Ben sana adımı soruyorum yüzüne her baktığımda
Unutuyorum beş dakika önce indiğim minübüsü
Niye deniz kenarında bir çay bahçesinde beklediğimi
Martıların balık yediğini,gemilerin suda gidebildiğini...
Başım önümde beklerken ayak sesinden tanıyorum seni
Mahşer kalabalığı toplanmış bir şehirde
Her sabahki pazar koşularından sadece bir tanesiydi.Sabah altıda kalkmış koşu için son hazırlıklarını yapıyordu.Bahçe kapısını terk etmek üzereydi ki Rocky'nin sesini duydu.Rocky onun bu dünyadaki herşeyiydi.Geç kaldığını düşündüğünden kulubesine uğrayamamıştı.Hızlı adımlarla kulübeye yaklaştı ve biraz oynadıktan sonra ayrılmak üzere başını okşadı ama Rocky o sabah her sabahkinden daha farklıydı,bir huysuzluk vardı üstünde ve arkasını her döndüğünde gitme der gibi acı acı havlıyordu.
Her pazarki sabah koşularından sadece bir tanesiydi ve bu sefer neden farklı olmasın diye düşündü.Önce eğildi başını okşadı ve zincirini açtı,bu sabah Rocky ile birlikte koşacaklardı.Rocky söz dinleyen bir köpek olduğundan sorun çıkarmazdı ve bahçeden ayrıldılar.Bu sabah Rocky'nin yüzünde her zamankinden farklı bir tebessüm vardı.Yol üzerinde oynaya oynaya ilerlerken,ormanın kenarındaki yola gelmişlerdi.Koşmaya başlamadan önce Rocky'le son bir oyun oynamak istemişti ve gerçekten bu son oyun olacaktı.Yol ortasında gördüğü kurumuş dal parçasını alıp havaya fırlatacak ve Rocky havada yakalayıp getirecekti.Bu Rocky'nin en sevdiği oyundu oysa bu son oyundu.Yolun ortasındaki kuru dal parçasını almak için eğilmişti,o kadar keyifliydi ki son hızla gelen aracı farkedememişti.Hatırladığı son şey Rocky'nin hızla yanına koşup arabaya havlamasıydı.
Gözünü zar zor açmıştı; gözleri tavandaki beyaz ışıklara takılırken bir bitkinlik vardı üzerinde.Yavaş yavaş kendine geliyordu.Nerede olduğunu anlamak için başını çevirmek istedi,yapamadı.Vücudunun dokuz yerinde kırık ve çatlaklar vardı,üstelik boynu da zedelendiğinden boyunluk takmışlardı.On iki gün sonra ilk defa açmıştı gözünü ve doktor başına dikildiğinde nasılsın sorusuna vakit bırakmadan dudaklarından iki kelime düştü: ''Rocky nasıl? ''.Doktor Rocky'nin kim olduğunu düşünürken iki-üç kelime daha döküldü dudaklarından''o benim köpeğim''...Doktor olayı anlamıştı.Olay yerinde bir tek kendisinin bulunduğunu başka bir yaralıya rastlamadıklarını söyledi.O anda içine dolan huzur gözlerine yansımıştı,demek ki Rocky kurtulmuştu.
