağında”
TRABZON KÖPRÜBAŞI HALK AĞZI VE YEREL KELİMELER
M.NİHAT MALKOÇ
Karadeniz bölgesinin kendine has gelenek ve görenekleri, ağız özellikleri vardır. Karadeniz’in hususiyetlerini en iyi yansıtan şehir de Trabzon’dur. Trabzon’un ilçelerinde ve köylerinde keşfedilmeyi bekleyen zengin halk kültürü hazineleri mevcuttur.
Bir zamanlar Trabzon’un Sürmene’ye bağlı beldesi, şimdilerde ise ilçe olan Köprübaşı’nda enteresan söyleyişler mevcuttur. Çok eski zamanlardan bugüne gelen kelimeler hâlâ kullanılmaktadır. Özellikle yaşlılarımız konuşurken eski kelimeleri tercih etmektedir. Bu sözcüklerin çoğu Rumcadan dilimize girmiştir. Bugün halk ağzında bütün canlılığıyla yaşayan ve günlük konuşmalarda kullanılan bu kelimelerden bazıları günümüzdeki karşılıklarıyla şunlardır: çarambula(ateşböceği), çağana(yengeç), afkurmak(havlamak), iskebit(eşekarısı), koklis(sümüklü böcek), abufay(yemek artığı), ahbin(hayvan dışkısı), ander(lanetli, uğursuz), angona(kör yılan), arakhana(örümcek), arkuri(yana doğru), azderha(canavar), badis(taze fasulye), pansi(hayvan yemleme yeri), bolaki(keşke), bubuk(tomurcuk), carcel(ince dallarla örülmüş erzak rafı), ciba(göbek), corma(bataklık), cubuş(meyvenin çöpü), handoşara(kirpi), cuhnis(yemeğin dibinin yanığı), çapula(çarık), çel(mısır bitkisinin gövde kısmı), deşirmek(toplamak), dirgen(tırmık), feli(kabağın pişmiş parçası), fidruga(fındığın en körpe filizi), fuska(böğürtlen), gaban(eğimli arazi, yamaç), gambat(karın boşluğu), ganzi(kabuklu yemiş içi), gayde(ezgi, nağme), gendume(çorbalık buğday), gorç(tahta oturak), gorzil, (düğüm), gorbagor(kötü ruhlu ihtiyar), gufica(el sepeti), gugu(baykuş), gugul(yığın, tepe), gugulli(silme dolu, tepeleme), guguvak(mantar), haçan(madem), hartama(ahşap kiremit), he(evet), herek(fasulye sırığı), hocer(lazımlık), hohol(ince toz parçası), huliya(kara lahana yemeği), hutuş(mısır koçanının kabuğu), ifteri(eğrelti otu), istemli(büyük güğüm), kafeka(küçük güğüm), kaful(ocak, küçük ağaç grubu), katma(ip, bağ), kavran(ahşap fıçı), kerenti(tırpan), kertel(ineklerin yal kabı), hacaban(gereksiz eşyalar), halaz(dolu yağışı), hamurca(çilek), hayat(kiler, hol), kopça(düğme), kosi(lahananın dip kısmı), kudal(ahşap çırpıcı), kugar(meyve toplama çubuğu), kumuş(kestanenin batan dış kısmı), kunzi(kendir sapı), kusur(tanesi ayrılmış mısır koçanı), labar(çamur), lalak(sersem, aptal), lazut(mısır bitkisi), malaks etmek(bulaştırmak), malez(un-su karışımı bir çeşit yemek), mares(solmuş, pörsümüş), merek(ot koyma yeri), minci(bir çeşit peynir), moçot(beceriksiz, sakar), momol(bir çeşit çok küçük böcek), mucurum(sakat), muh(çivi), muncur(ağız, dudak), oflan(mutfak rafı), otiş(ses, gürültü), oğarmak(tamir etmek), paçariş(engel), paska (serander), sipsi(kedi), sebi(küçük çocuk), mertek(çatıda kullanın tahta), soğun(bari, hiç olmazsa), şorombil(küçük el değirmeni), vol(tarladaki kalın toprak kütlesi), yangaz(yaramaz, haylaz), yenlik(kiloca