Tanıdığım Ünlüler:
NECİP FAZIL KISAKÜREK
BU ismi nereden öğrendim bilmiyorum. Lise yıllarıydı; elime ne geçse okuyordum. Tam bir kitap kurduydum. Ben buna okumada oburluk diyorum. Hiçbir şey ayırt etmiyordum. Gazete, kitap, dergi. Ne bulsam adeta hatmediyordum.
Yeni bir yazar öğrenince yeni bir dünya keşfetmiş oluyordu. O yazarın bütün eserlerini okumadan rahat edemiyordum. Bu yüzden bütün eserleri serilerini oldum olası çok severim. Hemen hepsini satın alıp okuma sırasına sokuyordum.
Şimdi tam hatırlayamıyorum. Hatırladığım lise 1. yarıyıl tatilinde İdeolocya Örgüsü ’nü her gün bölüm bölüm okuduğumdu. Sonra Çile ’yi bulmuştum. Bin bir gece saraylarına girmiş gibiydim. Birini bitirdikçe öbürüne başlıyordum. Okuma aşkım depreşiyor, susuzluğum bir nebze teskin oluyordu.
Onu bir konferans öncesi gördüm. Üniversite yıllarıydı. Erzurum Atatürk Üniversitesindeydim Üstat üniversiteye konferans için gelmişti. Konferans öncesi hava alanına karşılamaya gitmiştik. Naim Hoca da oradaydı ve benim yanımdaydı. Gençler gibi heyecanlıydı. Üstadı sloganlarla karşılıyorduk. O bizden daha fazla yüksek sesle sloganlara katılıyordu.
..
UFKUMUZA DOĞAN GÜNEŞ-NECİP FAZIL
1
Anı
Aylardan Mayıs..Doğum ve ölümü aynı ayda olan bir şair.Mayıs ayını şereflendiren şair..Büyük Doğu.Bu çağda İslam’ın yakılıp yıkıldığı bir çağda onu alıp yücelten küçüklükten büyüklüğe eriştiren ona geçmiş günlerdeki onurunu kazandıran büyük dava adamı
Said i Nursi gibi Mehmet Akif gibi bir dava ve ideal insanı..Sultan Abdülhamit’in küçülmesine mani olamadığı doğu dünyasını hiç değilse manada yücelten insan.Yeni bir dirilişin ilk kıvılcımları.Doğuyu sarsan adam..Uzun süredir uyumakta olan bir devi uyaran uyandıran müslamana İslam insanına özgüvenini kazandıran insan.
..
NECİP FAZIL VE DOLAYISIYLA
25, 27 ve 29 Mayıs Necip Fazıl ve Dolayısıyla
25.27.29 Mayıs günlerinin her birinin ayrı bir anlamı var bizde. 25 Mayıs Necip fazıl Üstadımızın doğum günü, 27 Mayıs meşum zulmün başlangıç tarihi, 29 Mayıs ise kutlu fetih günü.
İki kutlu gün arasına girmiş bu zulüm günü tarihimize kara bir leke olarak vurulmuş utanç günüdür. Bu utancı temizlemek bu milletin boynunun borcuydu ve temizledi inşallah. Ancak hala içimizdeki darbe heveslileri tükenmedi. O millet düşmanları hala diş bilemeye devam ediyor, en ufak bir fırsatta milletin boynuna yağlı ilmeği geçirmek için hazır bekliyorlar.
..
Alçak Gönüllü Bir Kahraman:
HASAN NAİL CANAT
Bu adam nereden nasıl zuhur etti. Bizden bir önceki kuşaktan biri. Bizim yeni yetme sıralarımızda okula gidiş gelişlerimizde afişlerini görerek izlemeye gittiğimiz bir tiyatrocu. Moskof Sehpasıyla tüm Türkiye’yi baştan başa dolaştı.
Kayseri’nin bu yiğit insanını bu yola sokan neydi. Şöhret mi, sanat mı, mücadele aşkı mı? Belki hepsi, belki hiç biri. Onu bu savaşa sevk eden amilin ne olduğunu tam olarak bilemiyoruz. Bildiğimiz şu ki o yılmaz bir savaşçıdır, inanmış bir dava eridir, boş gördüğü bir alanı bütün imkânsızlıklara rağmen doldurmaya çalışan bir Anadolu erenidir.
Üstat Necip Fazıl’ın açtığı yolda onun sesine karşılık ben buradayım diyebilen bir yiğit sestir, bir cesur yürektir, adıyla sanıyla Hasan Nail Canat’tır. Anadolu’dan yola çıkan bu gözü pek, korkusuz adam yalnızdır, kimsesizdir, Allah’tan başka yardımcısı yoktur.
Kendisi gibi yiğit ve gözü pek insanlardan bir grup kurmuştur. Tüm yokluk ve yoksulluklara rağmen inandığı bir davanın emrinde Anadolu yollarında bir evliya sabrı, bir dava aşkı, bir alp: savaşçı ruhuyla yürümektedir. İşte o gerçek bir alp erendir.
Bu alp eren devrinde pek anlaşılamamış, her hangi bir kurum ve kuruluştan yardım alamamış, zor şartlarda yaşama, aile geçindirme çabaları altında bir yorgun savaşçı gibi yaşamış ve ölmüştür.
Bu yaşam ve ölüm arasında o öyle bir tablo çizmiştir ki, işte bir Müslümanın, bir dava adamının yaşaması gereken hayat dedirtecek, gelecek kuşaklar için örnek kişilikti. Onun şahsında anıtlaşan kişilik bize ‘Müslüman böyle olmalı, hem büyük hem sıradan dedirtmekte. İşte onu büyüten yan da budur. Kahramanlığın en üst noktası, alçak gönüllüğün zirvesi. İkisi bir adamda nadir olarak birleşebilir. İşte bu şahıs Hasan Nail’dir.
..
TÜRK ŞİİRİNİN YENİ DAMARI
Bu dört şair son devir edebiyatımızın yüz akıdır. Tanzimat, Servet-i Fünun, Fecr-i Ati ve Milli Edebiyat gibi aciz edebiyat hareketleri Türk Edebiyatını gerçek anlamıyla temsil etmekten uzak, ikinci sınıf bir edebiyat birikimi oluşturmuştur.
Servet-FünunTevfik Fikret, Fecr-i Atide Ahmet Haşim gibi birer örnek sesten başka soylu bir ses bırakamamıştır. Ancak Fuzuli’den, Baki’den, Nefi’den, Nedim’den ve Şeyh Galip’ten gelen o engin soluk Tevfik Fikret ve Ahmet Haşim’le sürmüş, Yahya Kemal, Necip Fazıl, Nazım Hikmet ve en son Sezai Karakoç’la bayraklaşan büyük soluğun sürmekte olduğunu görmekteyiz.
Bu soluk Türk şiirinin altın çağı olan Klasik edebiyatımız Divan edebiyatının büyük soluğudur. Her ne kadar bu soluk şekil değiştirerek devam etmişse de aynı soluktur. Bu büyük şairlerdir ki kaynağını klasik edebiyatımızdan almış, onu yeni şekil ve biçimlerde sürdürmüşlerdir. Bu yeni Türkiye’nin eskisinden ilham alarak yola devam ettiğinin bir göstergesidir.
Cahit Sıtkı, Ziya Osman, Atilla İlhan, Orhan Veli ve İkinci yeni grubu gibi şiirin bu asil damarını sürdürmüş damarını görmekteyiz. Bunun dışında bir takım gruplara girerek şair görünmeye çalışan müteşairlerin varlığını da fark etmekteyiz.
Fikret divan geleneğinden birçok açıdan kopmuş müstağrip bir kişiliktir, divan şairleriyle taban tabana zıt bir inanç peşindedir. Ama yine de Türkçenin şairidir. Bizimdir. İnanç olarak bizden bir değilse bile dil ve kültür olarak bize aittir. Tarih-i Kadim’i şiir olarak mükemmeldir ancak İslam inancı açısından yüzkarasıdır. İnancını kaybetmiş bir müstağribin cehennemi feryadıdır. Onun şahsında son devir edebiyatımızın tereddisini haykırır.
Aynı materyalizmi Ahmet Haşim’de de fark ederiz gizli açık, ancak o bu yapısını gizlemiş, milletin asli değerlerinden uzaklığı onu hiçbir zaman inkar ve isyan çukuruna yuvarlamamıştır. Bu inkar ve isyan halini bir de Nazım Hikmet’te göreceğiz, ancak onda gördüğümüz bir inkardan ziyade iman haline dönüşmüş materyalizmin haykırışıdır. İnancı sarsılan intelijansiya onun şahsında yeni bir kurtarıcı gibi gördüğü Marksizm’e sarılmış, bu yeni dinin mühtedisi olarak kurtuluşu orada aramıştır.
Bu Marksizm inançları yok edilmiş bir neslin kurtuluş umudu olmuş, denize düşen yılana sarılır misali bu materyalist felsefe imanını kaybeden nesillere can simidi gibi görünmüştür. Ancak uzun vadede intelijansiya bu materyalimin de gerçek bir kurtuluş olmadığını anlamış, ancak gizli açık bu inancını sürdürmekte devam etmiştir. İslam inanç ve yaşam biçiminden uzak kalmış intelijansiyamız materyalizme bir inanç gibi sarılmış, yok edilen inanç değerleri yerine onu ikame etmeye çalışmıştır.
Yahya Kemal ise bu inanç değerleriyle barışmayı yurt dışında öğrenmiş, tam bir mümin gibi yaşayamasa bile bu ayrılığın derin acısını çekmiş ve şiirlerine bunu yansıtmıştır.(Süleymaniye’de Bayram Sabahı, Atik Valideden İnan Sokakta şiirleri)
..
Şiir Okuruna Notlar:
5
Raks Şiiri Üzerine
Atilla İlhan ‘meraklısına notlar’ derdi.Ben bu yazıların ilhamını ondan aldım. Onun şiir kitaplarını okurken bu notları büyük bir zevkle, tekrar tekrar, büyük bir iştahla somururdum. Hoş onun şiirlerini de bir o kadar zevkle ve tekrar tekrar okumuşumdur. Özellikle bazı şiirlerini, hemen burada söyleyeyim bestelenen Mihrimah ve Sultan-ı Yegah şiirini. Raks şiirini’ Nazım Hikmet’ten ilhamla yazdım. Bir dergide görmüştüm,şimdi hatırlamıyorum. Çok hoşuma gitmişti. O’na nazire yaptım. Benim şiir hayatımda bazı şairlerin büyük etkisi vardır. Bunlardan biri Yahya Kemal’dir. Müstearımı basit bir akıl yürütmeyle ondan aldım. Necip Fazıl hiçbir zaman beni etki alanına çekmedi, çekemedi. Çünkü o kendi şiirini kendi buldu, kendi tüketti. Benim asıl kaynağım Sezai Karakoç’tur. Onun Hızır’la Kırk Saat’i, Taha’nın Kitabı, Leyla İle Mecnun’u, Zamana Adanmış Sözler’i, Gül Muştusu; işte benim kaynaklarım. Yıllarca başucu kitabı yaptım onları. Yıllarca derslerde yanımda taşıdım onları. Onlardan şiirler okudum durdum öğrencilerime. Ahmet Haşim’i çok sevdim. Mukaddime, Bahçe, Tahattur, Merdiven. Bu ve benzeri şiirler onun şah eserleridir. Ayrıca Ölmek, Yol, O Belde şiirlerini de hiç yabana atmadım. Kişiliğini hiç tasvip etmesem de şairliğini inkar edemezdim.
ahmet KEMAL
..
NECİP FAZIL
Yıl 1978
Karlı Erzurum günleri
Necip Fazıl göründü
Camiye uzanan yolda
Sessiz ve yalın
(Biri parmağıyla ayı gösterdiğinde
Aptallar parmağa bakar)
..
Edebiyata Dair
1
BATILAŞMACI EDEBİYATIN KISA MACERASI
Tevfik Fikret Edebiyatı Cedide, Ahmet Haşim Fecr-i Atidir. Tanzimat edebiyatı demek aslında Ziya aşa demektir. Bir iki şiiriyle Namık Kemal’i saysak bile Şinasi ikinci, sınıf kalem erbabıdır. Her ne kadar yeni edebiyatın ışığını yaktıysa da ek bir varlık gösterememiştir. Yıkmaya kalktığı büyük edebiyatın enkazı altında kalmıştır.
Birçok alanda ilkleri ortaya koymuş ama çok özendiği batılı anlamda bir sanatçı asla olamamıştır. Ne ‘Şiir Evlenmesi’ gerçek bir tiyatro eseri olabilmiş, ne de Büyük Reşit Paşa denilen Necip Fazıl’ın tabiriyle Küçük Reşit Paşa’ya yazdığı Kasideden başka bir varlık gösterememiştir.
Namık Kemal ise Vatan Kasidesi ve birkaç şiir dışında bir el ele tutulur bir eser verememiş, Vatan Yahut Silistre gibi o zaman için değerli birkaç oyunla edebiyat tarihine geçmek istemiş, eserleri yeterli olmayınca edebiyat dünyasında siyasetiyle yer alabilmiştir.
..
22.06.13 CUMARTESİ
Abim telefon etmiş. Uyuyordum. Gece çok geç yattım. Epeydir ilk defa film izledim. Birçok hassalarımı kaybediyorum. İhtiyarlık bu mu demek? Hayal gücü zayıflıyor. Zevk alma duyguları azalıyor.