Tam iki ay olmuştu ve artık taburcu ediliyordu.Eşyalarını topladı,kendisiyle ilgilenenlere minnetlerini sunduktan sonra binadan çıkıp ilerideki otobüs durağına ulaştı.İçi Rocky'e bir an önce kavuşma hevesiyle dolup taşıyordu.Otobüsü beklerken yanına bir araba yanaştı,camı araladı ve bir adres sordu.Kendisinin de oradan geçeceğini söyleyince direksiyon başındaki bayan oraya kadar götürebileceğini söyledi.Arabaya bindi ve ilerlediler.Birden yüreğinde birşeyler hareketlendi ve kurumaya başladı dudakları; belki de iki ay boyunca hiçbir şey hissedememesinin karşılığında,hislerinden almak istediği intikamın oyunuydu.Yol boyunca sohbet ettiler ve direksiyon başındaki bayan da ondan etkilenmişti.İneceği yere geldiğinde sorduğu yerin burası olduğunu söyleyip indi ama birbirlerine ısınmışlardı ve birbirlerine telefon numaralarını vermişlerdi.İlk işi evinin ilerisindeki bakkala uğrayıp Rocky'i sormak olmuştu.Bakkalsa hiç görmediğini söylemişti.Mahalleli Rocky'i çok sevdiğinden birisinin alıp baktığını düşünüyordu.Eve eşyalarını bıraktıktan sonra o birisinin kim olduğunu bulmalıydı.Eşyalarını bıraktı ama önce kaza geçirdikleri yere ''işte buradayım,ölmedim'' der gibi gövde gösterisi yapmaya gitti ve gittiği yerde akşama kadar oturup ağladı.Yol kenarında Rocky'nin tasmasını görmüştü,eğildi aldı ve eğildiği yerden uzun süre kalkamadı.Rocky bir yaşına girdiğinde almıştı o tasmayı ve o günden bu güne boynundan hiç çıkarmamıştı.Zaten kendisinin dışında kimse çıkaramazdı.Tasmasına kim elini sürse huysuzlaşıp havlardı Rocky,hatta mahallede o tasmayı çıkarma üzerine iddiaya giren çoğu kişi Rocky'den nasibini almıştı.Saatlerce ağladı; Rocky onu o kadar çok seviyordu ki ölüme bile beraber der gibi aracın önüne atlamıştı.Aslında sabah hissetmişti,beni de götür diyordu adeta havlayarak.Doktorun kelimeleri geldi aklına: ''olay yerinde sizden başka yaralıya rastlamadık'' demişti ve Rocky'nin öldüğünü kelime oyununun anlamını farkedemeden ilk orada öğrenmişti.
Bitkin adımlarla eve döndü,içeri girdi ve köşedeki koltuğa oturdu.Elinde Rocky ile birlikte çektirdikleri resimler vardı ve aralıklarla gözleri ıslanmaya devam ediyordu.Telefonun sesiyle irkildi; telefonun diğer ucunda otobüs durağında adres soran bayan vardı.İçindeki boşluğu doldurmak için bir fırsatı vardı ve ertesi gün buluşmak üzere sözleştiler.Çay bahçesinde buluşmuşlardı,denizin hemen yanındaki yosun kokan çay bahçesinde.Günler birbirini takip ettikçe aralarındaki mesafe daha da kısalıyordu.Bir gün o merakla sorduğu fakat cevabını bulamadığı içindeki burukluğun cevabını vermek istedi.Çünkü Rocky'nin hasreti kazada aldığı yaralardan daha çok ruhunu etkilemişti.Bir çay bahçesi çıkışı elinden tutarak hayvan barınağına götürmüştü.Rocky'e benzeyen o yavru köpeği görünce tutamamıştı gözyaşlarını ve yaşadıklarını bir bir anlattı.Genç kız da gözyaşlarına boğulmuştu ve kendini iyi hissetmediğini söyleyip ayrıldı.Tam bir hafta olmuştu; ne telefonla ne de başka bir şekilde ulaşamıyordu genç kıza.İçinden keşke anlatmasaydım,yaşadıklarıma çok üzüldü diye düşünüyordu.
Elinde Rocky ile beraber çektirdikleri resimler vardı ve aralıklarla gözleri ıslanmaya devam ediyordu.Telefonun sesiyle irkildi ve ilk çalıştan sonra hemen açtı ama telefonun diğer ucunda beklediği ses yoktu.Arayan semtin komiseriydi ve kendilerine çarpanın teslim olduğunu söylemişti.Hemen üstünü giyindi içindeki tüm öfkeyi kusmak üzere hızla karakola gitti.Kapıyı açıp içeri girdi,içeri girmesiyle ikinci kere aynı ama hasarı daha fazla bir kaza yaşadı aslında.Karşısında duran otobüs durağında adres soran kişiydi.Öfkesi içinde kalırken tek kelime konuşamadı.Adeta nutku tutulmuştu ve sessiz sessiz gözyaşları akıyordu ikisinin gözlerinden...Gözyaşları dindiğinde şikayetçi olmadığını söyleyip arkasına bakmadan çıktı.Artık o yüze bakamazdı çünkü her baktığında acıyla mutluluğu aynı anda yaşamak zorunda kalacaktı.Oysa ya acının ardından gelirdi mutluluk ya da acı takip ederdi mutluluğu.İşte böyle anlarda vardı hayatta; bir yüzde hem acıyı hem mutluluğu yaşamak.Acıyı yaşaya yaşaya alışır insan mutluluğu da öyle ama bir yüze bakarken hem acıyı hem mutluluğu birlikte kaldıramaz hiçbir hayat...
