Duygularınız sizindir, saklıdır, kimsenin müdahale edemeyeceği bir biçimde size aittir, oradaki her değişiklik yalnızca sizinle ilgili bir keder ya da sevinç yaratacaktır ama hayatınız başkalarının da içinde dolaştığı, başkalarının da kendine bir yer bulduğu, açıkça görülen, izlenen, müdahale edilebilen, oradaki her değişiklikle başkalarının da yaralanabildiği bir duraktır.
Vitrinlerindeki mankenleri çırılçıplak soyulmuş, demir parmaklıkları indirilmiş ışıksız dükkanların iki yanına dizildiği, apartman kapılarının sıkısıkıya kapatılmış olduğu, köşebaşlarında çöplerin biriktiği Şişli'nin arka sokaklarından bir gece vakti, korkmayı bile unutarak, aşk acıları içinde ağlayarak geçtiğim o gece on yaşlarındaydım herhalde.
Erken gelen bir özgürlük merakıyla tek başıma gittiğim, gazoz ve toz kokulu Tan Sineması'nda seyrettiğim filmdeki siyah gözlü kıza aşık olmuştum.
Ama aşktan ağlamıyordum.
Kızın adını öğrenemediğim için ağlıyordum, onun kim olduğunu anlayamamıştım.
Adını bilmediğim için onu hayallerimin arasına alamıyordum.
Kıskançlıklarla, kuşkularla, hesaplaşmalarla süren sancılı bir aşkın orta yerindeki bir sevişmeden sonra adam seviştikleri odadan çıktığında başlayan bir hava bombardımanında ev isabet alıyor ve adamın biraz önce geçtiği bölüm çöküyor.
Daha iki dakika önce koynunuzda olan birinin yok olduğunu görüyorsunuz.
O korkunç anda kadın yaşadığı çaresizlik karşısında, aslında pek de inanmadığı Tanrı’ ya sığınıyor.
Dizlerinin üstüne çöküp yalvarıyor.
“İnandır beni” diyor, “o yaşarsa sana inanacağım. Ona bir fırsat tanı. Bırak mutluluğuna sahip olsun. Bunu yap, inanacağım sana.”
Ve Tanrı’yla bir pazarlığa oturup en çok sevdiğini geri alabilmenin karşılığında Tanrı’ya en çok sevdiğini vermeyi öneriyor.
'Ben senin herşeyin olacağım' açgözlülüğü, sevdiğin insanı kendi varlığınla sarıp dünyadan kopartarak, yalnızca kendine ait, başkalarının girmeyeceğinden emin olduğun bir kapalı bahçe haline getirme arzusunun boğuculuğu... Oysa tersine bir yolculuk var gibi. Hiçbir şeyi olmamaktan başlarsan, o geniş özgürlük meralarından 'herşeyi olmaya' ulaşabiliyorsun. Herşeyi olmaktan başlarsan, kısa zamanda gideceğin yer 'hiçbir şeyi' olmamak oluyor.
Hafızamızın bizden bağımsız bir hayat sürdürdüğünden şüpheleniyorum bazen, kaybolduğunu sandığımız nice anı, nice çehre, söz, cümle, yazı, kendi derinliğiyle bulanıklaşmış kanalların içinde varlıklarını sürdürerek yüzüp duruyor; sonra birden, neredeyse ilk günkü kadar taze ve parlak olarak beliriveriyorlar, o zamana kadar niye saklanmışlardı ve o gün ortaya niye çıktılar, bunu hiç bilemiyoruz.
Geçenlerde, her mevsimden kendinde bir şeyler taşıyan kararsız bir sabah vakti, beyaz yelkenler gibi şişen bulutlarla çocuksu bir güneşin yaşadığı saklambaçın bir yağmura mı yoksa ılık bir güne mi döneceğini kestirmeye çalışarak, uzaktan kremalı bir pasta gibi gözüken uçuk sarıya boyanmış konağa yaklaşırken, Goethe'nin Frau von Stein'a yazdığı bir ayrılık mektubundan bir satır, görünürde kendisini çağıran hiç kimse olmadığı halde çıkıp geliverdi. 'Biz birbirimizin hiçbir şeyi olmayacaktık ama herşeyi olduk' diye yazmıştı Alman şiirinin Zeus'u.
