Bir boğaz köyünün asırlık mezarlığından yükselen servilerin gölgelerinde, dolunayın denizle oynaşan gümüşi ışığında, masalsı bir kalenin gizli geçitlerinde kaybolduğumda “ânın” geriye dönüşsüzlüğünü, “sonsuzluk” duasıyla birarada hissettiren ılık bir iklimle kuşatılmıştım. Beni çarpan, tabiatın suskun yaratıcılığı mıydı yoksa kâinatla hareket arasındaki med cezirli ilişki miydi tam bilmiyorum. İhtiyar ağaçların altında teravih kılanların alınlarını köklere usulca değdirdiği ânın sihrini tarif etme çabası, kelimelerimi de hiçleştirecek diye ürküyorum. Ama yine de şu kışkırtıcı anlatma şehvetinden uzaklaşamıyorum bir türlü. Hayatta da, ötesinde de “yolculuğun” hiç bitmeyeceğine olan inancımdandır belki bu asi “yazma” inadı.
Vaktiyle yaşadığımız, bulunduğumuz bir şehre, mahalleye, eve, mekâna dönebiliriz ama yaşadığımız bir ânın içine aynı hissiyatla dönmek imkânsızdır. İnsanlığın en trajik hâllerinden biri olan bu çaresizliği, yazarlar, şairler, kâğıt kesiği gibi incecik bir sızıyla tasavvur eder. Yoksa neden acıyan yerlerini her defasında yeni bahanelerle kanatsınlar? Ben neden sekiz yüz yıllık taş minberin önünde secde edenlere bahçenin ortasına gerili şeffaf bir perdenin ardından bakakaldığımda Halil Cibran’ın müşfik sesini işiteyim? O değil mi ki, “Yalnızca içinde esrar olanlar bizim de yüreklerimize indirebilirler varlığın sırlarını” fısıltısıyla ‘kayıp ruhlara’ huzur üfleyen.
Hiddetli bir yaz yağmurunun sesini dinleyerek hatıralarla üşüdüğünüzde, hayallerle hakikatin buluştuğu “göçebe bir hayatı” özüyorsanız eğer, kim olduğunuzu hatta kim olmadığınızı da delicesine merak ediyorsunuz demektir. Gittikleri yerlere geçmişlerini, geleceklerini taşıyan bütün “seyyah yazarlar” biraz da derinlerindeki o loş odacıklara ulaşmak için yazarlar.
Mavi Defter’in yazarı Şavkar Altınel de onlardan birisi bana göre. Mesafeli, kimi zaman doğal huysuzluğundan güç alan lirik üslubuyla, okurunu ve anlamlandırmaya çalıştığı “kimliğini” uzak/yakın yolculuklara davet ediyor. Adını kitaba veren “Mavi Defter” başlıklı denemesinde “açık kırlar ülkesi” anlamına gelen Polonya’da dolaşıyor. Ona yolculuğunun sebebini soranlara, “Derin bir amacım yok, sadece dünyaya bakmak” diye cevap veriyordu. Derin bir amacı olmayan yazar, mavi defterine aldığı notlarda bir ânını tarif ediyor: “...Sönmek üzere olan günün içinde bütün mezarlar kışın eşiğinde bu kadar çeşitli ve canlı olabilmelerine şaşırdığım, saksı içinde kırmızı, sarı, mavi, turuncu, pembe, mor çiçeklerle ve kavanozlarda hiç kıpırdamadan yanan mumlarla kaplıydı. Ölüm renkli bir rüyada görülen renkli ve aydınlık bahçeye dönüşmüştü.”
Unutamıyorum işte unutamıyorum,
Birşey var şuramda beni kahreden,
Şuramda tam yüreğimin üstünde,
Çakılı duran birşey var,
Elimde değil söküp atamıyorum.
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta