Yazılarım(muhabbet Bağının Gülleri) Şiir ...

Nihat Malkoç
1681

ŞİİR


29

TAKİPÇİ

GÖNLÜMÜN DUYGU MİMARLARI
M.NİHAT MALKOÇ

Her insanın sevdiği,kendine yakın bulduğu ve benimsediği şâir ve yazarlar vardır.Onların fikirleri,üslûpları ve bakış açıları model olur sevenlerine…Daha sıcak buluruz bu kalemleri kendimize ….Tercih sebebimiz olur ruh dünyalarındaki çalkantılar,gel-gitler….Yazarken tesirleri altında kalırız farkında olmadan…Kâğıda döktüklerimiz her ne kadar orijinal olsa da onların üslûbundan izler taşır.
Sanatta etkilenme kaçınılmazdır.Hangimiz güzel bir şiir okuyup da ondan etkilenmeyiz ki? ...Tesiri altında kaldığımız eserler bilinçaltına yerleşir.Duygularımız kabarınca da ona benzer bir şeyler yazmaya kalkışırız.Ama o sadece ilham kaynağımız olur.Körü körüne taklit etmeyiz onları.Hareket noktası olur eserleri bizim için…Taklitle hiçbir yere varılamaz zaten.Taklit eser her ne kadar güzel görünse de orijinalinin yanında sönük kalır.Onun için sanatta etkilenmeye hoş bakabiliriz ama taklide asla! ...
Beni de etkileyen,sarsan,ruhumu harekete geçiren şâir ve yazarlar da vardır şüphesiz…Onları okuyunca bambaşka bir atmosfere girer ruhum…Heyecanlanırım…Kalbimin atışları hızlanır…”Hah işte sanat bu,söz böyle söylenir.Sanki içimden geçenleri okuyup ebedîleştirmiş…vs.” derim.Bu kalemlerin sayısı iki elin parmakları sayısıncadır ancak.
Gönlümün duygu mimarlarının başında Yunus Emre,Fuzuli, Şeyh Galip,Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gelmektedir.Bu zirve şahsiyetlerin tesiri altında kalışımın sebeplerini ve boyutlarını zikredeyim dilerseniz…

Tamamını Oku
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 08.11.2008 - 09:27

    10 KASIMLAR ATA’YA AĞLAMAK DEĞİL, ATA’YI ANLAMAK GÜNÜDÜR

    M.NİHAT MALKOÇ

    10 Kasımlar Ata’ya ağlamak değil, Ata’yı anlamak günüdür…
    Tarihler yine 10 Kasım’ı gösteriyor… Bayraklar yine yarıya çekilmiş memleketimde. Bugün siyahlar giyiniyor koca adamlar… Oysa bugün, bütün değerlerinle içimize doğduğun gündür senin. Ağıtlar yakmak yerine billurlaşan fikirlerinden bu zamana düşen payı hesap edelim. İçimizdeki esareti, paslı süngülerimizi takıp kovalım bir kez daha yüreklerimizden. Bilinmeli ki 10 Kasımlar ağlamak günü değil, anlamak günüdür artık… Ağlamaya değil, anlamaya harcayalım kıymetli vaktimizi. Sen ki zamanı ellerinle yoğurup altın kürelere döndürmüştün yaşadıkça. Esir Türk yurdunu hunhar çapulcuların elinden kurtarmıştın. Dostlarını güldürüp düşmanlarını ağlatmıştın. Uyuyan bir milleti gaflet uykusundan uyandırıp diri ve iri yapmıştın. Gönderden indirilen boynu bükük bayrağı, semalarda dalgalandırmıştın. Kararlıydın, ısrarlıydın, taşı parçalardı metanetin, ufku delerdi keskin bakışların.

    10 Kasımlar Ata’ya ağlamak değil, Ata’yı anlamak günüdür…
    Atatürk bu milletin millî ve ulvî değerlerinin burcunda yükselen bir bayraktır. Onun içindir ki bizde baba kelimesinden daha önce öğretilir Ata kelimesi… Zira Ata da babadır vatan sevgisiyle atan yüreklerde. O gönüller taşır bu sevgiyi çağlar ötesine. Geçen zaman onu daha da büyütür ve anlamını yüreklere nakşeder. Atatürk bir değerler manzumesi… Sen ki bir milletin düşlerinde ve görüşlerinde yaşattığı kahramansın. Denizler gibi dalgalanan o mavi gözlerin; sislerin kapattığı ufkun arkasında dönen nice dolapları görmüş, lanet okumak yerine karanlıklara bir mum yakmıştı. O mumun alevi büyüdükçe büyümüş karamsarlık bulutlarıyla kararan göklerimizi ışığa boğmuştu. Hiç sönmedi, bundan sonra da hiç sönmeyecek bizlere bıraktığın meşale. Sen ki geleceğin boy aynasında esir milletimizin hürriyetini görmüştün. Vatan toprağını altın bilip elde edilmesi için gerekirse onun kanla sulanmasını göze almıştın.

    10 Kasımlar Ata’ya ağlamak değil, Ata’yı anlamak günüdür…
    Cumhuriyet ülküsünü çoraklaşan yüreklere eken bir bahçıvandın sen. Herkes bakarken sen görürdün. Başkaları bakıp dururken sen yapardın. Dik yokuşları düz görür, adımlarını hızlandırırdın. Zira yol uzundu, gidilecek yerler, zapt edilecek kaleler, aşılacak engeller çoktu. Nice yollar vardı aşılmayı, nice sırlar vardı çözülmeyi bekleyen. Sen iradenle; aşılmayan yolları aştın, çözülmeyen sırları çözdün, doğruyla yanlışı mantık süzgecinden geçirip süzdün. Aşkların en güzelini büyüttükçe büyüttün yüreğinde. O ölümsüz ve bitimsiz sevgi, abideleşen bir destanın ana kaideleri oldu. Onun üzerinde büyüdü azmeden bir milletin özgürlüğü… O milletin çocukları şimdi senin fikirlerini ekip biçiyor yürek tarlalarında. Paylaşmak; zannedildiği gibi azalmak değil, çoğalmaktır aslında. Zira bize bıraktığın miras paylaştıkça artıyor. Eşsiz zaferlerin yine göğsümüzü kabartıyor. Bayramların yaşatılıyor aynı heyecanla…

    10 Kasımlar Ata’ya ağlamak değil, Ata’yı anlamak günüdür…
    Kalem seni yazmakta aciz kaldı. Seni kâğıda sığdıramadı söz üstatları. Romanlarda gözyaşı olup aktın mahzun yüreklere. Şiirlerde büyüdükçe büyüdü zamanı ve zemini kuşatan gölgen. Masmavi gözlerinle, çepeçevre kuşatılmış karanlıklarda bile bir çıkış yolu görürdün. Zalimlerin baskısı altında inim inim inleyen insan yığınlarının acılarını örten şefkatinle ve taşlaşan yürekleri bile yumuşatan engin hoşgörünle nefretin ormanlarını ateşe verirdin. Engelleri bir bir aşıp uygarlık yolunda koştun. Nefesleri kesen bayırlarımızı düzlüğe döndürdün. Umuttan nasibini alamayan, bu yüzden çölleşen yüreklere umut yağmurları yağdırdın. Yeşerdi gönül bahçelerimiz… Güller boy verdi bir zamanlar barut kokusundan geçilmeyen mümbit topraklarımızda. Şimdi baykuşlar değil, bülbüller ötüyor bahçelerimizde.
    Zamanı ve mekânı aşan düşüncelerin çiçek açtı berrak zihinlerde. Çocuklar şimdi rüyalarında bile senin adını sayıklıyor. Seni dünya gözüyle göremedikleri için hayıflanıyorlar. Diktiğin cumhuriyet fidanı büyüdü, serpildi, koca bir çınar oldu. Emin ol cumhuriyet emin ellerde…

    10 Kasımlar Ata’ya ağlamak değil, Ata’yı anlamak günüdür… Bu böyle biline! …

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 08.11.2008 - 09:22

    MARTIN LUTHER KING’DEN BARACK HUSSEIN OBAMA’YA…

    M.NİHAT MALKOÇ

    İnsan aslında ilahî imtihana mazhar olduğu için ve Allah tarafından muhatap kabul edildiği için değerlidir. Dünyanın gözbebeği kabul edilen ve onca nimetle ödüllendirilen insanlar sadece takva yönüyle birbirinden üstündürler. Allah’ın emir ve yasakları konusunda hassasiyet gösterme esas ölçüdür. “Üstünlük takvadadır”(Hucurat 49/13) ayeti de bu gerçeği dile getirmiyor mu? Durum bundan ibaretken insanlar birbirlerine üstünlük taslamak için renklerini, makamlarını ve zenginliklerini üstünlük sebebi saymışlardır.

    İslamiyet evrensel bir din ve mesaj olduğu için onun ahkâmı bütün insanlığı kuşatmıştır. İslam bazı kesimlerin kendilerini üstün sayması ve bir kısım insanların birbirine haksız tahakküm etmesi konularında kesin hükümler vererek bu meseleyi kökünden halletmiştir. Dinimizde renklerin, dillerin, sosyal ve ekonomik durumların farklılığı üstünlük veya horlanma sebebi sayılmamıştır. Bu hususta Sevgili Peygamberimiz (sav) Veda Hutbesi’nde: “Ey insanlar! Rabbiniz birdir, atanız da birdir. Hepiniz Adem’densiniz, Adem ise; topraktan yaratılmıştır. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten sakınanınızdır. Arap’ın Arap olmayana, hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir.” buyurmuştur. Bu sözler İslam’ın insan haklarına bakışını en veciz biçimde ifade etmektedir.

