A L A Ç A T I ‘ D A N 
                                          N İ R V A N A ‘ Y A 
                                                                    Y O L  G İ D E R…
                            
                                              
    	Attığım her adımda orman biraz daha sıklaşıyor, sesler gitgide çoğalıyordu. Ağaçların boyları yükselmiş, güneşin ışınları sık ve geniş yapraklı dalların üstünde takılı kalmıştı. Nem-
li,serin loşluk gölgeleri daha da koyulaştırıyordu.
	Dört bir yandan iniltiler, kükremeler, böğürmeler, maymunların kahkahaları, papağan-
ların çığlıkları, kırılan dalların çatırtıları sinirlerimi bir yay gibi geriyordu.
	Yer yarılmış, o içinde kaybolmuştu sanki. Artık onu duyamıyor, göremiyordum. Yan 
yana yürürken önümüzde, tavuk  büyüklüğünde bin bir  renge bürünmüş, tropikal bir kuş cinsi
belirmişti. Göz  alıcı renklerdeki bu kuş uçamıyor,seke seke  oldukçada hızlı gidiyordu. 
	O, “ Bekle beni, hemen geliyorum.” demiş, “ Dur gitme “ dememe fırsat vermeden ko-
şarak o acayip kuşun peşine düşmüş, koyu yeşil insan boyunu aşan tropik bitki örtüsünün içi-
ne dalmıştı.
	Bekledim.Dakikalar uzuyor, fakat o geri gelmiyordu.Önce gittiği yönde, sonra sağ ve
sol çaprazında geniş bir  arama yaptım. Ne kendisine, ne de izine rastlayabildim. Karşılaşaca-
ğım her türlü tehlikeyi göğüslemeğe hazırdım. Yeter ki  onu  bulayım.
* * * * *
	Onunla  kitapçıda tanışmıştık: Canımın sıkıldığı,ne yapacağımı,nereye gideceğimi bi-
lemediğim anlar olur. Böyle durumlar da okumaktan başka hiçbir şey avutamaz beni.Bunun
içinde Alaçatı’ya, “ Dost  Kitap Evi “ne, kitap evinin dost sahibine giderim. Ömer beyin beni
görünce aydınlanan yüzü, ışıldayan gözleri, abartısız samimi, sıcak karşılaması beni rahatlatır,
içimi  ısıtır.
	Biraz hoşbeş eder,ahvalden konuşur, laflarız.Limonlu adaçaylarımızı içerken kitap raf-
larına göz gezdiririm. Ömer bey müşterileriyle ilgilenirken ben, yeni çıkan kitapların sayfala-
rını karıştırırım. Bu değerli dostun yanında, kitapların arasında, eskilerin deyimiyle “ Gamımı,
kasavetimi…” üstümden atarım. Aramızda dostluğun, arkadaşlığın güzelliği çiçek açar. Paha 
biçilmez değerlerdir bunlar.
	Elimde ki kitaba dalmış gitmişim. Kulağıma yumuşak,melodik bir ses, “ Tavsiye ede-
rim.Okuyun. Hem beğenecek,hem faydalanacaksınız.” diyordu. Arkama dönüp bakmama ge-
rek  kalmadan sesin sahibi karşıma geçmişti. Otuz, otuz beş  yaşları arasında, enerjik, ciddi,
bakımlı  esmer  bir  kadındı. Çok  kısa  bir  an  beni inceledikten  sonra, elini kibarca  bana
uzattı.
	İnce, uzun parmaklı bu zarif ele dudaklarımı hafifçe dokundurdum. “ Ooo! Şövalye 
ruhluyuz demek..” derken, yüzüne ilgi ile,sorar gibi baktım. İki çukurlu,gamzeli yanakları
hafifçe allanmış, gözbebekleri yıldızlarla dolmuştu. “ Affedersiniz, bu tip tanışmalara alışık değilim de…Hatta ilk defa karşılaşıyorum. “ dedi. Şaşkınlığı yüzünden okunuyordu.