Brezilya’da olaylar sürüyor. 2 kişi öldü. Bizdeki Allah’tan pasif eyleme dönüştü. Duran adam eylemi. Bakalım nereye kadar sürecek.
Yapacak binlerce işim var. Bir sürü borcum olduğu gibi. Borçlanmadan olmuyor ki diyorlar. Önemli olan borçları çevirebilmek. Ülkenin de borçları var şirketlerin de sıradan tüccarların da. Bir sürpriz olmazsa akılcı borçlar varlıkların artmasına neden olur. Bakalım biz ne yapacağız. Emekli olup ikramiye alsak da borçları kapatsak mı? Yoksa bir daire satıp müteahhitliğe mi soyunsak.
Oğlan lap top hevesini bitirdi bu da bana yarıyor. Yazılarımı burada yazıyorum. Bilgisayarın yüzüne bakan yok. İnternet yok oyun yok.
é
Mevlana ışığını saçmaya devam ediyor. Ama sapık hocanın biri onu İslam dışılıkla suçluyor.
Zavallılar. Dahası Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli. Şah-ı Nakşibendi, Seyyid Abdülkadir Geylani, Şeyh Hasan-ı Şazeli, Cüneyd-i Bağdadi, Bayezid-i Bestami, Şeyh Hasan-ı Harkani, işte alemin önderleri. Onlar bu insanlığı kurtuluşa çıkaracak büyük insanlar. Bunlar birleştirici kişilikler.
Ben olsam yeni köprüye Hac-ı Bektaş-ı Veli adını takardım. Hacı Bektaş –ı Veli köprüsü. Yahut birilerinin teklif ettiği gibi Mevlana köprüsü Yunus Emre köprüsü. Ne kadar da güzel olur.
Bu sıra okuyamıyorum. Bundan rahatsızım. Yeni bir okuma süreci başlatmam gerekecek. Nasıl olsa tatile girdim. Kitaplığımı yeni eve taşıdım. Yine de okuyacak bir sürü kitap bıraktım. İnşaat, kızı verme, nişan, düğün bütün bunlar beni okuma olayından uzaklaştırıyor.
..
HAYATIMIN GİZEMLİ ANLARI
2
Liseyi bitirmiş üniversiteye gitmiştim. Erzurum üniversitesi İslami İlimler Fakültesiydi ilk üniversitem. Karlı yollardan vardığımız bu kar ülkesinde nasıl yapacağımı düşünmeden okula başladım. Kalacak yer bulmak meseleydi. Yurt yoktu. Kimse öğrenciye (bekara) ev vermiyordu.
Sonunda Abdurrahman Gazi türbesine yakın bir yerde tek katlı bir eve 10 kişi yerleşmiştik. Yerde döşeme yoktu. Soğuk başını almış gitmişti. Divanlarımızı bir odaya toplayarak ısınmaya çalışıyorduk. Burada ok kalamadık. Bazıları yurda çıkınca bizde orayı tek ettik. Ama bize yurt çıkmamıştı. Mevcut yurtlarda boş kalan yerlerde kaçak kalıyorduk. Orada bir gece baskınıyla yaralandım. Anarşinin kol gezdiği zamanlardı. Ülkücüler üniversitede hakimiyet kurmaya çalışıyordu.
Yurtlarda gece yarısı baskınları yapıyor, komünist diye adlandırılan öğrencileri yaralıyor, yurttan kaçırtıyorlardı. Onları yıldırmış, kaçırtmış, sıra bize gelmişti. Bize yeşil komünist diyorlardı. Benim olan bitenden haberim yoktu. Ben kalacak yerim olmadığı için çoğu zamanımı memleketimde geçiriyordum.
Üstad Necip Fazıl’ın jübilesine gitmiş, dönüş hikayelerimi o gece misafir kaldığım yurt odasında anlatmıştım coşkuyla. Jübile davetiyelerini MTTB başkanı bana havale etmiş, satmamı istemişti. Ben de birini kendim kullanmayı kafama koymuş diğerini satacak, hatta verecek kişi bulamamış, her ikisinin de–öğrenci halimle- ücretini ödemiştim.
..
SEDAT UMRAN: EŞYANIN ŞAİRİ
Hazan mevsimindeyiz sanki. Şairler bir bir göçüyor şimdi. Dün Mustafa Miyasoğlu bu gün Sedat Ümran. Bir çınar daha gitti. ‘İnna lillahi ve ileyhi raciun’ Allah hepsine rahmet etsin tüm geçmişlerimize.
Büyük şair. Eşyanın büyük şairi. Hemşerimiz sayılabilecek biri. İstanbul üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji bölümünde öğrenciyken tanıdım onu. Benim şiir hamurumda Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu, Hilmi Yavuz, Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Behçet Necatigil’den sonra onun mayası vardır. Onunla Marmara kıraathanesi gecelerini unutamıyorum. Fakülteyi ıskalamış, onun şiir sohbetlerine katılır olmuştum. Engin hafızası ve şiir ezberi hayrette bırakacak derecedeydi. Sayesinde yüzlerce şiir ezberledim. Fakülteyi bitirinceye dek sürdü bu alakamız. Sadece Marmara Kıraathanesi değil Horhor, ayrıca Kadıköy, Bostancı ve bilumum İstanbul kahvehaneleri, cafeler uğrak yerimizdi. Ben yüz yüze şiir eğitimini ondan aldım.
Almancayı anadili gibi bilmesi Hegel çevirileri felsefi yapısın güçlendirmiş onun çift kanatlı hale getirmişti. Birçok yabancı şairin intihar etmesini felsefe bilmemesine bağlardı.
Vefalı bir dosttu. Cömertti, alicenaptı. Borusan’daki mütercimdik günlerinde evlenmiş, evliliği pek fazla sürmemişti.
Hayatını şiire vermiş, şiir yemiş, şiir içmişti. Soy ismi Öcal’dı. Kendi adı ve Ümran soy adiyle müstear yapmıştı kendisine. Ahmet Haşim, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’a hayrandı. Özellikle Sezai beyi çok beğenirdi. İlk kitabı ‘Meşaleler’ Ahmet Haşim etkisindedir.
Onun şiirindeki eşya madde kalıbından sıyrılır soyut hale gelir ve şiire malzeme olur.
Yalnızlığın anıtını dikti şair. Yalnızlığını hep genç şairlerle doldurdu. Ama hiçbir zaman bu yalnızlığını hiçbir şeye feda etmedi. Hayatının belli dönemini bu genç şairlerle yaptığı arkadaşlıklarla sürdürdü.
Türk şiir anıtları dediği hepsi hafızasında olan şiirlerden bu adla antoloji yapmayı çevresine telkin etti durdu. En son A. Serhat Erkekli’nin böyle bir eser hazırladığını söylemişti bana. Onun Darülacezeye yerleştiğini duyunca kendi adıma sevineyim mi üzüleyim mi bilemedim. Şiirlerinin genç olmasıyla övündü hep. Güçlü bir mısra yapısı var. Demirden bir söyleyiş, çelikten bir irade. Onun şiir ve şairliğini bu iki kelime anlatır bana göre.
..
TOPLUMSAL YOZLAŞMA VE HUKUKUN RAFA KALDIRILMASI
Yozlaşma ne zaman başladı. Bu bilinmiyor. Belki ta çok eskilerde. Necip Fazıla göre kanuni dönemine kadar uzanıyor. Yükseliş döneminin zirvesinde başlıyor çürüme.
Rahmetli Necip Fazıl hatırladığım kadarıyla çürümeyi ilmiye sınıfından başlatıyor ve onun da müsebbibi olarak Kanuni’nin ilmiye sınıfının serbest seçimine müdahale edip atamaya bağlamasına dayandırıyor. Evet, o güne dek yönetici erkten bağımsız kendi içinde hiyerarşik sistemde seçimle yönetilen ilmiye sınıfı Kanuni’nin müdahalesiyle atanarak yönetiliyor.
O güne dek yönetici erkten bağımsız yaşayan ilmiye sınıfı yönetici erke bağlanarak hukukun üstünlüğü anlayışı yerine yönetici erkin üstünlüğü anlayışına yöneliyor. İşte ne oluyorsa ondan sonra oluyor. Hukuk altüst oluyor, güç hâkim oluyor. Piramit tepe taklak ediliyor. Keyfi yönetim ondan sonra başlıyor. Hakkı hukukum üstünlüğü anlayışı tek ediliyor, kuvvetin iktidarı başlıyor ve zülüm adım adım hâkim olmaya giderek mutlak hükümranlığını ilan etmeye başlıyor. Ediyor da.
Bugün ilmiye sınıfının yönetici erkten bağımsız görünmesine bakıp özgür olduğunu sananlar aldanmakta, onların daha güçlü gördükleri odakların emrine amade köleler olduğunu anlamamaktadırlar. Onun içindir ki ilmiye sınıfı darbelere her hal-u karda destek vermektedir. Ancak bu sınıf gücün yer değiştirdiğini gördüğü yer ve zamanlarda yine gücün yanında hatta emrinde yer almakta, bu durumlarda onların darbeye karşı olduğunu sananlar yine aldanmaktadırlar.
Yalnız bu sınıf değil Ümera da güce boyun eğmektedir. Önceleri elindeki güç sayesinde ilmiye sınıfını boyunduruğu altına alarak onlara her istediklerini yaptıran Ümera sınıfı gücü elden kaybettiklerinde kendileriyle birlikte ulemayı da aynı güce itaate hatta ibadete zorlamakta bunu da başarmaktadırlar. Zaten bu konuda sıkıntı çekmemektedirler. Çünkü zaten öteden beri güce tapınmayı adet hatta kişilik haline getiren ümera güç yer değiştirdikçe kıblesini değiştirmekte hatta tanrıyı güçte vehmeden putperest gibi bu yeni tanrıya gönülden perestiş etmektedir.
Güç bazen para olmakta, parayı eline geçiren odaklar tanrılaşmakta, bazen medya, bazen asker bazen de gizli güçler devreye girmekte ve bu Mısırlı köleler yeni tanrılara Firavunlara tabut etmekte, hak ve hukuk hiçbir zaman iktidara gelmemekte, gelememektedir. İşte bu günkü durumumuz tam da budur. Toplumdaki zenginlik yarışının temelinde bu yatmakta, sınıf değiştirme gayretleri ve olağanüstü çabalarının itici gücü burada bulunmaktadır.
Onun içindir ki bu savaş olağanüstü şartlara ulaşmakta ‘gaye için her şey mubahtır’ prensibiyle tüm halk makyavelistleşmekte, toplumsal çürüme en ileri boyutlara varmakta toplumun en alt tabakalarına kadar varmaktadır. İşte gerçek ve en büyük toplumsal çürüme budur. Felaket en büyük boyutlardadır. Bu noktada hak her yerde ayaklar altındadır, zulüm toplumun en küçük ve son noktasına kadar varmıştır. Artık çürümeden söz etmek bile abestir, top yekûn bir yok oluş süreci başlamıştır. Çünkü ne demiştir büyüklerimiz ‘küfr ile devlet abat olur ama zulm ile olmaz. Zulm ile abat olan kahr ile berbat olur.
..
SESSİZ DEVRİM
Bu bir devrimdir. Ülkemizde 200 yıldır süren yabancılaşmanın bittiği, yerlileşmenin başladığı, millileşme hamlelerinin uç verdiği bir devrim bu. Bu devrim Osmanlının parçalandığı günlerden bu güne arayışları başlayan öze dönüş hareketidir.
Mehmet Akif, Bediuzzaman, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’un seslendiği büyük mücadelenin devrime dönüşmesidir. Bu devrim kökü Muhteşem Süleyman’a uzanan bozulmanın sona erdiği, her kemalin bir zevali vardır, her zevalin bir kemali özdeyişindeki tarihi dönüş başlamıştır. Bu dönüşün ilk ışıkları Menderes dönemimde görünmüş, Özal’la büyümüş ve Erdoğan’la ortalığı aydınlatmaya başlamıştır.
Bugün bu büyük dönüşümü yaşıyoruz. Sevinçliyiz. Ülkemizin ufuklarında Hakk’ın ve hakikatin güneşi doğmaktadır. Bu güneş hakkın iradesi ve milletin dualarıyla doğmaktadır. Bu güneş çekilen çilelerin, yaşanan zulümlerin, dinmeyen acıların sonucudur. Zulüm ebedi değildir. Küfürle devlet kaim olur zulm ile asla diyen hüküm icra edilmektedir.
Osmanlı ruhu ölmemiştir. Bu anlaşılmıştır. Bu ruh yeniden dirilecektir. Bu ruh asrısaadet ruhudur, Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı devreleri kapanmış yeni devre başlamıştır. Buna ister yeni Osmanlı deyin, ister Yeni Türkiye fark etmez. Buna ister İslam birliği deyin, isterse hak ve hakikatin yükselişi, mazlumlar yeni bir hamiye kavuşacak, zayıfların, ezilenlerin makûs talihi değişecektir.
