1995 doğumlu. Kaptan. Yazmaya ilk kez askeri okul yıllarında başladı; disiplinle yoğrulmuş günlerde, duygularını şiirle ifade etti. O günden bu yana kalemi, hem kişisel yolculuğunun hem de içsel hesaplaşmalarının sesi oldu. Şiirlerinde aşkı, gurbeti,
Abbas
Dostum yol, yavrusu yolcu.
İnsan Beşiktaş'tan geçmeden aşık olmazmış. Bir şekilde yolların hepsi zaten Beşiktaş'a bağlanırmış. Deniz müzesinden vapur iskelesine kadar yürüme mesafesi bile yeter, ondan sonra aşık olabilirmişsiniz. Ama akşam olması lazımmış. Gündüz olmazmış.
En güzel kendine baktın, kabul olmuş gibi tüm adakların. Geriye kalan hiçbir şey o akşam Kadıköy sokakları gibi değildi. Mazinin anlamı geçmiş değildi. Gelecekle birlikte andaydı artık o kabuk bağlayan yaralar. Ve patlamadı yıllarca. Adağım oldun, ödedim.
Ağlayarak şiir yazamıyorum. Hepsi bağırıyor hislerimin. Adağım gibi habersiz bekliyordu acılar. Geceleri bekliyor perilerim. Güzellerim. Güzel bildiklerinden bir zamanlar bebeklerim. Hiçbir kadeh kalkmamıştı o akşam Kadıköy sokaklarında. Öyle kuralsız, öyle serin.
Yıllar gibi yazdığım adaklarımı bir tek sen okuyamadın. Başka mahallelerdeyiz artık çünkü. Zor, uzak. Üzülme. İyi oldu. Öbür türlüsü ölüm. Sürgünler bitecek, süngüler düşecek, geriye bir mektup kalacak. Pencereden ve sessiz. O akşam Kadıköy sokaklarından uzak.
Bilemiyorum Mel'un. Duramıyorum. Gidemiyorum da. Tüm sözleri söyledim sanıyorum. Daha nasıl anlatılır ki kayıp koskoca bir gençlik? Kırmızı polis lambasında okurken kendimle ettiğim kavgalar, çizdiğimi unuttuğum masmavi yollar, henüz gür iken hiç uzatamadığım saçlarım, gözlerim bozuk değilken kafamı çevirdiğim güzellikler, sırtımdan doyarlarken toplayamadığım sofram... Hepsi birer anarşist oldu, yüreğime baş kaldırıyorlar. Yanlışı gösteren her ele, vicdansızca uzanan sopalardan sakındım hepsini. Ben korudum sanarken, kuyumu kazıp beni sele saldılar en sonunda. Bilemiyorum, çağlasam mı?
Hiç yandın mı Mel'un? Piştin mi? Çiğ mi kaldın yoksa? Tuzun mu eksik kaldı, suyun mu? Yanık izine en son ne zaman baktın? Duruyor, hala yerinde benimki. İlk günkü gibi değil belki. Ne acıyor, ne de kanıyor kaşıdığımda. Yandığı günü aklımdan çıkaramıyorum ama. O hala acıtıyor işte. Sen bakmasan da, üflemesen de oksijeni hiç bitmedi o ateşin. Ben hep karbondioksiti kötü sandım. Tam tersi, üfleseydim zamanında, bu kadar büyümezdi yangınım. Canım da bir daha hiç acımazdı. Koşa koşa yangına vardım. Şimdi canım yeniden acıyor. Bilemiyorum, ağlasam mı?
Aldatıldın Mel'un. Yoldan geçerken toprağa attığın tohumlar ağaç olur sandın. Onlar selanı okurken, minaresiz cami olmaz sandın. Sırtını yasladığın duvarlar yıkılmaz, kumanda ettiğin gemi batmaz sandın. Gelin ata binmeden sen "Ya nasip. " dedin. Deveni ağaca bağlayıp, tevekkül edersen, o deveye bir şey olmaz sandın. Merhamet herkese lazım diye düşünürken, katiller arada kaynamaz sandın. Her gece kurduğun on tane alarmdan bir tanesini duysan, uyanırsın sandın. O alarmları tek tek, gizli gizli kapattılar, sen uyurken aldattılar. Bilemiyorum, söylesem mi?
