YUSUF SURESİ
Kur’an’ın nüzul sırasına göre 53. Resmi sıralamasında 12. sure olarak yer alır. Mekke döneminin sonlarına düşen bir suredir.
Hud suresinden sonra, Hicr suresinden önce Mekke’de nazil olmuştur.
Sebebi nüzulü Yahudilerin telkini ile Mekke müşriklerinin Hz. Peygamber’e, “İsrailoğulları Mısır’a niçin gittiler?” şeklindeki sorusuna cevap olarak veya Müslümanların Resulullah’tan bir kıssa anlatmasını istemeleri üzerine indiği rivayet edilmiştir.
Başka bir görüşe göre, kavmi tarafından zulme uğramış olan Hz. Peygamber’i teselli etmektir. Kavminin baskıları ve işkenceleri karşısında Resul-i Ekrem ve arkadaşları bunalmışlardı; bu bunalımdan bir çıkış yolu arıyorlardı. Böyle sıkıntılı bir anda bu surenin inmesi, Müslümanlara bir teselli ve müjde olmuştur. Zira kıssanın kahramanı olan Hz. Yusuf da Filistin’de kardeşlerinin bazı kötülüklerine maruz kalmıştı. Fakat sonunda o, Mısır’da devlet yönetiminde söz sahibi oldu, kardeşleri de bu devletin yönetiminde görevlendirildiler.
Bu surede anlatılan kıssa da, dolaylı olarak Hz. Muhammed ve arkadaşlarına, sabrettikleri takdirde Hz. Yusuf’a verilmiş olan mükâfatın bir benzerinin onlara da verileceğini ve Kureyşliler’in kendilerine boyun eğeceğini müjdelemektedir. Nitekim kavminin baskısı neticesinde Medine’ye göç etmiş olan Resulullah sekiz sene sonra Mekke’yi fethetmiş ve Kureyşliler ona boyun eğmiştir. Ancak Hz. Peygamber Kureyşliler’e, Hz. Yusuf’un Mısır’da kardeşlerine söylediği sözün aynısını söylemiş ve şöyle demiştir: “Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir”. “Gidiniz, hepiniz serbestsiniz!”.
Muhtevası; Bir peygamberin, bir güzel insanın hayatından söz ediyor, adını da zaten oradan alıyor. Kur’an da ki en uzun kıssalardan bir tanesini anlatıyor bu sure. Kahramanı Hz. Yusuf, Hz. Yakup ve Hz. Yusuf’un kardeşleri olan bir kıssadan.
Küçük bir çocuğun kıskanç kardeşlerinin ihanetine uğrayarak önce öldürülmeye kalkışılması, daha sonra kuyuya atılması, daha sonra kervancılar tarafından alınıp köle diye satılması, daha sonra iftiraya uğraması ve bir iffet sınavından geçmesi, daha sonra zindana atılması ve en sonunda muhteşem final Mısır’a sultan olması.
Allah’tan bağımsız bir başarı tasarlanamaz. Eğer başarı tasarlayacaksanız mutlaka Allah’ı hesaba katacaksınız. Düşünebiliyor musunuz dışarıdan bakınca kuyuya atan mı, yoksa kuyuya atılan mı zarar gördü. Şöyle kısa vadeli bakınca kuyuya atılana acımak lazım. Ama biraz yukarıdan bakarsanız, Allah’ın gör dediği yerden bakarsanız kuyuya atanlara acırsınız.
Ve bir ders daha veriyor bu sure, son ders, o da; bir kişi nedir ki, Bir kişi ne yapabilir ki diyenlere; Hayır öyle demeyin, bir kişi çok şey yapabilir. Yusuf’a bakın cevabını veriyor. Ahlakıyla, erdemiyle, liyakatiyle, iffetiyle, çalışkanlığıyla, kendini ispat eder, kişiliğini ispat eder, şahsiyetini ortaya koyarsa bir kişi çok şey yapabilir. Koca bir devleti eline geçirip orada Hakkı ve hakikati haykırabilir mesajını veriyordu bu sure.
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
1. Huruf-u Mukadda ismi verilen bu kesik harflerle başlayan tüm surelerde olduğu gibi bu sure de vahiy ile vahye atıf yaparak söze giriyor.
İbni Abbas; ”Elif. Lâm. Râ", ”Ben Allah'ım görürüm" demektir. Demiştir.
Bu ve benzeri türden harfler, insanların hiç de yabancısı olmadıkları, aralarında kullandıkları harflerdir. Beşeri yetenek ve gücün, asla üretemeyeceği bu ayetlerde gerçeği açıklayan kitabın ayetlerindeki harfler de aynı harflerdir.
Kur’an-ı Kerim Mübin’dir. Mübin kelimesinin üç manası vardır:
Kendi özünde açık, seçik ve aydınlık; kendisinin ne olduğunu tanıtmaya kendisi yeterli olan.
Beyan edici, açıklayıcı, açığa çıkarıcı, ayırt edici. Nitekim Kur’an-ı Kerim helâlleri, haramları, cezaları, hükümleri, hidayet ve kurtuluş yollarını, rahmet ve berekete nâil olabilme usullerini açıklamaktadır.
Dili ve ifadesi gayet güzel; maksat ve muradını gereğine göre dilediği gibi anlatan fasih ve beliğ bir kelâm.
“El Mübin” Yani hem özünde açık, net, anlaşılır kitabın ayetleri, hem de açıklayan, şerh eden, tefsir eden, hakikati insana açıklayan, daha doğrusu yüce hakikatleri insan zihnine indiren, onun seviyesine taşıyan ve ona açık seçik beyan eden ayetler demektir.
2. Kur’an’ın Arapça olarak indirilmesinin temel sebebi, son peygamberin Araplar arasından seçilmiş olmasıdır. Yüce Allah her peygambere kendi kavminin diliyle hitap etmiş, vahyini onların diliyle göndermiştir ki peygamber Allah’ın emir ve yasaklarını kavmine rahatça anlatsın.
Şüphe yok ki Kur’an’ın Arap dili ile indirilmiş olması onun sadece Araplara indirildiğini ifade etmez. Nitekim bazı ayetler, onun bütün insanlığa hitap ettiğini, dolayısıyla evrensel bir kitap olduğunu göstermektedir.
Son peygamberin Araplar arasından seçilmesinin doğal bir sonucu olarak önce onlar ıslah ve irşat edilecek, sonra da onların aracılık ve örnekliğinde diğer kavimler İslâm iman ve ahlâkına gireceklerdi. Ayrıca Kur’an yalnız Arapların kutsal kitabı olmadığından Arapça bilmeyenlerin de onu anlayabilmeleri ve böylece İslâm’ı birinci kaynağından öğrenme imkânını elde etmeleri için Kur’an’ın başka dillere çevrilmesi zorunludur. Ancak bu çeviriler insan çabasının ürünleri, dolayısıyla az veya çok kusurlu olup Kur’an’ın orijinal metni yerine konamaz.
Aslında Arapça olarak demesi; insan dilinde indirdim anlamına gelmeli, öyle alınmalı. Yoksa Araplar için Araplar anlasınlar diye değil. Nihayetinde diller beşeri bir şeydir ve her dil bir başka dile çevrilebilir.
3. Kasas “bir şeyin izini sürmek” anlamına gelmektedir; isim olarak, “anlatılan haber” demektir. Kur’an’da daha çok bu manada kullanılmıştır. Çoğulu kısastır. “ahsene’l-kasas” ibaresi iki manaya gelir:
En güzel şekilde anlatma, en güzel üslup. Buna göre cümlenin meali şöyle olur: “Biz, bu Kur’an’ı sana en güzel bir üslûpla anlatıyoruz.”
En güzel kıssa
Edebiyatta hayalî kıssalar olduğu gibi gerçek kıssalar da vardır. Hz. Yusuf’un kıssası yaşanmış bir olaydır. Bir taraftan tasavvuf ve edebiyatta mecazi aşk denilen ve tabii bir gerçeklik olan beşerî sevgiyi, diğer taraftan bu tür sevgilerin insanı kötülüğe saptırmasına engel olacak güç ve içtenlikteki iman ve iffetin yüceliğini anlatan bu sure, ayette “ahsenü’l-kasas” olarak nitelendirilmiştir.
Kıssada aynı zamanda baba-oğul, Yakup Aleyhisselam ile Hz. Yusuf’un hasret, ıstırap ve üzüntüleri canlı bir şekilde dile getirilmektedir.
Ayette, Hz. Peygamber’in, Yusuf hakkında daha önce bilgisinin olmadığı, bu bilgilerin kendisine vahiy yoluyla geldiği bildirilmektedir. Bu durum, Hz. Muhammed’in hak peygamber, Kur’an’ın da mucize olduğunu gösterir. Zira okuryazar olmayan, yabancı dil bilmeyen ve İsrailoğulları’nın Mısır’a gitmeleriyle ilgili yeterli bilgisi bulunmayan bir kimsenin, vahye dayanmadan, çok zaman olayların detayına kadar inen böyle mükemmel bir kıssayı ortaya koyması mümkün değildir.
İbranicede “Allah’ın güçlü kıldığı” manasına gelen İsrail kelimesi, Yakup peygamberin lakabıdır. Soyundan gelenlere de “İsrailoğulları” denilmektedir.
Rivayetlere göre Yakup Filistin’de yaşıyordu ve on iki oğlu vardı. Yusuf on birinci oğluydu. Mısır’da köle olarak satılmış, bir süre kölelik, oldukça uzun bir süre de hapis hayatı yaşadıktan sonra Mısır’da önemli bir üst düzey yöneticiliğe getirildi. Daha sonra babası ve kardeşlerini de Mısır’a götürdü. Böylece İsrailoğulları Mısır’a yerleştiler. Hz. Musa’nın zamanında ve onun liderliğinde tekrar Filistin’e dönmüşlerdir.
Bu sûrede sözü edilen herkesin sonunda mutluluğu elde etmesidir. Bunun için Yusuf’un, babasının, kardeşlerinin ve azizin hanımının akıbetlerini hatırlamak yetecektir. Ayrıca hükümdarın da Hz. Yusuf’a iman edip İslâm’a girdiği de söylenmiştir.
4. Gördüğü rüyayı açıklıyor. 11 yıldız, yani Bünyamin ile birlikte 11 kardeş. Ay üvey annesi, güneşse babası. Rüya; Rüyayı sadıka olarak açık ve net. Tıpkı Kur’an’ın vahyi kadar açık ve net.
Tabii Hz. Yusuf’un bu rüyası daha sonra hakikate dönüşecek. Ancak Hz. Yusuf’un bu rüyasını yorumlayan babası, işin farkına ilk varan kişi idi.
Buradaki ”secde ederlerken" ifadesinden amaç, ibadet amacıyla yapılan secde değil, selâm amacıyla yapılan secdedir.