	“  Az  önceki ukalalığım için özür  dilerim. “ Rica ederim. Ben öyle algılamadım.Bila-
kis, bilgilendirdiğiniz  için teşekkür etmeliyim. “ Özür dilemesine, teşekkürle karşılık vermem
onu cesaretlendirmiş olacaktı ki,derin bir nefes aldı ve beni gerçekten bilgilendiren konuşma-
sına girdi:
	Üç yıldır Nepal, Tibet, Hindistan’da doğu, uzak doğu dinleri ve felsefesini araştırıyor,
öğretilerini yorumlamağa çalışıyordu. Ancak son yılda Nepal ve Tibet’in üstünü çizmiş, Hin-
distan’da karar kılmıştı. Üç sene içinde buralara yaptığı araştırma, öğrenme  gezilerinin  ardı-
sıra kararını vermişti. Hemen uygulamağa  geçiyor, Sanskritçe  dersleri almağa başlıyordu.
	Artık gizemli,hiç tanımadığı, başka bir dünyaya girdiğini görüyordu. Davranışları,dü-
şünceleri,hisleri, ilişkileri, dinlediği müzik, giyiniş tarzı,uykuları,oturup kalkması,yemesi iç-mesi her şeyi, tümüyle yaşam şekli kendiliğinden değişiyordu. Onu, en çok şaşırtanda gürül-tüden kaçması, sessizliğe bürünmesi, yıllardır içinde bir çığ gibi büyüttüğü, fakat bir türlü ger-
çekleşmeyen  arzu ve isteklerinden bir anda vazgeçmesiydi.Bastırılmış duygularından,oluşan baskılardan kurtulmasıydı. Ki; daha sonraları  Nirvana öğretisinin temel taşları arasında bütü-nüyle bunların yattığını görecek, hem şaşıracak,  hem de korkacaktı.
	Tanışmamıza aracı olan kitabı, Nirvana’yı aldım.Konuşmalarımıza kulak misafiri olan,
merakla izleyen Ömer beyle vedalaşarak çıktık. “ Bir yerde oturalım mı? “ teklifim kabul gö-
rünce, Alaçatı’ya özgü,gösterişsiz, ama ferah Cafelerden birine oturduk. Kapuçinolarımızı ıs-
marladık. O konuyu bıraktığı yerden alıp devam etti. Ben dinleme konumunda onu inceleme-
ği ihmal etmiyordum. Ara sıra bana yönelttiği sorulara verdiğim cevaplara, tepki değil,başı ile
onay veriyordu.Anlattıklarıyla,konuyla ilgilenmem hatta onun kadar olmasa da,dağarcığım da 
bilgi kırıntıları olmasının sonucu, bir sürpriz soru  bomba gibi kulaklarımda patlıyordu.   “ Be-
nimle  Hindistan’a  gelir misin? “   Soru açık  ve  netti.
	Nasıl olurdu bu? Tanışalı birkaç saat olmuştu. Üstünden tam bir gün bile geçmemişti.
Başı,sonu belirsiz,uzun sürecek, tehlikeler de çağrıştıran bir seyahate (maceraya)  gitme tek-
lifi alıyordum. Vereceğim cevabı iyi düşünmeliydim. Şurası muhakkak ki, olumlu veya olum-
suz da olsa, vereceğim cevaptan sonra  hayatımın akışı eskisi gibi olmayacaktı.
	Suskunluğum ona cesaret vermiş olmalı ki, coşkulu, çocuksu diller döküyordu. Ses to-
nu  kurduğu  cümlelerle uyumlu devamlı değişiyordu. İkna  etmeğe  çalışırken baskısız, fakat ısrarcı  bir tavır sergiliyordu. O kadar candan ve samimi davranıyordu ki… Direnemedim.! 
	İnandığı davaya cesaretle sarılışı, konusuna hakimiyeti, müthiş etkili, inancı kadar gi-
zemli  bakışları, çok güzel denemezse de,  tarifi güç çekiciliği olmuştu  direncimi kıran.
	“ Hadi bunu kutlayalım! “ derken,sevincinin doruğa ulaştığını, boynuma sarılıp öpme-
mek için kendisini frenlemeği başardığını  hissettim.