Nerelerde kaldın? Hangi tarafa esiyor rüzgar? Karayelden kopup da lodosuma gelebildin mi? Geçti mi mevsimlerin?Yoksa hala en hırçın dalgaların vurur mu yüzüne? İlk nefes aldığın gün gibi. Telaşlı, ama bir o kadar da kıymetli.
Duyuyor musun sen de o güzel dalgaları, o güzel besteyi? Değiyor mu kibar teline, topraktan taşıdığım o yalancı destan? Çok şükür yine de, kalmadı acıların hiç birisi güzel tenine. Mis tenine. Henüz sırma olmayan saçını suda yıkayacağız. Arınacağız önce. Serimi sevdaya salmadan önce.
Politika görmemiş. İhtiras yok. Haset yok. Sadece güzellik. Hazır değilsin biliyorum, yine de gel bir gün batışını izleyelim öncesinde. Bir eksik olan gün. O da doğacak evelallah. Hakk'ın vaadettiği topraklarda kutlayacağız gelişini. Çarmıha gerilecek O gün batımı. Bad-ı saba içinde, o da yalancı şahit.
Aylar yılları kovalamadan önceydi. Karşı bağa oturup bakmıştı onunla. Son mahsulleriydi bademlerin. Artık dedesi yaşlanmıştı, bakamıyordu o güzelim ağaçlara. Onlar da küsmüştü. Çocukken yanında piknik yaptığı günleri özlüyorlardı. Dedesi sevmezdi çünkü onları. Eziyet gibi gelirdi bitmek bilmeyen istekleri. O günden sonra da izleme sırası onlara gelmişti. Gurbet onlara uğramazdı çünkü. Gözyaşlarını sakladıklar, ardından el salladılar rüzgarla birlikte. Sevda da yola çıktı.
Yâri gidenler oturup ağlamadı. Gurbeti icat edenler kör olmadı. Ellerin üçer beşer yârine değil de, onun bir tanecik Pera'sına göz diktiler. Onun da ardından ağlayan olmadı. Kör halası, sağır eniştesini son namazına çağırırken biliyordu bademler, gülmedi. Neşeyle koşturan çocuklar, bir daha topun ardından koşmadı. Ay ya hilaldi, ya da bulutun arkasına saklandı. Köprü başında bekleyen kızlardan hâlâ bekleyen kalmadı. Aşçı yengesi öldü, keşkek pişiren olmadı. Yani izleme sırası onlara gelmişti ama, hayaletlerden başka izleyecek bir filmleri kalmadı.
Dünyayı uzun uzun döndürüp geri geldiğinde ise karşıdaki bağ, dağ olmuştu. Nereden bilebilirdi o vedanın son olduğunu, yahut mezarlarında onu bekleyeceklerini? Beklediler, kurudular, öldüler, ve izlediler. Gün gelecek onlara soracaklardı çünkü. İstemeden de olsa, bir iyiyi bir kötüye verirken şahitlik yaptılar. Onlardan yaşlı koca çınar gözlerinin önünde devrildi. Siyah köpeğini vuranları da gördüler, sarı kedisini kaçıranları da. Bir tek filintasını oyduklarında tekrar öldüler. Bir daha bakamadılar köyden yana. Artık mezarlarından gördükleri tek şey, gökyüzüydü.
Bir dua. Bir nefes. Harmandalı. Şenlendirici. Ve Efelerin Efesi. Paşam. Nâm-ı diğer Ata’m.
Tutamıyoruz
Elimizden kayıp gidiyor yıllar
Ne vatanı ne milleti.
Saygıyı tutamıyoruz
Şimdi başka şehirlerdeyiz. Düşünmüyoruz geçmişi. Kaybolup giden şeyleri. Silinen hatıraları düşünmüyoruz ikimiz de. Özlemiyoruz. Yüreğimiz sızlamıyor, gözlerimiz ağlamıyor. Geçen zamana ağlamıyoruz. Geçiyor çok zaman. Ve gidiyoruz. Farklı yönlere, farklı şehirlere.