5. İslâmî kaynaklarda genel olarak üç türlü rüyanın bulunduğu ifade edilmektedir: a) Sadık rüya. Kaynağı ilâhî olan ikaz ve işaretler olup doğru ve gerçek rüyalardır. Hz. Peygamber bu tür rüyaların peygamberliğin kırk altı cüzünden biri olduğunu haber vermiştir. Sadık rüya gören kimse, bu vesileyle Allah’ın ilim, irade, kudret ve yaratmasıyla ilgili bazı şeyler hakkında bilgi sahibi olur.
b) Nefisten yani beyin, duyu organları ve iç organlardan kaynaklanan düşler. Bunlar, hatıraların, arzuların hayalde canlanmasından ibarettir.
c) İnsan ruhunun gizli bir dış tesirden (şeytan) etkilenmesi neticesinde meydana gelen korkma ve sapmalar olup yalancı bir çağrışım ve hayalî bir olaydır. Hz. Peygamber bu tür rüyaların şeytandan kaynaklandığını haber vermiştir.
Demek ki Hz. Yakup çocuklarının karakterlerini çok iyi ölçmüş ve onların Hz. Yusuf’a karşı tavır ve davranışlarını çok iyi biliyor, onun için de uyarıyor.
Yusuf’un gördüğü bu rüyayı yorumlayan Hz. Yakub, oğlunun ileride büyük bir makama geleceğini anlamıştı. Ancak diğer oğullarının, yorumu gayet kolay olan bu rüyadan haberleri olduğu takdirde Yusuf’u kıskanarak ona kötülük edeceklerinden endişe etmiş, bu sebeple rüyasını kardeşlerine anlatmaması için onu uyarmıştır.
6. Ehâdis; kelimesinin iki manası vardır.
Birincisi; olaylar ve haberlerdir. Buna göre, Allah ona meydana gelecek olaylarda sebep-netice ilişkisini ve olayların yorumunu öğretecek; hayatın problemlerini anlama ve onlara çözüm getirme kabiliyetini verecek; her şeyin hakikatine ulaştırıcı keskin bir feraset nasip edecektir.
İkincisi rüyalar demektir. Buna göre de Allah ona rüyaların tabirini, rüyada sembol olarak gösterilen işaretlerin ne manaya geldiğini öğretecektir.
Hz. Yusuf’a verilen basiret, feraset sadece rüyaların yorumunu değil, hayatın yorumunu, olayların yorumunu içine alan bir basiret, bir ferasetti. O olayları doğru okuyor, bir ayet gibi okuyordu.
Rabbin Alimdir, Rabbin Hakîmdir. Allah her şeyi bilen ve hikmetle hükmedendir. Olmuşu da, olacağı da en iyi bilen Allah’tır. Kimi elçi seçip şereflendireceğini, bu işe en lâyık kimin olduğunu en iyi bilen Odur. Yusuf (a.s) Kerim bir silsilenin, şerefli bir soyun çocuğuydu.
Yusuf (a.s)’ın babası Yakub (a.s), Yakub (a.s)’ın babası İshak (a.s), İshak (a.s)’ın babası da büyük ata İbrahim (a.s)dır. Kerim bir atanın Kerim bir torunu Yusuf (a.s) peygamber olacaktı.
7. Hz. Yusuf ve kardeşlerinin kıssası gerçekten ibretlerle doludur. Bunda sorup ilgilenenler, ihtiyaç duyanlar, hâdiselerin gerçek yüzünü öğrenmeye çalışanlar için çıkarılacak çok mühim dersler vardır. Mihnet ve zorluk içinde olanlar nasıl sabredeceklerini, nimet içinde olanlar da nasıl şükredeceklerini buradan öğrenebilirler. Onların kıssalarında hataları bağışlamanın keyfiyeti beyan edildiği gibi, cefa ehlinin buluşma anında nasıl mahcup, rezil rüsva olduğu da haber verilir. Yine burada Allah Teâlâ’nın dostlarını nasıl koruduğuna dair işaretler olduğu gibi, muhabbetin mihnet ve belâları nasıl celbettiğine dair de ipuçları yer almaktadır.
Yani bu masal değildir, hikaye değildir. Allah size masal anlatmıyor ey insanlar. İbret alırsanız eğer bu, muhteşem bir ibretler manzumesidir.
8. Tabii aradaki boşlukları atlayarak bize vermek istediği ahlaki mesajları öncelediği için Kur’an ın üslubu, hikaye gibi aralarını doldurarak gitmiyor. O araları biz zihnimizde dolduruyoruz.
Nereden bakıyorlar? Allah’ın gör dediği yerden değil. Onun içinde çok olanın güçlü olduğunu zannediyorlar, haklı olduğunu zannediyorlar.
Hz. Yusuf’un annesi küçük kardeşi Bünyamin’i doğururken vefat ediyor ve bu ikisi öksüz kalıyorlar. Dolayısıyla diğer kardeşlerin bunlara karşı kıskançlığı da oradan kaynaklanıyor. Bunlar öksüz kalınca babaları Hz. Yakup bunlara aşırı düşkünlük gösteriyor. Onlara kol kanat germe ihtiyacı hissediyor.
Bir de çok özel yapıları var. Özellikle Hz. Yusuf’un özel bir duruşu var. Ahlaki bir tavrı var. Gelişmiş bir karakter ve seciyesi var. Onun için göz dolduruyor. Babasının bir numarası haline geliyor ahlaki davranışlarıyla, olgun tavırlarıyla, hikmetli sözleriyle.
9. Kabaran kıskançlık duyguları, kardeşlik şefkat ve merhamet duygularını o derece örtmüştü ki kardeşlerini öldürmek veya başka bir şekilde ortadan kaldırmak için karar almada tereddüt göstermediler.
Babalarının ilgisini üzerlerine çekmek için babalarını acıya boğacak bir davranışa sapıyorlar. Çok insan ruhunda ki çelişkileri de gösteriyor aynı zamanda. İnsanın iç çelişkilerini.
Şöyle de anlayabiliriz bu ibareyi; Yani bu suçu işleyin, bir tek cinayetten ne çıkar, Yusuf’u ortadan kaldırın, ondan sonra tevbe eder pırıl pırıl olur temizlenirsiniz, yine Allah nazarında pirupak insanlar olursunuz gibi bir duyguları var. Böyle bir yanlışı, bir başka yanlış düşünce ile güçlendiriyorlar.
Hatırlayınız, tam da bu ayet zemininde, bu ayetlerin ilk muhatabı olan Resulallah için, müşriklerin Mekke’de ki siyaset merkezi olan Dar’unnedve’de, Resulallah hakkında ki suikast tartışmalarını hatırlayınız. Bakınız böyle bir benzerlik kuruyor ki Kur’an aslında o bir atıf, bir imadır. Dar’unNedve de Resulallah’ı ortadan kaldırmayı tartışıyorlardı müşrik uluları, reisleri.
10. İçlerinden biri vicdanının sesini bastıramadı ve Yusuf’un öldürülmemesini istedi; O aralarında akıllı biri imiş gerçekten ve Yusuf’u korumak istermiş. Fakat öbürlerine karşı da açıkça muhalefet edemediği için öldürülmekten Yusuf’u kurtarmak maksadıyla böyle bir akıl, tedbir üretmiş.
Ama onu babasından uzaklaştırmak için mutlaka bir şey yapılacaksa bir kuyunun dibine bırakılmasını tavsiye etti. Kervanlardan birinin Yusuf’u alıp götüreceğini, böylece onu babasından uzaklaştırmış olacaklarını söyledi. Rivayete göre bu fikri ileri süren, Hz. Yakub’un en büyük oğlu Rûbîl’dir. Bir rivayete göre de Yeduda’dır. Bu görüş uygun bulundu, uygulamak üzere babalarına geldiler.
Bi’ir; kuyu manasına gelir. Ama burada Cübb diyor. Bu farklı bir şey. Bi’ir; etrafı taşlarla örülmüş sistematik, mimari bir kuyudur. El Cübb ise kazılmış, su bulununcaya kadar kazılmış ama hiçbir mimari faaliyet, inşa yürütülmemiş. Sadece bir çukur olarak, çok derin bir çukur olarak duran su çıkmış çukurdur. Ne suyu adam boğacak kadar yüksektir, ne de içine bir adam düştüğünde dışarıdan bir yardım olmaksızın dışarı çıkabilir. Böylesine çölde arazide kazılmış çok derin çukurlar. Ama etrafı taşla örülmemiş çukurlara el cübb deniliyor. Onun içinde burada bir çukurun su çıkarmak için kazılmış çok derin bir çukurun dibine atarsınız manası verilir.
11. Anlaşılan o ki, kardeşleri Yusuf’u daha önce de götürmek istemişler, fakat Hz. Yakub onlara güvenmediği için buna müsaade etmemişti. Ancak onlar, planlarını tatbik için bu konuda ısrar ettiler. Yusuf’un iyiliğini istediklerini, ona bir zarar gelmesine gönüllerinin asla razı olmayacağını söylediler.
12. Çocuk olduğu için onun da yiyip içmeye, gezip eğlenmeye ihtiyacı olduğunu belirttiler. Böylece Yusuf’un da eğlenme arzusunu kamçılamak istediler. Muhtemel tehlikelere karşı onu gözleri gibi koruyacaklarına söz verdiler.
13. Yakub Aleyhisselam aslında oğullarına güvenmediği halde, bunu hissettirmeme nezaketini göstermiş, gerekçe olarak, onlar farkında olmadan Yusuf’u kurtların kapıp yiyebileceğinden korktuğunu ifade etmiştir.
Sizin ondan yana dalgınlık gösterdiğiniz bir sırada onu kurdun kapmasından korkuyorum dedi. Yani onlar ihanet planlarını yapıyorlar, fakat gerekçeyi düşünemiyorlar. Adeta onlara gerekçeyi farkında olmadan babaları Yakup A.S. sunuyor. Onlar da bunu kaçırırlar mı?
Rivayete göre Hz. Yakub rüyada kendisini bir dağın tepesinde, Yusuf’u da vadinin iç taraflarında görür. Bu halde iken on tane kurdun onun etrafını sardığını ve onu yemek istediklerini, bir kişinin ise onu korumaya çalıştığını müşahede eder. Sonra yer yarılır ve Yusuf üç gün süreyle orada kalır. Buradaki on kurt, onu öldürmeyi planlayan on kardeşidir. Onu savunan kişi ise büyük kardeşi Yahuda’dır. Yerin içinde üç gün saklı kalması ise, üç gün süreyle kuyuda kalması demektir.
