Ne anlatırlar?
Evvel zamandan kalma satırlar…
Dünyanın sığ telaşında,
Bir ezan vaktini hatırlatırlar,
Keşke duyabilseydi.
O zaman bilirdi susuzluğunu.
Korkmazdı,
ağlamaktan.
Saklı gizli kuytularda bir yabancı gibi,
Susmazdı.
İçine içine bağıran kaygılara,
hiçbir zaman düşmezdi .
Gri bulutların havaya egemen olduğu,
her tarafı sislerin kapattığı
soğuk bir kış sabahı ağlayarak selâmladı dünyayı.
Doğduğunda kimseler gülümsemedi,
basan da olmadı bağrına.
Ateşe atsan yanmayacak
bir zemheri düşmüştü yakınlarının sol yanına.
Annesinin zamansız gidişinin salâsı,
ezandan önce okundu kulağına.
Annesinin ölümünün öznesi,
babasının görmeye tahammül edemediği,
aynı zamanda kaldırıp atamadığı
bir nesne olarak hissetti kendini yıllar boyunca.
O vicdan yükünü omuzlarına bırakanlara,
“Senin yüzünden böyle oldu” diyenlere
inanmıştı çocuk kalbi,
alışmıştı hoyratça kırıp parçalanmalara.
Yüzünde içli içli çiseleyen yağmur damlaları,
ruhunda kutsal bir yalnızlığın ağırlığı
küçücük bedenini sığdıramadı hayâllerine.
Gerçeklerinde, hiç yer bulamadı kendine.
Ayaklarına prangalar vurulmuş
dipsiz kuyulara atılmış gibi hissediyor,
ne beklediği kurtarıcı gelip çıkartıyor
o karanlık dehlizlerden,
ne de kendi hâlinde uçmayı becerebiliyordu.
Çocukluğunun bahçesinden çiçekler dermesine,
bohçalarından kumaşlar seçmesine
imkân tanımadan,
ağzından öfke kusan bîçareler,
“Büyüdün” dediler.
Fakat kimse
büyümenin ne olduğunu ona izah etmemişti
biraz boyu uzamış, biraz da kilo almıştı.
“Büyük” dedikleri insanları sorgulayan bakışları,
görenlerin kalbini kanatan bir derya,
çaresizliğine dokunan bir şiirin
tel örgülerle örülen mısralarından damlayan
hazan hıçkırığı,
vurucu sözlerin kamçılı ağrısı...
Sisli, puslu birçok duyguyu
kirpiklerine korkuluk niyetine asan
bir çift göz...
Kirpiklerini indirdi gözlerinin üzerine,
emanet bir yaşamda emanet bir nefesi çekti içine.
Mutluluğu için dua dua güvercinler saldı gökyüzüne.
Madem büyümüştü,
önce kendisi ile kafa kafaya verip
çocukluğunu sorgulamalı,
orada açık kalan dosyaları kapatıp
kendisiyle tanışarak en çok ona değer vermeliydi.
*
her anı yaşamaya ya da yaşatılanı değiştirmeye değerdi.
Her şey değişebilirdi, değişmeliydi.
Böyle gelenin böyle gitmesine ruhsat vermemeliydi.
Bu fark edişin aydınlığına kapılıp
içindeki ışığı söndürmeye çalışanlara inat
o ışığı dışarı yansıtarak
derin bir sükûttan öteye geçmeli,
devrim niteliğinde bir seyahate çıkıp
kendine kıymet vermeli,
kıymet vermeyenleri ise hükümsüz kılmalıydı.
Ona sadece bir yol gerekti.
Çıkmazlara düşmeyeceği, karanlıklarda kaybolmayacağı,
ruhunu sarıp sarmalayan onca gürültüden kurtulup
kendi sessizliğinde rotasını oluşturacağı…
Her şeyini alıp götürmediği
kalanların da kendi olarak kalacağı bir yol...
Çocukluğunu içine sıkıştırdığı görünmez heybesinden
güç devşireceği,
önüne çıkan keskin viraj ve dik yokuşlarda
küskünlüklerini,
affedişlerini
ama korkakça, ama cesurca kimi zaman umutla
ya da umutsuzlukla,
soluklandığı her güzergâhta izlerini bırakacağı,
attığı her adımda kendini bulacağı bir yol…
Yolun, yolcunun, yolun sonunda bekleyenin
kendi olduğunu fark ettiğinde
daha da inançla baktı içindeki yollara.
İnsanın kendine, ruhuna tadilat yapmasının,
içini dışını restore etmesinin,
içinde doğurduğu güneş ile
kuruyan dallarına suların yürümesinin,
dökülen yapraklarının yeniden yeşermesinin
ne zararı olabilirdi?
Umudun yaşamaya değer heyecanı,
içinde ölen çocuğun
yaşanacak hayâllerini gerçekleştirmek adına
inşâ edilip tekrar tekrar arşınlanmaz mıydı o yollar?
İçindeki seyahat dışa vurmalıydı artık!
Zalimin üflediği rüzgârlarda,
ağacından firar etmiş yaprak gibi
oradan oraya savrulmadan,
sağlam adımlarla özüne doğru yol almanın vakti gelmişti.
İçindeki güneşi önüne kattı,
gölgesini ardına aldı ve ilk adımını attı.
Bir zamanlar ebeveynlerinin acılarına,
cehaletine kurban edildiğini,
ona reva görülen bu rolü oynamak istemediğini
duygusallıktan ziyade
içsel bir sorumluluk ile itiraf etti kendine.
Kalbine yük olan ne varsa
hepsini bırakıp bir kenara,
sevmek ve yaşamak üzere yazılmış bir şiirin
altı çizili dizelerinin izinden,
tek ayağı kırık bir at misali
dört nala koşmadan,
acılarını onara onara,
hüzünlerini mutluluk hamuruyla yoğura yoğura
kendine doğru yol aldı.
Zâtını yanına alıp,
omuzuna elini atıp,
kendi kentine gitmek
ne muazzam bir yolcuktu
arkada kalmışlığın tuzlu tadını bilenler için…
Bir rüzgar gibi kapıdan giren
ve öylece de çıkıp giden,
sanki o değilmiş gibi.
Giderken
seslenmek istedi arkasından.
Soracaktı kaç para diye,
yaşattıklarının bedeli.
Söyleyemedi.
Elbet para ile satılamazdı
onda ki hatırları.
Vazgeçti .
Sustu.
Bir daha dönmeyecek.
Biliyordu
Anlamıştı gidişinden.
Yağmurlar gibi akıp gitti.
Ardında yaz yağmuru ıslaklığı,
birkaç damla göz yaşı ,
bırakarak
redfer
İlyas Kaplan
Kayıt Tarihi : 23.9.2025 12:56:00
Şiiri Değerlendir
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.




Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!