	O akşam,  Alaçatı’nın  Arnavut kaldırımlı dar sokaklarından  birine saklanmış, bahçe- 
de incir ve zeytin ağaçlarının  kardeşçe barındıkları salaş bir restoran da, mum ışığını güçlen-
diren dolunayın büyülediği ortamda, Egenin nefis zeytinyağlı  yemeklerini tattık. Ortam  ro-
mantizmi  çağrıştırırken biz, ortama uymayan seyahatin detaylarını konuştuk. 
	Alaçatı öyle bir yerdi ki, her köşede  geçmişe ait başka, başka güzelliklerle burun bu-
runa geliyordunuz. Bu özelliğini korumayı başardığı sürece her gün biraz  daha, iddialı bir re-
kabete girdiği Çeşme’nin önüne geçecekti. Alaçatı’nın bu önlenemez çıkışı, Alaçatı’ya gelen
herkeste hayranlık uyandırıyordu. İnsanları,Alaçatı’ya  yerleşmek,burada yaşamak, yaşlanmak arzusuna kaptırıyordu. O da, meşhur Romalı kumandanın tekerlemesi gibi: “ Geldim, gördüm,
sevdim.” diyordu. Çok ilginç bulduğu, “…rahat, ferah, sağlıklı,estetik.” diye, nitelendirdiği 
taş  evlerden  birine,  ilerde  sahip olmak  temennisini  seslendiriyordu.
	Alaçatı sokaklarını dolaşmaktan hoşlanıyordu. Öğle yemeğinde limanda balık,akşam
canlı fasıl eşliğinde,sayısız kafe barlardan birinde değişik tatlar arıyorduk. Bir başka gece ise
“Sardunaki “ de, şiir dinletilerine katılıyor,Sirtaki oynayanları seyrediyorduk. Gecenin sabaha
yürüdüğü  saatlerde  onu, kaldığı “Taş Otel”e bırakıyor, ben de yorgun ve içimde ki tanımla-
yamadığım hislerin sarmalında kendimi sıcak gecenin, serin sabahında  uykuya teslim ediyor-
dum.
	Aramızda ki  elektrik  gelgitlerinin bedenlerimizi an, an ısıttığının farkındaydık. Buna 
rağmen el ele tutuşmaktan öteye geçmiyor, bir şekilde sıcak temastan kaçınıyorduk.Daima ge-
lecekte yapacaklarımızdan konuşuyorduk. Tanışmamızdan bu yana geçen günler içinde  bana
geçmişimle ilgili hiçbir şey  sormamıştı. Ben de anlattıklarıyla yetiniyor, onun geçmişi ile il-
gili  merakımı  giderecek sorular  sormamağa  özen  gösteriyordum.
	Hareket günümüz gelip çattığında, bir bilinmeze doğru yola çıkacağımdan,  haliyle he-
yecanım  had safhadaydı. Buluştuğumuzda  o da, ben kadar  heyecanlanmış  görünüyordu.
	Önce  İzmir’e, uçakla  İstanbul’a, dış hatlara geçiyoruz. Bir saatlik zorunlu bir bekle-
yiş  ardından  “Yeni Delhi”ye uçacağımız, “Indıen  Airlines “ ın uçağına  alınıyoruz. Yolcu-
luk boyunca  çok fazla konuşmadık. O, hostesten aldığı küçük yastığı pencere ile başı arasına koydu. Gözlerini kapadı. Uyumadığını,düşüncelere daldığını biliyordum.
	Kitabımı açıp okumağa başladım. “Nirvana…” Gürültüye uyandım.Okurken dalıp git-
mişim. Uçağımız garip sesler çıkarıyor.Sarsılıyor.Kısa fasılalarla irtifa kaybediyor. Sağa,sola
kanatlarının üzerine yatıyordu. Uçağın içi karışmıştı. Birisi kolumdan çekiyordu. Baktım, o…
Düşüncelerinden  sıyrılmış, korkuya kapılmıştı. İki eliyle birden sağ koluma sarılmış, başı o-
muzumda  endişeli gözlerle yüzüme bakıyordu. “ Ne oluyor? ”  Sakinleştirmek için; “ Sanırım
türbülansa  girdik. Panik yapma, birazdan geçer.” diyorum. Kuyruk ve ön taraftan çocuk ağla-
maları,korku dolu sözler, dualar duyuluyordu. Hostesler yatıştırmağa  çabalıyordu.”  Yerleri-
nizden kalkmayın, kemerlerinizi açmayın, sakin olun! Birazdan geçer. “ demeğe kalmadı.Her
şey normale dönmüştü. Birkaç saat sonra  başkent  Yeni Delhi’ye  sorunsuz bir iniş yaptık.