Yani burada tabii ince dersler de veriliyor. İnsan eğer ilahi bir takdirin, ilahi bir senaryonun bir parçası olduğu zaman, istesin ya da istemesin neticede yapılan her şey o senaryoya göre uygulanıyor. Ama bu kendisinin farkında olmadan olup bitiyor.
14. Tüm sevecenliğine ve Hz. Yusuf'una düşkünlüğüne karşın Hz. Yakub, oğullarının kendisini köşeye sıkıştırmaları ve bunca taahhütleri karşısında, onların ricasını kabul etmek zorunda kalmaktadır... Allah'ın kaderinin gerçekleşmesi, kıssanın diğer olaylarının yaşanabilmesi için de böyle olması zaten kaçınılmazdı.
15. Kardeşleri, Yusuf’u koruyacaklarına dair babalarına güvence verince Hz. Yakub, Yusuf’u onlarla birlikte gönderdi. Kardeşleri onu kuyuya atmaya oy birliği ile karar verdiler ve kararı hemen uyguladılar.
Kardeşlerinin yaptıklarını bir gün kendilerine haber vereceğine dair Yusuf’a yapılan vahiyle ilgili olarak iki görüş vardır:
a) Hz. Yusuf’a peygamberlik daha o zamandan verilmiştir. Nitekim bu vaad daha sonra gerçekleşmiş ve Hz. Yusuf kardeşlerinin kendisine yaptıklarını ileride onlara haber vermiştir (Ayet 89).
b) Buradaki vahiyden maksat, ilhamdır; henüz peygamberlik verilmemiştir. Nitekim bu tür ilhamlara Kur’an-ı Kerim’de vahiy denildiğine çokça rastlanmaktadır.
Rivayet olunuyor ki, kardeşleri Yusuf’u kıra götürünce, onu dövmeye ve kendisine eziyet etmeye başladılar. O kadar ki az kaldı, onu öldüreceklerdi. Yusuf da bağırıp imdat istiyordu. O zaman Yehuda onlara dedi ki:
Siz onu öldürmeyeceğinize dair bana söz vermediniz mi? Bunun üzerine onu kuyunun yanına götürdüler. Bu sırada Yusuf, onların eteklerine sarılıp yalvarmaya başladı. Onlar, eteklerim onun ellerinden çektiler ve kendisini kuyuya sarkıtmaya başladılar. Yusuf, kuyunun kenarına tutundu. O zaman onun ellerini bağladılar ve gömleğini de çıkardılar. Çünkü babalarına hile yapmak için gömleğine kan sürmeyi kararlaştırmışlardı. Bu sırada Yusuf: Kardeşlerim! Gömleğimi geri verin; onunla örtüneyim, diye yalvardı. Kardeşleri ise:
Haydi, güneşi, ayı ve on bir yıldızı çağır da, sana arkadaşlık etsin, dediler ve kendisini kuyuya sarkıttılar. Nihayet kuyunun yarı beline ulaşınca, ölsün diye ipi bırakiverdiler. Kuyuda su bulunuyordu. Yusuf, suyun üstüne düştü; sonra suda bulunan bir kayanın üstüne çıktı. Bu sırada Yusuf, yüksek sesle ağlıyordu. Kardeşleri ona seslendiler. Yusuf, onların merhamete geldiklerini sandığı için onlara karşılık verdi. Kardeşleri ise, onun taşlamak istediler; fakat Yehuda, onlara engel oldu. Yehuda, her gün ona yemek getirirdi.
Hz. Yusuf’a akıbeti, bu sürecin, bu senaryonun sonu gösteriliyor ve telaşlanmaması gerektiği adeta söylenmiş oluyor. Bununla aslında bize bir hikaye anlatılmıyor. Bunun ilk muhatabı olan Resulallah’a verdiği iç serinliğini siz düşünün. Resulallah Mekke de artık canı tehlikede. Mekke’nin son döneminde. Onların hiçbir tehditlerinden, hiçbir düzenlerinden, hiçbir suikastlarından korkma, neticede olacak olan budur. Sen kendi çağının Yusuf’usun, Yusuf gibi davran ve gerisini merak etme. Onun için burada da Resulallah’a o garanti veriliyordu.
16. Bir yatsı vakti ağlaya, ağlaya babalarına geldiler. İğrenç bir ağlamayla geldiler. Rol yaparak geldiler. Riyakarca bir tavırla geldiler. İçlerinde Yusuf probleminden kurtulmanın sevinci, ama dışarıdan da riyakarca bir üzüntüyle geldiler. Ağlamanın en adisiyle, en çirkiniyle babalarının karşısına çıktılar. Arkasında kahkahalar attıkları bir ağlamayla.
17. Tezgahı kurmuşlar, babalarını ikna etmeye çalışıyorlar. Ama öyle anlaşılıyor ki Hz. Yakup bu tezgaha inanmıyor. Babalarının, uydurdukları bir yalanla kendilerine asla inanmayacağını da biliyorlar. Zira kendilerini bile inandıramadıkları bir konuya bir peygamber olan babalarını inandırmaları elbette mümkün olmayacaktı.
Zaten ilerde 83. ayetten açıkça anlaşılacak bu. Hz. Yusuf’un ölmediğini, yaşadığını, yıllar sonra dile getirecek.
18. “Sabr-ı cemîl”, güzel bir sabır demektir. Bu, beraberinde hiçbir feryadın, şikâyetin ve tahammülsüzlüğün bulunmadığı bir sabırdır. Bu keyfiyetteki bir sabır insana, tüm felâket ve meşakkatleri sükûnetle, kendine hâkim olarak, ağlayıp sızlamadan, yüce ruhlu kişilere yaraşır bir şekilde göğüsleme kuvveti verir.
Bir başka izaha göre ise: “Sabr-ı cemîl; Allah Teâlâ’nın kadim ve küllî iradesiyle istediği şeylerin ortaya çıkışına sabretmek, teslim olmak ve rıza göstermektir. Böyle bir sabrın peşinden ilâhî yardımın yetişeceğinde şüphe yoktur. Nitekim ayette sabr-ı cemil’in hemen peşinden yegâne yardım istenecek varlığın Allah olduğunun beyan edilmesinde bu gerçeğe bir işaret vardır.
Resul-i Ekrem efendimizin bir hadislerinde beyanıyla sadme-i ûlâda, ilk sadmede kişinin sabretmesi sabr-u cemildir. Evin yandı haberi, baban öldü haberi, oğlun öldü haberi kişiye ilk verildiğinde, haberin ilk sadmesiyle karşı karşıya kaldığı anda kişinin sabretmesi sabr-u cemildir. Değilse bir ay geçtikten sonra ona sabret demenin anlamı kalmayacaktır. İşte Allah’ın elçisi Yakub (a.s) bu haber kendisine ilk verildiği anda yıkılmadı, dengesini kaybetmedi güzel bir sabırla sabretti.
19. Konunun akışından anlaşıldığına göre Yusuf’un atıldığı kuyu, ticaret kervanlarının geçtiği yol üzerinde bulunuyordu. Nitekim 10. ayette geçen, “Onu kuyunun dibine atın da geçen kervanlardan biri onu alsın” cümlesi de bunu açıkça gösterir. Yusuf’un kuyudaki durumuna bakıldığında, kuyunun kuraklık sebebiyle suyunun çekilmiş olduğu ve onun burada hayatını etkilemeyecek kadar kısa bir süre kaldığı anlaşılmaktadır.
“Onu bir ticaret malı olarak sakladılar” cümlesindeki saklayanların kimler olduğu hakkında farklı iki görüş vardır:
a) Onu saklayanlar, su almaya gelenlerdir. Onu kervandaki diğer arkadaşlarından saklamışlar ve el altından değersiz bir bedelle satmışlardır.
b) Kardeşleri Yusuf’un kendi kardeşleri olduğunu saklamışlardır. Yani onu kuyuya attıktan sonra gitmemişler, o yörede beklemişler, kervanın sucuları Yusuf’u çıkardığında onun kendi köleleri olduğunu iddia etmişler, Yusuf da korkusundan ses çıkaramamış, böylece onu köle olarak kervanın adamlarına düşük bir bedelle satmışlardır.
20. Çünkü onlar, bir çocuğu köleleştirip satmak gibi bir suçlamayla yüzyüze gelmek istemedikleri için, onu bir an önce ellerinden çıkarmak istiyorlardı... Böylece, Hz. Yusuf'un yaşamındaki ilk sıkıntı son bulmuş oluyordu.
Evet, kardeşlerinin kendisine ihanetlerinden sonra Yusuf (a.s) artık pazarda satılan bir köleydi. Çok az bir değere satılmış küçücük bir köledir. Allah tarafından seçilmiş, yüce makamlara doğru tırmanan Yusuf, insanların bilmediği bir hayatın içinde, kendisinin de bilemediği bir kaderin içinde değersiz bir köle. Ama köle de olsa değerini bilenleri çıkaracak Rabbimiz onun karşısına. İşte çıktı bile.
21. Yüce Allah’ın yardımı ve himayesi sayesinde Hz. Yusuf tehlikelerden kurtularak Mısır’ın ileri gelen devlet adamlarından birinin evine köle olarak yerleşti. Bazı kaynaklarda onu satın alan şahsın, Mısır kralının maliye nazırı veya Mısır (Menfîs) şehrinin valisi ve muhafız askerlerin kumandanı Potifar olduğu bildirilmektedir.
Kur’an bu zatı ismiyle değil, “el-aziz” unvanıyla anar. İleride yüksek bir makama getirilecek olan Hz. Yusuf da aynı unvanla anılacaktır. Bu durum, “el-aziz” sıfatının Mısır’da yüksek bir resmî unvan olduğunu ifade eder.
“el-Aziz” kelimesinin sözlük anlamı da “kudretli ve itibarlı kimse” demektir. Hz. Yusuf, bu üst düzey yöneticinin hizmetinde kaldığı süre zarfında devlet yönetimiyle ilgili bilgi ve deneyimini geliştirmiştir. Aziz’in, Hz. Yusuf hakkında karısına söylediklerine bakılırsa, onu gördüğü andan itibaren zekâ ve kabiliyetini sezdiği ve onun gelecekte büyük işler yapabileceği kanaatine vardığı anlaşılır. Bu sebeple ona köle muamelesi değil, evlât muamelesi yapmıştır.
Kaynakların bildirdiğine göre Aziz’in karısının adı Zeliha veya Züleyha’dır.
“Ve bunu olayların yorumunu öğretelim diye de yaptık” mealindeki cümle, Hz. Yusuf’un devlet yönetimine ait konularda eğitimden geçirildiğine işaret eder. En azından imkânları bol, görgülü ve kültürlü bir ortamda kalmakla devlet yönetimine ait bilgi ve deneyimi artmış, siyasi ve idari birikim kazanmıştır.