Bu gün bu tarihi ana tanıklık etmekteyiz. Bu gün büyük diriliş hareketinin başladığı gündür. Bu gün Mehmedim sevinin başlar yüksekte, ölsek te sevinin eve dönsek te, sanma bu tekerlek kalır tümsekte, yarın elbet bizim elbet bizimdir/gün doğmuş gün batmış ebed bizimdir’ diyen Necip Fazıl’ın müjdelediği gündür. Bu gün Evrim günlük sularla, Devrim irinle kanla/bizse diriliş eriyiz/Bengisu bengisu kayna ve çağla’ diyerek diriliş meşalesini yakan Sezai Karakoç’larına ipuçlarını verdiği gündür. Bu gün Bediüzzaman’ın ‘İstikbalde en gür seda İslam’ın sadası olacaktır diye haber verdiği gündür. Bu gün Asımın nesli nesilmiş gerçek/işte çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek dediği Asımların diriliş günüdür.
Bu gün dünya mazlumlarının yüzünün güldüğü gündür. Bu gün Doğu Türkistan’ın, Filistin’in, Çeçenistan’ın, Bosna’nın, Orta Afrika’nın, Suriye’nin, Irak’ın, Mısır’ın Myanmar’ın mazlum halklarının dualarının kabul olduğu gündür.
Bu güneş doğmadan önce onun habercileri doğdu. Zülfikarlar, Dudayevler, Begoviçler, Mursiler bugünleri müjdeledi.
Bu Erdoğan günü değil, bu Büyük milletin yeniden diriliş günüdür. Bu Osman Gazilerin, Murad Hüdavendigarların, Sultan Fatihlerin, Yavuzların, Alpaslanların, Melikşahların, Selahaddin Eyyubilerin yeniden doğduğu gündür.
..
SEZAİ KARAKOÇ
NECİP FAZIL okumalarımdan sonra vardığım son duraktı o. Onu tanımak bana bir yeni kıta keşfetmek kadar önemli göründü. İlk defa onu bir günlük gazetedeki yazılarından tanımış sevmiştim. Bu yazıları daha sonra SUR adıyla kitaplaştırdı. Gazeteyi aldığımda ilk onun yazılarını somururcasına okurdum.
Mezun olduğum okulun mezunlar derneğinde yönetim kurulu üyesiydim. Başkanımız Şevki Yılmaz’dı. Benim Sezai KARAKOÇ sevgimi bildiğinden bana onu konferansa çağırmamı söyledi. Okulu yeni bitirmiştim. İstanbul da MTTB Genel Merkezinin açtığı üniversite kurslarında eğitim gören abimin yanına gittim. Kıbrıs savaşı günleriydi. Küçük Ayasofya camiinin müştemilatında kalıyorduk.
Üstadın çalıştığı gazeteye uğradım. Müracaattaki görevliye onunla görüşmek istediğimi söyledim. Bekleyin gelir dedi görevli genç. Birkaç saat oturduktan sonra ‘ah seni unuttum dedi Sezai bey gitti’. Ertesi gün geldim. Bu kez unutmadı. Sezai Bey geldi dedi. Koridoru gösterdi. Ben orada gördüğüm orta yaşlı birine onu sordum. Buyurun benim dedi odanın kapısını gösterdi. Çay söylüyordu herhalde o esnada. Şaşırdım. Alçak gönüllülüğüne hayran kaldım.
Konuştuk. Daha doğrusu o konuştu, ben hayran hayran onu dinledim. Bir misafiri vardı. Hemşerisiydi galiba. O da orta yaşlı bir adamdı. Ben teklifimi yaptım. O bir düşüneyim dedi. Daha önce hiç konferans vermedim.’ Bana mühlet ver dedi’. ‘. ‘Bir ay sonra görüşelim dedi. Size cevap verebilirim.’ Tamam’ dedim veda ettik.
Bir ay sonra geldiğimde o gazete ile yollarını ayırmış, aynı handa en üst katta bir büroda DİRİLİŞ Yayınlarını kurmuştu. O görüşmemizde teklifimi nazikçe geri çevirmiş, neden olarak da ‘beni görenler kitaplarımı okumayabilir.’ demişti. Sonradan bu görüşmelerimiz sürdü. Ben haftada bir onu ziyaret ediyor, saatlerce bıkmadan usanmadan onu dinliyordum. O anlatıyordu. Arkadaşım Hasan Akay bana ‘bu görüşmelerin notlarını tut.’demişti de ben hepsini hatırlıyorum neden böyle bir şey yapayım demiştim. Ama şimdi on hak veriyorum. Keşke onun dediğini yapsaydım.
O günlerden şimdi hatırladığım Necip Fazıl’ın hayatını yazmanın gerektiği, çok sıradan yazarlar üzerine bir sürü kitap yazıldığını anlatıyordu. Ama necip Fazıl’ı anlatmanın bu kadar mı önemsiz olduğu, onunla röportajlar yapılması gerektiğini anlatıyordu. Ekliyordu bu işin önemini anlatmak için Üstadın doğum tarihini yalnızca kendisinin yazdığını ama onun da birkaç yerde değişik yazdığını, en azından bu konunun aydınlatılması için hayattayken kendisine sorulması gerektiğini.
Olmadı yapamadık, yapılmadı yazık. Ne kadar haklıymış. Hala bu alanda kayda değer bir eser de verilmedi.
..
Tanıdığım Ünlüler:
SEZAİ KARAKOÇ
Bu büyük şair ve mütefekkiri nasıl tanıdım. Hocam Miyasoğlu rahmetli Edebiyat Dergisi ve yayınlarıyla tanıştırdı bizi. Ben bizim ineği bahçelerde otlatırken okuyordum o yayınları. Necip Fazıl’ı ve Sezai Karakoç’u da Hocam Miyasoğlu ve Ali Nar sayesinde tanıdım desem yalan olmaz.
Erzurum Üniversitesinde öğrenci iken MTTB seminerlerinde Mehmet Kahraman ve Selahaddin İpek anlatmalarıyla vakıf olmuştum. Hemen şiir kitaplarını aldım. Okumaya başladım. Geceleri mum ışığında okuyordum kimseyi rahatsız etmemek için. Böyle okumak şiirden zevk almamı artırıyordu.
Onu tanımak ve eserlerini okumaktan zevk aldıkça diğer eserlerini de alıyordum. Denemeleri anlamak için tekrar tekrar okuyor, okudukça zevk alıyordum. Karakoç’u anlamakta zorlanıyordum. Onları anlamak için doğu batı klasiklerini okumam gerektiğini söyleyen Mehmet Kahramanla Lise 1’deki Edebiyat hocamız Veli Sarıkamış’ın mesaj ve öğütleriyle pekişmiş ben da hemen bu eserleri almaya ve susamışın su içmesi, acıkmışın yemek yemesi gibi okumaya adeta somurmaya başlamıştım.
Sonra Üstad’ı İzmit’te konferans vermeye davet için Milli Gazete’ye gitmiştim. Henüz gelmemişti. Ben müracaatta bekliyordum o gelmiş yazısını yazmış gitmiş bana haber vermemişler, öbür gün geldim tekrar ve gazetede birine sordum. Buyurun dedi o benim. Karşılaşmamız böyle olmuştu.
Düşüneyim dedi daha sonra gelin. Daha sonra gittiğimde beni nazikçe reddetti. Konferansın eserlerinin okunmasını engelleyeceğini mazeret olarak ileri sürmüştü. Teşekkür edip ayrıldım. Daha sonra Üretmen Han’daki bürosuna gitmeye başlamıştım. Orada bize bir şeyler anlatıyor biz onu sessizce kılımızı kıpırdatmadan dinliyorduk. Şimdi hatırladığım Necip Fazıl ile ilgili olan bölümlerdi.
Sıradan bir yazar olan Yaşar Kemal için bir sürü eser yazıldığını ama Üstad için nedense hemen hiçbir eser yazılmadığını anlatıyordu. Eğer ciddi bir çalışma olmazsa Üstadın doğum tarihi bile doğrulanamayacağı şimdi bir çok yerde değişik tarihler verildiğini ifade etmişti. ‘Niye gidip bir röportaj yapmıyorsunuz, çok mu önemsiz bir konu? ’ diyordu.
..
PKK, IŞİD VE
Terör örgütleri PKK, IŞİD, DHKPC; Her ne adla olursa osun bir takım sosyal ve siyasal olaylardan kaynaklanmaktadır. Bu sosyal ve siyasal olaylar öyle bir noktaya gelmektedir ki maşeri vicdan illegal oluşumlara yol açmakta, legal yollarla elde edilemeyen istekler, engellenen insan hakları ve engellenemeyen zulüm bu oluşumlara yol açmaktadır.
Geçmişte Türkiye’de, daha yakın zamanda Suriye’de ve şimdi de Irak’ta olup bitenler bundan ibarettir. Osmanlı bakiyesi Türk devleti kurulurken Kürt unsuru hiçe sayılmış, ana dili yasaklanmış, ana dilde eğitim yapması engellenmiş, varlığı kabul edilmemiş, sürekli aşağılanmıştır. Suriye’de yapılansa bundan aşağı değildir. Sünni nüfus Nusayri azınlığın despotizmine kurban edilmiş, Kürt nüfus ise hepten yok sayılmıştır. Her iki grup da her türlü insan haklarından mahrum edilmiştir. Irak Saddam diktatörlüğünde yaşatılmış, orada da Kürt ve Şii tebaa yok sayılmıştır.
Davutoğlu’nun deyimiyle Türkiye’de CHP, Suriye’de Esad ve Irak’ta Saddam Baasçılığı hükümferma olmuştur. Bu Baas zihniyeti bu üç bölgede de derin yaralar açmış, ırklar arasında derin uçurumlara sebep olmuştur. Gerek inanç hürriyeti, gerek insan hakları ve en tabii hayat hakkı hiçe sayılmıştır.
Şimdi gelişen olaylar bu derin travmanın sonucudur. Türkiye’de PKK, Suriye’de El-Nusra ve Özgür Suriye Ordusu, Irak’ı da tehdit eden ise IŞID hareketi tüm bu yaşananların tabii eseridir. Bu yazdıklarımızdan PKK ile Özgür Suriye Ordusunu aynı saydığımız sonucuna varmasın. Bizim yaptığımız bir sosyolojik tahlildir.
Geçmişte Türkiye büyük acılar yaşadı. Aslında bu acılardan en büyük pay alan Kürtler değil, Sünni Müslüman halktır. Sırf devrimler yapıldı diye binlerce insan asılmıştır. İstiklal mahkemelerinin karanlık sahifeleri bir gün açıklanırsa bu büyük zulüm tam anlamıyla ortaya çıkabilecektir. Ancak Sünni kesim bunca zulme rağmen haklarını illegal yolla almaya çabalamış, daima legal yolları tercih etmiştir.
Öce komünizmle mücadele dernekleri çerçevesinde başlatılan hareket, sonra MTTB gençlik hareketine dönüşmüş, sonra da siyasallaşma yolunu tercih etmiştir. Said- i Nursi’nin Risale hareketi, sonra Necip fazıl ve Büyük Doğu düşünce hareketi Sünni camianın toparlanıp şuurlanmasına medar olmuş ardından siyallaşarak yönetime talip olmuştur. Ama hiçbir zaman kanunsuz bir yapılanmaya tevessül edilmemiştir. Güneydoğudaki Kürt nüfus ise illegal örgütlenmeye gitmiş, 12 Eylül öncesi kurulan PKK yönetimin yanlış veya kasıtlı önemleri sonucu alevlenerek bölgeyi ateşe vermiştir.
Beri yandan legal yollarla iktidara yürüyen İslamcı kesimle karşı karşıya getirilen bu illegal yapı, geçmişin hatalarını bu yeni yönetmeye ödetmeye kalkmış, ödetmek şöyle dursun intikama dönüştürmüştür. Şimdi aynı ırkçı örgüt kendisine yapılanı İslamcı yönetime kat kat fazlasıyla ödetmeye çalışmakta, çözümü çıkmaza sokarak Kürt ve Türk halkının aleyhine olacak faaliyetlere girişmektedir.
..
YENİ DEMOKRATİK DÜZEN VE BERABER YAŞAMA AZMİ
2
Bu olay orada kalmamış, tarihi bir kin ve düşmanlığa dönüşmüş, yıllar sonra bile Sünni toplumla ayrışma nedeni olarak canlı tutulmuştur. Aynı ruh Cumhuriyet yönetimine de taşınmış, tek parti iktidarında kanlı bir baskınla aynı toplumun düşmanlık hisleri yeniden canlandırılmıştır.
Cumhuriyet tek-tipleştirişi iktidarına sağlam zemin kurmak için Şeyh Rıza gibi Şeyh Said ve etrafındakileri de katletmiş, kalanları da sürgüne uğratmıştı. Çok partili rejime geçince Dersim isyanı ve Tunç bir el ile bastırma hareketi hep hatırlanır olmuştu. Daha ileri giderek DERSİM adı TUNCELİ ile değiştirilmiş, bu tarihi travma derinleştirilmişti. Şeyh Said isyanı ise hep unutturulmuş, bu isyanın kanlı bir şekilde bastırılışı hafızalardan kazınmıştı.
Hatta daha ileri giderek Şeyh Said ve arkadaşlarından öldürülenler dışında kalan çocuk yaştaki akrabaları uzun yıllar sürgünlerde gözetim altında tutulmuş, çok partili rejimde bu sürgün kısmen terk edilmiş olsa bile gizli servis ve istihbarat birimlerince sıkı takip altında tutulmuştu.