	Nirvana’ya giden yolda  yolculuğumuz bu defa, salkım saçak  yerli halktan insanlarla
dolu bir trende  sürüyordu. Trenimizde kompartıman yoktu.Bir gecekondu evi gibi, derme çat-ma,kırık dökük tahta bankları  zangır,zangır sallanan vagonda  yarı çıplak insanlarla, yanların-
daki tavuklar, papağanlar, keçiler, maymunlar hatta zehirli olduğu kesin yılanlarla iç içeydik.
	Kaba,saba el örmesi sepetlere, küfelere doldurulmuş envai çeşit tropikal meyve, sebze-
lerle etrafımız sarılmıştı. Boğucu sıcak,nemli hava nefes almayı güçleştiriyordu. “Bindik bir 
alamete, gidiyoruz kıyamete…”
	Bazen, bir  nehir  kıyısından  geçerken  kadınlar, genç kızlar, yaşlı, genç erkekler,oyun
çocukları,  kucakta  meme  emen  bebeklerin  anneleri, bulanık akan  nehirde, hep  bir  arada
yıkanıyorlardı. Çamaşırlarını  temizliyorlardı. Aralarında, kutsal sayılan  inekler, ağır işçiler
fillerde  görülüyordu. Trenimiz uzun  süre, sarı renkte toprak  yol  kenarından, ardından  bü-
yük bir orman kenarından  yol aldı. Büyük, küçük birçok yerleşim birimlerini de geride bırak-
tık. Görüntüye yol kenarlarında, portakal rengi  yöre giysileri içinde yürüyen,genç rahip aday-
ları çömezler,yaşlı rahipler bilgeler giriyordu. Vagondaki hava oldukça ağırlaşmıştı. Tere  bat-
mıştım. Sırt çantamdan temiz çamaşır çıkarıp giydim.
	Onunla göz göze geldik.İri siyah gözleri, cüretkar bakışları  heyecan vericiydi.Gülüm-
sedi. Ona çok yakışan gamzeleri ortaya çıktı. Dudaklarından fısıltı halinde, “Az kaldı.”sözcü-
ğü çıktı. Kolumu sıktı. Elleri ateş gibi yanıyordu. Yoksa hastalanıyor muydu? İstenen tüm a- 
şıları yaptırmıştık. Yüzümde beliren  endişeli ifadeyi yakalamıştı. Güzel gözleri buğulandılar.
	“ Korkma! “ dedi. Ellerimi avuçlarının içine aldı. Bundan bir anlam çıkarmak istemi-
yordum. Gözlerimi gözlerinden kaçırdım.Dışarıda gölgeler uzuyor,trenimizde son kilometre-
leri yutuyordu.
	
	                                              
                                                                  * * * * * *
	
	Buralara gelmemde hangi sebep veya sebepler rol oynamıştı? Doğu mistizizmine  olan
ezeli merakım mı?  Çok çabuk inanarak kandığım, peşine takıldığım o, gizemli kadın mı? 
	Önceden onun belirlediği hedefe giden yolda trenden inmiş, işaret  ettiği  yönde  yürü-
müştük. Muson yağmurlarının hızla büyüttüğü sık  bir orman içinde ilerliyorduk ki… Evvela onu, sonrada  ben yönümü kaybetmiştim.
	Hiç gelmediğim, görmediğim, tanımadığım  bir coğrafya da, adını bilmediğim  bir kö-
şesinde  yapayalnız, kalakalmıştım. Endişelerim her  saniye, her dakika artıyordu. Yapmam gereken tek şey  onu bulmak olmalıydı. Ormanın içlerine, bir meçhule doğru yürüdüm.