    Dünya tarihinde ırkçılık her dönemde görülmüştür. Amerika’da ırkçılık daha düne kadar önemli bir sorundu. Bundan sonra belki ABD’de ırkçılık sorun olmayacaktır. Çünkü ABD tarihinde ilk kez bir siyah adam Beyaz Saray koltuğuna oturuyor. Bu ABD tarihinde bir dönüm noktasıdır. Çünkü siyahlar bu topraklarda çok çirkin muamelelere muhatap oldular. 1619’da Afrika’dan Amerika’ya köle diye getirilen siyahlar ilk kez 1830 yılında oy kullanma hakkına sahip oldular. O da erkekler… Beyazlar hep birinci sınıf, siyahlar da hep ikinci sınıf insan muamelesi gördüler. Köle diye alınıp satılan siyahlar, beyazların hizmetinde bulundu hep… Öyle ki bir otobüste beyazlardan biri ayaktaysa siyah renkli kişinin oturma hakkı yoktu. Siyah tenli kişi yerini beyaz tenliye vermek mecburiyetindeydi. Buna muhalif olan ve yerini bir beyaza vermemekte ısrar eden siyah kadın Rosa Park sırf bu yüzden tutuklanmıştı.

    1964 yılında Nobel Barış Ödülü’nü kazanan ABD’li siyah rahip, Amerikan yurttaş hakları hareketi önderi Martin Luther King, siyahların tüm dünyada ve özellikle ABD’de haklarının korunması için büyük mücadele vermiştir. King, 1969 yılında henüz 39 yaşındayken bir suikasta kurban gitmiştir. Onun “Bir Rüyam Var” adlı konuşması çok meşhurdur. Bu konuşmadan aldığım bir bölümü ilginize sunuyorum: “Bugün diyorum ki dostlarım, şu anın getirdiği güçlüklere ve engellemelere rağmen bir rüyam var benim. Bir rüyam var: Gün gelecek bu ulus, ayağa kalkıp kendi inancını gerçek anlamıyla yaşayacak; Şunu kendinden menkul bir gerçek kabul ederiz ki, bütün insanlar eşit yaratılmıştır. Bir rüyam var: Gün gelecek eski kölelerin evlatlarıyla eski köle sahiplerinin evlatları, Georgia’nın kızıl tepelerinde kardeşlik sofrasına birlikte oturacaklar. Bir rüyam var: Gün gelecek Mississippi Eyaleti bile, adaletsizliğin ve baskıların sıcağıyla bunalıp çölleşmiş olan o eyalet bile, bir özgürlük ve adalet vahasına dönüşecek. Bir rüyam var: Gün gelecek dört küçük çocuğum, derilerinin rengine göre değil, karakterlerine göre değerlendirildikleri bir ülkede yaşayacaklar.” Ne yazık ki bu konuşmanın bedeli ve bu rüyanın yorumu ölüm olmuştur.

    1969 yılından bugüne 39 yıl gibi uzun bir zaman geçti. ABD Başkanlık seçimlerindeki iki adaydan biri olan Barack Hussein Obama, ABD’nin ilk siyah başkanı oldu. Böylelikle “Benim Bir Rüyam Var” diyen insan hakları savunucusu Martin Luther’in rüyası da gerçek oldu. Bir yanı Kenyalı, bir yanı Amerikalı, ailesinin bir yanı Müslüman, bir yanı Hıristiyan olan Obama, ABD’ye çok yakıştı doğrusu. Şimdi ABD’de yaşayan siyahların yerinde olmak isterdim. Bir zamanlar aşağılanan siyahlar şimdi başları dik gezebilecekler ABD sokaklarında. Obama gibi siyah tenli birisinin ABD’de tabandan tavana yükselişi demokrasinin ve ABD’nin zaferidir. Bundan sonra iş Obama’ya düşüyor. Başarılı olmasını temenni ediyorum.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 30.10.2008 - 08:41

    GENÇLİĞE HİTABE’NİN IŞIĞINDA YÜRÜMEK…

    M.NİHAT MALKOÇ

    Zaman, hayatımızı kuşatan bir örtüdür. Her şey onun şahitliğinde gerçekleşiyor. Dün, bugün, yarın… Hepsi de zamanın halkaları… Zamana dair gerçekleri iyi okumak gerekir. Zira zaman, mekân, hadise üçgeni her şeyin başı… Aynı şartlarda gerçekleşen vakalar genellikle aynı neticeleri doğurur. Zamanın farklı yılları göstermesi, aynı sebeplerin benzer sonuçları doğurması gerçeğini değiştir(e) mez. Tarihin tekerrürden ibaret olup olmadığı yıllarca tartışılmıştır. Sonuçta her şeyin mevcut şartlara bağlı olduğu, değerlendirmelerin bu şartları göz önüne alarak yapılması gerektiği ve olayların buna göre şekil alacağı belirtilmiştir.

    Atatürk, sezgileri güçlü bir insandı. Zamanı onun kadar yerinde kullanan, tabir caizse zamanın nabzını ustaca tutabilen lider dünyada pek azdır. Onun yapacaklarını sıralaması ve düşüncelerini hayata geçirirken zamanlaması, üstün meziyetlerinden bir başkasıydı. İlke ve inkılâplarının hayata geçirilişinde ve geniş halk kitleleri tarafından benimsenmesinde bu zamanlama faktörünün mühim etkisi vardır. O, yarınların neler getirebileceğini tahmin edebiliyordu. Bu yüzden geleceğin mimarı olacak gençlere bir dizi nasihatlerde bulunmuştur. Bunun en güzel örneğini de “Gençliğe Hitabe” isimli nutkunda ortaya koymuştur. Bu söylevinde yarınlarımızın teminatı olan gençlerin nasıl hareket etmesi gerektiğini belirtmiştir:

    “Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir… Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni, bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dâhilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklâl ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerait, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler.”(Gençliğe Hitabe-Nutuk-Mustafa Kemal Atatürk)

    Şanlı milletimiz cephelerde kanıyla destan yazdı. Cumhuriyet öyle kolay elde edilmedi zira. Bu nimetin kıymetini bilmeliyiz. İstiklâl uğrunda nice civanlarımız toprağın kara bağrına düşerek mübarek şahadet şerbetini içtiler. Atatürk’ün başkomutan olduğu savaşlarda pek çok kahramanımız olağanüstü bir cesaret göstererek düşmanın üzerine atıldı. Sağ kalanlar gazi, ölenler de şehit oldu. Kurtuluş Savaşı’nın mimarı olan Atatürk de gazi olma şerefine erişti. Bunu yaparken en ufak bir tereddüt geçirmediler. Günümüz gençliğinde bu kararlılığı ortaya çıkarmak için onlara millî his kazandırmalıyız. Atatürk, istiklâl ve cumhuriyetin değerini çok iyi bildiği için gençlerden bu nimetlere sahip çıkmalarını istiyor. Karşılaşabilecekleri güçlüklere söylevinde değiniyor, bunları aşmalarını isteyerek şöyle bir tablo çiziyor:

    “Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasî emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr u zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir… Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk istiklâl ve cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asîl kanda, mevcuttur.” (Gençliğe Hitabe-Nutuk-Mustafa Kemal Atatürk)

    Türkiye’miz zaman zaman Atatürk’ün çizdiği bu çirkin tablolarla karşılaştı. İç ve dış düşmanlarımız bizi tarih sahnesinden silmek için hiç boş durmadı. Fakat Türk gençliği Atatürk’ün tavsiyelerine uydu ve tüm tehditleri bertaraf etti. Bu iç ve dış tehlikelerle bugün de, yarın da karşılaşabiliriz. Gençlik her şeye rağmen aynı kararlılıkla istiklâl ve cumhuriyetin korunması için mücadele edecektir. Gençlerimizde bu azim ve kararlılığı görüyor ve onlara güveniyoruz. Onlar cumhuriyetimizin yılmaz bekçileridir. Onlar Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’sinin ışığında zifiri karanlıklara rağmen aydınlık ufuklara kararlılıkla yol alacaklardır.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 26.10.2008 - 22:56

    HOŞÇA BAK ZATINA… KÂİNATIN ÖZÜSÜN SEN…

    M.NİHAT MALKOÇ

    Hayatın öznesidir insan… Her şey insanla vardır ve insanla anlamlıdır şüphesiz... Hz. Âdem’le dünyaya açılan insanoğlu, yüzyıllar boyunca dünyayı imar etmiş, iç ve dış dinamiklerini dengede tutmak için büyük bir çaba harcamıştır. Onun bu hayata tutunma gayretini hüzne ve yalnızlığa giden yolların suskun haramileri kesmiş. Yükü aşk olan kervan, yolların kavşağında yağmalanmış. Hüzün süvarileri gönül göklerini toza dumana katmıştır. Pişmanlıklar düşlerin üstünü örtmüş pervasızca. Divan şiirinin son büyük şairi Şeyh Galip’in şu beyti insanın ne kadar muhterem bir varlık olduğunu veciz bir üslupla dile getirmektedir:

    “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen
    Merdüm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen”

    İnsan küçük kâinattır derler. Yürek heybesinde acıları ve umutları beraber taşır. Acıların ayazında üşür, umutların sıcağında gönlünün buzları söker. Zifiri karanlıklar bir mum alevinde erir gider öylece. Geçen zamanla birlikte ömür de tükenir, umut kırıntıları da. Mevlevi şeyhlerinden biri olan Galip Dede, bu beytinde hangi inançtan olursa olsun insanın kendine iyi bakması gerektiğini, zira insanın âlemin özü ve kâinatın gözbebeği olduğunu hatırlatıyor bizlere. Gerçekten de öyle değil midir? Allah’ın muhatap kabul ettiği, imtihana tabi tuttuğu ve büyük kıymet verdiği insanoğlu, kendindeki gücü ve yaratılışındaki hikmeti ne zaman keşfedecektir? Bunu keşfedince de dünyayla ve hayatla daha barışık yaşamasını öğrenecektir mutlaka. Bugünkü huzursuzluklar da bu şuurdan uzak yaşamanın sonucu değil midir? Sırtımızdaki bu gaflet ve hicran küfesinden ne zaman kurtulup dik durabileceğiz.