Hem Sünni, hem Alevi camiaya yapılan korku ve sindirme hareketi Cumhuriyetin Laik-Kemalist ideolojik bir kuşak yetiştirme çabasının planlı bir çalışmasıydı. BU PLAN Sünniler üzerinde yıllar süren baskı ve şiddet hareketine dönüşmüş, Sünni halkın din ve ibadet hürriyeti bile hiçe sayılmıştı. Dindarlık yobazlıkla eş tutulmuş, dindar kişiler gerici sıfatıyla lanetlenmiş ve Sabataist medya eliyle linç hareketine tabi tutulmuştu.
Önce Said-i Nursi, sonra Necip Fazıl ve Sezai Karakoç, sonu hapislere varan davalarla yıldırılmak istenmiş, sol aydınlar Sabahattin Ali hapishanede katledilmiş ve Nazım Hikmet hapishanelerde çürütülmek istenmiş, daha sonra vatandaşlıktan çıkarılarak vatan sevgisiyle dolu bir şair vatan hasretiyle diyarı gurbette hayata veda etmek zorunda bırakılmıştı. Erbakan liderliğindeki siyasal İslam kurduğu partiler kapatılıp, siyasal yasaklı hale getirilmiş, solda ise Mustafa Suphi ve arkadaşları Karadeniz’de boğularak öldürülmüştür. Yıllarca bu ülkede komünist parti kurulması yasaklanmış, milliyetçi Türkçü parti desteklenerek bir gençlik tabanına kavuşması sağlanmıştır. Kürt hareketleri ise sürekli engellenmiş, onları 12 Eylül öncesi komünist bir düşünce yapısında terör örgütüne dönüşmesine yol açılmıştı. Baskı altına alınan demokratik talepler illegal yapılanmaya itilmiş, böylece ülkede 10 yılda bir darbelerin yapılması peryodik hale getirilmiştir.
..
03.06.15 (CUMA)
Bu akşam acılar üst üste. Önce bir yavru kedinin ezilmesine tanık oldum, cız etti yüreğim. Sonra tv haberlerinde bir kadının maganda kurşunuyla öldürülüşüne canlı canlı tanıklık ettim. Bu iki sahne beni derinden yaraladı.
Duygusalım evet. Ama bu kadar duygusallığa yer vermeyen bence insan bile değildir. Kayınbiradere göre normaldi her şey. Yapacak bir şey yoktu. Bense o iki ayağını teker altında ezilmiş yavru kedinin acı çekmesine odaklanmıştım. Keşke ölseydi de bu acıları çekmeseydi dedim kendi kendime. Bu adam nasıl bu kadar hissiz olabilirdi. Sık sık kahkahalar atan bu adama şaşıyorum.
Kızıma ilendim akşam aramıyorsun diye. O da duygusala bağladı hemen. Kocasıyla tartışmış. O da aradı beni. Hastanedeymişler. Yasemin’in tansiyonu düşmüş. Görücüleri gelecekmiş. Kandil gecesi aranmamak etkiliyor beni. Dünürün ertesi gün de olsa araması bile olumlu izler bırakıyor bende.
Demek ki sıla i rahim ne kadar önemli. Telefonla aramak yahut mesaj yoluyla da olsa hatırı sorulmak. Hocamı aradım telefonla ben de. Hanımı çıktı. Beni tanıyor besbelli. Konuşmasından anlıyorum bunu. Hoca’nın bir sürü hastalığı varmış. Sayıp bitiremiyor. Dua istiyor. Daha önce aramadığıma hayıflanıyorum. Geri doğru dönüyor yaptığım çiğlikleri hatırlıyorum. Kandil geceleri annemi, babamı aramadığım için üzülüyorum bayramları es geçtiğim bayramlaşmalara yazıklanıyorum.
Ali Nar hocamızın üzerimizde çok hakkı var. Kişiliğimizin son şeklini almasında büyük emekleri geçmiş. Birçok alanda onunla aynı düşünmesek te onun derslerinde anlattığı İslamcılık düşüncesini göz kırpmadan dinlediğimiz hatırlarım. Büyük Doğu ve Diriliş hareketlerini bize tanıtması, edebiyat dergilerini satması, Miyasoğlu’nu Edebiyat dersi için ehil biri diye tanıtması, halefinin değerini kendisini gölgeleyerek ortaya koyması biz çok derinden etkilemişti.
Onun yol göstermeleri olmasa edebiyat alemine adımımı atamayacaktım belki de. Sezai Karakoç’u Üstad Necip Fazıl’, Yedi Güzel Adam’ı, Nuri Pakdil ve Edebiyat hareketini tanıyamayacaktık. Hareket dergisi ve Nurettin Topçu’yu bile o tanıtmıştı bize.
..
13.04.13 (Cumartesi)
Tayinim çıkmış. İsteğim dışında. Norm kadro fazlasıyım burada. Geldiğim yıldan beri. Kalbime doğmuştu. Ya da altıncı his diyelim buna. İçime doğdu. Geldiğim yıl 4 edebiyat öğretmeniydik. Biri müdür yardımcısı 3 öğretmen. Sonra içimizden biri daha müdür yardımcılığı kadrosuna atandı; kaldık mı 2. Yıl sonunda 2 öğretmen daha geldi; olduk mu sana2 si müdür yardımcısı 5 edebiyat öğretmeni.
Bu biri fazla dedim kendi kendime. Aman dedim ben 23 yıllık öğretmenim bana bundan ne. İçlerinden biri geldiği gibi gider herhalde. Öyle olmadı; piyango bana vurdu. Biri 30 yıllık öğretmen, diğeri Dilovası gibi puanı yüksek bir yerde öğretmenlik yapmış şanslı bir kişi. Üstelik 7 yıl mı 10 yıl mı dershanede çalışmış. En az 21 puan da oradan kaybeder. Yıl benden kıdemi eksik, al sana 30 puan daha kayıp etti mi,30 puan benim açımdan avantaj. Bir de benim köyde çalıştığım beş yılın bana getirdiği ek 10 puanı düşünürsen, etti mi sana 40 puan. Ama gel gör ki adam bu 40 puan dezavantajı alt ediyor, 20 puan daha bana fark atıyor.3 yıl en yüksek 35 puan olsa Dilovası al sana 75 puan avantaj. Her türlü beni geçiyor. Bu da benim kaderim.
Hiç aklımda yokken elde ettiğim fen lisesi öğretmenliğini yine hiç yoktan kaybedişime üzülüyorum.
Yıldır bu norm kadro fazlası olmanın yazdırdığı şiirleri hesaba katarsam kazancımın hiç te az olmadığını görüyorum. Gecikmiş askerliğimin bana yazdırdığı o güzelim şiirleri de düşünürsem Sartre’in ‘Kayıplar kazançtır’ sözüne hak vermemek elimden gelmiyor.
Askerlik stresi bana’ Ey Kutlu Peygamber’ serisini yazdırmıştı.35 yaşında bedelli asker olmak, hem de 3 yaşındaki çok sevdiğim ilk çocuğu bırakıp gitmek kolay bir şey değildi. Üstelik hep yedek subay olmayı hayal etmiştim. Ama tv. den yapılan askerlik çağrısını sırf televizyonum yok diye duyamadığım için bakaya kalmıştım. Ankara Elmadağ’da yeni öğretmen olarak evimi zor geçirdiğim günlerde ev kirasının maaşımın 3 te birini tuttuğunu da düşünürsek durum daha iyi anlaşılacaktır. Bir yandan annem,öbür yandan kayınpederimin nakdi yardımları ve ısrarlı teşvikleriyle bedelliye başvurmuştum. Üstelik o zamanlar 5 bin mark olan bedelli karşılığı yılbaşında 5 000 tl iken yıl sonunda o zamanki yüksek enflasyon sonucu 3.000 tl ye inmişti. Annemin ve kayınpederimin verdiği 1000 er tl ye benim de tasarruflarımdan eklediğim 1000 tl işimi görmüştü. Ama en çok yedek subay olamadığıma o elbiseyi giyemediğime üzülmüştüm. Öğrenciliğimde bizim sokakta oturan öğretmenimiz askere gitmiş hafta sonları o elbiseyle evine gelip gidiyordu. Ben de bir gün yüksek okul okuyup,onun gibi bu elbiseyi giymeyi hayal ediyordum. İşte kurduğum bu hayal yıkılıp gitmişti. Belki de bu yüzden o dönem bu kadar çok şiir yazmıştım. Her gece annesiyle kızım erkence uyur, ben masa lambasıyla tv izlerken bir şiir yazıyor buluyordum kendimi.
Şiir serüvenim de 3 önemli velut dönemim oldu bir bu dönemdir. Diğeri üniversite yıllarında başımdan geçen o karşılıksız aşk bu platonik aşk da denebilir, en son olarak da bu okulda norm fazlası olarak çalıştığım son üç yıl.
İlk dönem şiirleri Alevden Güller, Raks, Mona Liza, Sevgilerin Kedisi, Bin bir gece Masalı ya da ilk adıyla Şehrazat, Bir Aşk Destanı, Nasip, İkinci dönem yukarda da söylediğim gibi çağdaş Mevlut olan şimdilerde kitaplaştırmayı düşündüğüm Ey Kutlu Peygamber serisi dir. Bu kitaba Üstad Necip Fazıl’ ın Es-Selam’ı gibi bir ad vermek istiyorum. Artık Beyza Nur’ mu olur şu an aklıma gelen Yed- i Beyza mı bilemiyorum.
..
23.04.13 Salı
Bu gün 23 Nisan. Eskisi gibi öğrenciler sırf büyüklerin keyfi için işkence çekmeyecek.
Neydi o günler. İlkokul yıllarımda kent merkezine 5, 6 km uzaklıktaki okulumdan yayan yapıldak uygun adım marş diyerek yürürdük. Sonra o tören alanında önce törenin başlamasını saatlerce bekler, tören başlayınca da ayakta saatlerce kıpırdamadan durmak zorundaydık. İzleyenlerin keyfi yüzlerinden okunurken bizim çektiğimiz eziyete diyecek yoktu. Bir de o koskoca yolun yine kuralcı öğretmenlerin azarını işiterek uygun adım dönüşü yok mu? Asıl işkence o saatler süren yorgunluk üzerine tuz biber oluyordu. İçimden binlerce beddua okuyordum.
Hem adına çocuk bayramı diyorlar, hem de çocuklara işkencelerden işkence beğendiriyorlardı. Bir de sıcak günlerin yakışı var ya. Hele beni o güneşin bir çarpması ban o günleri zindan ediyor. Beni kürek mahkûmundan daha beter hale getiriyordu.
Bir de ortaokul yıllarında bu işkenceye 19 Mayıs eklendi. Hele o 19 Mayısların aylar öncesinden eğitimleri başlardı ki sorma gitsin. İşkence seansları. Hiç unutmam kentin o zamanki en büyük stadında gösteri yapıyorduk. Stat hınca hınç doluydu. Önce erkek öğrenciler olan bizi gösterimizi yapıyorduk. Gösterimizi canla başla yaptığımızı düşünerek alkış bekliyorduk ama gel gör ki alkış yerine yuhalanıyorduk. Seyirci provalardan hatırladığı kız öğrencileri seyretmek için heyecanlanıyor sahayı fazla işgal ettiğimiz düşünülerek yuhalanıyorduk. Gösterimiz bitmiş stattan dışarı çıkarılmıştık. Ve stat alabildiğine dolu olduğu için içeri alınmamıştık. Kendimi çok kötü kullanılmış hissetmiş ve bu kalabalığa, ayrıca buna sebep olanlara kinlenmiştim.
Oh çok şükür demek ki artık bu rezillik ve ayrıca genç kuşaklara yapılan işkence ve aşağılanma bitmişti. İlk defa bu gün bu kadar sevinçle doldu içim. Şimdi artık çocuklar belediyenin fuar alanında akrobasi, keloğlan masalları ve yabancı ülkelerden gelen öğrencilerin folklorik gösterisi, ayrıca çeşitli etkinliklerle kutlanıyordu. Hepsi eğlendiriciydi hepsi bireysel tercihe dayalıydı. Toyota Plaza önünden geçerken gördüğümüz manzara da bayram havasına tam uygun bir durumdu. Çocuklar için şişme oyun yerleri çocukların bu gününü anlamlı kılmaya ve onları bayramın ruhuna uygun hale getirmeye yetiyordu.
İşte Cumhuriyet dindarlar eliyle daha bir sevimli hale getiriliyor. 80 yıldır bu ülke Kendilerine Atatürkçü diyenleri baskısı ve insanlık dışı zorba dayatmacı yöntem ve mantıkla yönetilerek kitleler rejime düşman haline getirildi ama şimdiyse onların rejim düşmanı diye nitelediği kadrolar eliyle Cumhuriyet kitlelere sevimli hale getiriliyor devlet millet kucaklaşması sağlanıyordu.
ABD bir zenci eliyle yönetilerek zenci beyaz barışı sağlanıyor. Türkiye de yıllardır savaştığı ulusuyla barışıyordu. Bu ne mutlu bir olaydı. Ne demişti İnönü hitap ettiği o zamanın yönetici erki sayılan bir topluluğa:’ kimse duymasın ama bu millet sizin düşmanınızdır’. İşte bu düşmanlık bitiyordu. Bu ülkede Kürtler düşmandı, dindarlar düşmandı, cemaatler, tarikatlar devleti yıkmaya azmetmiş oluşumlardı. Milliyetçiler düşmandı tabutluklarda çürütülmüşlerdi, komünistler düşmandı kovuşturulmalıydılar Nazım de Necip Fazıl da yok edilmesi gereken rejim düşmanlarıydılar. Bertaraf edilmeliydiler.
