Yazılarım(muhabbet Bağının Gülleri) Şiir ...

Nihat Malkoç
1681

ŞİİR


29

TAKİPÇİ

GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ

Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…

Tamamını Oku
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 18.04.2008 - 01:48

    NEZAKETİN PABUCU DAMDA! ...

    M.NİHAT MALKOÇ

    Bu çağ, insanî değerlerimizi iyice törpüledi. Çok şey kaybettik insanlığımızdan. Bizi eşref-i mahlûkat yapan taraflarımız her geçen gün eriyip gidiyor. Bu erime nihayetlenecek gibi görünmüyor. Gönül dünyamızın kaleleri bir bir düşüyor. Sevgi çiçekleri kurumaya yüz tutmuş, nefretin hoyrat eli gönlümüzün saçlarını yoluyor. Kaba yanlarımızı yontan nezaket kılıcının dört bir yanı paslanmış, kesmiyor. Yürekler hassasiyetini kaybediyor her geçen gün.

    Bu çağın insanları, sözünü ve gözünü budaktan sakınmıyor. Küçük büyüğünü saymıyor, büyük küçüğünü sever gibi görünüyor. Hamiyet duyguları rafa kaldırılmış. Zamanımızda görmek istemediklerimizi görüyor, duymak istemediklerimizi duyuyoruz. Çoğu sözler kalbe uğramadan çıktığı için samimiyet ve inandırıcılıktan uzak görünüyor.

    Ecdadımızın bize miras bıraktığı nezaket kültürü her geçen gün biraz daha ufalanıyor ve kaybolmaya yüz tutuyor. Artık insanlar en son söyleyecekleri sözü ilk cümlelerinde söylüyorlar. Muhatabın kırılıp kırılmayacağı hesaba katılmıyor. Sabır hayatımızdan çekildiği için hiç kimsenin karşı çıkışlarına tahammül edemiyoruz. İslam kültüründe tebessüm bir sadaka hükmünde görülürken zamanımızda bu bile insanlara çok görülüyor. Bir güler yüz görmeye hasret kaldı bu çağın insanları. Kimse kimseyi anlamaya çalışmıyor. Empati kültürü gelişmemiş, herkes ben merkezli hareket ediyor. Ufuklar her geçen gün daraldıkça daralıyor.

    Yoldaki dikeni atmayı sadaka gören bir inancın mensupları olan bizler nasıl oldu da bu hale geldik; taştan katı kesildik. Nezaket çoktan unutulmaya yüz tuttu. Bu çağın hastalığı oldu kabalık, nezaketsizlik. Böyle bir zamanda yaşamak en büyük talihsizlik olsa gerek. Bu zamanın sipsivri dillileri tırmalıyor yüzümüzü. Arsızlık modernlik olarak yutturulmaya çalışılıyor bizlere. İnsanlar çam devirmekte sınır tanımıyor. Karanlıklarımızı aydınlatacak ışıktan çok uzağız. Tünelin ucu da görülmüyor. Umutlar biraz daha sarpa sarıyor.

    Buhranlarımız sadece maddî menşeli değil günümüzde. En büyük kaybımız ruhumuzdan, tavır ve davranışlarımızdan koparıp attığımız nezaketimizdir. Onun olmadığı bir yürekte birlik, beraberlik, dayanışma, huzur, barışıklık, sevgi, saygı, itibar ve itimat da kalmaz. Çağımızın insanı sadece çevresini değil, ruhunu da kirletti. Ruh kirlenince duyguların saflığı da kalmadı. Vicdanlarla cüzdanlar arasında sağlam köprüler kurulmaya başlandı.

    İnsanlarımız kendilerini boy aynasında dev olarak görüyorlar. Oysa bu cüce insanların çoğu aynaya görmek istediklerini hayal ederek bakıyorlar. Durum böyle olunca olanı değil, görmek istediklerini görür gibi oluyorlar. Yani bir çeşit hipnotize oluyorlar. Bu sancılı zamanda kimse kimseye tahammül etmiyor. Bencillik alabildiğine yol alıyor hayatımızda. İhtiraslar fertlerin hayatını hayal çöplüğüne döndürmüş. Her ihtiras bizi biraz daha toplumdan koparıyor. Aslında biz fark etmesek de gittikçe yalnızlaşıyoruz, kabuğumuza çekiliyoruz.

    Nezaket zincirinin halkaları iyice koptu birbirinden. Öyle ki zamane çocukları anne babalarına bile saygıda kusur edebiliyorlar. Hata yapanlar hatalarını görmekten acizler. Kimse hatasını görüp özür dilemeye yanaşmıyor. Kabalık cesaret olarak kabul ediliyor. Her geçen gün yaşadığımız topluma yabancılaşıyoruz; aslında yabancılaşmakla kalmıyor, yabanileşiyoruz da. Sevgi denizlerinin suyu çekiliyor gittikçe. Bu hayra alamet değil şüphesiz.

    İnsanlar aslında nazik bir yapıda yaratılmışlardır. Yaşanılan hayat, çevre ve kültür kişiyi değiştiriyor, onu tanınmaz bir hâle sokuyor. ‘Üzüm üzüme baka baka kararır’ misali güzeller güzelleştirirken, çirkinler de ahlakımızı bozuyor, bizi fıtratımızdan uzaklaştırıyorlar. Bu, zamanla yayıldıkça yayılıp kendine hareket alanı buluyor. Bir noktadan sonra toplumu cenderesi altına alıp eziyor. Nezaket bahçelerinde açan çiçekler soluyor. Bu nazenin çiçeğin kökünü söküp kaldırıyorlar gönül bahçelerinden. Böylece bahçeler viran olup kan ağlıyor.

    Nezaket çekildi toplumumuzdan. Artık insanlar öfkenin diliyle konuşuyorlar. Öğretmen öğrencisine, usta çırağına, patron işçisine, amir memuruna gönül okşayıcı tatlı bir sözü fazla görüyor. Bu nezaketsizlikle nereye varabiliriz ki! ... Gayri dönmeli bu yoldan.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 08.04.2008 - 21:55

    ŞAKİR ŞEYİHOĞLU RESİM SERGİSİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Trabzon’da kültür ve sanat etkinlikleri sanata ve kültüre gönül vermiş insanları fazlasıyla mutlu ediyor. Bu faaliyetler şehrin dirilişine ve ayağa kalkmasına vesile oluyor. Tiyatro, sinema, müzik, folklor, spor bu şehre hayat veriyor. Trabzon’da en çok da resim sergileri açılıyor. Geçenlerde bunlara bir yenisi daha eklendi. KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Resim Öğretmenliği Bölümü Öğretim Görevlisi Şakir Şeyihoğlu 7 Nisan 2008 Pazartesi günü Mahmut Goloğlu Kültür Merkezi’nde Kişisel Resim Sergisi açtı. Serginin açılışına Vali Yardımcısı Vural Demirtaş, KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Dekanı Alipaşa Ayas, Dekan Yardımcısı ve Güzel Sanatlar Eğitimi Bölüm Başkanı Mesut Piyale, Resim Bölümü kıdemli öğretim üyelerinden Ceyhan Murathanoğlu, Taka Gazetesi Yayın Kurulu Üyesi Yusuf Turgut ile resim bölümü öğretim üyeleri ve öğrenciler katıldı. Görkemli bir açılış gerçekleştirildi.

    Öğretmen-ressam Şakir Şeyihoğlu Trabzon’un son dönemlerde yetiştirdiği önemli bir isimdir. Benim de çok sevdiğim ve takdir ettiğim dostumdur. Resim sergisiyle ilgili değerlendirmeye geçmeden evvel hayat hikâyesinden kısaca söz etmek istiyorum… Şakir Şeyihoğlu 1970 yılında Trabzon’un Arsin ilçesinde doğdu. İlköğrenimini Arsin’de, orta öğrenimini ise Trabzon’da tamamladı.1988 yılında, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Resim İş Eğitimi Bölümünü kazandı. Resim ana dalında öğrenim gördü. Bahsi geçen okuldan 1992 yılında birincilikle mezun oldu. 1992 – 1996 yıllarında Trabzon’un Köprübaşı ilçesinde dört yıl, 1996–1998 yılları arasında da Gümüşhane’de bir buçuk yıl Resim- iş öğretmeni olarak görev yaptı. 1998 yılında KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Bölümü Resim-iş Öğretmenliği programında Öğretim Görevlisi olarak göreve başladı. Halen bu kurumda görevine devam etmektedir. Resim çalışmalarını atölyesinde başarıyla sürdürmektedir.