hafif), kubli(asma kilit), zati(zaten), zuzula(bir çeşit ot), kolestevra(kertenkele), gorgot(mısır kırması), paçariş etmek(engellemek), namna(çocuk dilinde yemek), cicil(solucan), sütana(kiler), gariplanmak(özlemek), koliva(suda pişmiş mısır), kıkkıniz(yer elması), tahtaboş(balkon), hutuş(mısır yaprağı), miska(sümük), na(al bakalım anlamında), farfara(kelebek), pisik(kedi), reyha(güzel koku), peşkir(havlu), sıçan(fare), çipçok(çok fazla), reni(çatı aralığı), çenge(çene), seğirtme(koşma), çıhlan(kıymık), kukuvak(mantar), kitali(meyve toplama aleti), beşko(soba), mungarabis(hayvanlarda acı acı bağırmak), mumudiya(yavaş), buldur(geçen yıl), mile(misket), zipazip(iyice dolu), kuyizma(feryat), marikas etmek(geviş getirmek), haşli(sıcak), becit(acele), analis(suda yumuşatma), esseh(gerçek), iğriz etmek(çabalamak), civit(çekirdek), ferik(tavuk yavrusu), suruşmek(biriyle uğraşmak), celepçi(kasap), mozika(az süt veren inek), levli(odun parçası), lop olmak(çok ıslanmak), barastar(kapı direği), zirza(menteşe), sanka(kilit), kosva(bir çeşit kuş), kisa(bir çeşit kuş), liplip etmek(boş konuşmak), şafles(salya), fuci(fındık), arakop(bir çeşit yabani ot)…vb gibi… Bu kelimelerin sayısını daha da artırabiliriz ama şimdilik bunlarla yetiniyoruz.
DÜNDEN BUGÜNE, BUGÜNDEN YARINA KÖPRÜBAŞI
M. NİHAT MALKOÇ
Yemyeşil bir vadide zamana direnen kadim bir yolcudur Trabzon’un şirin ilçesi Köprübaşı. O, Manahoz Deresiyle söyleşen bağrı yanık bir dertlidir. Dertleri başından aşkın olsa da kemençenin sesini duyunca duramaz yerinde. Kanı kaynar coşkun Karadeniz gibi...
Karlı dağların eteğinde sessiz; ama vakur duruşuyla zamana tanıklık eden Köprübaşı‘nın bilinmeyenleri, bilinenlerinden çoktur. Kapalı bir kutu gibidir. Köprübaşı ilçesinin tarihçesi ve ilk yerleşmeler hakkında ilmî bilgiler yok denecek kadar azdır. Eldeki tarihî bilgilere göre Trabzon ve havalisinin Orta Asya'dan gelen kavimlerce iskân edilmesi ile, önce sahil şeridi, daha sonra da Köprübaşı iskân edilmiştir. Rivayetlere göre Köprübaşı'nı ilk iskân eden kavimler, gür ormanlar arasında Güneş'ten ara bir yer bularak buraya yerleşmişlerdir. Bundan dolayı da buraya halk arasında Güneşara(Göneşara) denilmiştir.
Huzurun ve sükûnun adresi olan Köprübaşı, 1929 yılına kadar tek muhtarlık altında idare edilmiştir. 1929 yılında 15 köyden oluşan bucak teşkilatına dönüştürülerek bucak olmuştur. 1965 yılında ise Fidanlı, Akpınar ve Gündoğan Mahallelerinin tüzel kişiliklerinin birleştirilmesi ile Köprübaşı Belediyesi kurulmuştur. Belediyemiz bu yıl 50. yaşına girmiştir.
Tarihî kervan yolunun önemli duraklarından biri olan Köprübaşı, uzun yıllar boyunca Sürmene’ye bağlı bir bucak iken bu iklimin dâhî çocuğu, zamanın Maliye Bakanı merhum Adnan Kahveci’nin girişimleriyle 05 Mayıs 1990 tarihinde 3644 sayılı Kanunla yeni bir ilçe olmuştur. Pek bir faydasını göremese de, 25 seneden beri ilçe statüsünde bulunmaktadır.