..
HOCAM MUSTAFA MİYASOĞLU
1946-2013. Şair, yazar. Yeni Sanat dergisini çıkardı. İyi bir romancı. Kaybolmuş Günler, Güzel Ölüm önemli romanlarından. Edebiyat geleneği denemelerini topladığı eseri. Devran şiir kitabını yayınladı. Biyografi türünde Necip Fazıl ve Asaf Halet Çelebi isimli eserleri var.
Bu kitabi bilgiler yanında tanıdığım Miyasoğlu’ile geçen günlerimizi ve dugularımı sizlerle paylaşmak isterim:
Mustafa Miyasoğlu vefat etti dün. TV haberlerinden öğrendim gece saat: 02.00’lerde. Sonra bir arkadaşım aradı. Yarın Fatih Camiinde kılınacak namazı diyordu. Ben de birçok arkadaşımı aradım onun öğrencisi. Birçoğuna ulaşamadım. Sonra Hocam Ali Nar’ı aradım. O da bir iki saat gecikmeyle döndü bana. Yeni uyumuştum sahurdan sonra sabah namazını beklemiştim de telefon sesine uyandım. Ali Nar’dı. Konuştuk başın sağ olsun dedim o da başımız sağ olsun dedi.
Onu nasıl tanıdım. 1972 yıllarıydı. İzmit İmam Hatip Lisesinde okuyorduk. Okulun ilk öğrencileri ve tek son sınıfıydı. Miyasoğlu’nun tabiriyle başarıya adanmış 35 kişiydik. Ali Nar Meslek dersi hocamızdı ama edebiyat dersine de giriyordu. Geniş kültür ve engin bilgisiyle bizi aydınlatıyor farklı bir öğretmen profili çiziyordu. Birkaç ay geçmedi ki edebiyat derslerine yeni atanan bir öğretmenin geleceği duyurdu. İşi ehline devrediyoruz dedi. Gelen öğretmenin Necip Fazıl’ın Büyük Doğu ekoluna bağlı olduğunu, O’nun derslerinin bize çok yararlı olacağını vurguluyordu.
Ertesi gün saçları oldukça gür genç bir öğretmen derse girdi. Sınıfın çoğu Urfa gezisine gitmiş, birkaç arkadaş kalmıştık. İlk ders bize M. Akif’i işlemiş Akif’in milliyetçi değil, ümmetçi olduğunu söylemişti. Şaşırmıştık. İlk kez böyle bir bilgiyle karşılaşıyorduk hem de o güne kadar hep karşıt söylemli edebiyat öğretmeni yerine bizden bir edebiyat öğretmeni ile karşılaşıyorduk.
Hocamızın sanatçı yanını yavaş yavaş fark ediyorduk. O sıralarda alt sınıflarda öğrenci olan İsmail Borlak’a yakın bir ilgi gösteriyordu biz onu kıskanıyorduk. Okula yeni atandığı zamanlardı. Okul pansiyonunda nöbetçi öğretmen olarak kalıyordu. Akşamları Kaybolmuş Günler’i temize çekiyordu. İsmail'le beraber.Bir zaman sonra roman Milli Gazete’de tefrika edilmeye başlandı. Hocamızın romanın yayınlanması bizi mutlu ediyordu. Romanda o sıralar yeni okuduğumuz Huzur Sokağı ve Minyeli Abdullah’ın diyalektiğini arıyor ama bulamayınca düş kırıklığı yaşıyorduk. Hocamızın böyle bir romanı yazma nedenini sorgulamaya ve yer yer onu eleştirmeye başlamıştık.
Sonradan evini İzmit’e taşıdı. Tahsin Pay beyin Cengiz Topel caddesindeki evini kiralamıştı. Vakıflar yurdunda seminer verecekti. Beklemeye başlamıştık. Telaşlı ve yorgun gelmişti. TV satın almıştı evine. Bayağı şaşkındı. Ben de bugünlerde yeni öğrendiğim bir ayet mealini aktardım: Sizin hayır bildiğinizde şer, şer bildiğinizde hayır vardır diye. Yıllar sonra o ayetin tefsirini öğrenecek ayeti sırf hocama yararlanmak için onun haline tercüme ettiğimden dolayı kendime kızacaktım. Ayet savaşta düşman üzerine atılmanın kendini tehlikeye atmak olduğunu iddia edenlere karşı inmiş savaşta geri durmanın asıl tehlike olduğunu ihtar ediyordu. Bu olayda öbür ayet sizin şer bildiğiniz savaşa katılmak düşmanla çarpışmak hakkınızda hayır sizin hayır bildiğiniz savaştan geri durmak şerdir’ ifadesiydi. Ben çok alakasız bir uyarlama yapmıştım.
Okulu bitirmiş üniversiteyi kazanmıştım ama okulumdan ayrılamıyor onu sık sık ziyaret ediyordum. Miyasoğlu hocamın uyarısı yanlışımı bana fark ettirdi. Sen bu okulu bitirdin artık üniversiteye alışmalı geri bakmamalısın anlamında. Oysa ben burada gördüğüm ilgiye takılmış kalmıştım suda geçen atın kendine bakıp boğulması gibi. Atın başına vurulup geminin çekilmesi gerektiği gibi. O beni uyaran bir dost olmuştu.
..
02.06.15
Dün bir silindir gibi geçti üzerimden. Bir gün önce watsaptan herkese oruç tutmayı salık verince ben de oruca niyet ettim. Niyet ettim etmesine ya sahura kalkmamış, bir akşam evvel sütkardeşimin evinde akraba toplantısında yediğim ağır yemeği hazmedememiş – babamın deyimiyle- suyunu verememiştim.
Erkenden provaya çağırılmam benim boş günümü tutmuştu. Yıkandım, takım elbisemi giyindim. Bu yıl öğretmenler günü dışında takmadığım kravatımı taktım. Kravatım okul aile birliğini öğretmenler günü hediyesiydi. Koyu takım elbisenin üstüne kırmızı siyah şeritliydi.
Kente gittiğimde hava sıcaktı. Az kalsın bayılacaktım. Bir markete girdim. Su alacaktım fenalaşırsam orucumu bozarım diye niyetlendim. Yiyecek malzemesi aldım. Cami avlusuna gittim. Bu tarihi caminin avlusu serindi. Beni kendime getiren klima sistemi vardı burada. Gazetemi okudum. Namazı kılıp acele salona doğru yola çıktım. Güzel bir rüzgar çıkmıştı. Mimar Sinan köprüsünden karşıya geçerken oldukça serinledim.
Salona elinde naylon poşetlerle girdim. İkram edilen lokumları iftariyelik olarak torbaya indirdim. Provalar başlamıştı. 2. Sırada bir yerde oturdum. Telefonumun şarjı bitmişti. Şarj cihazını cebimden çıkararak prize taktım.
Enfes bir müzik çalışması vardı. Koro, solo ve düetle mükemmel bir provaydı. Ben bu provanın neresindeydim merak ediyordum. Hoca Hanım beni görmüş müydü? Bir ara o da neden sonra beni hatırladı. Prova için sahneye gelmemi istedi ama sonra unuttu. Öğrencilerin provasına devam etti.
Sahneye çıkınca tansiyonum düşmüştü. Unutulduğumu anlayınca aşağıya inerek yerime oturdum. Ben dergimi okumaya koyuldum kulağım sahnedeydi. İki işi birden yapmayı severdim. Burada aynı zamanda üç işi birden yapıyordum. Ve bundan kimsenin haberi yoktu.
Bir yandan şiiri nasıl okuyacağımı diğer yandan böyle bir gecede yanlış yerde olduğumu düşünüyordum. Nasıl yapmıştım bu yanlışı. Nasıl avlanmıştım. Bu etkinliğin berat gecesine rast geleceğini nereden bilebilirdim.
Vicdan azabı çekiyordum. Ertelenen İslami hayatı hatırlıyordum tekrar. Bu yaşa gelmiştim hala bu karışık hayatı yaşıyordum. Kendime bunu yakıştıramıyordum. Daha ne kadar oyalanacaktım. Bu durum nereye kadar sürecekti.
..
BİR ŞAİRİN GÜNLÜĞÜ
(16.09.15 ÇARŞAMBA)
Bir yanılgı bana onu gösterdi. Kredi kartımdan çekilmiş gibi görünen bir bedelin peşine düşmüştüm. Gaz şirketine ulaştım. Taşınmıştı. Okul yakınken uğrayım akşam yazdığım kavvam yazısı ve şiirimi yayımlamak istedim. Yolun sonunda o vardı. Yine reklam broşürü dağıtıyordu. Beni görünce sevindi. Elimi öpmek istedi.
Kabul etmedim. Puanım iyiydi dedi. Tercih yapmadım. Olsun dedim ben 9 sene kaybettim. Eşimle kavgalıydık. Bundan 20 sene öncesi olsaydı beni bir tercihe zorlayabilirdi. Ama artık bu imkansızdı. Bu aşk platonik kalmaya mahkumdu. Yanındaki çocuğu resimdeki mi diye sordum. Yok dedi. Arkadaş bu. Resimdeki nasıl biri dedi. Dikkatli bakmadım dedim. Ama istersen tekrar bakarım. Yok dedi biz onunla arkadaşız. Burda mısınız dedi. Nasipse dedim. Davet etmek isterdim olmadı.
Okula vardım. Aklım ondaydı. Hiç sevmediğim bir eski idareciyle karşılaştım. Yağ çekiyordu bana. Benim fen lisesinden ayrılmama sen mi neden oldun dedim. İnkar etti. Önceki idareciye yıktı. Ondan kurtulup işime bakayım dedim. Sonra onu aradım o bıraktığım yerde yoktu. Bu adam bir şeytan o bir melekti. Ya rabbim ne kadar saf ve temizdi. Ben onun bu temizlik ve berraklığına tutulmuştum bir baba gibi.
Kızımın bıraktığı boşluğu o doldurmuştu. Ama bu hayal alemindeydi. Hep onu düşünüyordum. Eşim de bunu hissediyordu sanırım. Ama onun bitmeyen istekleri ve negatif enerjisi bana pozitif enerji sağlayan böyle bir hayali varlığa vücut vermeme yol açmıştı.
Onun romantizme hiç kapı aralamayan asabi davranışları benim on yılda bir yeniden aşık olmama yol açmış, hayal alemlerimi süsülemeye yarayan prensesleri yaratmama mani olamamıştı. Dehanın çocukları 10 yılda bir doğum acısı çeker diyordu Necip Fazıl. İşte ben o doğum acılarını bu aşk acılarıyla yaşamıştım.
İlk ciddi aşkım yasemindi. Sonra Cangül, sonra o Türkistanlı kız. Şimdi adını bile unutmuştum tam eşimin ayrılalım dediği deprem günlerine denk düşmüştü. Cinsel ilişkimizin de bittiği zamanlar. Sonra yine düzelmiş ben de o ilişkiyi unutuvermiştim.
..
HZ. ALİ VE ALEVİLİK
Her ümmetin bir önemli yanılgısı vardır. Hristiyanlar İsa’yı ilahlaştırdılar, Müslümanlar ise Hz. Ali’yi. Her ikisinde de lanetli kavim Yahudilik başrolde. Hak dinlerin sapıttırılmasını kendine vazife edinmiştir Yahudiler.
Bu lanetli kavim her doğruyu sapıtmaya amade, her fitneyi alevlendirmekte başrolde. Yeryüzünde ne kadar hile, entrika, sahtekarlık, yalancılık, zülüm, sapıtma ve saptırma varsa hepsinde en büyük etken o. Bir peygamber nesli olmalarına rağmen sapmanın ve saptırmanın, bozgunculuğun ve anarşinin mimarı bir kavim. Beni İsrail oğulları Hz. Yakup’un oğullarıdır, çünkü Yakup(a.s.) ’ın bir adı İsrail’dir. Ki o da İbrahim (a.s.) ’ın oğlu İshak (a.s.) ’ın neslindendir.
İbrahim as ın hanımı Sara Hatun’un hikayesi malum. Buraya sığmaz, hem de konumuz değil. Sara hatunun önce yüce gönüllülükle kocasına kölesi Hacer’i bağışlaması ondan çocuk sahibi olmasına izin vermesi, bu yüce gönüllülük karşısında Allah’ın geç yaşta ona İshak’ı vermesi, am bundan sonra çocuklu Sare’nin Hacer’i ve oğlu İsmail’i kıskanması sonucu göç ettirilmiştir.
İşte bu kıskanma aynı soydan gelen Arap ve İbranilerin tarihi düşmanlığının ilk kaynağıdır. Ayrıca İshak (a.s.) ’ın torunu Yakup oğulları Yusuf (a.s.) ’ı kıskanarak kuyuya atmış ve sonra köle olarak satmışlardır.
İşte bu iki mühim olay dünya tarihinin mihrak noktalarını teşkil etmiş, geleceği şekillendiren en önemli olayların ilk tohumlarını oluşturmuştur.
Biz bu zaviyeden bakarak diyeceğiz ki hak dinleri sapıtan bu lanetli kavmin hak dinleri sapıtıcı rolünü unutmamak gerek. Alevilik de bu meyanda İslam’da Yahudi fitnesinin açtığı ilk büyük yaradır. Hz. Ali sevgisi etrafında şekillenerek taassuba yönelen bu akım giderek İslam içinde derinleşen bir yara halini almıştır.