İlahi irade beşer eliyle görüyorsunuz nasıl tecelli ediyor. Hem de kahır suretinde tecelli ediyor. Potifar Diyor ki bu öyle köle çocuğuna falan benzemiyor bu. Davranışları çok asil diyor. Allah’u alem diyor bunu alıp köle diye sattılar. Yani o olayın arka planını da kısmen tahmin edebiliyor. Onun için Hz. Yusuf’u kaçırmadan, görür görmez alıp getiriyor.
22. “Olgunluk çağı” manasına gelen “eşüd” kelimesi sözlükte “güç ve kuvvet” anlamına gelir. Ayette kişinin en fazla güçlü olduğu çağı ifade etmek üzere kullanılmıştır. Bu çağın 18, 20, 33, 40. yaşlar olduğuna dair farklı görüşler vardır.
Hz. Yusuf’a verilen “hikmet ve ilim”, “sağlıklı muhakeme, yönetme ve yargılama yeteneği”, özellikle “rüyaları yorumlama bilgisi” şeklinde açıklanmıştır. Nitekim Hz. Yusuf’un, “Ey Rabbim! Bana iktidar verdin ve bana olayların yorumunu da öğrettin” (Yûsuf 101) mealindeki duasında buna işaret vardır.
Buraya kadar anlamaya çalıştığımız bu olaylar bize şunu anlatıyor. Allah’ın gör dediği yerden mi bakıyorsunuz, şeytanın gör dediği yerden mi. Yusuf’mu kaybetti, kardeşleri mi. Allah’ın gör dediği yerden bakarsanız Yusuf kazandı. Şeytanın gör dediği yeden bakarsanız, Yusuf kaybetti. Allah’ın gör dediği yerden bakarsanız Yusuf’a ağlamazsınız. Asıl kardeşlerine ağlarsınız. Ama şeytanın gör dediği yerden bakarsanız Yusuf ziyan eden taraf, yitiren, kaybeden taraf. Onun için kuyuya atan mı daha karlı çıktı, atılan mı. Bu soru çok önemli ve her birinizin atılacağı veya atıldığı kuyular olabilir. Asıl bence kuyuya atılmaktan korkmamak lazım. Aklın ve kalbin kuyuda olmasından korkmak lazım.
Yusuf kuyuda idi, fakat yüreği ve aklı kuyuya hiç sığmadı. Onu kuyuya atanlar kuyuda değildi. Bana sorarsanız Yusuf’la beraber onlar akıllarını kuyuya attılar ve hiç çıkmadı. Yusuf kuyudan çıktı ama onların akılları ve vicdanları kuyudan hiç çıkmadı. Kim kuyuda? Kim zararda.
23. Evinde Yusuf’un köle olarak bulunduğu ve onun bakımını üstlenmiş olan Züleyha, Hz. Yusuf’a aşık olmuştu. Kocasının evde olmadığı bir zamanı fırsat bilerek tüm kapıları sıkıca kapamış ve Yusuf’la beraber olma arzusunu bütün içtenliğiyle ortaya koymuştu.
Züleyha ile Yusuf (Aleyhisselam) arasında şöyle bir konuşma geçtiği rivayet edilir: ”Ey Yusuf! Gözlerin ne güzel!" dedi. Yusuf: ”Cesedimden yere akacak olan ilk şey gözlerimdir" dedi. Züleyha: ”Yüzün ne güzel!" dedi. Bu defa Yusuf: ”Yüzüm toprağın yemesi içindir" cevabını verdi. Züleyha: ”Saçın ne güzel!" deyince Yusuf: ”Cesedimden ilk dağılacak olan şey saçımdır" dedi. Bunun üzerine Züleyha: ”İpek yatak serilmiş bir halde hazır beklemekte. Kalk da sana olan ihtiyacımı gider" deyince Yusuf: ”Arzularını yerine getirirsem cennetteki nasibimden olurum" cevabını verdi. ”Gözüm senin aşkınla dönmüş, sarhoş olmuş bir vaziyette. Sen de gözünü kaldır da benim şu güzelliğime, şu çekiciliğime bak" deyince Yusuf: ”Güzelliğinle çekiciliğine kocan benden daha lâyıktır" dedi.
Böyle son derece çirkin bir talep karşısında Hz. Yusuf, derhal (ma‘âzallah!) diyerek Allah’a sığınmıştır. Çünkü nefsin bu nevi amansız istek ve arzularına karşı insanı koruyabilecek olan, ancak yegâne kuvvet ve kudret sahibi Allah Teâlâ’dır.
İkinci olarak Hz. Yusuf, bir taraftan Cenab-ı Hakk’ın kendisine olan her türlü lutuf, ikram ve ihsanlarını; bir taraftan da kendisini satın alıp bakımını iyi yapmasını hanımına öğütleyen beyefendinin iyiliklerini dile getirerek böyle bir hıyanet içinde asla olamayacağını beyan etmiştir. Zira o, ya peygamber veya peygamber namzedi olarak, ister bizzat Rabbinin, ister O’nun kullarının iyiliklerine karşı hıyanetle mukabele eden; nefsanî arzuları helâl yoldan tatmin imkânı varken, bile bile harama yeltenen zalimlerin asla kurtuluşa eremeyeceklerini çok iyi bilmekteydi.
24. İffetin ve erdemin gerçek anlamı böyle bir sahnede arzu duymamak değil ki, arzu duyduğu halde, arzusuna rağmen onu dizginlemek, Allah’tan korktuğu için sakınmak ve direnmektir. Günaha karşı direnmek. Erdem budur zaten. Yoksa arzu duymamak değil ki. Zaten arzu duymamış olsa bu bir erdem olmazdı. Taş, ağaç, ot gibi olurdu. Otun bir başkasının hakkını yememesi otluğunu erdem kılmaz. Onun erdemi sayılamaz. Onun için burada şaşılacak bir şey yok. Onu yapabilecek olduğu halde, hatta hatta, o noktada arzu duyduğu halde bundan sırf ahlaki davranmak için kaçınmış olmasıdır asıl başarı. Asıl nefsine karşı, öz benliğine karşı verdiği savaşta başarısı buradan gelir Hz. Yusuf’un. Yani peygamber deyince biz, peygamberlerin hiçbir şeyi olmaz diye düşünmemeliyiz.
İşte öyle değil diyor Kur’an. Peygamberler de insandır, fakat peygamberin vasfı; Allah’ın çizdiği sınırı aşmamasıdır. Ama yine de diyor ki burada; Eğer rabbinin bürhanını görmemiş olsaydı. Tabii rabbinin bürhanını görmekten kasıt; Yüreğinde O’nun korkusunu, O’na karşı saygı duymak, yüreğinde o imanın kendisini dizginleyen frenlerini duymaktır. Asıl odur burada söylenen.
Her Yusuf’un bir Züleyha’sı var. Züleyha’sız Yusuf olmaz. Peki, herkes kendi Züleyha’sının ne olduğunu düşünsün. Size saldıran, sizi ayartan, sizi baştan çıkarmaya çalışan mutlaka bir Züleyha var, fakat kim. Bu sadece bir hanım olmayabilir, bu çoğu zaman bir mal, para, dünya, makam ve bunun dışında bir çok şey olabilir. Herkes kendi Züleyha’sının ne olduğunu düşünsün.
25. Gömlek yine gündemdeydi. Kardeşlerinin yalancı bir kana bulayıp da babalarına onu kurt yedi, işte gömleği diye Yakub (a.s)’ın önüne attıkları gömlek. Yusuf bir belâdan kaçarken kadının arkadan çekip yırtığı gömlek.
"Kapıda kadının kocası ile karşılaştılar."
Burada, kadının deneyimliliği tüm çıplaklığıyla karşımızda. Bu dehşetengiz sahnenin beraberinde getirdiği soruya, anında bir cevap bularak, Hz. Yusuf'u suçlamaya geçtiğini görüyoruz:
"Kadın, kocasına: `Eşine kötülük etmek isteyenin cezası ne olmalıdır?' dedi."
Ama kadın Yusuf'a aşık ve onun adına korkmaktadır. Bu nedenle de güvenceli bir ceza verilmesini istemektedir.
26. Yusuf’un kendisini savunması üzerine, kadının ailesinden olup kuvvetli ihtimalle Aziz ile birlikte eve gelmekte olan, tecrübeli bir kişi kanaatini şöyle ifade etti: Gömlek önden yırtılmışsa kadın, arkadan yırtılmışsa Yusuf haklıdır. Mevdudi bu zatın yargıç olma ihtimalinden söz eder. Yargıç olup olmadığı kesin olarak bilinmemekle birlikte âdil olduğu anlaşılmaktadır, zira kadının ailesinden olduğu halde taraf tutmamış, adaletten ayrılmamıştır.
Allah bu şahadeti Züleyha'nın yakınlarından olan birine vermiş ki, bu şahadet, Yusuf'un temizliğini ve bu töhmetten uzak olduğunu daha çok ifade etsin.
Bir görüşe göre ise bu şahit, Züleyha'nın dayısının beşikte olan bir oğlu idi. Allah, Yusuf’un suçsuzluğunu meydana çıkarmak için o sabiyi konuşturdu. En zahir olan görüş de budur.
27. Eğer onu Yusuf zorlamış olsaydı bu işe kadının gömleği yırtılmalıydı. Arzulayan, sahip olmak için zorlayan Yusuf olsaydı elbette kadında sıkıntı olması gerekirdi. Ama yırtılan gömlek Yusuf’undu. Ama olsun burası saraydı. Devlet eviydi orası. Koskoca bir sarayda, koskoca bir devlet reisinin karısı karşısında Yusuf ne ki? Yusuf orada sadece bir köleydi. Elbette böyle bir durumda asil, soylu bir kadın değil Yusuf suçlanmalıydı. Ortada bir suç varsa elbette ilk önce Yusuf’un üzerinde düşünülmeliydi. Suçsuz bile olsa o suçlanmalıydı. Saray suçlu olamaz ki. Devlet adamları suçlu olamazlar ki. Dokunulmazlar nasıl suçlu olabilirdi? Halk karşısında devlet nasıl suçlu olabilirdi? Halk suçlu olur, köleler suçlu olur, zayıflar suçlu olur. Evet, Yusuf burada suçluydu. Potansiyel suçluydu ama şahide göre de durum tamamen farklı.
28. 29. Gerçeği anlayan Aziz, hadisenin toplum içinde yayılmaması için, Yusuf’a bu işi gizlemesini, bundan kimseye bahsetmemesini söyler; hanımına da, günahı için bağışlanma dilemesini öğütler.
Ayet-i kerimede, Aziz’in diliyle de olsa, kadınların hilelerinin büyüklüğüne dikkat çekilir. Gerçekten de, erkeklerin gönüllerine nüfuz edip onları esir almakta kadınların hile ve tuzaklarının fevkalade tesirli olduğu bir gerçektir.