	
	Saç  diplerimden fışkıran  terler yüzüme süzülüyor, gözlerimi  yakıyordu.Terden sırıl-
sıklam olan, vücuduma  yapışan  gömleğim tenimi ürpertiyordu. Etrafını, koyu  yeşil yaprak-
lı  tropik  bitkilerin, geniş gövdeli asırlık dev ağaçların çevrelediği  bir alan çıktı karşıma. Bir
adım, bir adım  daha…Alanın ortasında durdum.  Ayağımın  altında  kuru bir  dal  ezilip  ça-
tırdadı.  Çevredeki  dallara tüneyen  bir  sürü kuş,  aynı  anda korku ve  telaşla  kanat  çırpıp
daha  yüksek  dallara konmak  için  uçuştular. Gri,yeşil, turuncu, mavi, kırmızı  renklere  bu-
lanmış  büyük  bir papağan tüyü   daireler  çizerek, ağır, ağır  yere  doğru  iniyordu. Yukarı-
larda  meraklı  gözlerin  beni  izlediği gibi bir  hisse  kapıldım. Gökdelenler gibi, göğün  son-
suz  maviliğine  doğru  tırmanan  ağaçlara  baktım. Bir şey  göremedim. Üstelik  tedirgin  ol-
dum.  Beş, on  adım ötede, büyük  yontma  taşlardan  yapılmış, geniş  merdivenler  vardı. Taş-
lar  koyu yeşil  yosunlarla  kaplanmıştı.
	Büyüklü, küçüklü  her  renk ve  desende  yapraklar  etrafa  saçılmışlardı. Nedenini  bi-
lemediğim bir  şekilde, kaygan  basamakları tek, tek  sayarak  çıktım. Kırk birinci  basamak-
tan  sonra  geniş  bir  platforma  ulaştım.
	Platformun tam  ortasında, oldukça  yüksek bir  kaide  üzerine  oturtulmuş, devasa bir
Buda  heykeli  duruyordu.
	Bağdaş  kurup oturmuş, elleri  kucağında… Her  iki elinin  başparmaklarıyla, işaret 
parmaklarını  birleştirmiş, gözlüğü andıran  iki halka  görülüyordu. Bir anlamı  olmalıydı.
Ama ne? Abartılı  büyük başı, yarı  kapalı, sanki  baygın  gözleri, kalın  dudaklarıyla  kimbi –
lir  kaç  yüz yıldır  burada  oturmaktaydı? 
	Buda  öğretisinin beş  ana ilkesi  vardı: “ Başkasının  malını  almamak. -  Yalan  söyle-
memek  ve   nefret  etmemek.  -  Hayatı  anlamak, saygı  göstermek.  -  Kadınları  sevip, say-
mak.  -   Keyif  verici  maddeler  kullanmamak. “  Ölüm, maddi kişiliği yok eder. Ama kişinin
düşünceleri, iyilik  ve  kötülükleri  bir  başka bedene  iletilir. Böylece  süreklilik  sağlanır. “
	Buda’ ya  göre:  “ Sürekli  ve tek  gerçek, Nirvana’dır! Öyleyse en büyük amaç Nirva-
na’ya  ulaşmak  olmalıdır. “
	“  Nirvana;  her  türlü  tutku ve kaygıdan, her çeşit  aşırı  yaşama  arzusu  ve isteğinden
yanılsamalardan,  bilgisizlikten, kaynağı, türü  ne olursa  olsun  insanı  acı  çekmekten kurtar-
mak, sonsuz bir  dinginliğe, aşka, özgürlüğe  ve  mutluluğa  ulaştırmak durumudur. “
	Her  yıl  binlerce insan  yaya  olarak, yüzlerce  kilometre  katederek  Buda’ya  geliyor,
ziyarette  bulunuyorlar. Aç, susuz, yataksız, yorgansız  taşların, yaprakların  üzerinde  yatıyor-
lar.  Acılarından, ıstıraplarından, diğer  dünyevi   öğelerden,  Nirvana’ ya  ulaştıktan  sonra
soyutlandıklarını,  Buda’ ya  kanıtladıklarına  inandıklarında, buradan  iç huzuruyla ayrılıyor-
lardı.