Hz. Ebubekir’in halife olmasından başlayarak İslam içinde nifak tohumlarını atmaya başlamış, inanmadıkları halde Müslüman görünerek içten içe İslam’ı yıkmayı hedeflemiştir. Mevlana’nın mesnevisinde anlattığı vezir hikayesi Yahudilerin hak dinlere karşı bu yıkıcı rolünü çok güzel anlatmaktadır.
Aleviliğin çıkış, gelişme ve yayılmasına bu nokta-i nazardan bakmak olayları ve olguları anlamak için isabetli bakış açısı olacaktır. Ayrıca Hz Osman’ın şehadeti, halifelik savaşları, Sıffin Savaşı ve Cemel vakası Aleviliğin gelişmesi dallanıp budaklanmasında önemli safhaları teşkil edecektir.
..
Eğitim Üzerine Yazılar
OSMANLICA EĞİTİMİ ZORUNLU OLMALI
Bizi tarihi köklerimizden koparmak için büyük bir plan yaptılar. Büyük devlet olan Osmanlı’yı parçalamak, İslam’ın yeryüzündeki hakimiyetini yok etmek için sinsice, planlı ve organize bir şekilde hareket ettiler. Devlet-i Aliye’nin gerileme dönemi işte bu yıkım ve yıkılışın başlangıç yılları. Onu Üstad Necip Fazıl Kanuni’ye kadar getirir.
Batı haçlı seferleriyle yakından tanıdı doğuyu. Kendi ortaçağ sefalet ve karanlığında aydınlık bir dünya gördü. O doğuydu. Doğu ve İslam dünyası. Kütüphanelerini yağma etti. Okuyup anlamakta güçlük çektiği eserleri ülkesine götürdü. Yıllar içinde tercüme etti ve orada bulduklarını kendine mal etti. Sonra gelişmenin önündeki skolastik zihniyeti tasfiye etti. Önce her yeniliğe engel olan ruhban sınıfını hizaya getirdi. Reform hareketleri bunu sağladı. Sonra Rönesans’ını yaptı. Ardından sanayi devrimi ve kalkınma. Sanayi devrimi hammadde ve maden yataklarına ihtiyaç duyuyordu. Maden yatakları da doğudaydı. Oryantalizmi başlattı. Devleti aliye varken bu toprakları sömüremeyecekti. Onu yıkmak gerekiyordu.
Yıkmak için parçalamalıydı. Önce medeniyetimize olan güvenimizi sarstı. Tanzimat’la başlattı bunu. Büyük yıkım düzenleme adıyla yutturuldu. Sonra milliyetçilik düşüncesini yaydı. Osmanlı bir çok ırkın bir düşünce etrafında birleştiği bir yapıydı. Bunu sarstı. Türkçülük akımını destekledi. Moiz Kohen Tekinalp adlı Yahudi baş rolü oynadı burada. Gökalp dört elle sarıldı bu düşünceye. Yeni lisan hareketi dile ilk büyük darbeyi vurdu.
Osmanlı bir çok ırkı birleştirdiği gibi bir çok dili de birleştirmişti. İlim dili Arapça, Edebiyat dili farsça idi. Konuşma dili Türkçeydi. Medresede öğrenilen bu iki dil Türkçeyi besledi büyüttü. Onunla birlikte Osmanlı büyüdü. Beylikten imparatorluğa yükseldi. Çok dilli, çok kültürlü bir yapı 100 bin kelimelik bir büyük imparatorluk dili inşa etti.
..
Y KUŞAĞI VEYA YAKLAŞAN TEHLİKE
Nerede kütüphaneler nerede Y kuşağını kurtarıcı projeler. Nerede din ve ahlak eğitimi. Nerede idealizm. Nerede inancı uğruna yaşayan gençlik. İslamcı gençlik gitgide eriyor. Dünyevileşiyor.
Gençler yaşlılara yer vermiyor, fakirin halinden anlayan yok. Trafikte canavarlaşan, birçok değeri alt üst eden bir nesil yetişiyor. Face tweeti nesli. Her şeylerin 140 karaktere sığdıran zavallı kuşak. Cafe' lerde boy göstermeyi marka giyinmeyi, hızlı araba sürmeyi, fast food yemeyi avm' lerde hayat geçirmeyi, sinema kültürlü, pop ve topçu, uzun saçlı top sakallı hiçbir şey hakkında bilgisi olmayan slogancı bir güruh geliyor. Bu nesil zorluyor kapıları. Giderek artıyor sayıları. Önlem alınmazsa binlerce gezi parkı olaylarına malzeme yapılacak, sokaklarda yakıp yıkacaklar, camilerde ö, cami bahçelerinde öpüşecekler.
Vatan sathını bir eğitim yuvası yapmadan, fakiri zayıfı gözetmeyi, sanat ve kültürü, erdem ve inancı bayraklaştırmadan kurtaramayacağız bu nesli. Gençliği kültür ve bilim dünyasına dâhil edecek büyük projeler gerek. Kentleri beton yığını olmaktan kurtaracak yeni projelerle birlikte doğal hayatı her yerinden kucaklayacak yeni kenti kurmadan bu gençliği bulamayacağız. Milli değerleri her köşesinde anıt gibi yükseltmeyen bir ülke kendi insanını yetiştiremez. O halde önce yeni mimari sonra yeni sosyal kurumlar ve eğitimde yapılacak kendine dönüşle sağlanabilir ancak bu. Bunun için düşünsel planda büyük araştırmalara ihtiyaç var. Sonra ortaya çıkacak büyük eserler ışığında yapılacak sempozyumlar, paneller tartışmalar yolumuzu görmemizi sağlayacak.
Osmanlı ve Selçuklu ekseninde geliştirilecek bu yeni gelişimin ilk çalışmalarını acilen başlatmalı yönetim. Cami çevresinde bütünleşecek sosyal kurumların şekillenmesi ivedilikle gerekli. Sanata kültüre yapılacak yatırımlar o alanlara rağbeti arttıracak gençliği pop kültürden klasik kültüre geçirecek, eğitimde kantiteden kaliteye geçilmesi, her mahallede kurulacak mahalle konaklarında açılacak spor ve kültürel mekânlar yeni bir gençliğin oluşmasını sağlayacaktır. Bu alanda iş aslında sivil toplum kuruluşlarının önünün açılmasıyla sağlanacak her il ve ilçede yapılacak gönüllü kültür teşekkülleri sarayları mahalline ışık saçan bir meşale olacaktır.
Tekkeleri ve zaviyelerin yeni bir mimari ile neşv-ü nema bulması halk eğitiminin öz mekânları olarak çekirdek oluşumunu sağlayacak. Orada kozasını örecek ipek böceği kozasını toplum yapraklarıyla beslenerek örecek ve ipeksi kumasını örecektir.
Vakıf ruhunun yeniden diriltilmesi, vakıfların bazılarını zengin etmek halkın Allah için yaptığı bağışları ailenin mülkü haline getirecek durumdan kurtarılması, onun yerine kanun kontrolünde şeffaf ve sosyal amaçlı hale getirilmesine çalışılmalıdır.
Daha söylenecek çok söz yapılacak çok iş var. Ancak buna yönetim erkinin sahip çıkması ve Hitlerin 10 senede Alman milletini yönlendirmesini ters örnek alırsak halkı iyiye doğruya yöneltmede SİVİL ÇABALARIN BELEDİYE VE MERKEZİ HÜKÜMET ELİYLE TEŞVİK EDİLMESİ ZARURETİ AÇIKTIR. Tarımın desteklenmesinden daha az önemli değil mi acaba bu çalışma?
Neden vakit kaybediliyor. Neden bir sosyal araştırma yapılmıyor. Neden uzmanlar aranmıyor onların görüşlerine başvurulmuyor? Ne bekleniyor Y Kuşaklarına olumsuz anlamda x ve z kuşaklarının katılması mı beklenen. Anarşizmin hortlaması ya da hippi gençliğinin oluşması alkolik ve uyuşturucu müptelası serbest yaşama ilkesini hayat gayesi edinen, feminist, pornocu, eyyamcı dahası tedhişçi bir gençliğin sökün etmesi mi isteniyor? İnternet in kitap aut, serbest yaşam in, geleneksel değerler aut. Bu son mu hazırlanıyor ülkeye?
Necip Fazıl Kısakürek’in İdeologca örgüsünün şekilleneceği toplum için daha ne bekleniyor. Sezai Karakoç’un Diriliş Nesli ’nin sökün etmesi için daha ne kadar bekleyeceğiz. Asım’ın Nesli daha büyümeden çöplüklerde mi can verecek. Büyük Doğu nesli yitip gidecek mi bu kargaşa içinde. Bu dünyevileşme daha ne kadar sürecek. Bediuzzaman’ın istikbalde ey yüksek sada dediği İslam’ın sedasını daha ne kadar bekleyip duracağız. Nurettin Topçu’nun hareket ordusu ne zaman hazır olacak. Nerede ilim irfan orduları nerede ahlak timsali insanlar nerede yunus misali erenler dervişler?
..
OKURUMA NOTLAR
1
SEVGİLİ okurum; seni ne kadar sevdiğimi bilirsin. Bir yazar için en sevgili şeyi okurudur. Bir öğretmen için öğrencisi, baba için çocukları, usta için çırağı- bunu söz gelimi söyledim bu konuda kanıtım yoktur- işte sen benim en kıymetli şeyim, en değerli varlığın, iki gözüm, canım, cananım, biricik varlığım, her şeyim.
Her şeyi sana açıklayacağım. 40 senelik yazarlık hayatımda senden başkası için bir şey yapmadım. Hep senin için yaşadım, senin için düşündüm, senin için kaygılandım. Senin için yaptım ne yaptımsa. Senin için okudum, senin için yazdım.
Ben seni tanımam belki ama arada derede izlerini, benzerlerinin yüzlerini görürü dururum. Bazen öğrencimsin sen benim, bazen hiç yüzünü görmediğim bir hayranımsın.
Her ne kadar seni tanımıyorsam da kendimi sana tanıtmak emelindeyim. Ben 1956 ‘da İzmit’te doğdum. 9 çocuklu ailenin 3.cü çocuğuyum. Ölüleri sayarsak 11 kardeşiz. İkisi ölü olan abilerimi sayarsak 11 kardeşiz. Birinin ismini ben aldığıma göre ben yaşamayan birinin yerine yaşayan bir zavallıyım. Ben aslında başkasının yerine yaşayan biriyim. Bana doğduğumda Ahmet ismini vermiş ebem. Ebem dedim de annemin babaannesi mübarek bir kadın. Çok severdim onu. Melek gibi bir kadındı. Çocukluğumda ara sıra görürdüm onu. Dedemin evine gelirdi.
80 yaşlarındaydı. Dedikodu nedir bilmezdi. Namaz niyazdan başka bir işi yoktu. Çocuklarını kilimlere sararak gemiyle İzmit’e getirmişti. Kocası ölmüş koca bir aileyi tek başına geçindirmekle mükellef, dul kadın. Büyük çocuğunu okutmuş, bir küçüğü çobanlıktan kaçarak ilim tahsiline gitmiş, abisiyle yarışmış, hafızlıkta onunla yarıştığı gibi Arapça ve medrese ilimleriyle ona fark atmıştı. Ona Müftü Hoca Ali Efendi derlerdi. Annemin babası Hafız Salih Efendinin ikinci ismi Hulusi pek anılmazdı. O’nun da 8 kızı 23 oğlu vardı. Tam 11 çocuk. Babam onunla yarışarak 11, 11 maç yapacak takımları kuracaklardı.
Biz 4’ ü erkek 3’ ü kız 7 kardeş kalmıştık. Kızlar en küçüklerimizdi. Büyük abim okuyamamış, sanat edinmek için çırak verilmişti. Abimle ben ikiz yazılmıştık. Onun yüzünden ben ilkokula 5. yaşımı bitirince yazıldım. Büyüklerin arasında hep ezildim. Üniversite tahsilinde artık bu yükü taşıyamaz oldum. Yorgun düşmüştüm. Psikolojim patlak verdi ve ben o bir iki yıl yüzünden yıllar kaybettim. Onun için sanata verdim kendimi. Ne diyordu Sartre ‘kayıplar kazançtır, kazançlar kayıp’. Bu kayıplar kazanç olmuştu benim için. Şimdi onun keyfini çıkarıyorum.
Ailede ilk müdür ben oldum. Bir özel sektör yurdu müdürlüğüydü bu. İkincisi abim üçüncü ve son müdür kardeşim. İki üniversite okudum, birini bitirdim diğerini bitirmiş kadar okudum ama bitiremedim. Ama o fakülteyi bitiren çok kişiden daha donanımlıyım branşta. Birinci fakültem ilahiyattı ikinci edebiyat. İlahiyatta ilgim edebiyata idi. Gece gündüz edebi eserler okurdum. Yemek kuyruklarında, dolmuşlarda, kahvelerde. İlk fakültem Erzurum’daydı. İkicisi İstanbul’da. Edebiyatı bitirdim ama fakültenin edebiyatla ilgisi yapay bir ilgiydi ve Türkçeleri berbattı. Edebiyatın bilimsel kısmına takılıp kalmışlardı, sanat yönüyle bir ilgileri yoktu.