Aziz bir taraftan Yusuf’a, diğer taraftan da hanımına öğüt vererek olup bitenlerin gizli kalması için gayret gösterdiyse de, olayın insanların diline düşmesini engelleyemedi.
Bu bir kıssa fakat öyle çok hisse var ki, o hisseleri alabilecek engin bir basiret, engin bir ferasetle bakılabilirse insan gerçekten de sadece tarihte yaşanmış bir olay olmaktan çıkıp her tarafından öğüt fışkıran, nasihat fışkıran bir ayet deposu, bir ibret mahzeni oluveriyor.
Herkesin elbisesi yırtılır. Herkesin bir Züleyha’sı nasıl ki varsa, herkesin elbisesi yırtılır. Hayatın içine çıkıyorsanız, elbiseniz yırtılır. Fakat yanlış olan elbisenin yırtılması değil, nereden yırtıldığına bakın doğru ve yanlışa öyle karar verin.
Elbisenizin arkadan yırtılması üzülünecek bir hadise değil, üzülünecek olan elbisenizin önden yırtılması onun için dünyanızla, malınızla, sevdanızla, evladınızla, hülyanızla, Leyla’nızla münasebetleriniz, ilişkilerinizi mesafeniz; elbisenizin önden yırtılmasını getirmemeli. Dünya ile girdiğiniz ilişki hep önünüzü Allah’a, arkanızı ona döndüğünüz bir ilişki olmalı. Kıbleye dönükse eğer yüzünüz, korkmayın, elbiseniz yırtılsa dahi arkadan yırtılacaktır.
30. İlerde gelecek ayette onların bu sözlerinin samimi olmadığını onlar başkalarının hatalarını kendi sevap hanelerine yazan kimseler olduğunu söyleyecektir Kur’an. Onun için bu kadınlar kendileri çok erdemli ve ahlaklı oldukları için değil, aralarından birinin suç işlemiş, hata yapmış olmasını kendi sevaplarına, kendi fazilet hanelerine yazmak gibi basit bir çıkar hesabı güttüklerini anlıyoruz.
Burada özellikle “kad şeğefeha hubban” Şeğaf; Kur’an da sadece burada geçer, bir tek yerde, burada. Hubb ile birlikte geçince, ki Kur’an da hubb hemen hemen her zaman olumlu manaya gelir. Hubb, sevgi. Habbe; çekirdek. Sevgi çekirdeği gönül tarlasına ekilirse eğer ve imanla sulanırsa; bitimsiz, bire sonsuz veren bir muhabbet ağacına döner. Fakat burada sevgi çekirdeği gönül tarlasına imanla ekilmiyor, sevgi dikenli bir tele dönüşüyor ve zincire dönüşüyor, akıl bu zincirle bağlanıyor. İşte; kad şeğefeha hubban ibaresi bize, sevginin tutkuya dönüştüğü noktayı gösteriyor.
31. Tabii ev sahibesi bunu istiyordu. Kendisini ayıplayan bu hanımların, kendisinin yerinde olsalardı aynı şeyi yapacaklarını ispatlamak istiyordu. Bu şekilde ispatlamış oldu ve fırsat şimdi onun elindeydi ve o da döndü, konuklarına şöyle dedi.
Onun bir insan olduğunu bildikleri halde böyle söylemelerinin amacı, meleğin güzellik simgesi olması sebebiyle yaratılış açısından ondan daha güzel ve daha olgun başka bir yaratığın bulunmadığının herkes tarafından kabul edilmesidir. Tıpkı şeytandan daha çirkin bir yaratığın bulunmadığının herkes tarafından kabul edilmesi gibi. Yani kadınlar bu sözleriyle Yusuf’un son derece güzel olduğunu ifade etmeye çalışıyorlardı.
32. Tutkusu tarafından tutuklanmış bir insanın psikolojik tahlili yapılıyor burada. Yöneticinin karısı şahsında, Züleyha diye bildiğimiz o hanımın şahsında tutkusu tarafından aklı tutuklanmış, duygusu aklına galip gelmiş bir insan ne yapar. Nasıl erdemini kendi elleriyle iki paralık eder, işte onun tipik bir örneği sergileniyor. Şehvetine esir olmak mı, yoksa fiziken esir, köle olmak mı daha büyük kayıp sorusunu bize sorduruyor. Bir tarafta fiiziken köle olan Yusuf var, öbür tarafta şehvetinin kölesi olan Züleyha, yöneticinin eşi.
Bize bu kıssayla Kur’an zihnimizde şu soruyu sormamızı istiyor; Hangisi daha büyük bela. Bedeninizin esir olması mı, ruhunuzun esir olması mı? Şehvetinize köle olmak mı, yoksa birilerinin sizin fizikinizi köle olarak alması mı? İşte Yusuf’un bedeni köle ama diğerinin ruhu köle. Şehveti benliğini esir almış.
33. Hz. Yusuf’un bu duasından Züleyha’nın davetliler üzerinde etkili olduğu ve desteklerini sağladığı anlaşılmaktadır. Ancak bütün bunların karşısında, sağlıklı ve yakışıklı bir delikanlı olan Yusuf, iradesine hâkim olarak insanın hayatta karşılaşabileceği en zor imtihanlardan birini başarıyla sonuçlandırmıştır.
Böylece Kur’an’ın bu kıssayı anlatmasının en önemli sebeplerinden birinin Muhammed ümmetine, gençliğine, fiziksel özelliklerine ortamın tamamen elverişli olmasına, nefsinin de arzulamasına rağmen bu arzularına karşı koyup aklının, güçlü iradesinin ve değerlerine inancının gücüyle iffet ve ahlâkını koruyan bir erdemli genç insan modeli göstermek olduğu anlaşılıyor.
Fıtrî olarak Cenab-ı Hakk’ın kendisine müstesna güzellik verdiği, yüzü güneş gibi parlayan ve ayın on dördünden daha güzel olan Hz. Yusuf, hanımların fitnesi karşısında Allah’tan son derece korkarak ellerini açar, Rabbine iltica ederek kendisini muhafaza etmesi için niyazda bulunur. Çünkü nefsinin zebunu olmuş kadınların hileleri, şeytanların tuzaklarından daha tehlikelidir.
Şu bir hakikat ki, nefse taviz vererek, yani nefsin arzularını yerine getirerek onun şerrinden kurtulmak mümkün değildir. Çünkü Allah Teâlâ muhafaza etmedikten sonra hiçbir kalp, beşeriyet icabı, dünyanın tuzaklarından, birtakım arzulara meyletmekten, nefsin fısıltılarından ve şeytanın vesveselerinden emin olamaz, kendi kendini koruyamaz. Bundan kurtulmanın çaresi Cenab-ı Hakk’a sığınıp, O’nun emirlerine sarılmaktır. Görüldüğü üzere Yusuf (a.s.) da ancak Rabbine sığınarak kurtuluşa ermiştir.
Burada iradenin şehvetle imtihanı, insanın ateşle imtihanından daha aşağı bir sınav değildir. İradenin şehvetle imtihanı. Üstelik Yusuf’un Kur’an’dan anladığımıza göre eğer Allah’ın rahmeti yetişmemiş olsaydı o da onu arzu etmişti diyordu ya, geçen ders tefsirini yaptığımız ayet, orada oldu gibi.
Müfessirlerimizden bazıları bu olaya şöyle mana da vermişler. Arzu etmeseydi korunması erdem olmazdı ki diyor. Arzu etmemek değil esas olan, arzu ettiği halde yaklaşmamak, sakınmak, korunmak. Yoksa arzu duymamak bir nakısa olur. Onda şehvet güdüsünün olmadığı anlamına gelir. Böyle bir güdünün olmadığı kimsenin böyle bir davete yanaşmamış olması fazilet olmazdı ki. Fazilet olması için o güdüye rağmen, o arzuya rağmen direnmesi, günaha karşı direniş sergilemesi idi.
Yani kim cahil; Günaha kapılıp giden. Kim alim; Kendini günahtan koruyan. İşte yepyeni iki tanım çıktı ayetin son cümlesinde.
34. 33. ayetin son cümlesini okuduğunuzda orada form olarak dua formu yok. Fakat ne var? Bir tevazu ifadesi var. Yani ya rabbi sen korumamış olsaydın eğer, ben hilelerine kapılır giderdim diyor. Bu bir dua formu değil. Ama rabbimiz bunu dua olarak kabul ediyor. Dua gibi görüyor.
Dua ruhun, insan tasavvurunun, insanın iç dünyasının Allah’a karşı haddini bilen duruşudur. Allah’a karşı haddini bilen bir tasavvur, bir duruş, bir duygu, sürekli dua anlamına gelir. İşte burada olduğu gibi. Ve rabbi de onun bu duruşunu kabul etti.
Hikmet ehli olan bir kişi şöyle der: “Şayet Yusuf, zindan yerine: «Rabbim, afiyet ve selâmet bana, o kötü şeylerden daha iyidir» demiş olsaydı, Allah Teâlâ kendisine afiyet ve selâmet bahşederdi. Ne var ki o dinini kurtarınca, Allah için başına gelen musibetlere aldırış etmedi. Yine de, “Bela, ağızdan çıkan söze bağlıdır” gerçeğine kulak vererek, dilin telaffuz ettiği kelimelerin mana ve muhtevasına dikkat etmekte sayısız faydalar vardır. Nitekim Resulullah (s.a.s.) birinin: “Allah’ım, bana sabretme gücü ver” şeklinde dua ettiğini işitince: “Bu sözünle Allah’tan sana bela vermesini istemiş oluyorsun; halbuki O’ndan afiyet ve iyilik vermesini dilemen daha uygun olur” buyurmuştur.
35. İşte saraylardaki atmosfer! İşte zorba sistemin atmosferi! İşte aristokrat çevrelerdeki atmosfer! İşte cahiliye atmosferi! Yusuf'un suçsuzluğuna ilişkin şüpheye en ufak yer bırakmayacak kanıtlar bulunduğunu görmüşlerdi.
Kadın, tehdit sonrası gösterdiği çabalardan da umudunu kesmiş; bu mesele iyice dallanıp budaklanarak belki de sokaktaki halkın bile diline düşmüş olmalıydı... Artık, "aristokratlığın" onurunu korumak gerekiyordu! Aristokrat hatunların beyleri, ailelerine ve hanımlarına sahip çıkamasalar da, "soylu sınıf (!)"a mensup, abayı yakmış, aşkı ayyûka çıkmış, halk arasında bile dilden dile anlatılır olmuş bir kadının isteğini yapmadı diye, hiçbir suçu bulunmayan bir genci hapse tıkıvermekten de aciz değiller ya!