	
	
	Güneş  Buda’nın  üzerindeki   ağaçsız  boşluktan  süzülüp  girmiş, altın  rengindeki
heykeli  ışıklara  boğmuş, hem çevreyi  aydınlatıyor, hem de  ısıtıyordu. Topraktan  yer,  yer 
buharlar  yükseliyor,  tapınağı  çevreleyen  buhurdanlıklarda, bana yabancı kokularda tütsü-
ler  yanıyordu.  Belli belirsiz  bir  esintiyle  sallanan  dallarda, geniş  yapraklı  bitkilerdeki  su
damlalarında  kırılan  ışınlar, kristal  ışık  oyunları  meydana  getiriyordu.  Daha önce  terden  ıslanıp, ürperen  vücudum  usul, usul  ısınıyordu.
	İnsanların  çaresiz  kaldığı  anlarda, olanaklarının  iflas  ettiği, umutlarını  tükettiği,
“ …hayat, memat  meselesi…”  dediğimiz  konularda, onları  felaketlerin  eşiğinden  döndü-
ren  gizli  bir  güç, bütün  inanılmazlığıyla  ortaya  çıkar. Bunun  adı  mucizedir! 
	Ben  mucizenin  doğa  üstü bir  olay  olduğuna,  Tanrı  eliyle  gerçekleştiğine  inanmı-
şımdır. Ve, o  mucize  gerçekleşti.
	Mavi-siyah  saçları, iri  siyah  gözleri,  sırtında  safran  rengi  Sari’siyle  o, Buda  hey-
kelinin  ardından  birden  ortaya  çıkıverdi.  Birbirimizi  aynı  anda gördük. Yüzüne,  ani  bir
şaşkınlık  dalgasının  hızla yayıldığını gördüm. Yaklaşınca uzun, uzun, doya,doya  bakamadı-
ğım  esrarlı  gözlerinin  derinliklerinde, yaşadığı panik,, korku, endişe  ve tek başına kalmışlı-
ğın  izlerinin, dehşet ifadesinin  henüz  kaybolmadığını  görüyordum.
	Bütün  bunlara  rağmen o, bakışı, duruşu, zarafeti, büyüleyen   sade güzelliğiyle, tarih
sayfalarındaki  çok ünlü  meşhur  kadınlardan  daha  farklı ve  göz  alıcıydı.
	Saçları, narin  ve yuvarlak  omuzlarını  aşmış,sırtından  beline  doğru uzanmıştı. Buda-
nın  yanında  öylece  duruyor, hipnotize  olmuşçasına  bana  bakıyordu.  Ardında  yeşilin  her
tonundan  renkler  almış  ormanın  duvarları  yükseliyor, seyri  doyumsuz  bir  dekor  oluştu-
ruyordu.
	Adeta  bir  film  sahnesini  andıran  bu ortamda, karşılıklı  bakışarak ne kadar durduk,
bilmiyordum. Sihirli  bir  alemin içine yuvarlanıp  gitmiştim. Çıkmak gibi bir çabam  yoktu.
O’nu  bulmuş, ona kavuşmuştum ya,  gerisi  boştu.
	Onun,  kollarını  öne  doğru  uzattığını, bana doğru  gelmeğe  çabaladığını  görüyor-
dum. Fakat  nedense, aramızdaki  mesafe  bir  türlü  kısalmıyor, birbirimize  kavuşamıyorduk.
	Ayaklarım  toprağa  kök  salmıştı, kımıldayamıyordum. Bu  sahne  ne  kadar  devam
etti?   Orası da  meçhul…
	Ne  zaman, nasıl oldu?  Görmedim, bilmiyorum. O, bana  ulaşmış, kollarıyla beni sıkı,
sıkıya  sarmıştı. İsteri  nöbetine  tutulmuşçasına  titremeler  geçiriyordu.