Bir gece yarısı ansızın uyanıyordum uykumdan,elim terden ıslanmış yastığıma uzandığında hissediyordum hatırlayamadığım bir rüyanın parmaklarını.Merhaba diyordum karanlığın içinde gözlerimi kapattığım karanlığa.Sağa sola dönüşler nafile; tekrar uyumak için saydığım koyunlar getirmiyordu uykumu ve doğrulurken yataktan anlıyordum o rüyanın parmaklarının bütün vücudumla temas ettiğini.Islanan atletimi değiştirmek için dolaptan yeni bir atlet çıkarıp giyiniyordum.Kapıyı açıp bir bardak su almaya giderken dönüyordum tekrar bakmak için aynada gördüğüm görüntüye.İşte orada tükenmeye başlıyordu saatler.Sol üst köşede uyuyan bir bebek ateşler içinde ağlarken annesi duruyordu başında,korkunun ve çaresizliğin verdiği sancıyla dualar dökülüyordu dudaklarından.Tek göz derme çatma evin kapısı çalıyordu gecenin bir yarısı.Anne uzun ve hızlı adımlarla kapıya yönelip açarken orta boylarda ayakta durmakta zorlanan bir adam giriyordu içeri.Annenin ''çocuk çok hasta doktora götürelim'' deyişine ''sabaha geçer,birşey olmaz'' diye cevap veren bu adam baba olmalıydı...
Bir anda kayıyordu gözlerim aynanın sağ üst köşesine.Yedi-sekiz yaşlarında bir çocuk siyah önlüğüyle oturmuştu evin bahçesine,havaysa kararmak üzere.Belli ki korkuyordu içeri girmeye ve birini bekliyordu.Daha fazla dayanamayıp soğuğa giriyordu içeri bir süre sonra.İçeride kimse yoktu ve yerdeki minderin üstüne oturdu elinde annesinin resmiyle.Önce öpüp kokluyor sonra ''hadi gel anne'' diyordu gözyaşları içinde.Kapının kolunda asılı duran poşetin bağını çözüp kuru bir ekmek parçası alıyordu eline ama gözlerinin önüne annesinin itilip kakıldığı ve evden kovulduğu sahne geline o lokmalarda geçmiyordu boğazından.Soğuğun ve yalnızlığın ürperttiği teni bir süre sonra o minderin üstünde yenik düşüyordu uykuya.
Biraz daha ileriki kısımda yine rastlıyordum o çocuğa üstelik büyümüş dokuz-on yaşlarında.İki duvar,geçen sayısız insan,arada bir kapıyı açıp o kalın sesiyle duvarları inleten lacivert elbiseli adam.Bir süre sonra annesiyle babasının ismi yankılanıyordu o koridorda ve arkasında ne olduğunu merak ettiği kapıdan giriyordu içeri.Ahşaptan kürsünün üstündeki yaşlı amca sorular sorarken hemen önündeki uzun saçlı abla birşeyler yazıyordu daktiloda.Yaklaşık onbeş dakika sonra çıkarken çocuk babasına son kez sarılıyordu bilmeden ve annesinin elinden tutarak binip bir taksiye gidiyorlardı üstü sislerle kaplı baharlara.