Hz. Yusuf’un suçsuzluğu ve günahsızlığı hakkında saray idaresinin gördüğü kesin deliller şunlardır:
Gömleğinin arkadan boydan boya yırtılması,
Kadının yakınlarından birinin şahitlik ederek Yusuf’un doğru söyleyenlerden olduğuna karar vermesi,
Onu gören kadınların ellerini kesmeleri,
Yine kadınların Hz. Yusuf’un oldukça büyük bir güzelliğe sahip olduğunu görünce hayranlık ve şaşkınlıklarını gizleyememeleri.
Bahsedilen bu kesin deliller ortadayken, dedikoduların kesilmesi, hadisenin gizlenmesi ve bunun toplum içinde yaygınlık kazanmaması için yine de Hz. Yusuf’un bir zamana kadar zindana atılması görüşü kabul edilerek tatbike konuldu.
Aziz ile adamlarının Yusuf’u zindana atmaktan gayeleri halk arasındaki dedikodunun kesilmesi ise de, Züleyha'nın amacı, zindan hayatinin onu yola getirip kendisine itaatli hale koyması ve insanların, onun suçlu olduğunu sanmaları idi.
İşin aslına bakılacak olursa, Allah Teâlâ’nın, kadınların hile, tuzak ve tahriklerinden korumak için Hz. Yusuf’a, bir çıkış yolu olarak zindan kapılarını açtığı söylenebilir.
Böylece Hz. Yusuf’un hayatında, insanlık tarihi boyunca “Medrese-i Yusufiye” diye anılacak yepyeni bir dönem başlamış oldu.
36. Eğer bir toplumda taşlar bağlı fakat köpekler salınmışsa o toplumda suçlular güçlü olurlar. Suçsuzlarsa zindanları doldururlar.
İşte Hz. Yusuf’un başına geldiği gibi. Fakat öncelikle şöyle çarpıcı bir noktaya dikkat çekmek isterim; Hz. Yusuf zindanda dahi öyle bir hayat ortaya koyuyor ki, etrafında ki insanlar onun ortaya koyduğu ahlaka ve örnekliğe bakarak onun otoritesini benimsiyorlar, kabul ediyorlar ve Hz. Yusuf zindan da dahi imanı iman doğuran biri haline geliyor. Sırf ahlaklı yaşantısı ve davranışıyla. Demek ki en büyük imkan imandır. Eğer iman gibi bir imkanınız varsa zindanda dahi insan doğurmaya devam edersiniz. Eğer imanınız yoksa imkanınız yoktur. O zaman cennet gibi saraylarda olsanız, bahçelerde köşklerde olsanız yine ruhunuzun zindanındasınız, içinizin zindanındasınız.
Bu iki gencin zindana atılmaları hususunda şöyle bir rivayet vardır:
Mısır kralını zehirleterek öldürmek ve yerine aralarından belirledikleri bir kimseyi getirmek istiyorlardı. Bunun için kralın sofrasını hazırlayan biri aşçı biri şerbetçi olan iki kişiyi çeşitli vaatlerle kandırdılar. Onları, Melik’in yemeğine ve içeceğine zehir katmaları hususunda ikna ettiler.
Şerbetçi bu işin kötülüğünü anladı, zehir katmaktan vazgeçti. Aşçı ise kralın yemeğine zehir kattı. Sofra konup Melik elini uzatınca şerbetçi:
“−Ey Melik! Sakın yeme, çünkü o yemek zehirlidir” dedi. Aşçı da:
“−Ey Melik! Sakın içme, çünkü o içecek zehirlidir” dedi.
Bunun üzerine Melik şerbetçiye sofradaki içeceği içmesini emretti. O da tereddüt etmeden içti. Sonra aşçıya dönüp yemekten yemesini emretti. Fakat aşçı yemedi. Yemeği bir hayvana yedirdiklerinde hayvan hemen orada ölüverdi. Bunun üzerine ikisi de hapse atıldılar.
Hapisteyken bunlardan biri rüyasında şarap yapmak için üzüm sıktığını; diğeri ise başında ekmek taşıdığını ve kuşların gelip o ekmekten yediğini gördü. Kendileriyle birlikte hapiste bulunan Hz. Yusuf’un iyiliksever, herkese iyilik yapmaya çalışan güzel bir insan olduğunu görünce, ona kanları ısındı ve rüyalarının tabir etmesini ondan istediler.
Rivayete göre Hz. Yusuf hapishanede hastaları ziyaret eder, onları tedaviye çalışır, bakımlarını yapar; üzüntü ve kederli olanları teselli eder; darlığa düşenlerin sıkıntısını giderir; muhtaç olanlara yardım ederdi.
Hz. Yûsuf, aynı hapishaneyi paylaştığı bu iki gence öncelikle tevhid akidesini tebliğ etmek istedi:
37. Bu olay, Hz. Yusuf’un risaletini tebliğe başladığı ilk olay olmalıdır. Zira bundan önce tebliğde bulunduğunu gösteren herhangi bir işaret yoktur. Ona güvenen ve ondan rüyalarının yorumunu isteyen iki arkadaşına o, gayet nazik bir şekilde hitap ederek rüya yorumlama ilminin kehanet ve falcılık değil, Allah’ın, kendisine vahyettiği ilimlerden olduğunu bildirmiştir. Kendisinin Allah’a ve âhiret gününe inanmayan putperest Mısırlıların dinine asla iltifat etmediğini, hak peygamber olan atalarının dinine mensup olduğunu ve bunların Allah’a ortak koşmalarının doğru olmadığını ifade etmiştir. Mısırlılar o zaman putperest olup çeşitli tanrılara tapıyorlardı.
Hz. Yusuf. Onların rüyalarını sormalarını bir bahane olarak kullanıp onların ebedi kurtuluşları için onlara yol gösteriyor ve önce tevhidi onlara öğretmeye çalışıyor. Önce hakikatin kaynağına davet ediyor. Yani bilginin kaynağını gösterdi, Allah. Ondan sonrada o ilginin kaynağına sadakate davet ediyor ve kendisi de o bilginin kaynağına olan şükrünü böyle ödüyor. Kendisine gelen o iki insanın rüyalarını tevil edip gönderebilirdi. Fakat o tevili borçlu olduğu Allah’a şükrünü, onları Allah’a davet ederek ödüyor. Çünkü bir şeyin şükrü kendisindendir.
38. Hz. Yusuf zindan arkadaşlarına tevhidi tebliğ ederken. Yanlışı terk etmeden doğrunun bulunamayacağını ima ediyordu bir önceki ayette. Bu ayette ise, “İllâ” diyor. Yani inşa ediyor. Yıkılmış olan yapıyı temizledikten sonra, enkazı kaldırdıktan sonra yerine, gönül arazisine doğru inancı inşa etmek için “İllâ” yı getiriyor. İşte Tevhid. Zalike burada o “İllâ” ya tekabül ediyor. “İllâllah”. Tevhidi iman. En büyük lûtuftur Allah indinde Allah’a iman.
Atetin son pasajına da dikkatimizin çekilmesi isteniyor. Tatlı mı tatlı bir giriş. Dikkatlice ve yumuşak bir edayla adım adım ilerlemektedir Yusuf. Giderek, onların yüreklerinin ta içine girecek; inancını ve çağrısını ayrıntısıyla ve bütünüyle açacak; onların ve mensup oldukları milletin inançlarındaki bozukluğu, yaşadıkları realitedeki bozukluğu gözler önüne serecektir. Nitekim şu ana dek yaptığı uzun girişin ardından hemen ekliyor:
39. Yusuf (Aleyhisselam), Önceki ayette peygamberliğini iddia edince, peygamberliğini ispat etmesi ve görevini yerine getirmesi Allah'ın ulûhiyetini gözler önüne sermesiyle başlar.
Hz. Yusuf, tebliği esnasında gönüllere tesir edecek yumuşak bir üslup kullanır. Her defasında bir samimiyet ve muhabbet ifadesi olarak “Ey benim hapishane arkadaşlarım” hitabında bulunur. Dinleyenlere böyle gönül alıcı hitapta bulunmak sözün tesirli olması bakımından son derece mühimdir. Nitekim Lokman (a.s.) oğluna nasihatte bulunurken hep “Evlâdım!” diyerek babalık şefkatini gösteren tatlı bir ifade ile söze başlar. Hz. Nuh, boğulmasını istemediği oğluna: “Evladım, oğulcuğum gel bizimle beraber gemiye bin” diye yalvarır. Bu üslup aslında Rabbimizin bize öğrettiği bir şefkat ve merhamet üslubudur. Çünkü Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de hususiyle mü’min kullarına en yüce bir şeref ifadesi olarak “Ey iman edenler! Ey müminler!” diye hitap eder.
İslâm’ı tebliğde en mühim husus, tevhidi yani Allah’ın var ve bir olduğunu bir iman şuuru halinde kalplere yerleştirebilmektir. Bu sebeple Yusuf (a.s.) da bu husus üzerinde durmaktadır.
Hz. Yusuf davet ederken kültürleri ve konjonktürü nasıl değerlendiriyor. Çünkü bu iki insan, zindan arkadaşı, iki hapishane arkadaşı; ikisi de Krala hizmet eden iki kişi. Çünkü onlar bir efendiyi dahi memnun edememiş. Bir ömür belki de Kralın şarapçı başılığını ve ekmekçi başılığı yapmışlar, fakat içinden çıkan bir taşla kellesi tehlikeye girmiş. Şimdi onlara böyle bir misal çarpıcı gelir. Düşünün bunlar üç beş krala hizmet etseydi aynı anda. Bir tanesini dahi memnun edemezken 3 – 5 ini veya 10 – 20 sini nasıl memnun edeceklerdi. Onların kültürlerinden misal getiriyor Hz. Yusuf ve alemi yaratan tek Allah’a iman etmenin gerekli olduğunu akıllarına hitap ederek anlatıyor.
40. Siz taptığınız tanrınızı atama hakkını kendinizde görüyorsanız söyler misiniz siz tanrınızı mı belirliyorsunuz, tanrınız sizi mi. Siz mi yükseksiniz Omu. İnsan kendi belirlediğine nasıl tapar. Tapıyorsanız nasıl belirleme hakkının kendinizde olduğuna inanıyorsunuz. Bu ne biçim çelişki, bu ne yaman, bu ne dehşet çelişki. İnsanın taptığı kendisinden yüce bir varlık olmalı. Siz ise taptığınızı tayin ediyorsunuz.
41. Rivayet olunduğuna göre, Yusuf (Aleyhisselam) gençlerin rüyalarını tabir edince: ”Biz bir şey görmedik" diye inkâra kalkıştılar. Bunun üzerine Yusuf onlara, söylediklerinin ister doğru, ister yalan olsun, mutlaka gerçekleşeceğini bildirdi. Durum, inkâr etme olayının ekmekçiden kaynaklandığını göstermektedir. Çünkü içki taşıyıcısının rüyasını inkâr etmesi için ortada bir sebep yoktu. Ancak arkadaşının durumunu göz önüne alarak inkâr etme yoluna gitmesi mümkündür. Durum ne olursa olsun, olaylar Hazret-i Yusuf’un yaptığı yorum doğrultusunda cereyan etti.