	“  Beni  arayamayacaksın,  arasan da  bulamayacaksın,  vahşi  hayvanlara  yem  olaca-
ğım,  yeşil  mezara  gömüleceğim  sanmıştım. Şükür  yanılmışım. “
	Benim  konuşmama  fırsat  vermeden, hızlı,  hızlı   konuşmağa devam  ediyordu: 
“ Hadi  artık, bana beni  sevdiğini  söyle!  Beni  sevdiğini  biliyorum. Kollarınla  sar beni, te- ninin  kokusunu  duymak istiyorum. Aramızdaki  şu  mesafeleri  kaldır, çekingenliği  bırak,
gurur  yapma ve  sana  karşılık  vermeyeceğim  korkusunu  kafandan  çıkar at.”
	Nefes, nefese  kalmıştı. İlk defa  bana  bu  kadar  yakın duruyor, kollarımın  arasına bir
kedi yumuşaklığıyla  sokuluyordu. Bedenlerimiz  ilk  defa  birbirine  çekincesizce  yaslanıyor,
tek  vücut  olmak istiyordu. Aşk, sevgi ve  arzu,  Buda’nın huzurunda volkan gibi patlıyordu. Ne  yapmalı,  nasıl  davranmalı,  ne  söylemeliydim?  Bilemiyordum.  Acemi, genç  bir  aşık   gibiydim. Başım  dönüyordu. Her  yanımı  ter  basmış, titreme  nöbeti  bana  bulaşmıştı.
	O, soru dolu, ateşler saçan gözlerle  bakıyor, belli ki, sevda sözleri  duymak, sevilmek, 
okşanmak  istiyordu. O, benim  için  olağanüstü  bir  varlık, eşi  bulunmayacak  bir  sevgili  o-
lacaktı  bundan  sonra.
	 
	Ben, onu  ararken  o, Buda  rahiplerinden  Nirvana’ya  giden  yolu  öğrenmiş, öğretisi-
ni  belleğine  almıştı. Bilgeler  sınıfına  giden  yol da  artık  ona  açılmıştı. Onca  yıldır verdi-
ği  uğraş, çektiği  meşakkat  onu  amacına  ulaştırmıştı.  Ruhunu  yıkayıp  arındırmış, kalbini
sevgime  açmıştı.  Bu  yüzden  bana, şimdiye  kadar hiç  söylemediklerini  içinden  geldi-
ği  gibi  söylemiş,  bu  güne  değin  hiç  yapmadığı  bir şeyi  yaparak, arzuyla  kollarıma  atıl-
mıştı. Nirvana’ nın  büyüsü, bu ana kadar adı  konmamış duyguların, kırk kilitli ağır demir ka-
pılarının  anahtarı olmuştu. Bize de o kapıdan içeri girmek kalıyordu...
	
	
                                                                 * * * * * * 
DİNMEZ ER / ÇEŞME /
Kayıt Tarihi : 26.10.2008 12:58:00
 
 
 
 
 Şiiri Değerlendir
Şiiri Değerlendir
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
 
 



BİR ÇOK YERLERE GÖTÜRDÜ...
ÇEŞMEDEN TURİST GEZİZİ İÇN ADALARA GİDEN TEKNELER ..HERGÜN..TAM DA BİZİM KIYIDAN GEÇERDİ...İÇLERİNDE EN DİKKATİMİ ÇEKEN..MUTLAKA İZLEDİĞİM...EN GÜZEL ..BENİ EN ÇOK ÇEKEN..NİRVANA İSİMLİ TEKNEYDİ...NEDEN İLLAKİ ONU İZLERDİM BİLMİYORUM...ALAÇATI ÇEŞME VE NİRVANA..
HARİKA....
KUTLUYORUM...
Bir yandan mistik düşüncenin derinliği ve transdantal meditasyonla çağdaş bilgelerin ulaşmaya çalıştığı duğu felsefesi duyarlılığı, öte yandan ilahi aşka yakın insanın karşı cinsine duyguğu sevgi derinlemesine çok güzel işlenmiş.
Kutluyorum. Öykü insanı gerçeklere yönlendirmeli ve en az, anlamlı şiirler kadar düşündürmelidir ki, bu başarı öyküde fazlasıyla yakalanmıştır....+10
TÜM YORUMLAR (3)