    İnsan dünyanın temel direğidir, gökler ve yer bu güçlü direk üzerinde duruyor. Hayat insanla mana kazanıyor. İnsansız bir dünyanın ne kıymeti olabilir ki! ... Bu kadar önemli olan insana layık olduğu değeri vermek gerekir. İnsana öncelikle insan olduğu için kıymet vermek lazımdır. Hangi milletten olursa olsun, hangi coğrafyada doğarsa doğsun bütün insanlar eşit ve özgür doğarlar. Dünyaya gelen her insanın doğumla birlikte kazandığı bir kısım haklar vardır. Haklar olur da vazifeler olmaz mı? Elbette hakların yanında vazifeler de mevcuttur. Şunu öncelikle söyleyelim ki insan hakları kişinin cinsiyetine, ırkına, dil ve dinine göre eksilmez ve de artmaz. Şunu unutmamak gerekir ki kişinin hakları başkalarının haklarını çiğnediği noktada biter. Dünyada sınırsız özgürlük yoktur. Özgürlüğün de kırmızı çizgileri vardır. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin birinci maddesinde şu ifade yer alır: “Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler.”

    Dünyada güçlüler muhtemel rakiplerini tasfiye etmek için sürekli fırsat kollarlar. Büyük balık her zaman küçük balığı yutar. Ama bizler büyük balığın küçük balığı yutmadığı, aksine elinden tuttuğu bir dünyanın özlemi içerisinde nefes tüketiyoruz. Güçlülerin değil, doğruların hüküm verdiği bir dünyada yaşamak herkesin hakkı ve özlemi değil midir?

    İnsanın varlığıyla birlikte insanlar arası çatışmalar ve hak ihlalleri de gündeme gelmiştir. Hz. Âdem’in çocuklarıyla birlikte başlayan kavgalar ve kan dökmeler geçen zamanla birlikte artmış, insanlık kendi bünyesinde düşmanlar ve düşmanlıklar üretmiştir. Zamanla dağ gibi büyüyen meselelerin altında ezilen mazlumların hayatı zindana dönmüştür.

    Tarihte insan haklarıyla ilgili ilk sözleşmenin 1215’de imzalanan “Magna Carta” olduğunu söylerler. Bu sözleşmenin 39. maddesinde “Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak veya hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak veya kanun dışı ilan edilmeyecek, sürgün edilmeyecek, hangi şekilde olursa zarara uğratılmayacaktır.” hükmü zamanına göre ileri bir anlayıştır. 63 maddelik bu sözleşme İngiliz feodal toplumunun hak ve özgürlüklerini teminat altına almıştır. Bu sözleşmenin bir gereksinimden doğduğu, insan fıtratının bunu mutlak ihtiyaç olarak gördüğü aşikârdır.

    İnsanı dünyaya gönderen Allah, onun uyması gereken kuralları da peygamberler vasıtasıyla kendisine bildirmiştir. Onun için yüce yaratıcı insanlığı kuşatıcı ilkeleriyle hayata nizam vermiştir. İnsan hak ve özgürlükleriyle ilgili ilk bildiri “Magna Carta” değildir. İlk bildiriler daha önceki yıllarda, İslam dininin dünya nizamı olarak kabul edilmesiyle, vahyin başlangıcı olan 610 yılında gönderilmeye başlanmıştır. Ayet ve hadislerde ifade edilen hükümler Magna Carta’dan çok daha öncedir ve şüphe yok ki çok daha kapsamlıdır.

    İslam’ın hak anlayışında yöneticilerle idare edilenlere aynı pencereden bakılmıştır. İdareciler hiçbir zaman halka tepeden bakmamıştır. Soy, ırk, renk, bölge, ekonomik seviye ve din farkı gözetilmemiştir. Zira insanlığın babası Âdem, annesi Havva’dır. Bunun içindir ki insanlar arasında ayrılık gayrilik yoktur. Rabbimizin deyimiyle “Üstünlük takvadadır”

    İnsan öncelikle insan olduğu için değerlidir. Yani onun değeri özündedir. İnsanlık tarihinde insan haklarıyla ilgili en ciddi ve dikkate değer sözler İslam Peygamberi Hz. Muhammed(sav) tarafından söylenmiştir. Peygamberimiz Hz. Muhammet (sav) Veda haccında, 9 Zilhicce Cuma günü zevalden sonra Kasvâ adlı devesi üzerinde, Arafat Vadisi’nin ortasında 124 bin Müslüman’ın şahsında bütün insanlığa şöyle hitap etmiştir:

    “Cahiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası, Abdülmüttalib’in torunu (amcalarımdan Haris’in oğlu) Rabia’nın kan davasıdır. Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu konuda Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız. Onların namus ve ismetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki haklarınız, aile namusu ve şerefinizi kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer onlar sizden izinsiz razı olmadığınız kimseleri aile yuvanıza alırlarsa, onları hafifçe dövüp korkutabilirsiniz. Kadınların sizin üzerinizdeki hakları ise, örfe göre her türlü (meşru ihtiyaçlarını) , yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.”

    İslam dünyası ilhamını Kur’an hükümlerinden almıştır. Ayet ve hadisler iki cihan saadetini sağlamak için insanlığa kılavuz olmuştur. İnsanlık tarihinde en anlamlı ve kapsamlı insan hakları evrensel beyannamesi şüphe yok ki Peygamberimizin Veda haccı sırasında irad ettiği mübarek Veda Hutbesi’dir. Magna Carta’lar yokken bu mübarek sözler bütün insanlığa nizam ve huzur vermiştir. Şu nurlu ifadeler bütün zamanları ve mekânları kuşatacak güçtedir: “Sözümü iyi dinleyin, iyi belleyin. Rabbiniz birdir, babanız birdir. Hepiniz Âdem’densiniz, Âdem de topraktan yaratılmıştır. Hiç kimsenin başkaları üzerinde soy sop üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük, ancak takva iledir. Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Böylece bütün Müslümanlar kardeştir. Gönül hoşluğu ile kendisi vermedikçe, başkasının hakkına el uzatmak helâl değildir. Ashabım! Nefsinize de zulmetmeyin. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır. Bu nasihatlerimi burada bulunanlar, bulunmayanlara tebliğ etsinler.”

    Maddî refah insanlara beklenen huzuru getirmedi. Daha çok kazanmak, güçsüzleri sömürüp ellerinde avuçlarında ne varsa almak için tarih boyunca nice kıyım ve zulümler yapılmıştır. Kapitalizm insanlardaki kazanma hırsını ateşlemiş, düşkünler daima hor görülmüştür. Özgürlük ve insan haklarının önündeki engeller kaldırılacak yerde, yeni engeller ve uçurumlar oluşturulmuştur. Yaşlı dünyamız insafsız sermaye avcılarının elinde cadı kazanına döndürülmüştür. Bu mevcut düzen geleceğe dönük karanlık tablolar çizmektedir.

    Bugün dünyanın pek çok bölgesinde ciddi insan hakları ihlalleri yaşanmaktadır. Bu bölgelerin başında yer alan Irak’ta kan akmayan, olay olmayan bir gün bile geçmiyor. Irak’a sözde özgürlük getireceğini söyleyerek bu toprakları işgal eden ABD, yüz binlerce insanın bir hiç uğruna ölmesine sebep olmuştur. Demokrasinin ve insan haklarının sözcülüğünü ve öncülüğünü yaptığını söyleyen dünyanın bu süper gücü, utanıp sıkılmadan, gözleri boyayarak söylemleriyle zıt uygulamalar gerçekleştirmektedir. Bu bölgede insan hakları ihlallerine her geçen gün bir yenisi eklenmektedir. Irak’ta yaşayanlar yeterince beslenememekte, sokaklarda can ve mal güvenliği bulunmamaktadır. Ne gariptir ki insanların haklarını korumak için kurulan İnsan Hakları Örgütü bu insanlık suçlarını görmezlikten gelmektedir.

    Dünyanın maddî refah içerisindeki milletleri kendilerinden güçsüz toplulukları parya olarak görmektedir. Uzun yıllardan beri dünyanın hassas bölgelerinde insan hakları hiçe sayılarak kişiler yurtlarından edilmektedir. Filistin topraklarında yaşanan trajediyi bu çerçevede örnek olarak verebiliriz. Dünya ticaretini ellerinde tutan ve sermayenin sahibi olan Yahudiler, sapandan başka ağır silahı olmayan çocukları insanların gözleri önünde hunharca öldürebilmektedirler. Kendilerinden bir kişi yaralansa dünyayı ayağa kaldıran bu insaf fakirleri, kan gövdeyi götürdüğü demlerde bile yaşananları doğal addetmektedirler. ‘Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu’ deyiminin kullanılacağı en münasip yer sanırım bu noktadır.

    Batılı ülkeler fazla beslenmekten şişmanlık komasına girerken Afrika’da insanlar açlıktan ölmektedir. Bu vakaları gören Batılılar ellerindekileri insanlık namına paylaşmaktan geri durmaktadırlar. O Batılılar ki bir zamanlar o topraklarda ne varsa sömürmüşlerdi. Batının gerçek yüzü budur işte. Onların dostluklarına güvenenler yarı yolda kalmaya mahkûmdurlar.

    Cumhuriyet, demokrasi ve insan hakları insanca yaşamak için olmazsa olmaz değerlerdendir. Fakat halk bu değerlerin sahte suretleriyle oyalanmamalıdır. Halkın egemenlik hakkı sözüm ona uyanık zümrelerce gasp edilmemelidir. İnsan hakları adı altında insanlar uyduruk söylemlerle uyutulmamalıdır. Türkiye’de insan hak ve özgürlükleri yıllardan beri sorgulanmaktadır. Bu hususta bir kısım sancılarımız yok değil. Fakat bunlar iyi niyetle ve elbirliğiyle aşılabilecek meselelerdir. Yeter ki insaf ölçüleriyle vicdanî muhasebe yapabilelim.