Ey insanoğlu Yusuf’un şahsında bu ilahi hitaptan hisse çıkarmak istiyorsan, ibret almak istiyorsan Allah’tan bağımsız bir kariyer planlaması yapma. Eğer kariyer planlamasında Allah’ı elde var bir olarak kabul eder ve iman edersen, işte kuyuya atsalar, zindana atsalar, köle diye satsalar sonunda sultan olur. Yeter ki Allah dışında bir kariyer planlaması yapma. Mesaj bu.
42. Bu arada Hz. Yusuf, kurtulacağına inandığı gençten kendisinin suçsuz olduğunu ve haksız yere zindana atılmış bulunduğunu krala anlatmasını rica etti, fakat genç zindandan çıktıktan sonra Yusuf’un ricasını unuttu. Böylece Yusuf birkaç yıl daha zindanda kaldı.
“Fakat şeytan ona, efendisine Yusuf’tan söz etmeyi unutturdu” mealindeki cümle müfessirler tarafından iki farklı şekilde yorumlanmıştır:
a) Şeytan Hz. Yusuf’a Allah’ı anmayı unutturdu. Böylece Yusuf, zindan arkadaşından kendisinin suçsuz olduğunu krala hatırlatmasını rica etti de kurtuluşu Allah’tan dilemedi. Bundan dolayı Allah onu birkaç yıl daha zindanda tutarak cezalandırdı. Bu konuda rivayet edilen bir de hadis vardır. Resulullah şöyle buyurmuştur: “Yusuf bu sözü söylememiş olsaydı, zindanda bu kadar uzun süre kalmazdı. Zira o kurtuluşu Allah’tan başkasından istedi”. Gerek bu yorum gerekse delil olarak getirilen bu hadis, diğer müfessirler tarafından zayıf kabul edilmiştir.
b) Şeytan, zindandan çıkan gence Hz. Yusuf’un durumunu efendisi krala anlatmayı unutturdu. Dolayısıyla Yusuf birkaç yıl daha zindanda kaldı. Müfessirlerin birçoğu bu manayı tercih etmişlerdir. Çünkü bir peygamberin gerektiğinde insanlardan yardım istemesi, kurtuluş yollarını araması Allah’ı unuttuğunu göstermez. 45. ayet de bu manayı destekler mahiyettedir.
Başka bir yoruma göre ise; O iki arkadaşından kurtulacağını zannettiği kimseye şöyle dedi: Sen Rabbinin yanına, efendinin yanına vardığında beni hatırla. Bak sen şu anda beni tanıdın. Benim misyonumu tanıdın. Bir peygamber olarak, Allah bilgisine sahip bir elçi olarak sana ulaştırdığım vahiy bilgisine muttali oldun. Artık bu görev senin de görevindir. Sen de gittiğin her yerde bunları gündemde tutmak zorundasın. Bunları efendine duyur ki o da bu gerçekleri anlayıp Müslüman olsun. Ben şu anda zindanda olduğum için dışarıdakilere bunu ulaştırma imkânından mahrumum, ama sen çıkıyorsun dedi. Arkadaşı dışarıya çıktı ama şeytan ona bunu unutturdu. Çünkü şeytan Yusuf’un misyonuna düşmandı. Elbette Yusuf’un mesajının insanlar tarafından duyulmasını istemezdi.
Hz. Yusuf’un zindanda kaldığı süre hakkında beş, yedi, on iki veya on dört yıl şeklinde farklı rivayetler vardır.
43. Kral gerçekten gördüğü bu rüyadan çok ürkmüştü. Aynı rüyayı üst üste birkaç defa görmüş olduğu anlaşılıyor. Sonra meseleyi ciddiye alıp meşhur danışma meclisini topluyor. Kafası karışmış ve ülke çapında ferman çıkararak tüm bilginlerini, tüm kâhinlerini bu rüyayı yorumlamaya çağırmıştı.
Rüyalar üç kısımdır: Doğrudan Allah tarafından veya bir melek vasıtasıyla meydana gelen ilâhî bir telkindir ki asıl ve gerçek olan rüya budur.
İnsan benliğinden kaynaklanan bir telkin veya meydana gelen görüntüdür ki, geçmişten gelen hatıra ve birikimlerin yeni baştan hayal edilmesinden başka bir kıymeti yoktur.
Şeytanî bir telkin ile meydana gelen zihnî görüntülerdir ki, bilinmeyen bir dış tesirden etkilenerek meydana gelir. Bu, aslı olmayan bir çağrışım ve hayal kurmaktan ibarettir.
44. “Edgāsü ahlâm” Karmakarışık düşler anlamında bir tamlama. “Edgās” yaşı kurusu birbirine karışmış çeşitli bitkilerden meydana gelen ot demetleri” anlamına gelir. “Ahlâm” ise “uyku halinde görülen, anlamlı olmayan, ilham tarzındaki rüya gibi bilgi taşımayan düşlerdir. Dolayısıyla bunların bilgiye ulaşma sonucu veren bir yorumu yoktur.
Rüya da rüya değil ki, karma karışık şeyler. Tabii gerçekte Kral, eğer aşağı tükürseler sakal, yukarı tükürseler bıyık hesabı olacak, o güne kadar biliyoruz diye geçinip halkın emeğini sömürüyorlardı müneccimler, yıldız falcıları. Fakat iş ciddi bu kez. Eğer öyle yine kafadan atsalar ve çıkmazsa sorumlu olacaklar, belki kelleri gidecek. Fakat cevap vermeseler bir başka türlü olacak.
Öyle anlaşılıyor ki, Allah Teâlâ, zindanda çilesini dolduran Hz. Yusuf’u buradan çıkarmak ve sabrının mükâfatını vermek istedi. Dolayısıyla onun zindandan çıkmasını gerektirecek sebepleri hazırladı. Kral gördüğü rüyadan etkilenip korktu. Bunun üzerine ülkesindeki rüya yorumcularını, üst mevkideki adamlarını (tapınak kâhinlerini) toplayıp, rüyayı onlara anlattı. Fakat kâhinler rüyayı yorumlamaktan âciz kaldılar.
Şu ana dek üç rüyayla karşılaştık. Hz. Yusuf'un rüyası, onun iki hapishane arkadaşının rüyası ve kralın rüyası... Her birinde de rüyanın yorumu arandı. Bu rüyalara bu denli önem verilmesi, -daha önce de belirttiğimiz üzere- gerek Mısır'da gerek Mısır dışında o dönemin karakteristiğinden bizlere bir kesit sunmaktadır. Dolayısıyla Hz. Yusuf'a bahşedilen bu ilahi yetenek, -peygamberlerin mucizelerinde de gördüğümüz gibi, kendi çağının atmosferi ve karakteristiğiyle bütünüyle uyuşmaktadır. Acaba Hz. Yusuf'un mucizesi de bu mudur?
45. Yusuf’un iki hapishane arkadaşından sağ kalan kişi, kâhinlerin, kralın rüyasını yorumlamaktan aciz kaldıklarını görünce, Hz. Yusuf’u hatırladı ve gidip rüyayı ona yorumlatmak üzere izin istedi.
46. “Eyyühes sıddik” ey dürüst arkadaşım. Zihninde Hz. Yusuf’tan dürüstlüğü kalmış. Yani onu dürüstlüğü ile tanımış. İşte bir başkasına bıraktığınız imaj, onun zihninde ki sizin tasavvurunuz eğer dürüstlüğünüz ise, işte o zaman onun gönlüne girmişsiniz demektir. Ve burada özellikle o boyutuna dikkat çekiliyor. Hayatı imana şahit kılmak denir buna. Hayatınızla örnek olmak. Onlar Yusuf’un hayatına şahit oldular. Yusuf imanına hayatını şahit kıldı. Sadece lafla değil, hayatıyla gösterdi imanını ve onlar da Yusuf’un o güzel hayatını gördüler. İşte burada onu görüyoruz.
Kralın sözleri aynen aktarılmaktadır. Zira aracı bunun yorumunu istediğinden, aynen aktarmak için özen göstermektedir. Böylece ayetlerin üslubu içerisinde bu sözler bir kez daha yinelenerek perçinlenmektedir. Bununla bir yandan aktarımcının gösterdiği özene dikkat çekilmekte, diğer yandan da yorumun hemen bu rüyanın peşinde yer alması sağlanmaktadır.
47. Hz. Yusuf'un sözleri, sadece doğrudan bir yorum değildir. Tam tersine hem yorum, hem de olacaklar karşısında ne yapılması gerektiğini belirten bir öğüttür. Dolayısıyla da Yusuf'un sözleri son derece mükemmeldir.
Hz. Yusuf, gelecekte Mısır’da etkili bir kıtlığın meydana geleceğini haber verdiği gibi, alınacak tedbirleri de anlattı. Mısır’da yedi sene bolluk olacağını, bu süre zarfında her sene bolca hububat ekmelerini, kaldıracakları ürünlerden sadece yiyeceklerini ve tohumluklarını ayırıp kalanları başak halinde depolamalarını tavsiye etti.
48. Hz. Yusuf, yalnız kralın rüyasını tabir etmekle kalmamış aynı zamanda yedi bolluk senesi ardından gelecek olan yedi kıtlık senesi için tahıl depolamak gerektiğini söyleyerek onlara yol da göstermiştir. Çünkü Mısır halkı, o zamana kadar tahıl depolama işini hiç bilmiyorlardı. Üstelik, rüyada buna bir işaret olmamakla beraber, Yusuf (a.s.) yedi kıtlık senesi ardından yine bolluk döneminin başlayacağını müjdelemiştir.
49. Bu dönem geldiğinde ülke toprakları yağmurlarla sulanacak; yağ sıkmak için bol tohumlar, meyve sıkmak için bol bol meyveler, davarlardan süt sağmak için de bol bol otlar, yemler ve bitkiler yetişecektir. Bu, Allah Teâlâ’nın Hz. Yusuf’a vahiyle haber verdiği gaybi bilgilerdendi.
50. Demek ki ülkede, şehirde bu artık destan olmuş geçmişte, herkes duymuş. Onun için bu olayın ortaya çıkmasını istiyor Hz. Yusuf. Yani fırsattan istifade ben varıp söyleyeyim demedi.