    Öğretmen-ressam Şakir Şeyihoğlu bugüne kadar pek çok karma ve kişisel sergide resimlerini sanatseverlerin ilgisine sundu. Katıldığı bu sergilerin bir kısmını şöyle sıralayabiliriz: “2008 – 2. Karadeniz Plastik Sanatlar Derneği Sergisi – İstanbul 2008, Her Yönüyle Trabzon Etkinlikleri – Ankara 2007, 33. Trabzonlu Sanatçılar Geleneksel Resim Sergisi – Trabzon 2007, 1. Karadeniz Plastik Sanatlar Derneği Sergisi - Trabzon 2007, Öğretim Elemanları Resim Sergisi – Giresun 2007, Öğretim Elemanları Resim Sergisi – Ünye 2006, Ankara Beyaz Sanat Galerisi Karma Resim Sergisi – Ankara 2006, 32. Trabzonlu Sanatçılar Geleneksel Resim Sergisi – Trabzon 2005, 31. Trabzonlu Sanatçılar Geleneksel Resim Sergisi – Trabzon 2005, Akçaabat Kültür Festivali Karma Resim Sergisi – Trabzon 2005, Öğretim Elemanları Resim Sergisi – Trabzon 2004, 30. Trabzonlu Sanatçılar Geleneksel Resim Sergisi – Bursa 2004, 30. Trabzonlu Sanatçılar Geleneksel Resim Sergisi – Trabzon 2004, Sanat Eğitimi Sempozyumu – Ankara 2003, Uluslararası 6. Türk Dünyası Resim Sergisi – Ankara 2003, 29. Trabzonlu Sanatçılar Geleneksel Resim Sergisi – Trabzon 2002 - Trabzonlu Sanatçılar Geleneksel Resim Sergisi – Trabzon 2001…”

    Genç ressam Şakir Şeyihoğlu desen, suluboya, pastel, yağlıboya ve rölyef türlerinde birbirinden güzel çalışmalar ortaya koyuyor. Kıymetli ressam Şakir Şeyihoğlu’nun bu kişisel resim sergisindeki pastel portre çalışmaları da çok emek verilmiş eserler olarak dikkat çekiyor. Çok sayıda portre yer alıyor bu sergide. Şakir Bey fotoğraf çekimiyle de ilgileniyor. Onun özellikle rölyef çalışmalarını çok beğeniyor ve takdir ediyorum. Son derece mütevazı ve dost bir insan olan Şakir Bey gelecekte Trabzon’da resim alanında kalıcı izler bırakacak.

    O aynı zamanda birikimlerini öğrencilerine de aktarıyor. Öğrencileri onu çok seviyor ve takdir ediyor. Onun yetiştirdiği öğrenciler gelecekte güzel eserlere imza atacaklar. Bu değerli sanatkârın eserlerini geniş kitlelere tanıtmalıyız. Ressam dostum Şakir Şeyihoğlu’nun güzel bir sitesi de var: www.sakirseyihoglu.com... Ziyaret etmenizi tavsiye ederim. Değerli dostum, güzel insan Şakir Şeyihoğlu’nu bu güzel resim sergisinden dolayı yürekten kutluyor, bundan sonraki çalışmalarında da üstün başarılar diliyorum. İyi ki varsın dost insan…

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 06.04.2008 - 19:51

    1869–1928 YILLARI ARASI TRABZON BASINI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Geçenlerde(05 Nisan 2008 Cumartesi günü) Trabzon Sanatevi’nde Türkiye Yazarlar Birliği Trabzon Şubesi tarafından “1869–1928 Yılları Arası Trabzon Basını” konulu bir sohbet sunum gerçekleştirildi. Sohbet sunumu, Ankara’da ikamet eden değerli hemşehrimiz araştırmacı-yazar Hüseyin Albayrak yaptı. Az sayıda dinleyicinin katıldığı programa Trabzon milletvekillerinden Cevdet Erdöl ve Bayındırlık ve İskân Bakanı Faruk Nafiz Özak da iştirak etti. Değerli araştırmacı-yazar Hüseyin Albayrak, sunum eşliğinde “1869–1928 Yılları Arası Trabzon Basını” ile ilgili olarak şu değerli bilgileri verdi dinleyenlerine:

    “Trabzon’da basın hayatı bu şehre ilk matbaanın kurulmasıyla 1865’te başlar. Anadolu’da ilk matbaa Trabzon’da, ikinci matbaa ise Erzurum’da kurulmuştur. Trabzon’da kurulan bu ilk matbaa “Vilayet Matbaası” adını taşıyordu. Öte yandan Anadolu’daki ilk gazete Erzurum’da, ikinci gazete ise Trabzon’da çıkarılmıştır. “Trabzon Gazetesi” bu şehirde çıkan ilk gazetedir. Bu gazetenin bütün sayıları elimizde yoktur. Bu gazete iki yaprak(dört sayfa) idi. Bu gazetede daha çok resmi ilanlar, haberler, şiirler ve yazılar yayınlanmaktaydı.

    Eskiden “şehir yıllıkları” anlamına gelen “Salname”ler neşrediliyordu. Trabzon’da ilk Salname 1869 yılında yayınlanmaya başlandı. Bu salnamelerin yayını 1904 yılına kadar devam etti. Bu salnameler Trabzon’daki Vilayet Matbaası’nda basılıyordu. Bu yıllar arasında 22 tane “Salname” yayınlanmıştır. Bunlar Trabzon Vakfı öncülüğünde günümüz Türkçesi’ne çevrilerek tekrar yayınlanıyor. Şimdiye kadar 18’i çevrilip yayınlanmış bulunmaktadır.

    “Trabzon” gazetesinden sonra bu şehirde uzun süre gazete çıkmadı. 1885 yılında “Saadet” adlı bir gazete çıkarılmıştır. 1908 yılında İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla Trabzon’da yeni gazeteler çıkmaya başladı. Bunlardan biri “Feyz” gazetesidir. “Meşveret” gazetesi de o dönemde çıkarılmıştır. Türkiye’de bir ilçede çıkan ilk gazete, bir zamanlar Akçaabat’ta yayın yapan Pulathane’dir. Trabzon’da çıkan bir diğer gazete Bahr-ı Siyah’tır. Bu gazete bir Rum tarafından çıkarılmıştır. “Haber Anası” 1909’da Tevfik Yunusoğlu tarafından çıkarılan bir mizah gazetesidir. “Kehkeşan” bu şehirde çıkan, 15 günlük arayla yayın yapan bir dergiydi. “İkbal” gazetesi Osman Nuri Eyüboğlu tarafından 1909’dan 1948’e kadar devam ettirilmiştir. “Lazım, Şebab, Tasvir, İnkılâp” yine bu dönemlerde çıkan kısa ömürlü gazetelerdir. “Enval-ı Vicdan” ise edebî bir dergidir. “Hekim” dergisi ise Anadolu’da çıkan, alanındaki ikinci dergidir. İlki İzmir’de çıkarılmıştır. O dönemlerde “Tarık” gazetesi de çıkarılmıştır. Yine bu şehirde o dönemlerde “Afacan” adlı bir mizah dergisi de yayın yapmıştır.