    İnsan hakları evrensel değerler manzumesidir. Bütün insanlık bu kıymet hükümlerinin gölgesinde huzur ve güven içerisinde yaşatılmalıdır. Bir kısım değerleri kutsallaştırıp onlara tapmayı zorunlu kılacak uygulamalar özgürlük anlayışıyla bağdaşmaz. Kutsal devlet anlayışı kökünden sakattır. Devlet halka hizmet için vardır. Devleti kutsallaştırıp halkı ona tapmaya zorlayan anlayışlar nerden bakarsanız bakın yanlıştır. Halkı devletin kurbanlık koyunu gibi gören zihniyetler şüphesiz ki çağdışıdır. Halkla devlet birbirine eşit mesafededir.

    Toplumda insan hakları bilincini diri tutmak için insanlar eğitilmelidir. Korkunun gölgesinde demokrasi ağacı meyve vermez. Bizler insanlarımıza her şeyden evvel güveneceğiz. Şüpheci yaklaşımlar insan iradesini yiyip bitirir. Devlet halkına, halk devletine güvenirse saadetin altın anahtarıyla nice sırlı kapıları ardına kadar açabiliriz.

    Öğrenim hakkı insanların temel haklarından biridir. Fakat bu hak bazı kesimlerin elinden dinî eğilimleri gerekçe gösterilerek alınmaktadır. İnsanlar cehaletin girdaplarına sürüklenmektedir. Bu kesimlerin geleceğin anneleri olacak olan kızlarımız olduğunu göz önüne alınca meselenin vahameti daha da belirginleşir. Kim geleceğin nesillerini böyle bir ateşe sürükleyebilir? Bir kesime okumayı teşvik edeceksiniz, öbür kesime okulların kapılarını sürmeleyeceksiniz. Bu insan hak ve özgürlükleri ihlali değil de nedir? Üstelik bilgi çağında! ...

    Türkiye’de insanlar demokratik haklarından habersiz yaşamaktadır. Hakkını bilmeyen insanların hak araması ne mümkün! ... Öyle de oluyor zaten. İnsanlar haksızlıkları sineye çekerek kaderin tecellisi olarak görmektedirler. Verilenlerle idare etme demokratik tevekkül anlayışını da beraberinde getirmektedir. Buna kabullenişmiş çaresizlik de diyebiliriz.

    Günümüzde insanlar teşkilatlanarak hak mücadelesi vermektedir. Böylesi bir mücadelede neticeye varmak çok daha hızlı ve kolaydır. Bu yüzden haklarımızı korumak için teşkilatlanmalıyız. Fakat memleketimizde bunun önünde de bir kısım engeller vardır. İnsanlar bağlı oldukları gruplara göre fişlenmekte ve öylece muamele görmektedir. Aslında yerel ve genel idarelerin teşkilatlanmaya köstek değil, destek olmaları kendileri için de yararlıdır. Tek tek fertlerle muhatap olacak yerde teşkilat başkanlarını muhatap almak meselelerin çözümünde hızımızı artıracaktır. Fertler olarak hak arama bilincini diri ve iri tutmalıyız.

    Teknolojik ve bilimsel gelişmelerin tavan yaptığı bir çağda yaşıyoruz. Bu çağda Doğu toplumlarına ait sinmişliği kabullenmemiz mümkün değildir. Artık bundan sonra bilmeliyiz ki haklar verilmiyor, mücadele edilerek alınıyor. Bizler sürü psikolojisinden kurtulmadıkça peşimizde daima birileri çoban olarak bizleri gütmeye devam edecektir. Bu böyle biline! ...

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 26.10.2008 - 05:53

    TÜRK MİZAHININ KÖŞE TAŞI: NASREDDİN HOCA

    M.NİHAT MALKOÇ

    Gülmek ve ağlamak insanların yaşadığı iki zıt duygudur. Halk arasında gülmekle ağlamanın kardeş olduğu söylenir. Gerçekten de zaman gelir, iç içe yaşarız bu iki duyguyu. Gözyaşları bazen elemden, bazen de sevinçten boşalır gelir. Onun için her zaman kötü değildir ağlamak! ... Gülmek de aşırıya kaçınca kalbi karartır. Resulullah Efendimizin, hayatı boyunca bir kez bile kahkaha atarak gülmediği rivayet olunur. En güzeli tebessüm etmektir.

    Ölçülü olmak şartıyla gülmek, insanı rahatlatır. İnsanı neşelendirmek ve eğlendirmek için mizah sanatı geliştirilmiştir. Fakat günümüzde mizah adına öyle edepsizlikler yapılıyor ki insanın gülmekten çok, ağlayası geliyor. Oysa lâtifenin lâtif olması gerekir. Karikatürler, fıkralar ve mizahın her türü, insanları somurtkanlıktan kurtarmak içindir. Bunu yaparken terbiyeyi rafa kaldırmamak gerekir. Mizahı bir an evvel müstehcenlikten kurtarmalıyız.

    Türk mizahının gelmiş geçmiş abide isimlerinin başında Nasreddin Hoca vardır şüphesiz. Onun hayatı hakkındaki bilgilerimizin çoğu rivayetlerden ibarettir. Yani onun hayatına dair elimizde hiçbir yazılı belge yoktur. Biz Türklerin en büyük hatalarından birisi de kayıt tutmamak, yazılı belgelere gereken kıymeti vermemektir. Onun içindir ki yüzlerce büyük şahsiyetin hayatı kesin olarak bilinmemekte, hep ihtimal ve rivayetlere dayanmaktadır.

    Hoca Nasreddin’den bize kalan miras, onun dünyaya nam salmış birbirinden güzel ve seviyeli fıkralarıdır. Bunlardan yola çıkarak Hoca’nın hayatı hakkında ipuçları elde edebiliyoruz. Burada da karşımıza şu problem çıkıyor: Acaba ona ait olduğu söylenen fıkraların yüzde kaçı gerçekten onundur. Bu hususta iddialı konuşmak pek mümkün değildir. Fakat yine de bir kısım kıstasları göz önünde bulundurarak somut gerçeklere varabiliriz.

    Nasreddin Hoca’nın fıkralarında bayağı müstehcenlik bulunmaz. O, mukaddes değerlere son derece saygılıdır. Fakirlerle alay etmez. Daima düşkünlerin ve zavallıların yanındadır. Küfürden nefret eder. Ahlâksızlığa asla prim vermez. Türk-İslâm ahlâkıyla mücehhezdir. Daima iyilik ve merhamet temalarını işler. Duygu sömürüsü yapmaz. Bu ve bunun gibi ölçüleri dikkate alarak hangi fıkranın Hoca’ya, hangisinin başkalarına ait olduğunu çıkarabiliriz. Hoca’nın ahlakı Türk milletinin en güzel şahsiyet modeli olarak karşımıza çıkar.

    O, büyük bir halk filozofudur. Belki sistemli ve düzenli bir eğitim görmemiştir ama kendini iyi yetiştirmiştir. Ufku çok geniştir. Daima hayattan edindiği tecrübelerle hareket etmiştir. Tabir caizse hayat mektebini bitirmiştir. Fıkraları alelâde komikliklerden ibaret değildir. Güldürürken düşündürmeyi amaç edinmiştir. Onun lâtifelerinin her biri ibret ve hikmetlerle doludur. Fıkraları sözlü gelenekle günümüze aktarıldığı için bir kısım değişikliklere uğramıştır. En kötüsü de ona ait olmayan pek çok fıkra, ona mal edilmiştir. Türk Milleti’nin ince zekâsının tüm hususiyetlerini onun fıkralarında açıkça görebiliriz.

    Hoca iyi bir dini terbiye almıştır. Onun evliyadan biri olduğu da söylenir. Kâmil bir Müslümandır O…İslâm’ın vakarı, hayatının her dönemine yansımıştır. Onun fıkralarının ana fikir cümleleri atasözü hâline gelerek, halk tarafından benimsenmiştir. Bunlar arasında şu güzel örneklere rastlıyoruz: “Parayı veren düdüğü çalar”… “Damdan düşenin hâlinden damdan düşenler anlar”, “Yiğidin malı gözü önünde gerek”, “Dostlar alış verişte görsün” vb.

    Nasreddin Hoca şüphesiz ki 13. yüzyılın bilge mizahçısıdır. Onun fıkraları asırları aşarak günümüze kadar ulaşmıştır. 1207’de doğan Hoca, şimdi 800 yaşında… O şimdi 800. doğum yıldönümünü kutluyor ötelerde. Kim bilir orada da gülüyor ve güldürüyor mudur?

    Bugün Nasreddin Hoca tüm dünya için evrensel bir değerdir. Hoca’nın fıkraları, dünyanın dört bir köşesinde sevilerek okunmakta ve dinlenmektedir. Fakat dünya milletleri onun Türklüğünü daima gözardı etmektedir. Geçen zaman içerisinde, Türkiye olarak, Hoca’nın şöhretinden hakkıyla yararlandığımız söylenemez. Özetle şunu söyleyebiliriz; her zaman olduğu gibi kültürel alanda kaymağı ecnebiler yerken, bizler seyrediyoruz. Hoca’yı bir Türk mizahçısı olarak dünya kültür ve mizah pazarına çıkarmanın zamanı gelmedi mi hâlâ? ...

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 26.10.2008 - 05:09

    TRABZONLU EDEBİYAT TARİHÇİSİ NİHAT SAMİ BANARLI

    M.NİHAT MALKOÇ

    Nihat Sami Banarlı için, sadece bir edebiyat tarihçisi demek yeterli olmasa gerek. Zira o, edebiyat tarihçiliğinin yanında çok üstün meziyetlere de sahipti. O; şair, yazar ve edebiyat öğretmeniydi aynı zamanda. Fakat mesaisini daha çok edebiyat tarihçiliğine ayırmıştır. Edebiyatımızın gizli hazinelerini açığa çıkarmıştır. Onun için de bu sıfatla tavsif edilmektedir.