'Biz birbirimizin hiçbir şeyi olmayacaktık...'
Bu kısa mektubun tümünü okumak için duyduğum ani istekle hemen eve dönüp 'Goethe'nin Mektupları'nı çıkardım.
Kendisinden yedi yaş daha büyük olan, evli ve dört çocuk sahibi soylu kadına bu mektubu yazdığında Goethe yirmi yedi yaşındaydı, bütün hayatını geçireceği ve 'Ben Weimar'lı bir dünya vatandaşıyım' diyeceği Weimar'a geleli henüz bir yıl olmuştu.
...Br insanı bir başka insana kuvvetle bağlayan bağ nedir? İbrişim görünümlü çelik bir yumak gibi insanı ilk bakışta görüp anlayabilirmiyiz
...Neye bağlandığımızı biliyormuyduk
bize birisine niye bağlandığımızı sorduklarında, 'çünkü güzel' diyorduk, 'yakışıklı, zeki, güçlü, yetenekli'; bir insanın sevilmesi için geçerli olduğunu kabul ettiğimiz nedenleri sıralıyorduk.
Ama belkidegüçsüzlüklere, zayıflıklara, çarpıklıklara bağlanıyorduk.
Biz 'bağlanmayı' hep zirvelere doğru bir uçuş olarak anlatmaya çalışırken belki de bağlılık, ölümün, deliliğin, kuşkunun, bencilliğin, bozulmanın karanlık uçurumlarına doğru bir kendini bırakıştı.
Bağlandıklarımızda, her zaman başkalarının görmediği bir 'acınacak' yan bulmuyor muyduk, bize en çok acı çektirenlere bile daima bizde şefkat uyandıracak bir kırılganlığı görmüyormuyduk?
Uzun zamandır yüreğim bir kuytuda
Uzun zamandır suskunluğum sorguda
Kilitlendim karmaşık bir duyguda
Her geçen gün biraz daha eksiliyorum
Vakit gül mevsimidir şimdi
Nasıl bakıyor sizin gözleriniz?
Kilitli bir kapı gibi mi, hiçbir ışık sızdırmayan? Karanlık ve kapalı mı?
Hiç merak ettiniz mi, nasıl bakıyor sizin gözleriniz...
Oğlu kaybolmuş bir anneyi gördüğünüzde, gözleriniz nasıl bakıyor?
Bir zengin gördüğünde gözleriniz nasıl bakıyor?
Bir general gördüğünde...
Acı, ağulu dikenler gibi ruhuna dolandığında, öfke kızıl bir küheylan gibi koşturduğunda, keder yaşlı bir ağaç gibi üstüne yıkıldığında, duracaksın,
durup gümüş bir su gibi akan sabahın tazeliğine bakacaksın,
sana iki yüz yıl önceden haberler taşıyan alaycı kargaların sesini dinleyeceksin,
çiçeklerini koklayıp derin bir soluk alacaksın.
Ölüm seni kuşattığında, tam da o sırada, hayatı düşüneceksin..
Acıyı, öfkeyi, kederi ulu bir gölgeliğe yatıracaksın bir zaman, 'dinlenin biraz' diyeceksin.
Bir kadın 'ben üşüyorum' dediğinde, bunun cevabının 'üstüne bir şey al,' 'istersen bir taksiye binelim,' 'eve geldik zaten' türünden bir söz olmadığını, 'üşüyorum' dediğinde kadının 'bana sarılsana' demek istediğini ve ona sarılmak gerektiğini öğrenmek epey zamanımı aldı. Sanırım binlerce yıl boyunca isteklerini açıkça söylemelerine izin verilmediği için 'gizli bir dil' geliştirmek zorunda kalan kadınlar, bu kadar basit bir şeyin erkekler tarafından niye anlaşılamadığını, niye 'emeceklerine üflediklerini' hiç anlayamazlar. Erkeklerin, bakkal dükkanının arka tarafındaki salak küçük oğlana benzediğini düşünürler: 'Anlayışsız ve beceriksiz salaklar.'
