Hücrem, zamanın tabutuna çakılmış son çivi,
Soluduğum küf, geçmişin leşi.
Düşüncem, paslı bir kantar, tartan kendi hiçliğini,
Tütünümün dumanı, hafızamdan kaçan bir cin.
Uykum, dipsiz bir kuyu, bozkır o kuyunun ağzı,
Bir nal sesi değil, tarihin damarımdaki sızısı.
Kapı, susturulmuş bir ağız, mühürlenmiş derinden,
Ve o an bir gıcırtı... Kâinatın çarklarından gelen.
“Bu vakit,” dedim, “gecenin kalbine saplanmış bir bıçak,
Hangi kurdun gölgesi düşer ki eşiğime, kimdir o konak?”
Aralık ayazı, etimi yakan firavun zırhı,
Zulüm, damarlarıma yürüyen zehirli bir sarmaşık.
Bir medet umdum Asena’dan, o ana rahmi şefkatinden,
O Tanrı Dağı’ndan süzülen gök yeleli efsaneden...
Ama kapıyı zorlayan, o masal değildi, gerçeğin ta kendisiydi,
Tarihin nabzı, şakağımda bir çekiç gibi dövülmekteydi.
Fırladım, kemiklerim çatırdadı asırların yüküyle,
“Bir yolcudur,” dedim, “gecenin zehrini içmiş diliyle.”
Yiğitlik, pas tutmaz bir kılıçtır ruhumun kınında,
Çektim sürgüyü, bin yıllık bir öfke vardı anımda.
“Kim olursan ol,” dedim, “bu hücre bir dergâhtır gardaş,”
Dalmışım, cıgaram olmuş bana hem sırdaş hem yoldaş.”
Ve açtım kapıyı, bir kurbanın göğsünü yarar gibi…
Gök rengi bir karanlık, kör bir dervişin gözleri gibi.
Bir çift göz değildi o, zamanı yakan iki kor parçası,
Ergenekon’dan çıkıp gelmiş, çağların muhafızı.
O gözlere diktim gözlerimi, iki ordu karşı karşıya,
Durup baktım, ruhum o bakışta döndü bir mecnuna.
Bir hırıltı, bir dağ göçüğünün gürültüsüydü duyduğum,
“Asena?” dedim, ağzımdan dökülen son yudum suyum.
Sesim, kırık bir kılıç gibi duvara çarpıp döndü,
“Asena...” dedi o ses, bütün kâinat o anda söndü.
Döndüm hücreme, kalbim avucumda can veren bir kuş,
Ve duydum o sesi yeniden, tunçtan bir dağ gibi durmuş.
Çektim sürgüyü, sanki bir dağı çektim yerinden,
Ve o, hürmetle, sanki gök kubbeyi sırtlanmış gibi, çağların içinden,
Beraberinde ayazı ve bozkırın yaban kokusunu getirdi,
Gök yeleli bir Bozkurt girdi içeri, bu zindanın sahibi gibi.
Ne bir selam, ne bir kelam… otağıydı sanki bu taş oda,
Gelip dikildi ortada, bir anıt gibi, zamana ve mekâna veda…
Baktı, bakışları aklımı tartan bir terazi,
Bu kutlu duruşta eridi içimdeki bütün mazi.
Dedim: “Boynumdaki pranga, sana karşı benim tek tacım,
Ey Gecenin ve Ayazın rahminden doğan ilaçım,
De hele, nedir o son menzildeki ilahi parola?”
Ve Bozkurt uludu. O ses bir ferman değil, fermanın ta kendisiydi.
Gök kubbe o tek hecede çatırdadı:
“KALK!”
O tek hece, ruhuma inen bir yıldırım oku.
“Gücüm yok!” diye fısıldadım, “Bak şu halime!
Bu paslı pranga, bu çürümüş ruhla, nereye?”
Uludu Bozkurt, sesi bu kez demiri eriten bir lavdı:
“KALK!”
“Kılavuz!” diye haykırdım, “bu kan kokan vatanda,
Bu toprağın ölü ruhu nasıl dirilsin bu zindanda?
Söyle, Ergenekon’un demir dağı bir daha delinir mi bizim için?”
Uludu Bozkurt, yankısı can evimde değil, evrenin kendisindeydi:
“KALK!”
“Bu emir gayrı benim andım, ya yoldaşım ya celladım!” diye kükredim.
Ve o an bir şey oldu. Bir şimşek, damarlarımdaki zehri yaktı.
Dizlerimin üstündeki prangalar, birer buz kalıbı gibi çatırdayıp dağıldı.
Ayağa doğruldum.
Artık ne zindan vardı, ne de paslı bir kantar.
Bozkurt gitmedi. Gidemezdi.
Çünkü o Bozkurt, artık dışımda bir gölge değil,
İçimde hiç sönmeyecek bir ocağın ateşiydi.
Ve o ateşten, o tek emirden doğan bu yeni ben,
Asla dönmeyecekti artık uyku denen o dipsiz kuyuya.
Asla
Kayıt Tarihi : 14.6.2025 15:20:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!