    Bu yıllarda Trabzon, basın açısından Anadolu’nun öncüsü konumundadır. Bu dönemde Trabzon’da 21 farklı yayın çıkmıştır. Hiçbir Anadolu şehrinde bu yayın zenginliğini bulamayız. 1916’da, işgal yıllarında Vilayet Matbaası ve Trabzon gazetesi Rumların eline geçmiştir. İşgal yıllarında yayın yapılamamıştır. Milli Mücadele döneminde Anadolu’nun birçok şehrinde Milli Mücadeleyi destekleyen ve desteklemeyen gazete ve dergiler çıkmıştır. Millî Mücadele yıllarında Karadeniz bölgesinde 56 yayın çıkmıştır. O yıllarda Trabzon’da 11 gazete, 12 mecmua yayınlandı. Millî Mücadele yıllarında Yeşilyurt, Selamet gazeteleri yayın yapmıştır. O yıllarda yayın yapan en önemli gazete Faik Ahmet Barutçu tarafından çıkarılan “İstikbal” gazetesidir. Bu gazete önceleri bir Rum matbaasında çıkarılsa da daha sonra kendi matbaalarını kurmuşlardır. Bu gazetede Faik Ahmet Barutçu başyazılarıyla Millî Mücadele’yi desteklemiştir. Yine “Fecir” gazetesi Hayri Eyüboğlu tarafından çıkarılmıştır. 1922’de “Güzel Trabzon” gazetesi Ali Becil tarafından İstikbal gazetesine rakip olarak çıkarılmıştır. “Hak” gazetesi de bu zamanda yayınlanan bir başka gazetedir. Trabzon’da mizah alanında çıkan gazetelerin en önemlisi “Kahkaha” gazetesidir. Bu, mevcut düzene karşı bir gazeteydi.

    Günümüzde bu gazetelerin arşivlerinin çoğu yağmalanmıştır. Ancak belli başlı gazetelerin arşivlerine ulaşabiliyoruz. Bazı gazetelerin nüshaları şuursuz insanların elinde kalmış, bunlar fırıncılara ekmek sarmada kullanmak için hurda kâğıt niyetine satılmıştır.

    Trabzon aslında kültür, sanat ve edebiyat açısından ikinci İstanbul hükmünde mühim bir şehirdir. Daha doğrusu geçmişte böyleydi. Günümüzde, geçmişte yaşanan yoğun kültür, sanat ve edebiyat faaliyetleri yaşanmıyor bu şehirde. Ferdi gayretlerle bu işler olmuyor. Her şeyden önemlisi bu tarz çalışmalara ilgi duyulmuyor. Sanat çalışmaları halkın ilgisini çekmiyor. Gerçi bu sadece Trabzon’un meselesi değildir. Fakat Trabzon geçmişten aldığı hızla diğer Anadolu kentlerinden bir adım önde olmalıydı. Fakat aksine bugün bir kısım Anadolu şehrinin bir veya birkaç adım gerisindedir. Asıl acı verici husus da aslında budur.

    Bu şehirde çıkan gazetelerin sayfalarının yüzde ellisinin Trabzonspor’a ayrılması bugünkü yozlaşmanın ve sığlığın boyutlarını göstermesi açısından dikkate değerdir. Demek ki bu şehir halkı kültür, sanat ve edebiyattan çok; top peşinde koşuyor. Daha doğrusu bazı çevreler, halkı bu yöne kanalize etmek istiyor. Oysa Trabzon’un arkasında parlak bir kültür, sanat ve edebiyat mazisi var. Değerli araştırmacı-yazar Hüseyin Albayrak bu alanlardan biri olan Trabzon basınıyla ilgili çarpıcı görüş ve açıklamalarda bulunuyor. Onun geçen hafta yaptığı Trabzon Basını’yla ilgili sunum ve değerlendirmelerine önceki yazıda kaldığımız yerden devam etmek istiyorum. Trabzon’un tarihî süreçteki basınını çok iyi bilen Albayrak, 1869–1928 Trabzon basınıyla ilgili değerlendirmelerini şu sözlerle sürdürüyor:

    “İşgal yıllarından sonra gerçekleştirilen Millî Mücadele’ye basın da destek olmuştur. Milli Mücadele yıllarında çıkarılan bir başka gazete de “Zafer” gazetesidir. Bu gazetenin sahibi Kemal Hatipoğlu’ydu. “Kaygu” yine o dönemlerde çıkarılan bir dergidir. “İğne “ de bir mizah dergisi olarak çıkarılmıştır. “Genç Anadolu” ise 10 sayı kadar çıkarılabilmiştir. 1922’de ise “Düşünceler Mecmuası” çıkmıştır. Bu; fikri, edebî bir mecmuadır. Çıkarılmakta olan bir başka yayın olan “Yeni Mektep” öğretmenlerin kalem oynattığı bir eğitim dergisiydi. 1923 yılında “Tilki” mecmuası çıkarıldı. “Alev” dergisi ise 1923’te çıkmıştır.

    Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Trabzon’da çıkan ilk gazete “Yeniyol” gazetesidir. Bu yayın organı 1960’tan sonra haftalık olarak çıkmaya başlamıştır. 1928’de “Zühal” gazetesi Cemal Rıza Eyüboğlu tarafından çıkarılmıştır. Aynı kişi “Genç Fikirler” mecmuasını çıkarmıştır. “Deve Kuşu” da Cemal Rıza tarafından çıkarılan bir mizah gazetesidir. “Mizah gazetelerinden olan “Kahkaha” sol yayınlar yaptığı için kapatılmıştır. O gazete kapanınca onu çıkaranlar ellerindeki malzemelerle bir sayılık “Mihrak” gazetesini yayına vermişlerdir. “Tekâmül”, “Diken” ve “Sivrisinek” 1925’te çıkarılmış yayınlardır. “Sivrisinek” Baba Salim Öğütçen tarafından yayınlanmıştır. Türkiye genelinde değişik şubeler tarafından yayınlanan “Muallimler Birliği” dergisi de Trabzon şubesince çıkarılan bir başka yayındır.

    “Çalıkuşu” adlı kadın dergisini Trabzon’da çıkaran Şefika Münir adlı bir kadındır. Yine o dönemlerde çıkan “Piyasa” gazetesi iktisadî bir yayın organıdır. “Özdilek” ise ağırlıklı olarak edebiyat çerçevesinde yayın yapan edebî bir dergidir. 1928’de çıkan yayınlardan biri de Necmiati’dir. “İktisat” gazetesi de bu dönemde çıkmıştır. “Güzel Pulathane” gazetesinin yayını harf inkılâbı yıllarına rastlar. Onun için bu gazetenin bir bölümü eski yazıyla, bir bölümü Latin kökenli Türk alfabesiyledir. Bu, geçiş dönemindeki enteresan bir uygulamadır.”

    Kıymetli araştırmacı-yazar Hüseyin Albayrak, Trabzon’la ilgili birbirinden güzel çalışmalara imza atıyor. Ankara’da oturan ve günlerinin önemli bir kısmını kitapların peşinde, kütüphanelerde, arşivlerde geçiren bu değerli yazarımıza minnet borcumuzu öyle kolay ödeyemeyiz. Fakat o bizden fazla bir şey istemiyor. Öncelikli olarak bu çeşit eserlerin okunmasını, kütüphanelerde bulundurulmasını istiyor. Daima gençlere önayak oluyor.