Aynı şehirde buluşuyoruz birgün. Geçmiş çıkıveriyor birdenbire düşünmediğimiz yerden. Kaybolan şeylerin ellerinden tutmuş. Silinen hatıralar cebimizde. Sonradan fark ettiğimiz yüreğimiz sızlamaya başlıyor, gözlerde bir damla düşmeyen yaş. Zaman duruyor. Bir de ona ağlamak zorunda kalmıyoruz. Ve gidiyoruz. Farklı yönlere, farklı şehirlere.
Gel yine buluşalım bir köşe başında. Biraz sokak gürültüsü, biraz da sıcak bir güneş. Bir soğuk kahve daha içer, bir de yayından kalkacak bir filmi bir daha yarım yamalak izleriz. Üzerine çok konuşmamıza gerek yok. Yürürüz biraz, ben sana sorular sorarım, sen şaşırırsın yine cevaplarına. Hava kararmaya yakınken bırakırız ellerimizi. Bir daha ne zaman birleşecek bilmeden ayrılır ve gideriz. Farklı yönlere, farklı şehirlere.
Dünyanın en güzel esintisi geçmişti az önce. Saçlarımda yaz, gözlerimde dört mevsim. Her saniye yeni bir nefes alıyor, bir öncekine şükredemeden yenisini içiyordu ciğerlerim. Ama nefes de içilseydi, suyun ne kıymeti ne de azizliği kalırdı, değil mi? Yani içilmedi. Yani o ciğerler o nefesi içtim diye düşünürken aslında bu Mel'un o nefesleri hep har vurdu, harman savurdu. Değmeyecek yerde, değmeyecek zamanda. O yüzden aldığım her nefese şükrediyorum. Çok değil, 9 senedir sigara içiyorum, yine de nefessiz 50 metre yüzebiliyorum. Çünkü hayat böyledir. Gün gelir, kurban bulamazsın Candan ileri. Ondan sonra bir tek Yaradan bilir kaç metre, belki de kaç yıl nefessiz yüzebildiğini, bir de verdiği nefesin kıymetini.
Karacaoğlan demiş zamanında,
"Bizim pencereler yele karşıdır
Muhabbet dediğin karşı karşıdır" diye. O esintiler o yüzden hep geçti gitti. Karşı karşıya değil, yan yana bile gelemediğimiz için. Kendinden gurbette olmayı seçtiğin için. Ama merak etme, kelebekler bitmedi daha dünyada. Yani o yeni esintiler hiç beklemediğin bir anda gelir, özlersin. Hayatta yeterince özlemini çektiğimiz şey varken neden çıktı karşımıza bu esinti diye de dertlenme, dost dediğin de bir dağ yanana kadar sürer, izlersin.
Bir cup sesi. Ve artık kavuşmuştu. İlk dalışıydı. Üstünü geze geze bitiremediği denizlerin nihayet içindeydi. Hep çok sevmişti suyla birlikte olmayı. Yüzmeyi öyle öğrenmişti. Severek. Nefesini tutmayı öyle öğrenmişti. Direnerek. Kulaç atmadan da güzel geliyordu sevince. Ve nihayet artık derindeydi.
Sanki ilk başta tüm balıklar ona doğru yüzüyordu. O yaklaştıkça hepsi sabun gibi kayıyordu. Kedisi gibi. Uzaktan çok güzel, yanına da keyfinden yaklaşılmıyordu hanımefendinin. O da alışkın olduğundan yüzmeye devam etti. Bir hayalin peşinden koşmaya.
Nihayet girmeye korktuğu mağaraya ulaştı. En dibine kadar gitti. O mezarlık gibi yerde çöp yiyen balıklar, ölü ruhların gezdiği gibi geziyorlardı. Korkmuştu yeniden. Ama yeniden o mağaraya girmeden rahatlamayacaktı. Yüzdü. En dibine kadar.
Kalk yürüyelim biraz hadi. Hava güzel hâlâ. Esintileri bitmedi baharın. İki lafın belini kırar, iki kör bir ışık görürüz belki.
Ne zaman bırakacaksın bu kötü mirası? Ne zaman uçuşunu izleyeceksin bir daha sarı bir yaprağın? Ne zaman gözlerin yarım, sözlerin ağır kalacak?
Hafif konuşmaların nedensizliği sonucu doğan yetersizliği sana da yetmedi mi? Açılmayacak olmasını bildiğinden miydi kapıya dayanmaların? Yalanların veya günahların?



Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!