Mehmet Kaplan’ı, Ömer Faruk Akün’ü, İnci Enginün’ü, orada tanıdım ve öğrencileri oldum. Zeynep Kerman, Muharrem Ergin, Birol Emil, Kazım Yetiş, Kemal Yavuz, Amil Çelebioğlu orada tanıdım, derslerine girdim. İstanbul Üniversitesinin koridorlarında hayatı tanıdım. İlk karşılıksız aşkı orada yaşadım. Şairliğim ordandır. Ve bu nedenledir desem yalan olmaz.
..
ÖNDEN GİDEN ATLILAR
Evet bu önden giden atlıları tanımak lazım. Bunlar halkın bağrından kopan bu insanlar sessiz sedasız bu ülkeden gidiyorlar. BU ülke derken bu içinde yaşadığımız bu dünyadan bahsediyoruz. İyi insanlar iyi atlara binip gittiler diyen Necip Fazıl’a hak vermemek elde değil.
Önden giden atlılar öncü nesildir, altın nesildir. Bu nesil 1400 yıl önce gelmişti, bir de şimdi geliyor. Belki bu iki nesil arasında birçok altın nesil gelip geçti. Her yüz yılda bir bu din yenilendi mücedditler eliyle. Bu mücedditlerin etrafında bir altın halka oluştu. Bu altın halka çevre çevre bir altın kuşak doğurdu ve işte her devrin altın nesli böyle meydana geldi.
Bu dinin müntesipleri hakkın düşüp kaldığı her yer ve zamanda onu tutup kaldırmasını bilmiş, bu uğurda gerekirse canını vermeyi yaradılış ve inanç borcu bilmiştir. İşte bu devrin altın nesli de İmam –Hatip Neslidir. İşte bu nesilden bir kahraman atlıyı daha bu dünyadan uğurladık. Her geçen gün birini daha uğurluyoruz bu iyi insanların. İyi insanlar iyi atlara binip aramızdan ayrılıyor, gerçek menzillerine gidiyorlar.
Onlar buralı değillerdi zaten. Onlar burada ebedi kalmaya gelmemişlerdi. Onlar ebediliği inançlarında bulmuşlardı. Onlar ölümsüzlüğü tatmışlardı daha bu dünyadayken. ‘Bize ne uzak ölüm, bize ne yakın ölüm/ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm.’diyorlardı. Onlar Hızır ve İlyas’la arkadaş olmuşlardı. Onlar ölüme doludizgin kanatlanarak uçmuşlardı.
Yedi güzel adam değildi onlar belki, yetmiş güzel adamdılar, yedi yüzdüler, yedi bin güzel adamdılar. Şimdi yetmiş bin oldular, gelecekte yedi yüz bin güzel adam olacaklar. Önden giden atlılardır bunlar, ışık insanlardır, güneş yüzlü insanlardır bunlar. Işık yüzlü insanlardır bunlar.
Bu ülkeyi oryantalist projelerin teslim almasından yıllar sonra bu milletin gerçek dostları, sahipleri, bu inancın erleri ortaya çıktılar. Onlar bu milletin bağrından sökün etmiş önden giden atlılardır. Bu ülkenin en ücra köşesine konuşlandılar, tam da oryantalistlerin ülkeyi teslim almak için yaptıkları gibi… Amerikan, Fransız ve daha birçok yabancı ülkelerin ülkemizin en ücra köşelerine bir misyoner okulu gibi yerleştirdikleri okullar benzeri İmam Hatip okullarını yurdun köşesine bucağına bu millet yerleştirdi kendi kurtarıcılarını yetiştirmek için.
Ülkeyi bir örümcek ağı gibi saran bu şer odaklarını oyunu bozmak için yaptı bunu millet. Derin bir önseziyle planladı ve bütün gayret, himmet ve fedakârlığını ortaya koyarak tesis etti. Ve buradan bir altın nesil doğdu. İşte o nesil bu bahsettiğimiz nesildir. Asım’ın neslidir bu Akif’e göre, Necip Fazıl’a göre Mehmet’ti o, Sezai Karakoç’ a göre Diriliş Nesliydi.
..
19.05.2015
25 Peygamberin hayatını yazıyorum. İslam Tarihi. Kutlu tarih sayfaları olarak değiştirebilirim onu. O şiiri de katarım ona. Ey Kutlu Peygamber’i basılı kitap haline getirebilirim. Ey kutlu Peygamber’i basılı ki Bunu bitireceğim. Çanakkale Destanı 4. Bölümü bitirdim. www. mobidik. com’ daki kitaplarımı yeniden düzenlemeliyim. Evime internet bağlatmalıyım. Kitap fuarında sergileyecek bir kitabımın olmayışı beni üzüyor, bana kendimi kötü hissettiriyor. Hece yayınlarına uğradım. Orda dostlar vardı. Yeni yazarlarla tanıştım. Hasan bey şair dostum ve öğretmen arkadaşım.
Her okulda bir şair dostla tanışıyorum. Atilla Barışer, Turgay Çimen, metin Tandoğan bu dostlardan. Hepsi de yetenekli, şairler. Ama bir gruba giremediklerinden üne kavuşamadılar. Atilla Bey tiyatro yazarı aynı zamanda. Ali gül dostumu da unutmamalıyım. O da tiyatro yazıyor ve oynatıyor. Ayni zamanda şair. Ziya Metin Karatekin de bunlardan biri. Aslında bir grup kurmanın zamanı. Fecr-i Ati’cilerden kötü değiliz, Servet-i Funun’culardan iyi.
Hasan Akay, hasan Olgaç, İsmail Borlak eski şair ve yazar dostlarım. Rahmetli Mustafa Miyasoğlu hem hocam hem iyi bir romancı. Türk edebiyatına iyi romanlar kazandıran adam. Oğlu da iyi bir romancı olabilir. Cahit Koytak’la yıllar önce yolumuz bir yerde kesişti. Necati Polat öğrenciliğimizde Çorlulu Ali Paşa kıraathanesinde görüşüyorduk. Sezai Karakoç’la yıllar önce Diriliş yayınlarında sohbetlerini dinlemişliğiz var. Necip Fazıl’la birkaç enstantanemiz oldu. Onları ilerde naklederim. Karakoç’un anlattıklarını not almadığıma üzgünüm bu gün. Atilla İlhan’la yaptığım röportajı bulmayı hala hayal ediyorum
Sedat Ümran’la kaç yıl kahvehane dostluğu yaptık. Yazsam roman olur. Bengisu sanat seçkisinde kendisine özel bölüm yaptım. Marmara kıraathanesi, Horhor ve daha nice cafelerde yaptığımız şiir sohbetleri, sayesinde ezberlediğim şiirler şimdi hafızamdan silindiği için çok üzgünüm. Yıllar sonra yaşlılar evinde öldüğünü duymuş, cenazesine gidememişti.
Erdem Beyazıt’la sağlığında değil cenazesinde karşılaşmak acı bir olay oldu benim için. Üstad Necip Fazıl’ın da cenazesine katılmak bir şeref oldu benim için. O günü hiç unutmayacağım. Edebiyat fakültesinde sınavım vardı. Keşke rapor alıp cenaze namazına katılsaydım. Sınav çıkışı yetiştim konvoya katıldım. Bu benim için en büyük mutluluktu. Olağanüstü halin sırf slogan atıldığı için dağıttığı cenaze konvoyundan ayrılmak zorunda kalım. Demek ki tam inanmış dört adamdan biri değildim.
Büyük Doğu yazıhanesinde ziyaret etmişti onu. Bir kez de Erzurum’da camiye giderken. Elini 2 kez öpmek nasip oldu bana.
Ahmet KEMAL
..
Ey Kutlu Peygamber
Bu eser nasıl doğdu. Süleyman Çelebi’nin mevlidine oldum olası hayrandım. Hele onun eserinin asıl adının Vesile’t-ün Necat/Kurtuluş Vesilesi olduğunu öğrenince içimden böyle bir kurtuluş vesilesi eser yazmak geçti. Askerliğim yaklaşmıştı. Anakara Hasanoğlan Atatürk Anadolu Lisesinde öğretmendim. Geceleri yalnız başıma oturuyor stres atmak için kitap okuyor, şiirler yazıyordum. Tam böyle bir ortamda oluştu bu şiirler. Her gece bir tane yazıyordum. Gençken ben o mevlidi düğünlerde ve ölüm yıl dönümlerinde kalabalıklara babamla birlikte hem de Osmanlıca baskısından okurdum. O günleri hayal ederek şuuraltım bana böyle bir hediye vermeye hazırdı. Ayrıca Necip Fazıl’ın Esselam’ını çok sevmiştim. Erzurum’da öğrencilik yıllarımda bu eserin çağdaş bir mevlid olduğunu anlatıyordu MTTTB’deki seminerinde Mehmet Kahraman-yanlış hatırlamıyorsam-. İşte yıllar sonra ortaya çıktı bu eser. Tabii bu eser o iki eser yanında adı bile edilmeyecek mütevazilikte. Ayrıca Nurullah Genç’ın Yağmur adlı eseri de beni etkiledi. İşte bütün bu etkilenmeler bu eserin ortaya çıkmasına sebep oldu.
..
NECİP FAZIL
Deli Fazıl’dan olma
Bir çocuk adı Ahmet Necip
Yüksek bir soydandı
İslam’la onurlandı
Kısaküreklerden
Aslen Maraşlı
..
GELİŞEN TÜRKİYE VE ÜLKENİN YENİLEN MAKÛS TALİHİ
Büyük bir devrimle karşı karşıyayız bu gün. Nice yıllardan sonra hatta asırlardan sonra uyuyan devin uyanışına şahit oluyoruz.
En son Cennetmekân Sultan Abdülhamit’le yıllar önce aldığı öldürücü darbelerden sıyrılmaya, yaralarını sarmaya canlanmaya başlayan bu dev Mustafa Kemal Atatürk’le kendine gelir gibi olmuş, anca Milli Şef döneminin uygulamalarıyla yeniden komaya girmiştir.
İlk ciddi müdahale Rahmetli Adnan Menderes’in akıllı tedbir ve tedavileriyle yapılmış, komadaki hasta kıpırdamaya başlamış, Rahmetli Özal’ın dâhiyane müdahaleleriyle kendine gelmiş, önce rahmetli Necmettin Erbakan ve işte şimdi de Recep Tayyip Erdoğan’ın ortak akıl çerçevesinde, gözü kara hamleleriyle doğrulmaya başlamıştır.
İşte yüzyıllardır ağır narkoz verilerek sürekli uyutulan, her uyuma devresinde bir uzvu koparılan o dev imparatorluk, kal son parçasıyla dünyaya gözlerini yeniden açmakta, yoğun bakım ünitesinde kıpırdamaya, canlanmaya ve ayağa kalkmaya çabalamaktadır.
Batının yüzyıllık korkusu da budur ve bu yüzden etrafımızda ateş çemberi oluşturulmaktadır sürekli. Geçmişte Lübnan, Irak; günümüzde Suriye, Mısır olaylarının nedeni tamda budur. Bu devin uyanışına mani olamayan uluslararası şer odakları bu kez onun etrafını ateş çemberine almayı planlamışlardır.
Mehmet Akif, Eşref Edip ikilisinin sırat-ı Müstakim ve Sebil ‘ur-Reşat, Said-i Nursi’nin Risale- Nur, Necip Fazıl’ın Büyük Doğu ve en son Sezai Karakoç’un Diriliş hareketi bu devin uyanmasında düşünce planında etkili olan büyük oluşumlar olarak yerlerini almışlardır. Ayrıca halkın uyanışında en büyük rolü ise kanaat önderleri olan tarikat şeyhleri Abdül Hâkim Arvasi (K.S.) , Süleyman Hilmi Tunahan (K.S.) Abdül Hâkim El-Hüseyni (K.S.) , Seyyid Muhammed Raşit (K.S.) , Mehmet Zahit Kotku (K.S.) , Ali Haydar Efendi (K.S.) , Mahmut Efendi (K.S.) , Şeyh Esad Erbilli(K.S.) , Hacı Muzaffer Özak(K.S.) dir. Onların örnek hayatı, hayatlarını adadıkları yüksek gaye, kamil insan yetiştirmedeki üstün gayretleri halkın uyanmasında büyük ivmeler oluşturmuş, top yekûn silkiniş ve uyanışın engin tohumları büyük bir gayretle en olgun filizlerini vermiş, zaman içinde bu filizler büyük bir özenle yetiştirilmiş, bu yetiştirilen filizler olağanüstü gayretlerle uyanışın en büyük çınarları haline gelmişlerdir.
Akif’in Asım’ın Nesli diyerek adını koyduğu bu nesil ve ‘Asım’ın nesli nesilmiş gerçek İşte çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek’ diyerek namus davasına sahip çıkmakta alkışladığı, Necip Fazıl’ın Büyük Doğu Gençliği adını verdiği ve oğlu Mehmet’in şahsında ‘Mehmet’im sevinin başlar yüksekte/Ölsek te sevinin eve dönsek te /Sanma bu tekerlek kalır tümsekte/Yarın elbet bizim elbet bizimdir/ Gün doğmuş gün batmış ebet bizimdir’ diye müjdelediği gelecek işte bu gündür. Sezai Karakoç’un Diriliş Nesli diye işaret ettiği nesil bu nesildir ve bu nesil o devi ayağa kaldıracak nesildir. Diriliş başlamıştır, Asım’ın Nesli Büyük Doğu gençliği iş başındadır, Risale-i Nur hareketi bu oluşumun her tarafında faaldir. Allah’ın dostları, Anadolu Erenleri iş başındadır, kanaat önderleri işin içindedir. Medyasıyla, okullarıyla, Kur’an Kurslarıyla, yurtlarıyla siyasi parti, dernek ve yurtlarıyla el ele ve birlikte çalışmaktadır.