    Günümüzde yerel konularda hazırlanan kitapların yayın masraflarını yayıncılar üstlenmek istemiyor. Çünkü bu tarz kitaplar fazla satılmıyor. Sadece meraklılar tarafından okunuyor, kütüphanelerde bulunduruluyor. Bu alanlarda çalışan araştırmacı yazarlar sivil toplum kuruluşlarına, belediyelere, valiliklere ve bir kısım zengin kişilere ricada bulunarak eserinin yayınlanmasını sağlamaya çalışıyorlar. Aslında bu çeşit eserlerin kaliteli bir biçimde basılması için yerel kültür fonları oluşturulmalıdır. O fonlarda biriken kaynaklarla eserler itinayla basılmalıdır. Böylelikle bu sahada çalışanlar teşvik edilmiş olur. Bu bir çözümdür.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 06.04.2008 - 18:28

    CANSUYU YAZILAR

    M.NİHAT MALKOÇ

    Yazmak bir tutkudur kaleme bulaşanlar için… Yazmadığınız, üretmediğiniz zaman huzursuz olursunuz. Her gün en az bir sayfa yazmak rahatlatır sizi. Şayet hiç yazamamışsanız o günü kayıp zaman olarak değerlendirirsiniz. Yazmayı bir tutku olarak gören ve ömrü boyunca kalem oynatan yazarlardan birisi de Trabzon’da doğan, burada büyüyen ve burada yaşamaya devam eden; daha çok yerel değerlerimizi, kültürel kaynaklarımızı ortaya çıkaran değerli araştırmacı-yazar Mustafa Yazıcı’dır. O; zamanının çoğunu okumakla, araştırmakla ve edindiği birikimleri geniş kitlelere aktarmakla geçiren bir kitap dostudur. Bugüne kadar yazmış olduğu eserlerin sayısı altmışın üzerindedir. Yazmayı planladıkları da cabası…

    Araştırmacı-yazar Mustafa Yazıcı aslında bir eğitimcidir. Kayseri İslam Enstitüsü’nü bitirmiş, devlet okullarında yıllarca öğretmenlik yaparak çocuklarımızın millî ve manevî değerlerine bağlı insanlar olmaları için çırpınmıştır. O, örgün eğitimin yanında yazarlığıyla, kitaplarıyla da yaygın eğitim faaliyetinde bulunmuştur; eserleriyle halkı eğitmiştir. Onun kütüphanelerimizdeki birbirinden kıymetli eserleri okuyuculara yepyeni ufuklar açmaktadır.

    Mustafa Yazıcı Hoca’nın eserlerinin çoğu araştırma-inceleme ağırlıklıdır. Fakat onun makaleleri, denemeleri, hikâyeleri ve şiirleri de vardır. Değerlendirmeye çalıştığım elimdeki kitap “Cansuyu Yazılar” adını taşıyor. Söz konusu kitap Mustafa Yazıcı’nın hikâye, makale, anı ve denemelerini içine alıyor. Yazar bu kitaptaki yazılarını “Cansuyu” sıfatıyla vasıflandırıyor. Bu kitap belli bir yayınevi tarafından yayınlanmamış. Yazar, eserini kendi maddî imkânlarıyla bastırmıştır. Kitap 96 sayfadan meydana gelmektedir. Eserin ön ve arka kapağında kitabın yazarının bugüne kadar yazdığı dergiler ve kendi yayını olan kitaplar yer almaktadır. Bu dergi ve kitaplar arasında kıymetli yazarımız Mustafa Yazıcı’nın bir portresi de bulunmaktadır. Yazıcı, kitabının ilk sayfasında “1947’li Yıllardan 2000’li Yıllara Cansuyu Yazılar” başlığı altında yazılarıyla ilgili şu mühim açıklamayı okuyucuyla paylaşmaktadır:

    “Sadece yeni dikilen fidanlara can suyu verilmez. Tutmaya yüz tutmuş yeni fikirlere, körpe ruhlara, taze gönüllere de cansuyu verilir. Bizim bu yazılarımız da böyle cansuyu hükmündeki yazılardır. Okuyuculara mutlaka yepyeni güçlü enerjiler kazandıracaktır. Fakat insanları paraya, mal mülk ve çıkarlara değiştirenler bu cansuyundan nasipsiz kalarak kendi kendilerini kurutmaya bizzat kendileri sebep olduklarını fark etmeyebilirler.”

    “Cansuyu Yazılar” yazarın “Sunuş” yazısıyla başlıyor. Kitabın ilk yazısı, yazarı tarafından hikâye olarak nitelendirilse de gerçekte deprem hakkında yazılmış bir deneme-hikâye karışımı eser olarak karşımıza çıkıyor. Yazar bu yazısında Trabzon’dan Gölcük’e göç eden bir ailenin deprem felaketiyle dağılışını anlatıyor. “Deprem Altında Bile Açan Güller” adlı bu yazı, aslında “Deprem Hikâyeleri” adlı bir yarışma için yazılmıştır. Kitabın ikinci yazısı “2000’li Yıllarda Nasıl Bir Trabzon” adını taşıyor. Bu yazı da Trabzon Belediyesi’nin düzenlediği bir makale yazma yarışması için kaleme alınmış; bu eser, yazarına yarışmaya katılan yüz eser arasında o zamanın parasıyla yüz milyonluk birincilik ödülü kazandırmıştır.

    Kitaptaki “Amerikalıların Trabzon Boztepe’den Çıkartılışı” adlı enteresan anı yazısında 1955’te Amerikalıların Boztepe’de radar kurmaları, buraya yerleşmeleri, halkımıza tepeden bakmaları, alay etmeleri anlatılıyor. Bu hadiseyi bilmeyenlerin sayısı çoktur. Yine bu anıda Amerikalıların ‘av’ adı altında hayvanları öldürüp orta yerde bırakmaları anlatılıyor. Bu anı bana Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun benzer içerikli “Güvercin Avı” hikâyesini hatırlattı. Orada da düşmanlar Kuşbaz Hüseyin’in güvercinlerini zevk için öldürüyorlardı.

    Kitap içerisinde yer alan “Kitap Odam” adlı yazı bir yazarın gizli dünyasının kapılarını aralar niteliktedir. Burada yazar kendi dünyasından kesitler sunmaktadır okuyucusuna. Kitapta Yazıcı ile tütün üzerine yapılan bir röportaja yer verilmektedir. Diğer bir yazıda yazar, kendi köyü olan Akyazı’nın uyanışını anlatmaktadır. Ardından “1947’li Yıllardan 3000’li Yıllara” adlı öyküyle eserini tamamlamaktadır. Eserin yazarı Mustafa Yazıcı’yı kutluyorum.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 05.04.2008 - 01:52

    KİTAP KAFELER VE BİLGİ SARAYLARI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Batı toplumları bilimin önderliğinde bugünlere geldiler. Bilim aklı kılavuz edinerek aydınlık yarınlara giden yolun habercisi oldu. Osmanlı devletinin altı yüz sene boyunca ayakta kalması ilme verilen önemle açıklanabilir. Okumak ayakta durmanın, var olmanın ve insan olmanın olmazsa olmazlarındandır. Demek ki bizi yücelten, altından bir merdivendir kitaplar. Onun basamakları ancak okumakla çıkılır. Her kitap bir basamak sayılır.

    Günümüzde okuma hususunda ciddi eksikliklerimiz vardır. İnsanlarımız okuyup yeni duygular, düşünceler ve dünyalar keşfetmeyi cazip bulmuyorlar. Basmakalıp, emanet düşüncelerle durumu kurtarma peşine düşenler, okuma zahmetine katlanmıyorlar. Kahvehaneler dolup taşarken kütüphaneler sessizliğe gömülmüş bir manzara arz ediyorlar.

    Geçmişte Eğitim Bir Sen’in yaptığı bir araştırmaya göre ülkemizde 400 binin üzerinde kahvehane var. Buna karşılık mevcut kütüphane sayısı sadece 1435’tir. Bu rakamlara göre 65 bin kişiye bir kütüphane düşerken, 95 kişiye bir kahvehane düşüyor. Türkiye’deki okul sayısı bile kahvehane sayısından daha azdır. 16 milyon öğrencinin eğitim gördüğü okul sayısı 53 bin düzeyindedir. Yine 400 bin kahvehaneye karşılık 400 sinema salonumuz var. Nüfusu bize yakın olan Almanya’da kütüphane sayısı ise 11 bin 332, ABD’de ise 118 bin civarındadır. Aslında bu rakamlar bile her şeyi bir bütün olarak özetlemektedir. Böyle olduğu içindir ki ABD ve Almanya bilimde ve gelişmişlikte almış başını gidiyor, biz ise hâlâ sürünüyoruz.