Altı bin nüfuslu bir ilçe olan Köprübaşı’nın kuzeyinde Sürmene, güneyinde Bayburt, doğusunda Çaykara, Of ve Dernekpazarı, batısında Sürmene ilçesine bağlı Oylum beldesi vardır. Sürmene’ye uzaklığı 14, Trabzon’a olan uzaklığı ise 52 kilometredir.
Dört tarafı dağlarla çevrili şirin bir vadi üzerine kurulan Köprübaşı; Arpalı, Çifteköprü, Güneşli, Yağmurlu, Akpınar, Fidanlı, Gündoğan, Konuklu, Küçükdoğanlı, Yılmazlar, Dağardı, Emirgan, Büyükdoğanlı köy ve mahallelerinden oluşmaktadır. 1998 senesinde Beşköy‘de meydana gelen korkunç sel felâketinin üzerinden 17 yıl geçmesine rağmen burada yakınlarını yitirenlerin yaraları hâlâ tazeliğini korumaktadır.
Köprübaşı’nın munis bir iklimi vardır. Burada yazlar serin, kışlar ılık ve her mevsim yağışlıdır. Yağışlar en çok ilkbahar ve sonbahar mevsimlerinde görülür. Bölgede güneyden kuzeye doğru akan Manahoz deresi bulunur. İlçenin en önemli akarsuyu olan Manahoz, Yeni Yayla‘dan doğar , Sürmene ilçe merkezinde Karadeniz‘e dökülür. Üzerinde 7 santral vardır.
Köprübaşı ilçesinin güneyinde 1750-2200 metre yüksekliklerinde yaylalar vardır. Bu yaylaların denize doğru alçalan kesimleri, özellikle vadi yamaçlar zengin ormanlarla kaplıdır. Yeşilin kırk tonunu bulabileceğimiz Soğuksu, Ebeler, Küçük Kangal, Harman, Ağaçbaşı, Yangın, Vizera, Mincena, Sulak, Köşk, Kutlusu, Taşlı ve İsmailağa yaylaları yaz sıcağından korunmak ve soluklanmak için tablo kadar güzel tabiat harikalarıdır.
Geniş otlakları, tertemiz havası ve buz gibi soğuk sularıyla Köprübaşı’nın doyumsuz yaylalarını anlatmaya kelimeler kifayet etmez. Yaylalardan söz edip de tepesinden kar eksik olmayan 2742 rakımlı Madur Dağı’nı da unutmamak lâzım. Gitmeli, görmeli ve yaşamalı….
Söz yaylalardan açılmışken 1916 senesinde şanlı yiğitlerimizin Ruslara karşı adeta bir destan yazdığı Harmantepe’yi de hatırlayıp, orada şehit olan kahraman neferlerimizi yâd etmek gerekir. Her yıl 29 Haziran günü bu zaferin yıldönümü törenlerle kutlanmaktadır.
Devletimiz çeyrek asırdan beri ilçe olan Köprübaşı’mızda hâlihazırda kaymakamlık, milli eğitim müdürlüğü, halk eğitim müdürlüğü, emniyet müdürlüğü, ilçe jandarma komutanlığı, nüfus müdürlüğü, tapu kadastro müdürlüğü, tarım ilçe müdürlüğü, belediye başkanlığı, ziraat bankası, ilçe müftülüğü, mal müdürlüğü, sağlık grup başkanlığı, hastane, postane gibi kurumlarıyla ilçe halkına önemli hizmetler vermektedir.
Köprübaşı deyip de geçmeyin. Küçük; ama etkili bir yerleşim yeridir burası. Nice güzel simalar gelip geçti bu bereketli topraklardan. Kimi unutuldu, kimi de tarihin hafızasına altın harflerle kazındı. Ülkemizin siyasetinde ve bürokrasisinde çok önemli noktalara gelen merhum Alaattin Kurt, Adnan Kahveci ve Recep Yazıcıoğlu Köprübaşılı güzel insanlardan sadece birkaçıdır. Türk futbolunun, örnek şahsiyetiyle öne çıkan isimlerinden Fatih Tekke bu şehrin sokaklarında top peşinde koşarak milli takımın değişmez oyuncularından oldu.