Sürekli geziniyordu gözlerim aynanın her köşesinde.Ela gözlü yirmili yaşlarda bir delikanlıyı görüyordum bu sefer.Hayat kavgasının tam ortasında,başı ellerinin arasında nedenler arıyordu yerdeki desenli halıda.Gölgesine sarılma çabasıyla yürüyüp duruyordu odanın ortasında ve mektuplar yazıyordu; gözyaşlarıyla desen verdiği uzun mektuplar.Belli ki çok uzaklarda olan bir sevda yaşıyordu doldurmaya çalıştığı o boşlukta.Hem yazıyor hem de içiyordu ama yetişemiyordu yıllar önce kaybettiği gururuna.
En köşesine gelmiştim aynanın; çerçeveyle bütün olduğu,omuz omuza verdiği en köşesine.Otuzuna merdiven dayamaya hazır,adım atmaya takati olmayan,saçları dökülmeye başlamış,alnında çizgiler,gözlerinin altında torbalar bir yabancı gezinirken ortalıkta sözleri eksik cümleler vardı dudaklarında.Masanın üstünde bir sürü kağıt,kalem,defter bir de soğumuş kahvenin yanında biri sönmeden diğerini yaktığı sigarası.Bütün gece yazıp karşılıyordu sabahı.Bitmeyen sevdaları,yıkık dökük hayatları ve bir de umudun peşinden koşarken düşmekten bıkmayan her yanı yara içinde kalmış insanları yazıyordu kalemi.
Kapıyı açıp bir bardak su almaya giderken görüyordum bütün bunları.O anda vazgeçiyordum gitmekten ve geri dönüp boş bir defterle bir kalem alıyordum elime.Onun yazdıklarının hepsini kelimesi kelimesine aktarıyordum sayfalara ve ben cenaze törenleri arasında koşuşturan o adamın yaşadıklarıyla yazdıklarını aktarıyordum sizlere aslında...
Kaybolmuşluğumun tedirginliği yansır çevreme
Yana döne aradığım,parça parça kaybolmuşluğumun sükuneti
Her bir parçası farklı şehirlere dağılmış
Adınla dolu cümlelerim var toplayamadığım
Dur gitme ne olur beni de yak cehenneminde.
Ne de olsa uğramadan düşmüş ateşi yüreğime
İnsanın toprağa sevdasıydı ölüm,topraktan toprağa yolculukta.Uzun görünen nerede biteceği belli olmayan bir yolun başlangıcıydı; kimi erken toplamıştı bavulunu,kimi sürgüne gönderilmişti bavulunu toplamasına vakit kalmadan.Zor olan da buydu ya; vedasız ayrılıklardan selamsız sürgünlere yolculuk...Kim sallandırabilirdi denizi bir ipin ucunda,kim mühür vurabilirdi gökyüzünün maviliğine ya da kimin gücü yetebilirdi bir insana istemediği şeyi yaptırmaya? Halbuki ne kadar merhametliydi otuzbeşi yolun ortası diye niteleyen şair.Bir başka şair yolun neresinde olduğunu bilmeden kan tükürüyordu mendiline.Oysa kimi o sıfatları alamdan,dudağından düşen bir kelimeyle tek başına sallıyordu dünyayı.Daha acısı da vardı ayrılıkların; bir kelime için nefes tüketmeden karanlığa karışanlar.Öyle bir karanlıktı ki bu güneş yetmiyordu aydınlatmaya,yutuyordu dili damağına yapışıp yutkunmaya takati kalmayanları.Ve gölgelerinde yaşıyordu hayatın tuzaklarını kabul edemeyenler; gölge gibi sahte,hep bir adım geç kalmışlığın deminde.Kendi kendini çiğnerken insan gerçekten zordu vefanın mezarını ziyaret etmek.Öyle bir sabah gelirdi ki kururdu dilek ağaçları,kurak mevsimler demir atardı hayat ve sahraya doluşan akbabalar gibi kemirirdi günler hayalleri...Taş dibeklerde öğütülse de maziye gömülenler,geriye kalan bir parça sıçrardı insanın üstüne mutlaka ve parçalandıkça çoğalıp dağılırdı bedenin tüm hücrelerine.Beklenen dönmezken haykırışlar zamanla sessizleşirdi,tükenirken gözlerin o ateşten feri yıllar bir bir gizlice devrilirdi.Ne büyük bir sancıydı bu tanrım; tüm organları tek tek ziyaret edip bitirene kadar nöbet tutan...Veda eden kimdi aslında; gidenin ardından kaldığı yerde kendini bitiren mi yoksa arkasına baktığında geride bıraktığını bir daha göremeyen mi? Ne önemi vardı ki bitiyordu birşeyler işte,bazen insan,bazen duygular,bazen de yaşananlar.Kim durdurabilirdi ki dizginlerini koparıp dört nala ilerleyen bir at edasındaki zamanı? Mutluluğun kutusuna doldurulup paketlenen yalancı ayrılıklar yeniymiş gibi satılıyordu kırmızı halılı tezgahların üstünde ve halıların üstündeki o kırmızıların bir önceki hatıralardan kalan son emanet olduğunu bilemezdi daha önce bu yolu kullanmayanlar.Oysa ayrılıklar daha çok yaşıyor insanın toprağa sevdasından.Bu yüzden toprağın son emanetini güller taşıyor hemde en kırmızısından...