    Günümüzde her mahallede birkaç kahvehane bulunmaktadır. Oysa eskiden kıraathaneler vardı ülkemizde. Bilindiği gibi “kıraat” okumak demektir. “Hane” de ev demek olduğuna göre “kıraathane” okuma evi olarak ifade edilebilir. Çok eskiden buralarda derin sohbetler yapılır, kitap okunur, çeşitli konular mütalaa edilir, çay ve kahve eşliğinde hoş vakitler geçirilirdi. Yani bu mekânlar yaygın eğitim kurumları gibi faaliyet gösterirlerdi. Halkın sosyal ilişkileri bu yerlerde iyice yoğunlaşırdı. Son yıllarda isim olarak kıraathane yazan tabelalar görsek de bu adla anılan yerlerde kitap okunmuyor. Kitaplar çoktan terk etti bu kasvetli yerleri. Artık insanlar buralarda sabahtan akşama kadar zaman öldürüyorlar.

    Günümüzde tabelalardan da çekilen kıraathaneler, tarihin derinliğinde bir bir kaybolup gittiler. Kıraathaneler zaman içinde kahvehanelere dönüştü. Bu değişimle birlikte kitaplar da, dergiler de çekildi bu mekânlardan. Oyun masaları, sigara dumanları, alelade sohbetler bu mekânların belirgin özellikleri oluverdi. Aydın insanlar, sigara dumanları arasında boğulmak istemeyenler böyle yerlere uğramıyorlar. Onlara da gidecek yerler lazım. Son yıllarda kitap kafe adıyla okuma ve dinlenme mekânları oluşturulmaya başlandı. Başta İstanbul olmak üzere Ankara ve Konya gibi şehirlerde böyle yerler bulmak mümkündür. Buralarda onlarca dergi ve kitap okuyucuların beğenisine, ilgisine ve hizmetine sunuluyor.

    Aydın insanların veya aydınlanmak isteyen kişilerin sabahtan akşama kadar oyun ve dedikodu ortamında kendilerini huzurlu hissetmesi mümkün değildir. Münevver insanlar ruhlarını okumakla, ilmî, edebî ve felsefî sohbetlerle doyururlar. Son zamanlarda sayıları artan kitap kafeler bu boşluğu dolduruyor. Okumayı seven kişiler çayını, kahvesini yudumlarken gazetesini, dergisini ve kitabını da okuyabiliyorlar. Buralara gelenler genellikle belli bir kültürün üzerindeki insanlar oluyor. Onlarla dostluk kurmak, kültürel sohbetler etmek zamanın içini faydalı bir şekilde doldurmamızı sağlıyorlar. Aslında böyle yerler bir ihtiyaçtan doğdu. Mevcut kütüphanelerin insanların istek ve ihtiyaçları doğrultusunda düzenlenmemesi, müreffeh bilgi saraylarına dönüştürülememesi bu yeni yerlerin açılmasına zemin hazırladı.

    Trabzon’da da bu tarz yerler açılmaya başlandı. Ra Kitabevi tarafından açılan üç katlı Fanzin Kitap Kafe bu konuda öncülük etti. Fanzin tarihî mekân görünümünde bir yer olarak dikkat çekiyor. Şimdilik en büyük eksiklikleri kültür sanat adamlarını buraya çekip seviyeli bir kültür-sanat ortamı sağlayamamak… Zamanla bunun da sağlanacağına inanıyorum. Son olarak bu yerlerin ‘kitap kafe’ değil, ‘okuma evi’ olarak adlandırılmasını istiyorum.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 04.04.2008 - 01:05

    ERDEM BAYAZIT ‘A VEFA

    M.NİHAT MALKOÇ

    İnsan yetiştirmek dünyanın en zahmetli, uzun zaman alan ve külfetli işlerinden biridir. Kolay yetişmiyor alanında söz sahibi insanlar… Türkiye’de insanlar çok konuşuyor ama genellikle az iş yapıyor. Ahkâm kesenler, icraata gelince nedense ortalıkta görülmüyorlar. İnsanları eleştirmek kolaydır, fakat eleştiriler tutarlı ve yerinde olmalıdır. Tenkit etme konusunda çok cömert davrananlar, iş övgüye ve hakkı teslim etmeye gelince çok cimrileşiyorlar. Oysa eleştiri de, övgü de yerinde ve dozunda olursa fayda hâsıl olur.

    Ülkemizde, kendini yetiştirmiş, belli noktalara gelmiş insanların kıymetini sağlığında nedense bilmiyoruz. Hata yapanları hışımla eleştirenler, takdir noktasında suspus oluyorlar. Oysa eleştiri demek aşağılamak, sadece hataları görmek değildir. Tenkit, bir çeşit kritik yapmaktır. Bunun içinde övgü de olur, olumsuzlukları uygun bir dille beyan etmek de… Hangi alanda olursa olsun işini iyi yapanların, bizi özellikle dünya ölçeğinde başarıyla temsil edenlerin hakkını teslim etmeliyiz. Gayretli ve başarılı insanların farkına varmak, onların gayretli çalışmalarını taltif etmek için ölmelerini beklememeliyiz. İyi işler yapanları hayattayken onure etmeliyiz ki övgülerimiz onların gayretlerini artırsın. Hem inancımızda güzellikleri görmek teşvik edilmiştir. Hataları bağışlayabilenler bu davranışlarıyla büyürler.

    Bu girizgâhı yapmamın sebebi son zamanlarda şahit olduğum bir vefa örneğidir. Türk şiirinin yaşayan en büyük şairlerinden biri olan Erdem Bayazıt’la ilgili birçok etkinlik düzenleniyor. Bilindiği gibi kıymetli şair Erdem Bayazıt bir süreden beri kanser tedavisi görüyor. Şiirde elli yılı geride bırakan Erdem Bayazıt hasta döşeğinde zor günler geçiriyor. Onuruyla yaşayan, yerli kaynaklardan beslenen, millî ve manevî değerlere saygıda kusur etmeyen ve bunlara dört elle sarılan bu kıymetli şairimizle ilgili peş peşe vefa etkinlikleri düzenleniyor. Hayata karışıp aramızda dolaşacak mecali kalmasa da, bu etkinliklere iştirak edemese de bu vefa onu fazlasıyla mutlu ediyor. Böyle faaliyetlerden kim mutlu olmaz ki! ...

    Yaşayan büyük şairlerimizin bence başında yer alan Erdem Bayazıt’ın, şiiri ve edebî kişiliği için bugüne kadar pek olumsuz bir eleştiri duymadım. Herkes onun şiirine dair güzel sözler sarf etti. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültürel ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı tarafından düzenlenen “Yaşayanlara Saygı: Sanat Hayatının 50. Yılında Erdem Bayazıt” adlı açıkoturumda, Bayazıt ve şiiri bir kez daha anlatıldı. Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen programa şairin edebiyatçı dostları ve şiir severler katıldı. Sağlık sorunlarından ötürü programa gelemeyen Bayazıt, telekonferansla teşekkür etti dostlarına. Etkinliğin kendisini mutlu ettiğini söyledi. Rasim Özdenören, Turan Koç, Ömer Erdem, Ali Haydar Haksal; şair dostları Erdem Bayazıt’i çeşitli yönleriyle ve hatıralarıyla anlattılar. Uzun soluklu edebiyat dergilerinden biri olan Yedi İklim Dergisi de son sayısını “Erdem Bayazıt Özel Sayısı” olarak çıkardı. Ben de Türkiye genelinde yayın yapan bu derginin Erdem Bayazıt Sayısı’na “Erdem Bayazıt’ın Zor Zamanları “ adlı yazımla katkıda bulundum.