    Merhum Nihat Sami, Trabzon kökenli bir ailenin oğludur. Trabzon’un Alemdarzâdeler soyuna mensuptur. Dedesi, Fatih Sultan Mehmet’in bayraktarlığını yaptığı için ailece bu sıfatla anılmışlardır. Dedesi Hilmi Efendi, İstanbul’da kurulan ilk Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında Trabzon mebusu olarak görev yapmıştır. Kendisi Mürettep Divanı olan bir şairdir. Banarlı’nın babası İlyas Sami Bey de bir vatan şairidir. Yani Nihat Sami, şair kökenli bir aileden gelmektedir. Banarlı’nın kendisi de lise yıllarında hece ve aruzla şiirler yazmıştır. Fakat şairliğini beslemediği için ileri götürememiştir. Daha doğrusu edebiyat tarihi ve diğer türlerle yoğun olarak alâkadar olduğu için, şiire yeteri kadar zaman ayıramamıştır.

    Banarlı’nın annesi Hafize Nadire Hanım da Trabzonludur. Fakat Nihat Sami, 1907 senesinde İstanbul’da doğmuştur. Çünkü ailesi bu şehirde ikamet ediyordu. Doğum yeri olan İstanbul’un Fatih semti, onun kimliğinin oluşmasında çok etkili olmuştur. Bilindiği gibi eskiden Fatih semti daha çok mütedeyyin insanların oturduğu bir mekândı. Banarlı ilk tahsilini Fatih Sultan Vakıf Mektebi’nde, orta tahsilini Gelenbevî ve Mercan İdadîsi’nde tamamlamıştır. Daha sonra Vefa Sultanîsi’ne devam etmiş, İstiklâl Lisesi’nden de mezun olmuştur. Üniversite tahsilini Yüksek Öğretmen Okulu’nun Edebiyat kısmında yapmış, buradan da 1929’da mezun olmuştur. Bundan sonra onun için, öğretmenlik yılları başlamıştır. Evvelâ Edirne’de, ardından da İstanbul’da Kabataş ve Galatasaray liselerinde öğretmenlik yapmıştır. Eğitim Enstitüsü’nde ve Yüksek Öğretmen Okulu’nda da görev almıştır. Bunlar gibi pek çok okulda kültürlü ve sağlam seciyeli gençler yetiştirerek Türk Milleti’nin istifadesine sunmuştur. Öncelikle kendisi millî örfe model bir insan olmuştur.

    Türk kültür tarihine çok hizmetleri olmuştur Banarlı’nın. Yazdığı onlarca eser, bugün de sevilerek okunmaktadır. Bunların başında hiç şüphesiz ki “Resimli Türk Edebiyatı Tarihi” adlı eser gelmektedir.1366 sayfalık bu kapsamlı eserde Türk edebiyatının tarihî seyrini tüm ayrıntılarıyla bulmak mümkündür. Üstelik sözkonusu eser, ilmî metotlarla kaleme alınmıştır; duygusallığa yer verilmemiştir. Zaten edebiyat tarihi çalışması ciddiyet ister. Sözkonusu eser, üniversitelerin Edebiyat bölümlerinde okuyan öğrenciler için çok faydalı bir kaynak ve başucu kitabıdır. Doyurucu bir muhtevası vardır. Bu esere sahip olanların başka edebiyat tarihi kitaplarına ihtiyaç duyacağını sanmıyorum. Üstelik bilgileri de çok güvenilirdir.

    Türkçenin en büyük savunucusu olan Banarlı, yazmış olduğu “Türkçe’nin Sırları” adlı eserde dil hakkındaki görüşlerini ayrıntılı olarak beyan etmiştir. Çeşitli gazete ve dergilerde yazdığı dil yazılarını bu eserde cem etmiştir. Banarlı, Türkçenin üzerindeki kara bulutlara dikkati çekerek, iş işten geçmeden bir an evvel önlem alınmasını istemiştir. 1971’de yayınlanan eserdeki uyarılar dikkate alınsaydı, dildeki bugünkü bozulma ve yozlaşma görülmezdi veya mevcut ziyan asgariye indirilirdi. Her işte olduğu gibi, dilin muhafazası hususunda da hep ihmalkâr davrandık. Banarlı’nın uyarılarını ciddiye almadık.

    Bunların dışında Nihat Sami Banarlı, “Kitaplar ve Portreler” adlı eserinde Türk edebiyatının mümtaz simalarını ve onların eserlerini gün yüzüne çıkarmıştır. “İstanbul’a Dair” isimli kitabında da İstanbul aşkını açığa vurmuştur. “Kültür Köprüsü”, “Şiir ve Edebiyat Sohbetleri” gibi eserlerde edebî ve kültürel meseleleri irdelemiştir. Kısaca edebiyat adına yazılmadık mevzu bırakmamıştır. 14 Ağustos 1974 senesinde bu fâni dünyadan göçüp gitmiştir. Edebiyatımızın aydınlık yüzü olan bu değerli edebiyat tarihçimizi gelecek nesillerin tanıması elzemdir. Bizler onu tanıdıkça ve okudukça edebiyatımızı daha çok seveceğiz. Türkçenin doyumsuz güzelliğini eserlerinde bulacak, dil hassasiyetine şahit olacağız.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 25.10.2008 - 07:17

    BİR DAĞ(LARCA) DEVRİLDİ

    M.NİHAT MALKOÇ

    Şiir burçları şairlerin omzunda göklere yükselir. Duygu ve düşüncelerimize tercüman olan şairler dilin bayraktarıdırlar aynı zamanda. Onlar ölünce dil bayrağı düşer mi? Şairin ölümü şiirin ölümü değildir elbette. Şair ölünce eserleri konuşmaya başlar. Şair yarınlara dair sözlerini şiirleriyle ebedileştirir. Şiirler yarınlara yazılan mektuplardır aslında. Okuyucu o mektupları okuyarak dünle bugün arasında sağlam köprüler kurmaya çalışır. O şiir mektupları okunmaz olunca dünle bugün arasında kurulan köprüler atılır. Dilin en güzel numuneleri olan şiirler hayattan çekilince sadece nefes alıp vermekten ibaret kalır hayat.

    Şair söyleyecek sözü olan insandır. O, söyleyeceklerini şiirin kalıpları içerisinde az ve öz sözle, sağlam bir dille ifade etmeye çalışır. Kelimeler yoğun anlamlar yüklenir şiirin satır aralarında. Şair manayı yoğuran ve ondan yeni şekiller kuran insandır. Bu şekiller ruh dünyamızda yeni açılımlar kazanırlar. Şiir evreninde yeni dünyalar kurulur her seferinde.

    ‘Şairler az mı yaşıyor? ’ sorusu hep zihnimizi meşgul eder durur. Şairlerin az yaşadığından yakınıp dururuz hep… Gerçekten de öyledir. Şairler az yaşıyor. Elli yaşını gören şairler o kadar da çok değil. Onlar vereceklerini verip bir an evvel çekilirler iyilerle kötülerin kavgasına sahne olan dünyadan. Durum bu iken çağımızın yaşayan en büyük şairi geçti gözümün önünden. O, bu tezi uzun bir ömür sürerek çürütüyordu sanki. Doksanını aşan, yüze yaklaşan Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan bahsediyorum. Keşke yüz yaşını görseydi de şairlerin ‘dalya’ diyenlerinin arasına alabilseydik onu. Çok yaklaştı ama olmadı işte.

    Türk şiir çınarının yapraklarından biri daha hüzünle döküldü toprağa. Ölümü çağrıştıran sonbahar avcısı, dalında sararan yapraklardan bir tanesini daha avladı. Hayatını şiire adayan ve hemen her konuda muhakkak bir veya birkaç şiiri bulunan Dağlarca, adeta bir şiir makinesiydi. Türk şiir kitaplığına birbirinden kıymetli eserler kazandıran bu duygu adamı Cumhuriyet tarihinin de canlı tanıklarından biriydi. Zira Cumhuriyetten daha yaşlıydı kendisi.

    Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde apayrı bir yeri vardı. Bugüne kadar 138 kitabı yayınlanan şairi büyük küçük tanımayan yoktur sanırım. O, şiirde hiçbir akıma ve edebî gruba dâhil olmamıştı. “Çocuk ve Allah, Daha, Çakır’ın Destanı, Kaçaklar, Çiçek Seli, Batı Acısı, Akdeniz, Üç Şehitler Destanı, Haydi, Aç Yazı, Toprak Ana, Kınalı Kuzu Ağıdı, Mevlâna’da Olmak, Uzay Çağında Olmak, Türk Olmak, Dışardan Gazel, Bağımsızlık Savaşı, Asu, Çukurova, Dört Kanatlı Kuş, İstanbul Fetih Destanı, Çanakkale Destanı, İzmir Yollarında...” adlı kitaplar ondan bize miras kalan dil şaheserleridir.

    Uzun ve bereketli bir ömrün ardından aramızdan ayrılan Dağlarca’yı daha çok “Çocuk ve Allah” adlı eseriyle özdeşleştirmiştik. O, bu kitabında çocuklara Türkçenin sade ve gülen yüzüyle seslendi. O, bu kitaptaki şiirleriyle çocuklara kelimelerden yeni dünyalar inşa etti.

    Fazıl Hüsnü Dağlarca bir şiir aşığıydı. Adeta şiir için yaşadı. Onun dünyasında şiirin apayrı bir yeri vardı. Duygu ve düşüncelerini şiirin imkânlarıyla geniş kitlelere aktardı. Başka şairler gibi şiirin yanında roman, hikâye, deneme gibi türlerde yazmadı. Sade ve sadece şiir yazdı uzun ömrü boyunca. Şiire sadakati kelimelerle ifade edilecek cinsten değildi.

    Dağlarca Türkçeyi en doğal haliyle en güzel kullanan şairlerin başında geliyordu. Onun “Türkçe benim ses bayrağım” deyişi herkes tarafından sevilerek benimsenmişti. O, yaşayan Türkçenin yaşayan en büyük şairlerinden biriydi. Kelimelerle kavgası yoktu, O, kelimelere dosttu, kelimeler de ona. Türkçenin saflığını ve pınar duruluğundaki berraklığını onun bütün dizlerinde görebilirsiniz. Bir konuşmasında kendisini “Yarısı şiir olan bir yaratık olarak” tanımlıyordu. Onun ölümüyle Türkçemiz ta yüreğinden yara aldı.