Ben ne zaman bu konuyu düşünsem aklıma hep Amarcord filmindeki o sahne gelir.
Koca memeli bakkal kadın, köyün ufak oğlanlarından birini bakkal dükkanının arka tarafına çeker.
Andre Gide, Dar Kapı isimli kitabında, yaşanılanın değil yaşanılmayanın hikayesini anlatır; birbirlerini seven iki insanın bir türlü bir araya gelememesinin hikayesidir bu kitap. Ve birleşememelerinin nedeni, başkalarından ziyade kendileridir, kendi inançları, kendi korkuları önler onların aşklarının ifade edilmesini. Koca bir hayatı, istediklerini yapamayarak geçirir kitabın kahramanları.
Yaşamak istediklerimizle yaşayabildiklerimiz arasında ortaya çıkan büyük uçurumun esas sorumlusunun aslında kendimiz olduğunu anlatır kitap.
Bütün kitap boyunca okuyucu hep aynı isyanı hisseder, söyleyin artık, birleşin artık neden duygularınızı gizliyorsunuz, diye bağırmak ister. Ama, kitabın kahramanları, kendi yarattıkları o 'dar kapıdan' geçemezler bir türlü, orada sıkışıp kalırlar.
Herkesin hayatı, dar kapılarla çevrilmiştir aslında.
Rahatlıkla geçip feraha ulaşacağımız birçok kapıyı, kendi inançlarımız, korkularımız, endişelerimizle daraltıp kendimizi kendimize tutsak ettiğimizi çok geç farkederiz.
Yaptıklarımızdan ziyade yapamadıklarımızdan daha çok pişman olmamızın gizli nedeni de budur zaten, yaptıklarımızın sonuçları kötü çıksa da, çıkan sonuçlarda bizimle birlikte başkaları da sorumludur, başka birilerinin iradesi işin içine girmiştir, pişmanlığımızı ve öfkemizi başkalarının üstüne yıkabilir, pişmanlıktan kendi payımıza düşeni azaltabiliriz.
Hayatımız boyunca duyduğunuz bütün sesler arasında en az tanıdığımız, dahadoğrusu hiç tanımadığımız tek ses, kendi sesimizdir. Başka sesler bize
birçok şeyi hatırlattığı halde kendi sesimiz bize hiçbir şey hatırlatmaz.
Sesimiz, hafızamızda tek bir ışık bile yakmaz. Kendi sesimiz bize
yabancıdır. Kendi kokumuzu da alamayız. Kokumuz da yabancıdır bize.
Bu kadar yakın olup da sesine ve kokusuna yabancı olduğumuz tek insan
kendimiziz. Belki de bu yüzden kendimizi tanımayız. Belki de bu yüzden bir
Ahmet Altan
Demokrasi senin olsun
Ahmet Altan
Haber ver
Ekmeğin paylaşımından
Ekmeksizlerden
Demokrasi senin olsun
Ahmet Altan
Haber ver
Çöplükte yaşayanlardan
Çöplükten geçinenlerden
İşi olmayanlardan
Demokrasi senin olsun
Merhaba Ahmet Bey
Nasılsınız. Şiir yüreğimizin sesidir.İçimizdeki sesleri yansıttığımız bir aynadır. Sevda düştüyse yüreğimize hep kanar bir yanımız. Ulaşamayız hasretimize. Bir ömür adasakta artık fayda etmez. Biliriz. Ama gene düşeriz,bedeller öderiz kaybedeceğimizi bile bile, kazanma umuduyl ...