    Erdem Bayazıt’la ilgili pek çok özel ve resmi kurum ve kuruluş değişik faaliyetler gerçekleştiriyor. Evvela onun 50. Sanat Yılı coşkulu ve görkemli bir programla kutlanmıştı. Gazeteler ve dergiler onun 50. sanat yılına genişçe yer vermişti. Daha evvel de Eminönü Belediyesi, Türkiye Yazarlar Birliği ve Yedi İklim dergisi tarafından düzenlenen “Erdem Bayazıt Sempozyumu”nda, şair Bayazıt’ın hayatı, kişiliği ve şiirleri ele alınmıştı. Bunun yanında Üsküdar Belediyesi’nin öncülüğünde Altunizade Kültür Merkezi’nde, “Erdem Bayazıt’ın Şiirde 50. Yılını Kutlama Toplantısı” düzenlendi. Birbirinden kıymetli şiirler kaleme alan Erdem Bayazıt, yaşadıkça pek çok ödül kazanmıştır. Bir zamanlar milletvekilliği de yapan Bayazıt, şimdi çok sevdiği şiirden ve şair dostlarından uzakta günlerini geçiriyor.

    Erdem Bayazıt’a gösterilen vefa örneği Türkiye’de bazı şeylerin değiştiğini gösteriyor. Aslında olması gereken yapılıyor. Bu ülkenin, işiyle özdeşleşen simalarına yaşarken değer verilmelidir. Erdem Bayazıt’a vefa, bunun başlangıcı olsun. Şairimize acil şifa diliyorum.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 04.04.2008 - 00:41

    HER ŞAİR YAŞADIĞI ÇAĞIN SESİDİR

    M.NİHAT MALKOÇ

    Bizde şairlik bir heves ve merakla başlasa da aslında şairlik ciddi bir iştir. Şair yaşadığı çağın sesidir. Zamanı geleceğe taşıyan ve onu kelimelerle resmedip ölümsüzleştiren şairler, yaşadığı çağın hissiyatını sonraki çağlara aktarırlar. Bir anlamda çağlar arasında sağlam köprü olurlar. Bu söz köprüsü gelecek nesillerin düşünce dünyasını besler.

    Şairlerin ferdi duyarlılığının yanında, toplumsal vazifeleri ve sorumlulukları da vardır. Bazı şairler, şiire dair duygu ve düşüncelerini poetikalarla ifade ederler. Edebiyatımızda poetikası olan şairler arasında Necip Fazıl Kısakürek’i, Orhan Veli Kanık’ı, Ahmet Haşim’i sayabiliriz. Bunlar arasında Necip Fazıl’ın poetikası en geniş ve en dikkate değer olanıdır. Bu isimler şiiri ciddiye almış, bir anlamda kendi şiir kuramlarını geliştirmişlerdir. Öyle hareket ettikleri için de şiirin zirvesindeki yerlerini almışlardır. Bu, şair sorumluluğunun mükâfatıdır.

    Şairler, yaşadığı toplumun aydınları arasında önemli bir yer teşkil ederler. İster halk, ister divan, isterse günümüz modern şairi olsun; bütün gerçek şairleri aydın sınıfından sayabiliriz. Onlar toplum yaşantısını kelimelerle resmederler. İster modern, isterse geleneksel kaynaklardan beslensin; şair toplumun aynasıdır. Toplumdaki hâkim duygular şairin şiirlerinde bir şekilde kendine yer bulur. Ülkemizde şiirle ilgilenenler hem Doğu, hem de Batı kaynaklarından beslenmişlerdir. Şairi içinden çıktığı toplumdan ve tarihten ayrı düşünemeyiz.

    Şairler hep aynı noktada kalamazlar, kalmamalıdırlar. Şair, toplumsal kimliğini korusa da duygu ve düşüncelerini hangi doğrultuda gidiyorsa oradan besler; üstüne daima bir şeyler koyar. Toplumda yaşananlara ayna olan şair, sorumluluk bilincini daima korur, hassasiyetini diri tutar. Topluma sırtını çeviren şair, zamanla duygusal yozlaşmaya kapı aralar.

    Şiiri ciddiye almayan kişilerin ciddi şair olması, şiir severler tarafından ciddiye alınması beklenemez. Çünkü şiir ciddi bir iştir aslında. Şiiri sadece ilham olarak görenlerin bu alanda ilerleme şansı yoktur. Zira onlar ilhamın gelmesini beklerken, başkaları şiir üzerinde çalışıp kafa yorarak daima ilerlerler. Şiirde ilham olsa da aslolan emektir. En büyük şairler ilhamla değil, çalışmayla, gayretle, dikkatli gözlemlerle o noktalara gelmişlerdir.

    Günümüzde şiir okuyucusundan daha fazla şiir yazıcısı var. ‘Şair var’ demiyorum dikkat ederseniz. Çünkü şiire geçici heveslerle başlayanların kabiliyetleri ve gayretleri yoksa hep aynı şeyleri tekrar eder dururlar. Böyle bir şiir yazıcısının okuyucusu sadık olmaz. Okuyucu daima yeni ve özgün şeyler ister ve bekler, siz ona beklediklerini sunamazsanız sizi kısa zamanda terk eder. Kötü şairlerin, şiiri sıradanlaştırması ve geriye götürmesi bu türün gönüllerdeki tahtını tehlikeye sokuyor. Bu sorumsuzluk şiirin gülen yüzünü solduruyor. Aslında buna hiç kimsenin hakkı yoktur. Herkes öncelikle ve özellikle bildiği işi yapmalıdır.

    Yaşadığımız dünya aslında şiir tadındadır. Dünyayı yaşanmaz kılanlar; sevgi, saygı ve hoşgörüyü kin ve nefret duygularına boğduranlar; şiire olan inancı ve ilgiyi yok ettiler. Medyanın güdümündeki dünyamızda sıradan hayatlar ve magazin ayrıntıları, beyinleri çöplüğe döndürüyor. Lüzumsuz malumatlar duygusal derinliğimizi doldurup sığlaştırıyor.

    Yaşadığı çağın sesi olan şair, toplumdan soyutlayamaz kendini. Toplum onun için en büyük ilgi alanıdır. Gözlemleri ve örneklemeleri yaşadığı cemiyeti yansıtır. Onlara ayna tutar, kendisini fildişi kuleye hapsedemez. Ancak böylelikle ilgi bekleyebilir insanlardan. Satır aralarında kendi hayatından izler bulamayan okuyucu sizden hızla uzaklaşır. Şiiri ferdiyetçi bir kalıba sokanların geniş kitlelerden ilgi ve beğeni beklemeye de hakları fazla olmasa gerek.

    Şairlerin yerel ve evrensel yönleri vardır. İyi şair ne yerelliği, ne de evrensel hissiyatı ihmal eder. Yerelden evrensel olana uzanır. Böylece bütün zamanı kuşatır. İnsanın iç dünyasında inançların yeri ve önemi çok büyüktür. Şair, yaşadığı toplumun inançlarını da göz ardı edemez. Şair yaşadığı toplumla iç içe ve barışık olursa şiirleri geniş kitlelere hitap eder, önyargılar bertaraf edilir. Şair dediğin şiir geleneğine vakıf olur, toplumun hassasiyetlerine riayet ederek şiir ağını örer. Ancak böylelikle adını ve hissiyatını ebedileştirir.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 02.04.2008 - 01:18

    KÜTÜPHANELERİN YALNIZLIĞI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Her yıl adet olduğu üzere kütüphaneler haftası kutlanır. Bu hafta içerisinde her yıl tekrarlanan klişe, beylik lafları tekrarlar dururuz. Fakat okuma yolunda bir arpa boyu yol alamayız. Geçen zaman, kütüphanelere olan ilgiyi artırmıyor. Kütüphanelerimiz yalnızları oynuyor. Çünkü kütüphanelerimizi gençlerimize sevdiremedik bir türlü… Mevcut kütüphanelerin fizikî durumu insanların içini daraltıyor. Oysa kütüphaneler beş yıldızlı oteller kadar ferah ve geniş olmalıdır. Hatta kütüphanelerin içinde havuzlar bulundurulmalıdır. Su sesi insanların zihnini rahatlatır, huzur verir. Kütüphaneye giden kişi okumanın dışında bir kısım ihtiyaçlarını da giderebilmelidir. Mesela kitabını demli bir çay eşliğinde okumak istiyorsa, canı bir limonata çekiyorsa bunu temin edecek ortam sağlanmalıdır kendisine.