    Hayat-ölüm… Her şey bu iki çizgi arasında saklı… 26 Ağustos 1914’te doğan Fazıl Hüsnü Dağlarca, 15 Ekim 2008’de 94 yaşındayken hayata gözlerini yumdu. O şimdi Karacaahmet’te belki yeni şiirlerini yazıyordur… Çocuğa, vatana, ölüme, hayata dair şiirler…

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 25.10.2008 - 07:16

    RIZKIN ONDA DOKUZU TİCARETTEDİR

    M.NİHAT MALKOÇ

    Dünya ve ahirete dair güzellikler dini olan İslamiyet, hayata nizam veren mutlak ölçüler bütünüdür. Bu din ifrat ve tefriti reddeder, ölçü üzere yaşamayı öğütler. Dünya ve ahiret dengesinin sağlanmasıyla gerçek saadete erişileceğini, ruhların ancak böyle bir yaşam tarzıyla huzur ve sükûn bulacağını İslam’ın temel prensiplerinden öğreniyoruz. İslamiyet hayatın bir köşesinde değil, aksine hayatın tam merkezindedir. İnsana ve onun yaşamına dair ne varsa yüce dinimizin bu hususta belirleyici hükümleri vardır. Yani bu din hayatımızı kuşatmıştır. Her mümin dünyevî ve uhrevî hayatını İslamî ölçülere uyarak tanzim eder.

    İslam Ticareti Teşvik Etmiştir…

    İslam’ın ticaret hayatına dair ilkeleri de vardır şüphesiz. Öncelikle bu din, ticareti teşvik etmiştir. Allah’ın sevgilisi Hz. Muhammed(sav) “Rızkın onda dokuzu ticaret ve cesarettedir” diyerek ticaretin ehemmiyetine rahmanî bir vurgu yapmıştır. Demek ki Müslümanlar cesur olmalı ve ticaret hayatına atılmalıdır. Öte yandan rızkın onda dokuzu olan ticarette riskin de onda dokuzu vardır. Onun için cesaretle ticaret beraber anılmıştır. Aslında ticaret İslamî ölçüler çerçevesinde yapılırsa risk faktörü de azalır. Her alanda olduğu gibi bu alanda da ölçüyü kaçırdığımızda felaketimizi ve sonumuzu hazırlamış oluruz.

    İslamiyet ticareti teşvik etmiştir. Fakat buna dair ilkeleri de koymuştur. Bu işi belli bir sisteme bağlamış, ticareti kişinin insafına ve vicdanına bırakmamıştır. Yüce Allah bu hususta şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyiniz. Ancak, karşılıklı rızaya dayanan ticaret bunun dışındadır.” (Nisâ Sûresi, 4/29) “Allah alış-verişi helâl, faizi haram kılmıştır.” (Bakara Suresi, 2/275) “Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığınız zaman hemen Allah’ı anmaya (namaza) koşun ve alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah’ın fazlından rızkınızı arayın. Allah’ı çok anın ki kurtuluşa eresiniz.” (Cuma sûresi, 62/9-10)

    Müslümanların İslamî ölçülerle ticaret yapması şüphesiz ki piyasalara da düzen getirecektir. Müminlerin meydanı boş bırakması bir kısım sahte tüccarların işlerini iyice kolaylaştıracaktır. Ticaret dürüstçe ve İslamî ölçüler dâhilinde yapılırsa hizmettir. Unutulmamalıdır ki İslam peygamberi Hz. Muhammed(sav) de rızkını ticaretten sağlayan manevî bir önderdi. O, Hz. Hatice’nin mallarını satarken dürüst tüccar modelinin en güzel örneğini veriyordu. Üstelik o yıllarda İslam peygamberi bile değildi. O, peygamber olduktan sonra da ticaretten men edilmemişti. Zira aklın ve vicdanın yolu birdi. O da bu yoldan giderek ticarette olması gerekenleri yapıyor, kaçınılması gerekenlerden de uzak duruyordu. O büyük insan; ticarette faizi, karaborsacılığı, yalan ve hileyi şiddetle yasaklamıştır. Dürüst satıcının en güzel örneğini bizzat kendisi vermiştir. Günümüzün ticarî hayatına baktığımızda İslamî ilkelerin ticarete hâkim olmadığını görürüz. Zamanımızda ticaret İslamî zihniyetle değil, kapitalist zihniyetle yapılıyor. Müslüman ülkelerde de ticaret kapitalist usullerle yapılıyor.

    Müslüman Kendine Yeten İnsandır…

    Müslüman aslında biraz da kendine yeten insandır. Müslümanlar başkalarına muhtaç olmamaya gayret göstermelidir. Bazı Müslümanların ‘hak geçer’ endişesiyle ticaretten uzak durmaları son derece yanlış bir anlayıştır. Böyle düşünüldüğü için Müslümanlar, Yahudi sermayesinin gönüllü müşterisi olmuşlardır. Gayrimüslimler Müslümanlara onca hakaretler ettikten sonra onlardan kazandıkları paralarla semirmişlerdir. Ne yazık ki bugün Müslüman kardeşlerimiz de hiçbir şey olmamış gibi onlarla olan ticarî alışverişlerini sürdürmektedirler. Allah elçisinin, ticaret yapanlara ilişkin öğütlerinden bazıları şöyledir: “Sözü ve muamelesi doğru tüccar, kıyamet gününde arşın gölgesi altındadır.” (İbn Mâce, Ticârât 1) “Bir kimse, gıda maddelerini toplayıp günün rayiç fiyatı ile satsa sanki onu yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine ücretsiz dağıtmış gibi ecir alır.” (İbn Mâce, Ruhûn 16) “Ey tüccar topluluğu! Hiç kuşkusuz, alış-verişe boş söz ve yalan yere yemin çokça karışır. Bu yüzden, bu eksikliği sadakalarınızla telafi ediniz! ” (Ebu Davud, Büyû 1) “Dürüst, sözüne ve işine güvenilen tüccar, nebiler, sıddîklar ve şehitlerle beraberdir.” (Tirmizî, Büyû 4; İbn Mâce, Ticârât 1)

    Günümüz ticaret hayatında İslamî bir düzenin ve yapılanmanın olmadığını görüyoruz. Türkçede ‘faiz’, Arapçada ‘riba’ olarak geçen kavram, ticareti çığırından çıkararak işin içine çomak sokmuştur. Zamanımızda, her şeyden evvel, ne yazık ki faiz kıskacında bir ticarî hayat hüküm sürüyor. Oysa faiz dinimizce yasaklanmıştır. Müslüman ne faiz alır, ne de faiz verir. Hatta dinî hassasiyeti olan Müslümanlar faize bulaşmış kişi ve kurumlarla olan ilişkilerini de gözden geçirirler. Bu hususta Bakara Suresi’nin 275-279. ayetlerinde şöyle buyrulur: “Faiz yiyen kimseler (kabirlerinden) tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hali, alışveriş de (ticaret) faiz gibidir demelerindendir. Oysaki Allah, ticareti helal, faizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse geçmişte olan kendisinindir ve işi Allah’a kalmıştır. Kim tekrar faize dönerse, işte onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar. Allah faizi mahveder, sadakaları çoğaltır. Allah hiçbir günahkâr kâfiri sevmez. Ey iman edenler, Allah’tan korkun, eğer gerçekten inanıyorsanız, faiz olarak arta kalan (anaparanın üzerindeki) miktarı almayın. Şayet bunu yapmazsanız (faize devam ederseniz) , Allah ve Resulü ile savaşa girdiğinizi bilin. Tövbe ederseniz ana sermayeniz sizindir. Ne haksızlık ederseniz, ne de haksızlığa uğratılırsınız.”

    Zamanın Getirdiklerine İslam’ın Bakışı…

    Günümüz ticarî hayatında zamanın getirdiği bir kısım uygulamalar mevcuttur. Bunlardan en yaygın olanı da taksitli satışlardır. Öncelikle söyleyelim ki İslam taksitli satışa karşı değildir. İslam’ın ticarî ölçülerinde taksitli satışların caiz olup olmaması bazı esaslara dayandırılmıştır. Öncelikle şunu söyleyebiliriz ki fahiş fiyat farkı olmayan, ödeme süresi önceden belirlenmiş taksitli satışlar dinimizce caizdir. Fakat müşteriyi sıkıntıya sokan, onun rızasını almadan, gerekli izahat yapılmadan gerçekleştirilen taksitli satışlar haram kapsamına girer. Yani her alanda olduğu gibi ticarette de tabir caizse kaçak güreşmemek gerekir.

    Paranın kıymetinin sürekli değiştiği, daha çok düştüğü bir ülkede yaşamanın sancılarını hissediyoruz. Enflasyon canavarı aramızda dolaşıyor. Onun için tüccarlar vadeli sattıkları malların yerini doldurmakta zorlanıyorlar. Halk tabiriyle dökülen su, bardağı doldurmuyor. Bazı kimseler aldığı malın parasını söz verdiği sürede ödemiyor. Bu da ticarette aksaklıklara, iflaslara neden oluyor. Taksitli satışlar da bu kapsamdadır. Yani bugün peşin aldığımız bir malın fiyatıyla bir yıl içinde taksit taksit ödeyerek aldığımız malın fiyatı aynı olmaz. Çünkü satıcı bugün sattığı malı birkaç ay sonra sattığı fiyatla alıp yerine koyamıyor.