Gidiyorum deyişine sessiz kalışım
Gittiğin anla biriken hüzün
Damla damla terleyişi alnımın
Soğuk duvarlar tükürürken yüzüme
Gözlerinde biriken o tarifsiz acı
Değmezmiş diye düşünen beynin
Turuncu bir sonbahardı yaprakların yerde uçuşarak dans ettiği.Ağaçlar kılıçlarını çekmiş var gücüyle rüzgarlarla çarpışıyordu ve tam bu fırtınanın ortasından çıkıp sen geliyordun.Bir elinle rüzgarın çekiştirip almak istediği şalını tutarken diğeriyle ''ben burdayım,geldim'' der gibi işaret yapıyordun.Haindi rüzgar seni beklerken; yüzümdeki kanları belli bölgelere toplamıştı ama hissedememiştim bunu içimdeki yangından.Çünkü sen geliyordun içimdeki yangını başlatıp giden ve söndürmek için geri dönen sen...Yüreğinin hep gizli kalan kısmındaki o tatlı duyguyla şalını boynuma dolamıştın bir anne şefkatiyle.Turuncu bir sonbahardı yaprakların yerde uçuşarak dans ettiği turuncu bir sonbahar akşamıydı.Dalgalar büyük bir hırsla döverken sahilleri bu akşam bizim son akşamımızdı.Gidiyordun hem de beni bana emanet ederek,yine aynı yerde aynı saatte akrebin yelkovanı kovalamaktan yorulup durduğu yerde buluşacaktık oysa o gün biz kelimesinin dudaklara veda ettiği son günümüzdü.Ve o günden sonra ağaçlar hep yapraklarını döküyor savaşmadan,rüzgar alabildiğine hırçın eserken o turuncu sonbahar bana inat terk etmiyor bu kenti ve eğer ki bir gün gelirsen beni unuttuğun yere git,bıraktığın o şalı altında oturduğumuz çınar ağacının dallarına bağladım.Çünkü o çınar senden daha fazla rüzgara karşı koyarak unuttuğun sevdamızın bekçiliğini yapıp izlerini taşıyordu gövdesinde...
Antalya'nın tam içindedir benim mapusluğum
Havaalanına on,terminale yirmi dakikadır mesafe
Candan öte,adam akıllı,mertçe kardeşlerim
Anadan,yardan,vatandan ayrı yolunu kaybedenler
Dikenli bir çemberin içinde kaybolmuşluğumuz
Bir telefon ucunda bekleyen hasretlik
Ben seni ilk defa görmüş gibi seviyorum
İlk anki yüreğe işleyen bir tebessüm
Her kelimesi aklıma tek tek kazınmış
Adımın peşine takılan soyadım gibi
Ben seni iki kelime anlamıyla seviyorum...
Yüzüme değen o kahve gözlerinle
Her şiirde eksik bir sevda kokusu
Her yazıda birazcık geç kalmışlık
Duygular mürekkep olmuşken yüreğin kalemine
Tüm kelimelerde yarıda kalan bir yaşanmışlık
Bitmesi imkansız görünen gizli hikayeler
Avuç içlerini yoklayan soğuk bir boşluk
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!