    Kütüphanelerde istihdam edilen personel, kitapları sevmelidir her şeyden önce. Kütüphane memurları kitapların içeriği hakkında yeterli bilgi sahibi olmalıdır. Kütüphaneye gelen kişileri güler yüzle karşılamalıdırlar. Bu mekânlara gelen kişiler bir misafir gibi düşünülmeli ve ona göre özenle ağırlanmalıdır. Bu mekânların sürekli havalandırılması gerekir. Buradaki kitapların tozu düzenli olarak alınmalıdır. Okuyucu, kitabı alınca üzerinde bir parmak tozla karşılaşmamalıdır. Kütüphaneciler okuyuculara yardımcı olmalıdır. Hangi kitabı nerede bulabileceği konusunda yönlendirici olmalıdır. Günümüzde kütüphanelerdeki kitaplar, hazırlanan programlara kaydediliyor. Bilgisayarın bir tuşuna basınca hangi kitabın bulunduğu, hangisinin emanet verildiği kolayca anlaşılabiliyor. Kütüphanelerin kayıtları bu programlarla düzenlenirse görevlilerin işleri çok kolaylaşır, okuyucular daha iyi hizmet alır.

    Son yıllarda kütüphanelerimizin çoğuna günlük gazeteler giriyor. Bu son derece önemli bir yeniliktir. Kütüphaneler sadece kitapların bulunduğu klasik okuma yerleri olmaktan çıkarılıp bir anlamda bilgi evlerine dönüştürülmelidir. Gazeteler, habere ve bilgiye ulaşmanın önemli vasıtalarındandır. Kütüphanelerdeki gazete bölümleri kitap bölümlerinden daha çok ilgi çekiyor. Gençler daha çok gazete okumayı tercih ediyorlar. Fakat sadece gazete okumak için kütüphaneye gelenlerin önemli bir kısmı zamanla kitap bölümlerine de uğruyorlar. Bu onların kütüphaneye ısınmasını, kitapla barışmasını sağlıyor. Bu az bir şey değildir aslında. Ne şekilde olursa olsun gençleri kütüphanelere çekmenin yollarını aramalıyız. Gerekirse kütüphaneye gelenlere bedava çay servisi bile yapabilmeliyiz.

    Yeterli hizmet almak için kütüphanelerin imkânları artırılmalıdır. Son yıllarda çoğu kütüphane bilgisayar ve internet ağlarıyla donatıldı. Kütüphanelerimizin çoğunda internet bağlantılı bilgisayarlar var. Fakat bunların sayıları yeterli değildir. Daha evvel belirttiğim gibi kütüphaneleri sıkıcı dört duvar arası olmaktan kurtarmalıyız. İnternet bağlantılı bilgisayarların kütüphanelerde yaygınlaştırılması bunu sağlayan önemli unsurlardan biri olacaktır. Bedava faydalanma imkânı sağlanan bu bilgisayarlar sayesinde gençlerimiz, içerisinde neler olduğu çok da belli olmayan internet kafelerin bedenen ve ruhen sağlıksız havasından kurtulacaktır. Böylelikle gençlerin sağlıklı ruh gelişimi sağlanacaktır. Riskler bertaraf edilecektir.

    Gençlerin kütüphanelerin sadece bilgisayarlarından yararlanması, kitap bölümlerine uğramaması doğru bir davranış olmaz. Gençleri gazete ve bilgisayarlarla kütüphanelere çekeceğiz; özel gayretlerimizle onlara kitabı da, dergiyi sevdireceğiz. Okuma davranış haline dönüştürülebilirse sonrası çorap söküğü gibi gelir. Dergiden söz etmişken şunu da belirtmeden geçemeyeceğiz. Kütüphanelerimize gelen dergilerin sayısı çok azdır. Fikir olarak bölücü ve zararlı yayın yapmayan bütün dergiler kütüphanelerin ilgili bölümlerinde bulundurulmalıdır. Zira Cemil Meriç’in dediği gibi “Dergi hür tefekkürün kalesidir”

    Gençliği zararlı davranışlardan, kahve ve internet kafe köşelerinden kurtarıp topluma kazandırmak istiyorsak yapacağımız ilk iş okumayı cazip hale getirmektir. Bu da kütüphanelerin her açıdan modernizasyonuyla ve zenginleştirilmesiyle olur. Kabul edelim ki bugünkü kütüphaneler mevcut şekilleriyle sadece ödev yapmak için gidilen sıkıcı ortamlardır.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 28.03.2008 - 23:50

    BİR PİYASA KOMEDİSİ: RECEP İVEDİK

    M.NİHAT MALKOÇ

    Son zamanlarda adından sıkça söz ettiren bir sinema filmi gösteriliyor. “Recep İvedik” adıyla gösterime giren bu film herkeste büyük merak uyandırdığı için küçük büyük, kadın erkek, yaşlı genç hemen herkes tarafından seyrediliyor. Filmi seyretmeyenler aşağılık kompleksine giriyor nerdeyse. Seyredenler seyretmeyenlere anlatıyor. Kimileri “iyi ki seyrettim, güneş yüzü görmemiş yepyeni küfürler kattım küfür dağarcığıma” derken, kimileri de “paramla onca küfre şahit oldum” diyor. Çok seyredilen ve çok konuşulan bu filmin başrol oyuncusu, “Recep İvedik” karakterini canlandıran Şahan Gökbakar… Filmin yönetmeni de kardeşi Togan Gökbakar… Filmde rol alan diğer oyuncular şunlar: Hakan Bilgin, Fatma Toptaş, Tuluğ Çizgen, Nedim Doğan, Vural Buldu, Hakan Akın, İsmail Hakkı, Volkan Can… Şahan Gökbakar, bu filmin senaryosunun önemli bir kısmını da kendisi yazmış. Şahan’ı daha evvel televizyonlarda yaptığı komedi tarzı tiplemelerle tanıyorduk. Fakat bu son filmle şöhretine şöhret katarak, basamakları üçer beşer çıkmaya başladı. Bunu hak etti mi? Bu ayrı bir konu tabiî ki… Komedi türündeki bu filmde yaşananları kısaca şöyle özetleyebiliriz:

    “Adamın biri yolda cüzdanını düşürür, sokaklarda yaşayan başka bir adam tam cüzdanı kapıp kaçacakken Recep İvedik onunla mücadeleye girer. Sonunda sahibine teslim etmek üzere, evsiz adamın elinden cüzdanı almayı başaran Recep İvedik, kafasını çevirdiği anda cüzdan sahibinin çoktan gittiğini fark eder. Akşam evinde televizyon seyreden Recep İvedik, cüzdanın Antalyalı çok önemli bir iş adamına ait olduğunu öğrenince arabasına atlar ve güneye doğru yola koyulur. Yol boyunca birbirinden komik sürprizlerle karşılaşan Recep İvedik en sonunda Antalya’ya varmayı başarır ve cüzdanı turizmci Muhsin Bey’e teslim eder. İş adamının ısrarlarına rağmen Recep İvedik ne para almayı kabul eder, ne de otelde kalmayı... Fakat tam otelden ayrılacakken çocukluk aşkı Sibel’in bir tur otobüsünden indiğini fark eder. Artık Recep’in tek bir amacı vardır; kendisini tanımayan, hatta hatırlamayan Sibel’e kendini beğendirmek... Recep İvedik’in asıl tatil macerası bundan sonra başlayacaktır.”