Köprübaşı dışarıya yoğun olarak göç veren bir şehirdir. Bu yüzden nüfusu sürekli azalmaktadır. Geçim sıkıntısı yaşayan halk, çareyi başta İstanbul olmak üzere İzmit, Samsun, Sakarya, Bursa, Bolu ve Zonguldak gibi şehirlere giderek aramaktadır. Bunun yanında halkın önemli bir kısmı başta Almanya olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde çalışmaktadır.
Köprübaşı’nda fabrika olmadığı için tarım ve hayvancılık ön plandadır. Fakat yöre halkı tarım ve hayvancılıkla ancak kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmektedir. Fındık ve çay dışındaki mahsullerin satışı söz konusu değildir. Köylerde bunun haricinde, ağaç işleri ve el sanatlarıyla da uğraşılmaktadır. Beşik ve kaşık yapımı konusunda büyük mesafeler alınmıştır. Bu şirin vadide üretilen el sanatları ürünleri son yıllarda ülke gündemdeki haklı yerini almıştır. Zira zeki insanların memleketi olan Köprübaşı’nda özgün icatlar hayli dikkat çekmektedir. Köprübaşı, başta ahşap yerli araba olmak üzere, el sanatlarında öne çıkan birçok özgün ürünüyle adını Türkiye’ye, hatta uluslararası platformlara gururla taşımıştır.
Köprübaşı’nın köylerinde dağınık bir yerleşim söz konusudur. Köylüler evlerini genelde tarlasının veya fındıklığının başına yapmıştır. Bu, arazinin engebeli oluşundandır.
Köprübaşı’nda eğitime verilen önem her geçen gün artmaktadır. Bu zor coğrafyadan kurtulup çoluk çocuk sahibi olmak ve karın doyurmak ya gurbetçilikle ya da okumakla mümkündür. Onun için okumaya büyük rağbet vardır. Bu küçük ve şirin şehrimiz başta vali, kaymakam, genel müdür, profesör olmak üzere ülkemize birçok bürokrat yetiştirmiştir. Bilim, eğitim, edebiyat, sanat, spor, siyaset alanında mühim değerlerimiz vardır. Bunun yanında alanlarında başarılı olmuş iş adamlarımızı da unutmamak lâzım. Onlarla gurur duyuyoruz.
Her gece dağların koynunda güzellik uykusunu uyuyan, güneşle beraber hayata ve umutlara uyanan Köprübaşı, acı tatlı hatıralarımızın tanığıdır. Hayatın zorluklarını bu topraklar öğretti bize. Elif gibi dik, Madur Dağı gibi heybetli, iri ve diri durmayı ondan öğrendik. Nice seneler arı duru suyunu içtik, tertemiz havasını soluduk.
Mâzimizin aynasıdır bu kadim coğrafya. Dertlerimizin ilacıdır. Bizden acı tatlı izler taşımaktadır. Dedelerimiz, ninelerimiz, babalarımız, annelerimiz bu toprakların kara bağrında uyuyor sonsuzluk uykusunu. Bizler de bir gün belki ölü, belki de olarak sağ sana döneceğiz. Dönüş sanadır ey sevgili yurdum!... Canımızdan aziz bildiğimiz topraklar!...
Köprübaşı ölümsüz bir sevdadır hasretle tutuşan yüreklerde. Muhabbetin en koyusudur. Yarınlarda mutlu ve umutlu olmak için kâfi bir sebeptir. Mâziyi istikbale bağlayan katıksız bir sevgi köprüsüdür. İlkbaharda yemyeşil elbisesini giyen sadık bir sevgilidir. Hasretin koynunda, zifiri gecelerin karanlığında büyüyen hilâldir; yıldızdır gönül gönderinde şerefle dalgalanan şanlı bayrağımızda. Uzaklaştıkça hasretiyle yandığımız candır, canandır. Hayra yorduğumuz kutlu bir düş, dudaklardan eksik olmayan ebedî bir gülüştür.
