CENNETTEN MEKTUP
Bazı vuslatların rengi kurşuni olur sevgilim…
Toza bulanır, kana karışır, toprağı emer.
Sonra bir musalla taşında tek başına içini çeker.
Zamana küser.
Bir evin en dip köşesi;hep savunmasızları ağırlar
Tüm gizler oraya gömülür, yine oradan seninle birlikte kalkar.
Ben,bu satırları o evin aynı köşesinde
Dizlerimi göğsümde parçalayarak yazıyorum...
Sakat ruhumun,aksak diliyle kağıda devrilen kelimelerim
Bak doktor,
Şimdi bana söyleyeceğin,iyileştirilmiş hiçbir hal ve durumu,
Asla kabul etmiyorum,etmeyeceğim ilk önce bunu bir bil.
Bazı şeyler senin bildiğin gibi değil...
Çok ağrım var,evet.
Göğsümde ayağı takılan ve bir türlü yerinden kalkamayan kötürüm bir sızı var
Uyandım…
Soğuk duvarların yalıtımından sızan ince bir sızı parçaladı uykumu.
Bir takım tarifeli mahvoluşlarım gıdıklıyor gözlerimi.
İçim böyle, süresiz taahhütlü gibi haddini aşarak oyuluyor sanki,
Sanki kaburgamın altında uyuyan bir dert saatlerce sayıklıyor adını
“Sessiz ol!” diyorum.
Kordonu çürük,dalgalı bir nefesin son gecesine emekliyor bedenim.
Hava gri,güneşin parıltısı hiç değilse bir telmih bekliyor bulutlardan.
Kül renginde bir çocuk daha öldü dün akşam.
Kekeme bir uğultu,sisli bir karanlık kaldırdı yatağımdan üstü kapalı bir cesedi…
Renklerim,grinin içinde sıkışan beyaz gibi esir.
Hatıram olsun
Masada nerede duracağını bilemeyen bir bıçak, son gece, son kadeh ve son şarkının içinden geçen son sözler; o bıçaktan daha keskindiler. Soğuk bir sessizliği bardağıma boşalttı saki. Etraf sadece; ikimizi bir arada tutan şeylerin yok oluşunun şerefine kalkan kadeh seslerine şahit oldular.
Sonra gözlerine baktım, bir daha baktım, tekrar baktım. Silüetimin, cennetten kovulur gibi kapı dışarı edilmesine seyirci kaldım.O an, içime dökülen kaynar suyun gözlerime doğru yükseldiğini hissettim.
Gözlerimi yumsam; patlamak üzere olan bir yumruğun, avuçlarında biriken tuzlu teri taşacaktı kirpiklerimin arasından. Dudaklarım yanacak, biriken sözlerim birini yakacaktı. Masa dağılacak ve masadan kalkmak zorunda kalacaktım…Ki bu hiç istediğim bir şey değil.
Sevgilim!
Bazı cümlelerin bu saatte,bu satırlara,bu denli yerleşmesine mütevellit;kırk yıl önce içilmiş acı kahvenin hatrı ile alakası olduğunu hiç sanmıyorum…
Zaten o kahve ilk yudumda dibime çökmüştü.
Telvesi damağımda dağılmadan,kulaklarıma çarpan sözlerin koru,dudaklarımı oyuna getirip,içimde avaz avaz bağıran erbabı yasaklı aşkın dizlerine düşürdü…
Yarınımı koynumdan çalıp,beni bildiğim,gördüğüm yerlerden çok uzakta bir yerde yalnızlığın sığamadığım odasına kapattı.
Bu sabah güneş senin gözlerinde neden batıyormuş gibi doğuyor?
Rengi neden bir cinayete kurban gitmiş gibi akıyor?
Bir zamanlar kalbimi yeni dökülmüş asfaltın altına yalın ayak koyup,
Üzerimden kalabalık ağırlıklarla gelip geçen sen,
Sen misin o,başucumda soluğumun uçup gitmesini bekleyen?
Yüreğimin dilini sığdırıp, pabuçlarımın öz geçmişine
Rastgele, kemiksiz savuruyorum her ilmeğin zarını,
Kucaklaşmış bağcıklarımın üzerine...
Kimin avucundan süpürülsem,
Onun tozu üzerinde girdi pabuçlarım birbirine...
Gecikmiş ayaklanmalarımın cesareti kırıldı her seferinde,
Sen benim kafamı karıştırıyorsun…
Bana adanmış zamanların içinde münferit ve bir hayli emin adımlarla aklıma giriyorsun.
Kadehim kaçıyor avuçlarımda yanan manastıra,
Topuklarını kaldırıyor kapalı kursağımda sevişen sarhoşluk…
Dudaklarımı sıkıştırıyor dişlerimde titreyen bir korku…




Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!