    Düzeyli espri yapmak keskin zekâların işidir. İnsanları ağlatmak kolay olsa da, güldürmek fevkalade zordur. Son zamanlarda insanların akın akın gittiği sinemalarda karşılaştıkları Recep İvedik tiplemesi doğrusu çok yapmacık duruyor. Türk toplumunu yansıtan bir tip değil bu. Çok abartılmış bu karakter, bizim mizah anlayışımızı da yansıtmıyor. Çünkü filmdeki espriler çok zorlama ve abartılı. Kısacası keskin zekâ ürünü olmayan, piyasa tipi, ucuz espriler bunlar… Çoğu belden aşağı komikliklerden öteye gidemiyor. Küfürler havada uçuşuyor. İnsanların cinsel içerikli esprilere ve küfürlere niçin bu kadar çok güldüğünü anlamakta doğrusu zorlanıyorum. Bu filmde Şahan Gökbakar aşırı kilosuyla ve özel olarak oluşturulmuş kıllı vücuduyla seyirciyi zayıf noktalarından yakalamaya çalışıyor.

    Şahan Gökbakar’ın başrol oynadığı bu filmde sinemamıza getirilen bir yenilik ve açılım yok. Nerden bakarsanız bakın ticarî kaygılarla çekildiği belli oluyor. Gerçi bütün filmler bir noktaya kadar ticarî amaçlar ve hedefler taşır. Fakat sonuçta sinemaya yeni değerler katarlar. Ben bu filmin komedi sinemasına ucuz ve bilindik esprilerden öte herhangi bir değer ve derinlik kazandırdığını düşünmüyorum. Bu filmler bir dönem seyredilir, gişe rekorları kırar ve kısa zamanda unutulur gider. Avrupa’da ve Amerika’da böyle filmler halk tarafından sahiplenilmez. Elin oğlu bizim gibi sığ düşünmüyor; her şeyde kalite arıyor.

    Muhatap seyirci yaşı belirtilmiş olsa da “Recep İvedik” filmi daha çok çocuklar ve gençler tarafından seyredildi. Eğitimciler filmin gençlerin düşünce dünyasında tahribata yol açacağını belirttiler. Reklâmın kötüsü olmaz ya; bu durum, filme ilgiyi daha da arttırdı. Sonuçta bu film, gülmeye şartlanmış insanları güldürdü ama komedi sinemasına bir renk ve soluk getirmedi. Filmde mizah adına bol bol sululuk yapıldı. Buna sinema filmi demek yerine, uzun metrajlı bir televizyon skeci demek sanırım daha isabetli bir adlandırma olur. Türk insanı böyle vasat filmlere rağbet ediyorsa bu durumun sebebini oturup düşünmek gerekir.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 28.03.2008 - 20:42

    HAYAT GÜZELDİR ASLINDA…

    M.NİHAT MALKOÇ

    Dünyaya gelişimiz de, dünyadan gidişimiz de bizim tasarrufumuzda değildir. Bizi dünyaya gönderen ilahî güç, bir kısım sorumluluklar yüklüyor üzerimize. O güç, bunları gerçekleştirip gerçekleştirmediğimizi bizi sınavdan geçirerek kontrol ediyor. Onun içindir ki her fert evvela dünyada var oluşunun anlamını ve bunun getirdiği sorumlulukları idrak etmelidir. Gayesiz yaşamak kişiyi mutsuzluk girdabına sürükler. Böyle bir insan, akıntıya kapılmış bir nesneden farksızdır. Onu rüzgârın önüne atılmış bir kuru yaprağa da benzetebiliriz. Maddî hazlar peşinde koşmaktan manevî hazların varlığından haberdar olamayanların ruhlarındaki boşluğu hiçbir şey doldurmaya muktedir değildir.

    Dünyada elde edilenler, kaçınılması mümkün olmayan o mutlak göçle birlikte yine dünyada bırakılıyor. Karacaoğlan’ın bir koşmasında dediği gibi üryan gelenler yine üryan gidiyorlar dünyadan. Madem öyle niçin maddî çıkarlar uğrunda bu kadar alçalıyoruz? Bu sinir harpleri böyle küçük bir netice için değer mi? Aslında güzeldir hayat… Biz güzel olan bu hayatı boş emeller peşinde koşmakla zehir ediyoruz kendimize. Mutsuz olmak için kırk dereden su getiriyoruz. Oysa güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.

    İnsanlar bir şeylerle meşgul olurlarsa endişelere sürüklenmezler. Herkesin sevdiği ve benimsediği bir işi olmalıdır. Mutsuzluklarımızın önemli bir sebebi de yaptığımız işin, mesleğimizin karakterimize uygun olmamasıdır. Çoğumuz sevmediğimiz işleri, sadece gelir elde etmek ve geçinmek için yapıyoruz. İşlerini sevmeyenlerin başarılı ve verimli olması mümkün değildir. Fakat günümüz şartlarında sevdiği işi yapanların sayısı sanıldığı kadar fazla değildir. Bizler kişiliğimize uygun meslekler seçemiyoruz çoğu zaman. İşimiz bizi seçiyor. Boşta kalmamak için “Ne iş olsa yaparım” mantığıyla hareket ediyoruz. Fakat bir süre sonra yaptıklarımız, beklentilerimizi karşılamıyor. O zaman da duygularımız çıkmaza giriyor.

    İnsanı mutluluğu götüren yol kendi içinde saklıdır. Bu yolu bulabilmek için öncelikle kendimizi çok iyi tanımamız, etüt etmemiz gerekir. Hedeflerini, becerilerini, eksik ve üstün yönlerini bilenler geleceklerini planlamada daha isabetli kararlar alırlar. İnsanların arzularına göre yaşaması, başıboşluğu da beraberinde getirir. Arzularımız bizi hayatın uçurumuna kadar götürebilir. İstekler her zaman sağduyu teknesinde yoğrulmazlar. Arzularıyla mantığı barışık olan insanların hatalara düşme ihtimali arzularına teslim olmuş, mantığını arzulara teslim etmiş kişilerden daha azdır. Arzular bir kör kuyudur, çok defa dibini göremezsiniz.

    İdealler hayata tutunmamızı sağlayan güçlü kollardır. Hayatta herkesin bir ideali olmalıdır. Bunların milletin toplumsal değerlerine aykırı olmaması, hakikat çeşmesinden neşet etmesi gerekir. İdeallerimiz haset içermemelidir. Ferdi düşünceyi evrensel duygu ve düşüncelerle beslemeliyiz. Ben merkezli hareket edenler, yalnızlığa mahkûmdurlar. Tek başına bir halkanın pek önemi olmasa da, bir zincirde halka olmak lüzumlu ve manidardır. Birlik ve beraberlik; mutluluğun, başarının ve hayatı anlamlı kılmanın altın anahtarıdır.

    En zor zamanlarda sabır ve tahammül zırhıyla korunanlar, sağduyuya sarılanlar hayatı risklerden arındırıp emniyete alan akıllı ve bahtiyar insanlardır. Bütün zorluklara rağmen hayata pozitif bakabilenler, mutluluk pınarının ab-ı hayat hükmündeki nurlu oluğundan nasiplenenlerdir. Hayattaki konumumuzu çok iyi tespit etmeliyiz. Kendimizi ne kum tanesi, ne de dev olarak görmeliyiz. Aynadaki suretimizi tarafsız bir gözle seyretmeliyiz. En büyük rahatlığın enaniyetle değil, teslimiyetle elde edilebileceğini akıldan çıkarmamalıyız. Allah’a dayananların hakikat duvarı hiçbir zaman çökmez. Hakk’a itaat edenler rahat edenlerdir.

    Akıllı insan, dünyayı bir yük olarak görür; onu sırtına almaz, aksine onun sırtına biner. Dünyayı ebediyet yurdu olarak görenler, bütün mesaisini buna harcayanlar elbette ki aldanmışlardır. Dünyada yaşayacağınız kadar mal biriktiriniz. Gerçek sermayeniz öteki dünyada hayatınızı güzelleştirecek olan ibadetleriniz olsun. Unutmayınız ki dünya hayatı bir oyundan ve eğlenceden ibarettir. Diri ve iri kalmak istiyorsanız ölmeden nefsinizi öldürünüz.

    Cevap Yaz

Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta