Bir hikâye okudum bu gece. Hikâyede ‘kimi zaman kişi bir istiridye gibi içindeki sevgiyi büyütür büyütür ve sevdiğini dünyanın en güzel inci tanesi yapar, karşısındaki kişi ise bir yılan gibi karasevdanın zehrini sunar kendini o sevene. Ve kendini en çok sevdirdiği anda da bir dürr-i yektagibi bırakır sevdiğini ve ona kucak açmış bir başka istiridyeye gidermiş. Onuda bir kara sevdaya düşürmek zehrini ona da akıtmak üzere…’
Peki, benim sevdadan yana üzerime düşen ne. Onca acılardan gülerek geçtiğim zamanlarım, yüreğimdeki derince yaralarım, cehennem yangınlarım… Sevdanın bana bu hoyratlığı niye…
Neden yaşamın her şeridinde hep zoru seçişim. Neden sevdayı ruha bu kadar sindirip böylesi ızdırap çekişim. Neden gözlerime acının rengini verişim. Neden hiçbir zaman inci tanesi gibi hissedemeyişim.
Soluğuma karışan kentlerim var benim, aşk hikâyeme boyanmış bütün mevsimlerim, seninle arşa ulaşmış yüreğim ve ancak gözlerinle tamamlana bilen soluklarım var benim.
Ne zaman güneş doğacak bilmiyorum
Mavi denizlere mor dağlara karşı
Bildiğim bir şarki var onu söylüyorum
Bildiğim bir şarki var onu söylüyorum