Hiç kimse durup dururken, işler yolunda giderken doğup büyüdüğü memleketini terk etmez. Bizler de seni macera olsun diye terk etmedik. Bugün Köprübaşı’ndan uzakta yaşayanların yürekleri senin hasretinle yanmaktadır. Seni seviyoruz Köprübaşı. Canımız tenimizde durdukça da sevmeye devam edeceğiz. Duygu ve düşüncelerimize tercüman olan Köprübaşılı şâir M. Nihat Malkoç’un şu dizeleriyle sana şöyle sesleniyoruz ey şehir:
“Düşlerime girince akar gözümün yaşı
Gecenin sabahında gel hayra yor bu düşü
Manahoz’un koynunda uyursun Köprübaşı
Ey gurbetçi kardeşim yuvan Köprübaşı’nda!...
Yaralı yüreğine derman Köprübaşı’nda…”
KÖPRÜBAŞI’NIN TARİHİ YOK MU?
M.NİHAT MALKOÇ
Trabzon’un unutulmuş ilçelerindendir Köprübaşı… Yıldızlara değen mağrur başıyla yeşilin koynunda uyur gece gündüz demeden…Sürmene, Araklı ve Çaykara ilçeleri arasında sıkışıp kalmıştır. Nefes alacak hali yoktur. Fakat onuruyla yaşar bir başına. Verimli geniş arazileri yoktur. Kanaatkâr insanları ekip biçerler toprağı. Mısırı kendileri yerken, otluğu hayvanlarına yedirirler. Yaz gelir, yaylalara çıkarlar. Hayvanlarını salarlar çayır çimene. Buz gibi soğuk sulardan kana kana içerler. Hava ve su çelikleştirir yorgun bedenlerini. Kuymak ve mıhlama hastalıklar için en büyük antibiyotiktir. Zorluklar içerisinde yaşasalar da hayatlarından memnun gözükürler. Azla yetinirler, tamahkârlık nedir bilmezler. Ormanlarla çevrili köylerde yeşilin bütün tonlarını görebilirsiniz. Buranın halkı doğayla barışık yaşar.
Nice büyük şahsiyet yetiştirmiştir bu topraklar… Merhum Adnan Kahveci, merhum Recep Yazıcıoğlu ve şimdi milletvekili olarak mecliste bulunan Diyanet İşleri Eski Başkanı Mustafa Sait Yazıcıoğlu bu ilçeye bağlı Beşköy beldesinin yetiştirdiği devlet adamlarıdır. Köprübaşı tarih boyunca pek çok bakan ve vekil yetiştiren bir ilçe olarak ün yapmıştır ülke çapında. Fakat nedense mum misali hiçbir zaman dibine ışık vermemiştir bu garip ve mahsun ilçe… Gidenler, geride kalanları unutmuş bu uzak beldede. Kimse uyandırmamıştır onu derin uykusundan… Bırakın uyandırmayı, gelen gidenler ninni söylemiştir uykusunun daha da derinleşmesi için. Çünkü bir uyansa hakikatlerle yüz yüze gelecektir. Titreyip kendine dönecektir. Samimiyetten uzak, süslü vaatlere kanmayacaktır bir daha… Yılların unutulmuşluğunun hesabını soracaktır devlet erkânına. Onun içindir ki uyandırmazlar.
Her ilin, hemen hemen her ilçenin yazılmış, kayda alınmış bir tarihi olmasına rağmen Köprübaşı’nın belli bir tarihi de yoktur. Burası yıllarca Sürmene’nin bir beldesi olarak kalmış zihinlerde. Zaman içerisinde Sürmene’nin gölgesinde küçüldükçe küçülmüştür. Buradan yetişenler doğup büyüdükleri, havasını soludukları, dağlardan süzülen buz gibi kaynak sularını içtikleri beldelerini çabuk unutmuşlardır. Pek çoğunu para değiştirmiştir. Onlar artık yazdan yaza gelip bu güzel ilçenin sıhhat dağıtan yaylalarında izinlerini geçirip Köprübaşı ilçesinden transit geçmektedirler. ‘Ne oluyor, ne gidiyor’ diye sorma ihtiyacını da duymamışlardır. Sizin anlayacağınız Köprübaşı kökenli zenginler ve okumuşlar vefa imtihanından koca bir sıfır çekmişlerdir. Nimetlenenler külfet söz konusu olunca köşe bucak kaçmışlardır. Bunun istisnaları olsa da bunlar kaideyi bozacak ağırlıkta değildir.