    Enflasyon faresi paramızı sürekli kemiriyor. Hiçbir şeyin fiyatı yerinde durmuyor. Makul olmak şartıyla satıcı taksitli mallara vade farkı koyabilir. Bu konuda günümüzün en büyük fıkıhçılarından Hayrettin Karaman da vade farkının faiz olmadığını söylüyor. Hatta alıcının borç öderken enflasyon farkını da ödemesi gerektiğini belirtiyor; aksi halde satıcının hakkının yenildiğini, haram işlendiğini vurguluyor. Benim kişisel kanaatim odur ki kişi ayağını yorganına göre uzatmalıdır; zorunlu ihtiyaçlar dışında taksitli ve vadeli satışlara bulaşmamalıdır. Bunun dinî yönü dışında psikolojik ve sosyolojik boyutları da vardır.

    Kredi Kartı Çılgınlığı…

    Günümüzde büyük bir kredi kartı çılgınlığı yaşanıyor. Hemen herkesin cebinde ‘plastik para’ olarak niteleyebileceğimiz kredi kartları var. Kredi kartları hayatımızın ayrılmaz bir parçası oldu. Kapitalist sistem, aşırı harcama hevesini kredi kartlarıyla iyice körüklüyor. Olaya İslamî açıdan baktığımızda ödemelerin zamanında yapılması, faiz ödenmemesi şartıyla kredi kartıyla yapılan alışverişe cevaz verilebilir. Bu hususta da günümüzün değerli İslam hukukçularından biri olan Hayrettin Karaman şöyle diyor: “Faizci kurumlarla mubah olan işlemleri bile yapmamak suretiyle bir çeşit tavır koymak da dinî ve ahlakî bir ödevdir.” Ben de bu kanaate katılıyorum. Zira bu bankaların faizci sistemi ayakta tutmak için çırpındıkları malumdur. Böyle bir sistemi ayakta tutmak için çalışanlarla işbirliği yapmak doğru değildir.

    Müslümanlar ölçü üzere hareket ederler. Günümüzde kredi kartı borçları yüzünden insanların nelerle karşılaştıklarını görüyoruz. Evlerdeki huzur buharlaşıyor. Yuvalar dağılıyor, insanlar akıl sağlığını kaybediyor. Bazı kimseler sırf bu yüzden canına kıyıyor. Böyle bir hayatı İslam’ın hoş görmesi, tasvip etmesi mümkün değildir. Bu tam bir başıboşluk ve kendini bilmezliktir. Müslüman israfa ve lükse kaçıp hayatını mahvetmez, ölçü üzere yaşar.

    Reklâmlarda Kadının İstismarı…

    Günümüzde ticaretle birlikte reklâm sektörü de almış başını gidiyor. Satış için vazgeçilmez sayılan reklâmlar tüketim çılgınlığını körüklüyor. Helal haram demeden her türlü ürünün reklâmı uluorta yapılıyor. Bu reklâmlarla vatandaşlar çoğu kez de aldatılıyor. Reklâmda belirtilen özellikleri bir kısım mallarda genellikle göremiyoruz. Yani dürüst satıcı ve dürüst üretici imajı her geçen gün biraz daha zedeleniyor. İsraf almış başını gidiyor. İnsanlar alışveriş delisi olup çıkmış. Sanki yaşamak için yemiyoruz da yemek için yaşıyoruz.

    Günümüzde çoğu zaman reklâm yoluyla ahlaklar erozyona uğratılıyor. Reklâmı yapılan ürünle hiç alakası olmamasına rağmen cinsel öğeler ön plana çıkarılıyor. Dikkat ettiğimizde görüyoruz ki reklâmlarda daha çok kadınlar kullanılıyor. Çünkü kadın, güzelliğiyle göze ve gönle hitap ediyor; dikkatleri üzerine çekiyor. Kadınlarla ilgili ürünlerde görülmelerini anlıyorum da erkeklerle ilgili ürün ve hizmetlerde kadınların kullanılmasını bir türlü anlayamıyorum. Kadınların yarı çıplak vaziyette reklâmlarda oynatılması, öncelikle ve özellikle kişinin nefsine ve zaaflarına hitap edilmesi ayrı bir fecaattir. Bir araba reklâmında vurgulanması gerekenler arabanın teknik ve estetik özellikleridir. Fakat görüyoruz ki reklâmlarda arabanın değil, reklâm yapan kadının teknik(!) ve estetik özellikleri ön plana çıkarılıyor. Bunun yanında her ürünün televizyonlarda tanıtılması hicap duygularını köreltiyor. Öyle reklâmlar oluyor ki aile içinde seyredilirken insanlar utanıyor, birbirlerinin yüzüne bakamıyorlar. Her şeyin uluorta teşhir edilmesi çağımızın kepazeliği olsa gerek.

    Reklâm sektöründe kantarın topuzu çoktan kaçtı. Üreticiler kapitalizmin gereklerini yapıyorlar aslında. Zira kapitalizmin ruhu yalana, yemine, hileye ve kadına dayanır. Onlarda önemli olan, daha çok üretmek ve pazarlamaktır. Onlara göre ticarette her şey mubahtır. Kazanmak, daha çok kazanmak, her ahval ve şerait içinde kazanmak! ... İşte şerefli geçmişin asil ruhunu çalan, yerine pörsümüş kanaatler getiren kapitalizmin sözüm ona ruhsuz ruhu bu!

    Ekmek Aslanın Ağzında Değil, Midesinde…

    Eskiden geçimin zorluğunu ifade etmek için “ekmek aslanın ağzında” deyimi kullanılırdı. Günümüzde bu deyim “ekmek aslanın midesinde” diye değiştirilmelidir bence. Zamanımızda hızlı bir nüfus artışı yaşanıyor. İnsanlar köylerini terk edip şehirlere akıyor. Tarım ve hayvancılık çekildi hayatımızdan. İnsanlar şehirlere doluştu. Bu da birçok zorluğu beraberinde getirdi. Artık dünyanın en güçlü ekonomileri bile çökme sinyalleri veriyor. Bence bunda da ilahî hikmetler vardır. İnsanlar dünyayı alabildiğine sömürdü. İsraf, şükürsüzlük ve kıymet bilmezlik nimetlerin hayatımızdan çekilmesi neticesini doğurdu. İnsanlar lükste ve savurganlıkta sınır tanımadılar. İnsanlar dünyayı bir imtihan yeri olarak değil, ebedî kalacakları bir yer sandılar. Oysa burası ebedî âlem için sadece bir duraktan ibaretti. Fertler gece gündüz demeden dünya için çalıştılar. Böylece daha zengin olacaklarını, daha müreffeh yaşayacaklarını sandılar. Dünya-ahiret dengesi gözetilmedi. Sonuçta dünyayı da ukbayı da tehlikeye attılar. Bizi hayata bağlayan, diri ve iri tutan huzur çekildi yürek coğrafyamızdan.

    Müslüman çalışkan insandır; o miskin miskin oturamaz. Fakat bu tek taraflı bir çalışma değildir. Mümin dünyası için çalıştığı kadar ahireti için de çalışır. Hatta öteki âleme daha çok zaman ayırır; çünkü orada ebediyen kalacaktır. Onun içindir ki asıl yatırımı oraya yapar. Bizi hiç durmadan çalışmaya, üretmeye ve kazanmaya zorlayan kapitalist sistem, ruhumuzun ve vicdanımızın sesini dinlememize imkân tanımıyor. Dünyevî meşguliyetler varlık sırrımızı sorgulamamıza ve gereğini yapmamıza zaman ve zemin bırakmıyor. Bizler çalışıyoruz, birileri semiriyor. Her geçen gün manevî ve kültürel değerlerimizden uzaklaşıyoruz. Günümüzün insanı her geçen gün kendine ve değerlerine yabancılaşıyor.

    Çalışıp araması şartıyla kula rızkı veren Allah’tır. Aç kalmaktan korkan, rızık endişesi duyanların kalplerini yoklamaları ve imanlarını tazelemeleri gerekir. Önemli olan çok kazanmak değil, helal kazanmaktır. Paranın kıymeti miktarında değil, şüphesiz ki bereketindedir. Bazıları milyarlarla geçinemediği halde bazıları çok küçük meblağlarla huzurlu bir biçimde gül gibi geçinmektedir. Huzuru maddiyatta arayanların hüsrana uğramaları kaçınılmazdır. Bunun acı örneklerine bu hastalıklı çağda sık sık rastlıyoruz. Gelin kaybettiklerimizi bir kez olsun hatırlayalım ve düştüğümüz yerden kalkmaya çalışalım.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 25.10.2008 - 07:16

    TRABZON 15 AĞUSTOS’TA MI FETHEDİLDİ?

    M.NİHAT MALKOÇ

    Sislere teslim olmuştu Trabzon ufukları. Şehrin sancıları her geçen gün daha da artıyor, çekilmez oluyordu. Kirli çizmelerin altında nefes almakta zorlanan Trabzon, gülmeyi çoktan unutmuştu. İslam beldelerinin sıcaklığı ve sevecenliği yoktu bu topraklarda. Coğrafya huzursuzdu yaban ellerde. Onun içindir ki şehir, gerçek Fatih’ini arıyor, genç bir kızın yavuklusunu gözler gibi o da müstakbel sahibinin yolunu gözlüyordu. Vuslat yakındı. Fatih evvela İstanbul’u fethetmiş, Osmanlı devletinin hâkimiyet sahasını genişletmişti. Fakat Fatih’in gözü Karadeniz’deydi. Doğunun da vatan topraklarına dâhil olması pek çok meseleyi kökünden halledecekti. Zira doğuda, Trabzon’da kaynayan bir cadı kazanı vardı. Bu kazan kaynadıkça Fatih’e huzur, Osmanlı’ya emniyet haramdı. Trabzon tekfuru haddini aşıyor, Osmanlı’ya cephe alıyordu sürekli. Osmanlı’ya karşı şer cephesi kurulması için gece gündüz çalışıyorlardı. Onlar çalışıyordu da bizim Fatih uyuyor muydu? O da gelişmeleri takip ediyor, önlemler alıyordu. Cenevizlilerin elinde bulunan Amasra’nın, Candaroğullarının elindeki Kastamonu’nun ve Sinop’un fethi Trabzon’a bir yol açmak, engelleri aşmak içindi biraz da…

    Fatih’in asıl hedefi stratejik önemi olan Trabzon’u almaktı. Trabzon onun bir anlamda kızıl elmasıydı. Bununla ilgili olarak Hünkâr Mahmut Paşa’ya: “Mahmut, birkaç niyetim var. Umarım ki Hak Teala ben zayıfa kuvvet verip, anı nasip ede. Evvel biri, şol İsfendiyar vilâyetidir ki, Kastamonu ve Sinop ve Koyul-hisar’dır. Benim huzurumu bunlar giderir. Ve biri şol Trabzon’u bir cünüp kâfir yiyip yürür. El-hâsıl bunlar benim maksudumdur. Gece ve gündüz hayalimden gitmez” der. O zamanlar Trabzon Rum Devletinin toprakları Giresun’dan başlayıp Batum’a kadar devam etmekteydi. Bu topraklarda Rumlarla birlikte önemli miktarda Türk nüfusu da yaşamaktaydı. İç bölgelerde ve yaylalarda yaşayan Çepnilerin varlığını hiç kimse inkâr edemezdi. Bu Çepniler fetih için Trabzon’a güneyden gelen Fatih’in askerlerine kılavuzluk yapmışlardır. Fatih doğudan, veziri Mahmut Paşa ise batıdan hareket etmiş, çok zorlu yerlerden geçmişler, Trabzon’a ulaşmışlar, böylece Rumlar da şaşkına uğratılmıştır.