Gün diriliş günüdür. Zafer çığlıkları atmadan, galibiyet sarhoşluğuna düşmeden, daha çok işimiz var, yolu başındayız diyerek bu oluşum sesiz ve derinden sürecektir. Düşmanların iftiralarına ‘it ürür kervan yürür diye mukabele bile demeden hak bildiğimiz yolda yürüyerek devam edecek, hiç bitmeyecek bu yürüyüşe azimle, inatla, büyük bir ceht ve cihat ruhuyla devam edilecek bu bir hayat gayesi olarak sürdürülecektir.
..
PUTLARI KIRIYORUZ
2
Tanzimat Edebiyatının Büyük İhaneti
Bizi bizden koparan, milli varlığımızı yok eden bu büyük ihanet kolay kolay hazmedilebilecek bir şey değildi. Bütün milli benliğimizi tar-u mar etti bu hareket.
Batının doğuyu ilk huruç hareketi idi bu. Haçlı savaşlarının kültür ve medeniyet kulvarında bize karşı başlattığı ilk büyük harekat. Bu büyük harekat planlanmış bir harekattı ve maksadına adım adım yaklaşıyordu. Oryantalizmin ilk büyük planı gerçekleşiyordu. İslam medeniyetinin bu son büyük evresinin temeline dinamit yerleştirilmişti.
Bu büyük harekatın dış dinamiği yanında iç dinamiği de vardı. Yıkılışı adım adım hazırlanan bu büyük medeniyetin edebiyat ve irfan aleminde de büyük yıkımlar başlamıştı.
..
01.05.13
Bu gün 1 Mayıs Çarşamba. Yunus biraz iyileşti. Kursa gideriz artık dedik. Sedaş ’tan aradılar bana yeri soruyorlar. Tarif ediyorum ben de oraya gidiyorum. Sonra direkler dikildi diyor karşıdaki ses önceden dilekçen var diyordu direk için. Telleri ne zaman çekersiniz diye soruyorum birkaç günde diyor adam.
Köye varıyorum görüyorum ki tel çekilmiş. Adamın telden haberi yok. Ne biçim özel teşebbüs bu. Devlet teşebbüsü olsa bu kadar kopuk olmaz. Dur tahmin edeyim adamlar asgari ücret çalışıyor ve hiçbir şey umurlarında değil. Bu maşı bana her yerde verirler diyorlar her hal. Annem evde yok. Yeğene gitmiş. Şaşırdım bu yeğen ona nasıl kapılarını açmış. Onda büyük değişiklikler var.
Annemin evindeyiz. Halam amcama gitmiş. Yunus internete girdi. Hava iyi sıcak. Ama ev iyi serince. Camları açtık. Kaplar iyi yıkanamamış. Demek zavallı Halam o haline rağmen kapları yıkamaya çalışmış ama bu kadar yapabilmiş. Hanıma söyledim kapları yıkar mısın diye yapmadı. Bahanesi hazır yıllar önceki bir olayı hatırlatıyor. Yaptık aleyhimizde konuştular diyor yapmayalım da konuşsunlar diyor.
Düşünüyorum da bu jenerasyonun Allah için iş yapmak diye bir meselesi yok. Hep desinler diye. Bu jenerasyon aynı zamanda bencil. Arabayı yanaştır da diyor annenin evinin önüne içinin tozunu alayım makineyle. Şu çelişkiye bak. Kendisi için yaşlıları kullanıyor ama yaşlılar için yapacak bir şeyi yok. Onun ihtiyarlığında da aynı şeyi bulacak.
Adnan aradı köydeyim dedi Yunus’u kursa götüreceğim. Ne zaman çarşıya gelirsin diyor.5 gibi diyorum. Namazı kılıyoruz Yunus’la. Annesi internete giriyor. ‘Rabia’ya söz elbisesi bakıyorum’ diyor.
Biraz da ben gireyim diyorum şiirlerimi yayınlayacağım. ‘Acele et’ diyor Hatun. ’Beş sitede ayrı ayrı yayın yapıyorum ‘diyorum’ vakit alıyor bu’. Abim bahçeye yeni şekil vermiş. Bahçede biraz oturuyoruz. Sümeyye bakıyor camdan. Amcam’ buradaymış ‘diyor. ‘Buradayım ne zamandır’ diyorum ‘sen uyu şimdi mi görüyorsun bizi’. Geliyorum diyor seni istemiyorum diyorum Ali Fazıl uyuyor mu? Yok diyor o halde getir çabuk.
Ali Fazıl geliyor suratı asık biraz bazen bana gülüyor. Tespihimi veriyorum. Annesi hem kuduz hem tetanos aşısı oluyor diyor. Çocuğa yazık iki aşı bu yaşta çocuğa yapılır mı birden. Doktor kontrolünde diyor. Nerde yaptırdın diyorum Çocuk hastanesinde.’ Bizim okul orda diyorum niye gelmedin.’ Seni andık diyor ama biz Pazar günü ordaydık ‘.ben de ordaydım Pazar günü diyorum veli toplantısı vardı.
Kursa gittik. Yunus’u bıraktık Koçtaş’a gittik. Koçtaş’ta gezindik acelem var kente yetişmeliyim musluklara baktık. Darbeli matkaplara göz gezdirdik, kampanyada indirimde olan bir tanesini 39 liraya aldık. Kente gittik tam gaz. Arabayı park ettik. Yeni Cumaya namaza yetişeceğim. Hatun Perşembe pazarına park edelim dedi ben yarın oranın pazarı diye ne olur ne olmaz fikir değiştirdim.
Farzın ikinci rekâtına ancak yetişebildim. Telefonumu zor sessize alabildim. Namazdan sonra eş dost etrafımı sardı. Sofiler hep orda. Bugün anlaşmışlar gibi. Münir abi, Yaşar, Atilla, Alpaslan. Bülent abi, dergaha çıkıyoruz nefis bir çay, Mustafa orda,Adnan bey de geldi. Delail okuyorum Adnan Bey ileniyor onu evde okursun diyor herkes ne yapıyorsa sen de onu yap diyor sohbetse sohbet çay içmekse çay muhabbetse muhabbet.
..
ŞİİR MERAKIM
Bu şiir merakım nereden geldi benim. Çocukluktan beri gördüğüm her kağıt parçasını okumak en büyük merakımdı. Yollarda bulduğum gazete kağıdı parçalarını okumak, sınıf kitaplıklarının tümünü hatmetmek yapmam gereken ilk işlerdendi.
Sonraki yıllarda kitaplar edinmeye başladım okumak için ama hiçbir zaman kütüphanelere ısınamadım. Kütüphanecilerin soğuk yüzünü görmektense okuyacağım her kitabı satın almaya kendimi ufaktan bir kitaplık sahibi yapmaya başlamıştım. En çok sevdiğim hikaye ve romanlardı.
Yıllar geçti şiirle karşılaştım. Şiirle karşılaşmam daha önceleriydi aslında. İlk okul sıralarında öğretmenim Mehmet Tombul –şimdilerde pek hayırla yad etmediğim – un dayakla ezberlettiği o meşum günler şiirle ilk acı tanışmalarım olmuştu. Bu yüzden şiiri hiç sevememiştim. Şiir demek dayak demekti. O kılık kıyafeti pek düzgün uzun boylu öğretmenimiz elinde sağlam sopası biz karşısında korkudan unuttuğumuz şiirlerle arzı endam ediyorduk. Ben akşamdan ezberlediğim şiirleri daha yarıya gelmeden korkuyor bu yüzden de o çok korktuğum sopayı yiyordum.
Yıllar yılları kovaladı ben bu arada şiirle barışamadım. Lise sıralarında ilk tanışmam başladı. Ders kitaplarındaki şiirler bile beni barıştıramamıştı şiirle. Edebiyat öğretmenimin kompozisyon dersinde şiir yazmamı salık verdiği güne kadar bir gelişme yaşanmadı bu alanda.
İlk satın aldığım kitap Necip Fazıl’ın Çile ’siydi. Severek, -hatta daha ileri giderek diyebilirim ki- içerek okudum onu. Ardından Sezai Karakoç’un şiiriyle karşılaşmış, geceleri mum ışığında okumuştum tüm seriyi… İlk şiir yazmam o günlerde başladı. Üniversite yılları ve şiir okumalarım o zaman başladı.
Daha sonra şairlerle tanışma m başladı. Sezai Karakoç’la Milli Gazete’de tanışma ve sonra Üretmen handaki Diriliş yayınları bürosundaki sohbetlerimiz başladı. İkinci üniversite öğrenciliğim yıllarında Sedat Ümran’la tanışmamız oldu. Bu yıllarda hep şiirle dolup taştım. Ama şiirlerimin yayınlanması ve okuyucu kitlesiyle karşılaşması daha uzun zaman alacaktı.
Milli Gençlik, Muştu, İkindi yazıları gibi dergilerde tek tük şiirlerim yayın imkanı buldu. Şimdiyse ancak internet sitelerinde yayın ortamı bulabiliyor. Bunları face ve twettere hesaplarımla paylaşıyor, önemli tepkiler alabiliyorum. Ey Kutlu Peygamber adlı şiirimin antoloji. com ’da 60 bine yaklaşan reyting alması ve birçok sitede yayınlaması beni mutlu etmiyor diyemem.
..
/HER ÖLÜM BİR DİRİLİŞ KAPISIDIR/
Ü
Ölüm bize ne yakın bize ne yakın ölüm ölümsüzlüğlüğü tattık bize ne yapsın ölüm
Diyordu şair yıllar önce yazdığı bir şiirinde.yıllar önce biz de bir ölüm yazısına girmiştik bu şiirle.Nerden bilecektik şairi de bu dizelerle uğurlayacağımızı…
Erdem Beyazıt göçmüştü.Huzuru rahmana kavuşmuştu.Daha niceleriyle beraber. Cahit Zarifoğlu Alaaddin Özdenören, Akif İnan, Cemil Meriç.Üstad Necip Fazıl’ın ardından birer birer sökün eden diriliş erleri.İslam akıncıları… ümmeti muhammaedin söz ve kelam erleri birer birer ahret yolculuğuna çıkıyorlar.Fethi Gemuhlupoğlu’nu da unutmamak gerek burada.
Haydi gidelim dedi ağabeyim cenazeye.uğurlayalım sebep ey şairini.Gittik.aman yarabbi kimsede en ufak bir üzüntü eseri yok. Ne Ali Nar ne Rasim Özdenören, ne Osman Tunç.Osman beyle orada karşılaştık ilk kez..bir öğrencim tanıştırdı.Kimler yoktu ki cenazede.Cumhurbaşkanı başbakan bakanlar..
Beşir Atalay yıllar önce Erzurum üniversitesindeydik..Edebiyat evloeri vardı biz böyle derdik.Çoğunlukla Seazi Karakoçtan yazılar okunurdu.Risalei Nur tavsiye edilir. Necip Fazıl’dan Üstad diye bahsedilirdi.Nazif Gürdoğan Atalay’la birlikte ağabeylik yapardı bu evlerde.
Yıl 1975 ler…
..
22.01.13
İkinci günlüğümü yayınladım. Önce antoloji.com da, sonra bengisu sanatta. Kâmil’in bana yaptığı siteyi arıyorum yok. Google tanımıyor. Eski sitemi buldum.www.bengisusanat.tr.tg. Yıllar önce yapmıştım.Bir kaç şiir bir resim bir yazı koymuştum.Şimdi de günlüğümü ve ilave birkaç şiir yayınladım.
Şifreyi unutmuşum. Meğerse o benim ilk şifremmiş. Bana ait bloğ da varmış. Fazla geliştirmemişim. Kaybettiği çocuğunu bulan anne gibi oldum.
Seminere gidiyoruz. Eski okuluma. Akıllı tahtayı öğreniyoruz. Video resim kesme biçme. Ses ve yazı müzik ekleme. Ne zor işlermiş yahu. Ah gençlik… Erken gelmişiz dünyaya. Öğrencilerimiz bizden kat kat iyi biliyor.
Yarın notları tamamlamam gerek. Çıktı almam lazım. İki öğrenci yok. Biri raporlu. Peşlerine düştüm. Yarın onları bulmam gerek. Sorumluluğu öğretmene yüklüyor sistem. Yine onarın arkasını biz toplayacağız anlaşılan. Bu ne kadar doğru bilmem.
Yıllar önce bir veliyle karşılaştım. Dersimize çalışmıştık öğretmenim demişti. Niye zayıf aldık anlayamadım. Ben siz benim öğrencimiz değilsiniz ki.
Sendika toplantısındayız. Esiyor gürlüyor il başkanı. Artarda espriler patlatıyor…
Ali Fazıl mesaj atıyor rasgele look diye başlıyor mesaj. Gerisi karışık. Hiçbir dilde değil. Belki de Sanskritçe.Ben annesinin yalancısıyım.
..