Köprübaşı 1990 senesinde rahmetli Adnan Kahveci’nin gayretleriyle ilçe statüsü kazanmıştır. O günleri bugünmüş gibi hatırlarım. Rahmetli Kahveci, Köprübaşı’na geldiğinde “Sayın Bakanım Yolumuzun Asfaltlanmasını İstiyoruz” yazılı bir pankart şehrin orta yerine asılmıştı. Bunu gören Kahveci, “İndirin o pankartı, arabamın bagajına koyun, bundan sonra gerek kalmayacak ona. Çünkü ilk fırsatta yolunuz genişletilerek asfaltlanacak” demişti. Ağır aksak da olsa yolda bir kısım çalışmalar yapılmıştı. Şans bu ya Beşköy’deki felaket sırasında yapılan yollar da yıkılarak sulara karışmıştı. Bu felakette Köprübaşı en az on yıl geriye gitmişti. Bu durum halkın makûs talihini iyiden iyiye ağırlaştırmıştı. O gün bugündür uzun yıllardan beri Sürmene ile Köprübaşı arasındaki yol asfaltlan(a)mamıştır. Bu yol insanların ömrünü yiyip bitirmiştir. Zaman içerisinde başa gelen iktidarların dünyaya bakış açıları, zihniyetleri değişse de Köprübaşı için hiçbir şey değişmemiştir.
Son yıllarda Köprübaşı gençleri yüksel tahsil hususunda büyük bir atılım içerisindedir. Eskiden senede bir iki kişi üniversiteyi kazanırken bugün bu sayı onlarla ifade edilmektedir. Buradaki gençlerin okuyup meslek hayatına atılmaktan başka çıkar yolları da yoktur.
Köprübaşı’nda ciddi bir kitap okuma mekânı mevcut değildir. Yani bu ilçenin halk kütüphanesi bulunmamaktadır. Tez elden buraya kapsamlı bir kütüphanenin kurulması şarttır. Gerçi Köprübaşı Halk Eğitim Merkezi’nin bununla ilgili bir çalışması ve gayreti vardır. Bu insanlara muhakkak destek olmalıyız. Gençlerimizi kahve köşelerinden kurtarıp kitaplarla buluşturmalıyız. Bunu yapabilirsek insanların ufku bir hayli genişleyecektir.
Köprübaşı dün olduğu gibi bugün de sosyal ve kültürel faaliyetlerde de etkin değildir. Her ilçenin, hatta bazı beldelerin festivalleri olduğu halde Köprübaşı’nın geleneksel bir festivali yoktur. Polisi, adliyesi, askerlik şubesi, icra dairesi de mevcut değildir. Her yer için bir kurtuluş günü olsa da Köprübaşı için belli bir kurtuluş günü zikredilmemektedir. Köprübaşı’nın tarihini, kültürünü, gelenek ve göreneklerini anlatan bir kitaba da rastlamadım bugüne kadar… Sürmene’nin tarihi yazılmıştır ama Köprübaşı’nın tarihi yazılmamıştır. Böyle şey olur mu? Köprübaşı’nın tarihi yok mudur? Belediyenin bu eksikliği muhakkak gidermesi gerekir. Bu hususta şahsen hiçbir maddi karşılık beklemeden çalışmaya hazır olduğumu da buradan ilan etmek isterim. Yeter ki yetkililer böyle bir kitap yayınlandığında basılacağına dair garanti versinler. Çünkü bu çeşit çalışmalar zahmetlidir. Sivil toplum kuruluşlarının, kaymakamlığın ve belediyenin bu çalışmaları desteklemesi gerekir. İlle de ben yapayım ısrarında değilim. Böyle bir işe gireceklere bir nefer gibi yardımcı da olabilirim. Yeter ki maksat hâsıl olsun. ‘Ben yaptım, sen yaptın’ ucuz hesabı içerisinde değilim, hiçbir zaman da olmam. Köprübaşının tarihi ve kültürü en kısa zamanda kayda geçilmelidir.
Dedim ya şirin ilçemiz Köprübaşı yıllarca Sürmene’nin gölgesi altında kalarak iyice körelmiştir. Bu garip kazaya dair yokları sıralarsak zincirin halkaları alır başını gider. Bu yoklar zincirinin halkalarını en kısa zamanda kırmalıyız. Köprübaşılılar doğup büyüdükleri beldeye sahip çıkmalıdır. Köprübaşı’nın sayılı zenginlerini saymaya kalksam herhalde sayfalar dolar. Peki, o zaman bu şehir niçin böyle kaderine terkedilmiş. Bazı Anadolu köylerinin yolları bile asfaltlanmışken iki ilçeyi ve Köprübaşı’yla Trabzon’u birbirine bağlayan stabilize yol niçin en kısa zamanda asfaltlanıp halkın istifadesine sunulmaz? Burada yaşayan halk ikinci sınıf vatandaş mıdır? Bu ayıbın kısa zamanda ortadan kaldırılması gerekir.
Köprübaşı’nın en büyük sorunu işsizliktir. Burada doğan gençler ayakları yere basar basmaz gurbet yollarına düşmektedirler. Kolay mıdır bir insanın sevdiklerini terk edip İstanbul’un yolunu tutması? Fakat Köprübaşı’nda kalan gençlerin kahve köşelerinde sürünmekten başka yapabilecekleri şey yoktur. Gerçi gurbette de karınları doymamaktadır vasıfsız işçilerin. Günümüzde kalifiye elaman para kazanırken, vasıfsız işçiler boğaz tokluğuna çalışmaktadır. Bu nedenle Köprübaşı’nda meslek kurslarının yaygınlaştırılması, gençlerin bu kurslarda beceri sahibi olmaları gerekir. Günümüzde sanatkârlık en büyük referanstır; tercih sebebidir. Bunun göz önünde bulundurularak gereğinin yapılması elzemdir.
Diğer şehirler zamanla büyürken Köprübaşı her geçen gün küçülmektedir. Eskiden Köprübaşı’ndaki esnaf sayısı bugünküne kıyasla çok daha fazlaydı. Oysa günümüzde hatırı sayılır esnaf sayısı bir elin parmakları kadardır. Bunlar da harcamalarının karşılığını alamamakta, zarar etmemek için büyük mücadele vermektedirler. Zira Köprübaşı’na mal getirmek fazladan nakliye masrafını zorunlu kılmaktadır. Bunun bedeli de satılan mallara yansıtılmaktadır. Bunun yanında burada yaşayan kişilerin çoğu işsiz olduğu için alım güçleri de yoktur. Onun içindir ki sayıları her geçen gün azalan esnaflar kepenk kapamamak için onur mücadelesi vermektedir. Bir kısmı çeklerini ödemekte ciddi sıkıntılar yaşamaktadır.
Köprübaşı insanı genellikle tarımla uğraşmaktadır. Halkın çoğu mısır, fındık ve çay yetiştirmektedir. Malum olduğu üzere son yıllarda çay ve fındık da para etmemektedir. Halk çay ve fındığı toplarken yevmiyecilere harcadığı gideri bile, elde ettiği mahsulü satarak karşılayamamaktadır. Onun için son yıllarda geçim konusunda ciddi sorunlar baş göstermiştir. Aileler çocuklarının okul masraflarını ödemekte bile zorluk çekmektedir. Çay paraları, harcamaları karşılamaktan uzaktır. Üstelik bazı aylarda çayın belli kontenjanlar üzerinden alınması çiftçiyi iyice perişan etmektedir. Bazı aileler çaylarını söküp, yerine fındık dikmişlerdir. Bir zamanlar iyi para eden fındık üzerinde oynanan uluslar arası oyunlar fındığın getirisini de çok düşürmüştür. Mısır zaten para getiren bir ürün değildir. Bunlar gösteriyor ki Köprübaşı halkı için ufukta parlak bir gelecek gözükmemektedir. Fakat yöre halkının umutları yine de diridir. Çünkü umutsuz yaşanmaz. Geleceğe dair umutlar, yaşama sımsıkı sarılmamızı sağlayan can simidi hükmündedir. Umudun bittiği yerde yaşamak bir işkenceden farksızdır. Gelin Köprübaşı için bir şeyler yapalım. Bu konuda herkesin yapabileceği bir şey vardır.
Kayıt Tarihi : 29.6.2023 18:33:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!