    Fatih’in Trabzon çıkarması hiç de kolay olmamıştır. Çıkarma sırasında nice zorluklara göğüs gerilmiştir. Fatih’in arabaları dağlarda çamura saplanmış, ama o pes etmemiş, develerle bu engeli büyük bir azametle ve gayretle aşmıştır. Uzun Hasan’ın annesi bu zorluklar karşısında büyük emeklerle çıkarmayı sürdüren Fatih’e: “Hay oğul! Bir Durabuzun çün bunca bunca zahmatlar çekmek nedür, demiş Fatih ise buna karşılık “Ana! Bu zahmatlar Durabuzun içün değüldür. Bu zahmatlar Din-i İslam yolınadır. Kim ahrette Allah hazretine varıcak hacil olmayavuz deyüdür. Zira kim bizim elümüzde İslam kılıcı vardur. Ve eğer biz bu zahmatı ihtiyar etmesevüz bize gazi demek yalan olur.” ibretli cevabını vermiştir.

    Fatih’in Trabzon’a gönderdiği ilk birlikler büyük zayiatlar verse de geriden gelen birliklerle ve denizden destek veren donanmayla Trabzon altı haftalık süre sonunda alınmış, Trabzon Rum Devletine son verilmiştir. Trabzon Rum İmparatoru, Fatih’e teslim olmak mecburiyetinde kalmıştır. Trabzon’un fethinin yıl olarak 1461 olduğu kesindir. Fakat ay ve gün konusunda kesin bilgiler mevcut değildir. Bununla ilgili tarihçilerin değişik tarihler söyledikleri bir gerçektir. Bunlardan en enteresanı tarihçi Fahrettin Kırzıoğlu’na aittir. Kırzıoğlu Trabzon’un 15 Ağustos 1461’de fethedildiğini söyleyerek fethe ayrı bir boyut kazandırır. Bunun aksine bugün Trabzon’un fetih tarihi 26 Ekim olarak kabul edilmektedir. Bu görüş tarihçi İsmail Hakkı Uzunçarşılı’ya aittir. O, W. Miller’i kaynak göstermektedir. Macaristan’daki Venedik elçisine bildirilen bir Venedik vesikası belge kabul edilmektedir.

    Trabzon üzerine önemli bir çalışma yapan araştırmacı M. Hanefi Bostan ise Bryer ve Winfield’ın Osmanlı ordusunun takip ettiği güzergâh ve takvime dair bilgilerinden yola çıkarak Trabzon’un fetih tarihi konusunda 15 Ağustos 1461’de ısrar etmektedir. Bizler günümüzde Trabzon’un fethini 26 Ekim’de kutlasak da bunun açıklığa kavuşması gerekir. Bu konudaki şüphe ve tereddütleri izale etmek için yeni ve ciddi çalışmalara ihtiyaç vardır.

    Cevap Yaz
  • Nihat Malkoç
    Nihat Malkoç 25.10.2008 - 07:16

    CUMHURİYET FAZİLETTİR

    M.NİHAT MALKOÇ

    Cumhuriyet insanca bir yaşama biçimidir. Millî bayramlarımız içerisinde apayrı bir yeri ve anlamı vardır bu güzel bayramın. Çünkü cumhuriyetle beraber yeni Türk devletinin adı konmuş ve bu güzel hadise bütün dünyaya ilan edilmiştir. Osmanlı’nın çöküşüne sevinen düşman devletler yeni bir Türk devletinin kurulmasıyla sevinçlerini içlerine gömmek zorunda kalmışlardır. Türklerin devletsiz ve teşkilatsız yaşayamayacaklarını görmüşlerdir.

    Türkler devlet kurup yıkmada dünyada emsalsizdir. Türklerin tarih boyunca 113 devlet kurduklarını söylersem bu kanaatime iştirak edersiniz herhalde. İşte bu devletlerin sonuncusu ve 113.sü şanlı Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bugünkü devletimizin en büyük özelliklerinden birisi de “Türk” adıyla kurulan ikinci devlet oluşudur. Daha evvel Göktürkler kurdukları devlette Türk ibaresini kullanmışlardı. 29 Ekim sadece Cumhuriyetin değil, son kez kurulan ve ebedî olan Türkiye’nin de kuruluş tarihidir. Yani bizler bu tarihte devletimizin kuruluş yıldönümünü de kutluyoruz. Bir yanda cumhuriyet, öbür yanda Türkiye… Onların terkibiyle oluşan Türkiye Cumhuriyeti… Nasıl da yakışmışlar birbirine, öyle değil mi?

    Bağımsız bir ülkede, ayyıldızlı bayrağın gölgesinde ve marşların en güzeli olan İstiklal Marşı’nın o anlamlı haykırışının yankılarının duyulduğu bir ortamda yaşamak bir lütuf bizlere… Bu güzelliklerin filizlenmesinde katkısı olanlara ne kadar teşekkür etsek azdır. Dünyadaki pek çok ülkenin adına kuyruk olan cumhuriyet, ancak demokrasiye ve insan haklarına inanmış kadroların elinde anlamını bulabilir. Yoksa adına cumhuriyet demekle bir ülke cumhuriyet olmaz. Bu, halkın gözünü boyamaktan öteye gitmeyen bir kandırmacadır.

    Ne yazık ki birçok diktatörlükte rejim sözde cumhuriyettir. Fakat bizdeki cumhuriyetin banisi Atatürk, amacına ve anlamına uygun bir cumhuriyet idaresi bina etmiştir. Bunun da takipçisi olmuş, uygulamalardaki aksaklıkları iyi niyetle ortadan kaldırmıştır. O, cumhuriyetin oluşturduğu özgürlük ortamını kaosa dönüştürmemek için büyük gayretle çalışmıştır. İnsanların düşüncelerine saygıda kusur etmemiş, bütün düşüncelerin yeşerebileceği bir fikir bahçesi kurmuş ve onu sulamıştır. O, özgürlüklerin bayrağını gönderden indirmemiştir. Onun bu husustaki sözleri dikkate şayandır: “Cumhuriyet düşünce serbestliği taraftarıdır. Samimî ve meşru olmak şartıyla her fikre hürmet ederiz. Her kanaat bizce muhteremdir. Yalnız muarızlarımızın insaflı olması lâzımdır.” (Atatürk’ün S.D. III)

    Bizim halkımız cumhuriyet idare şeklini ta başından beri benimsemiştir. Çünkü bu milletin yapısında cumhuriyet yönetim şeklinin ahkâmı karakter olarak vardır. Balık için su neyse bizler için de hürriyet odur. Bizler ancak özgürlük ortamında kendimizi bulur ve büyük atılımlar gerçekleştirebiliriz. Türkiye’de siyasetin zemini de cumhuriyetle sağlamlaşmıştır. Kardeşlik, eşitlik ve özgürlük tohumları cumhuriyet bahçesinde yeşermiş ve boy atmıştır.

    Cumhuriyetin dinle, dinin de cumhuriyetle hiçbir meselesi yoktur. Bazı satılmış kafaların anlamsız taşkınlıklarını bu kapsamda düşünmemek gerekir elbette. Zira bu ülkenin mabetlerinde bile cumhuriyetin arifesinde bu kavrama övgüler dizen hutbeler okunur. Zaten cumhuriyet varsa fikir özgürlüğü vardır, fikir özgürlüğü varsa inanç özgürlüğünden bahsedilebilir. Bunlar bir zincirin halkaları misali birbirine bağlıdır. Durum bu iken İslam’la cumhuriyeti birbiriyle bağdaştıramayanların kuru akıllarına şaşarım. Onlar İslam’daki icma kurumunu hiç mi görmezler? Zira icmanın cumhuriyetle örtüşen yanları çoktur.

    Cumhuriyet hoşgörünün de birinci adresidir. Bu rejimde çatışmalar ve anlamsız kavgalar yerini sevgi ortamına bırakır. Müslimlerle gayrimüslimler aynı gayeler için devletinin yanında olur ve onun yükselmesi için gecesini gündüzüne katar. Zira bu devlet ve bu topraklar sadece bir kesimin malı değildir. Cumhuriyet gayrimüslimlere de özgür bir ortamda refah içinde yaşayabilme zemini hazırlar. İnsanlar güçlerini kavgada değil, ülkenin refahının ve imarının tesis edilmesinde harcarlar. Bilirler ki pasta ne kadar büyütülürse insanların ondan alacakları pay da o derece büyür. Cumhuriyet bunun için fazilettir.

    Cevap Yaz

Bu şiir ile ilgili 794 tane yorum bulunmakta