Yusuf’un, rüyasına yaptığı tabiri çok beğenen kral, onun çok bilgili ve faziletli biri olduğunu anlayarak ona ikramda bulunmak, yanına getirtip söz konusu tabiri bizzat kendi ağzından duymak istedi. Fakat Yusuf (a.s.), kendisinin zindana atılmasına sebep olan hadisenin kral tarafından araştırılıp aydınlatılmasını, kendi iffet ve nezahetinin, suçsuzluğunun kesin bir şekilde ortaya çıkmasını istediğinden kralın davetine hemen olumlu cevap vermedi. Hz. Yusuf’un bu tavrına bakıldığında onun akıl, sabır ve vakar bakımından kemal noktasında olduğu görülür. Çünkü on iki sene zindanda kaldığı ve bizzat kral tarafından zindandan çıkarılmak istendiği halde, suçsuzluğu iyice ortaya çıkana kadar sabrederek zindandan çıkmaya yanaşmaması, Hz. Yusuf’un her türlü töhmetten beri olduğuna; hakkında yapılan dedikoduların yalan ve iftiradan ibaret olduğuna açıkça delalet eder.
Burada dikkat çeken bir husus da şudur: Hz. Yusuf, hadisenin iç yüzünün araştırılmasını isterken, asıl suçlu olan Aziz’in hanımının ismini vermemiş, “ellerini kesen o kadınlar” diyerek ortaya konuşmuştur. Bu kadar sene hapishanede kalan Yusuf, psikolojik olarak zerre kadar sarsılmadığı gibi, böylece büyüklük üstüne büyüklük göstererek, yine de nezaketten ayrılmamıştır.
51. Elçi Hz. Yusuf’un isteklerini krala iletti. Kral bu isteği yerine getirmede tereddüt göstermedi. Muhtemelen olayı o da biliyor ve Yusuf’un suçsuz olduğuna inanıyordu. Zamanı gelince ilgili kadınları toplayıp onları sorguya çekti. Kadınlar Hz. Yusuf’un günahsız olduğunu itiraf ettiler. Bu durum karşısında Aziz’in karısı da gerçeği itiraf etmekten başka bir yol olmadığını anladı.
İşte en sonunda kazananın erdem, fazilet olduğunun en güzel delili, en güzel örneği burada. Erdem düşmanınızı dahi size hayran eder. Size dışarıdan düşmanlık yapsa dahi, erdemine şahit olmuşsa vicdanında Size hayran olacaktır. İşte ilk fırsatta da zorlandığında onu dile getirecektir. Tıplı Aziz’in eşi gibi.
Hz. Yusuf’un, kralın zindandan çıkarma teklifini hemen kabul etmeyip acele hareket etmesinin hikmetine gelince:
52. Müfessirlerin çoğuna göre bu ayetlerde yer alan ifadeler, Yusuf peygamberin kralın elçisine söylediği sözlerden ibarettir. O bu sözlerle, kralın davetini kabul ederek zindandan neden bir an önce çıkmadığını, kadınların hesaba çekilmesini neden istediğini açıklamaktadır.
Bazı müfessirler ise bu sözleri Aziz’in hanımına nispet etmektedir. Buna göre o hanım sözüne devamla, kendisinin Yusuf’un gıyabında ona hıyanet etmediğini, doğruyu söylediğini Yusuf bilsin diye hakikati itiraf ettiğini, çünkü Allah’ın, hainlerin hile ve tuzaklarını asla başarıya ulaştırmayacağını artık anladığını belirtmek istemiştir.
53. Ben kendim için dahi garanti vermem. Bunca iffetini savunmuş, korumuş bir Yusuf dahi, ben kendim için dahi garanti vermem diyor. Bu çok önemli. Eğer rabbimin rahmeti olmasaydı demişti daha önce de geçen ayetlerde unutmayın.
Gerçekten de insan nefsinin, fıtrat olarak daima şehvete, günaha ve fenalık tarafına meyletme; bütün gücüyle kötülüğü telkin etme özelliği vardır. Nefis kendi kuvvetini ve emrindeki vasıtaları hep o cihette kullanmak ister. Bu sebeple insan sırf kendi nefsine kalırsa fenalığa sürüklenir. Dolayısıyla nefsin bu zarar verici yapısını iyi tanımak ve onun fırsat bulduğunda rûhânî melekeleri dumura uğratacağından emin olmamak gerekir.
Resulullah (s.a.s.), ilâhî bir tezkiye ve terbiye ile en temiz nefse sahip olmakla birlikte, ümmetini nefsin şerrine karşı uyanık olmaya çağırmak üzere şöyle dua ederdi:
Allah’ım! Senin rahmetini umuyorum, beni göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa nefsime bırakma. Halimi tümüyle düzelt senden başka ilâh yoktur.”
Tek başına ahlak ve erdemiyle koca bir ülkede inkılap yapan, devrim yapan Hz. Yusuf’un ahlakının yüceliği işte burada görünüyor. Hem bir ülkeyi erdem, ahlak ve yeteneği ile tamamen eline alacak kadar büyük bir ahlaka sahip, devrim yapacak kadar büyük bir ahlaka sahip, hem de bu ahlakın kaynağının kendisinden değil Allah’tan olduğunu itiraf edecek kadar da mütevazı. İşte bu ahlakın tacı da budur.
54. Bazı müfessirlere göre Kral iman ediyor burada. Bu bir kişinin kansız, sadece ahlak ve erdemle bir ülkeyi teslim alması demektir. Böyle olsa da olmasa da Hz. Yusuf sonunda o ülkede yönetici oluyor. İşte bu bile yeterli. Ahlak ne yapar ki diyene, ahlak devrim yapar diyebiliriz bu örnekten yola çıkarak.
Tağutlara yaltaklanan üst düzey yetkililerinin yaptığı gibi, krala taparcasına şükran gösterisinde bulunmamıştı. Tağutların çevresindeki yaltakçılar gibi; "Çok sağ olasınız, var olasınız efendim! Bendeniz her konuda emrinize amade olacağım! Size hizmette hiçbir kusurum olmayacağını bilmelisiniz!.." vb. türden yağ çekmemişti. O, bu türden hiçbir davranışta bulunmamıştı! Tam tersine o sadece, yorumunu yaptığı kralın rüyasının haber verdiği kriz döneminin getireceği sorumlulukları kaldırabilecek birkimse olduğunu söylüyordu.
Eski Mısır'ın hükümdarlarına "Firavun" denilmesi meşhur olduğu halde buna "melik" denilmesi iki şekilde yorumlanmış.
Birincisi: "Firavun" ünvanı zulüm ile şöhret bulmuş ve öyle tanınmıştır. Oysa Yusuf'u özel danışman seçen bu Melik'in övülmeye layık güzel vasıfları, rüşdü ve seçme yeteneği vardır. İşte bundan dolayı bu Melik'in karakteri itibariyle bir Firavun olmadığına işaret edilmiştir.
İkincisi: Esasen Firavun lakabının dil ve soy itibariyle Mısırlı olduğuna göre, bu Mısır Melik'inin, söz konusu Firavun soyundan ve Mısır kıbtilerinden olmadığına böylece işaret olunmuş demektir. Nitekim bazı tarih kaynaklarında Amalika'dandı denilmiştir ki, Mısır tarihinde "Hiksoslar" adı verilen ve Arabistan tarafından geçip dörtyüz sene kadar Mısır'da hükümranlık sürdükleri söylenen sülâleden olacaktır. İsminin "Reyyan" olduğuna ilişkin rivayet de bunun Arabî olduğuna işaret eder.
55. Hz. Yusuf’un, kendi niteliklerini açıklayarak yöneticiden görev istemesi, herhangi bir alanda uzman olan kimsenin, umumun menfaati için yetkililerden görev istemesinin caiz olduğunu göstermektedir.
Hz. Peygamber’in, görev talebinde hırslı ve ısrarlı olmamak konusundaki uyarılarının amacı, kamu görevine lâyık olanların bulunup tayin edilmesine teşviktir.
56. Yönetici olmuştu ve orada hem adalet, hem tevhid üzere bir yönetim anlayışı gerçekleştirmek, inşa etmek istiyordu.
Olaylar Hz. Yusuf’un, kralın rüyasını yorumladığı gibi cereyan etti. Hz. Yusuf, gereken tedbiri alarak bolluk yıllarında tarıma önem verdi, üretimi arttırdı, ihtiyaç fazlası ürünleri depoladı. Nihayet kıtlık yılları geldi. Bu sefer depolanmış olan ürünleri yemeye ve ihraç etmeye başladılar. Çünkü kıtlık sadece Mısır’da değil, Kuzey Arabistan, Ürdün, Filistin ve Suriye’de de etkisini göstermiş, bu bölgelerin halkı da yiyecek sıkıntısı çekmeye başlamıştı. Ancak Hz. Yusuf’un aldığı tedbirler sayesinde Mısır halkı kıtlık yıllarını rahatlıkla geçirdi, hatta erzak fazlasını ihraç etti.
Allah Teâlâ Hz. Yusuf’u hapisten kurtardığı gibi, bir de ona Mısır ülkesinde yüksek bir nüfuz ve iktidar lütfetti. Ülke tamamıyla onun idare ve kontrolü altına verildi. İstediği yerde dilediği gibi tasarruf edebiliyordu. Ülkenin her yerinde sözü geçiyor, her dediği yapılıyordu. Sağladığı emniyet ve asayiş, kazandığı sevgi ve itibar, ulaştığı o büyük nüfuz ve iktidar ile bütün ülkeyi tasarrufu altına almıştı. Bir kimse kendi evini nasıl tanır ve nasıl kimseye sormadan istediği gibi kullanabilirse, Yusuf (a.s.) da Mısır ülkesinin her bir tarafını öyle avucu içi gibi biliyor ve orada istediğini yapabiliyor, yaptırabiliyordu. Bu ifadeler, onun Mısır ülkesi ve devleti üzerindeki tasarruf gücünün kemalini en güzel şekilde ortaya koymaktadır.
Hz. Yusuf’a verilen ilim, hikmet, nübüvvet, akıl, sabır, metanet ve dünya saltanatı gibi bahsi geçen nimetler, Allah Teâlâ’nın ona olan rahmetinin bir tezahürü idi. Allah dilediği kullarına istediği kadar merhamet etmede serbesttir. Kimse O’nun irade ve ihtiyarına karşı gelemez. Bir taraftan da Allah, iyi ve güzel davrananların, ihsan şuuruyla hayırlı ameller peşinde koşanların mükâfatını zayi etmeyeceğini müjdelemektedir. Yani O, herhangi bir kayd ü şart olmaksızın dilediğine rahmet ettiği gibi, iyi olan, iyilik yapan kullarının ecrini ise asla zayi etmez, emeklerini boşa çıkarmaz, tamı tamına öder, hatta fazlasını verir. İşte Hz. Yusuf’un hali bunun en güzel bir numunesidir.
57. Yalnız Allah Teâlâ’nın vereceği mükâfatlar dünya hayatıyla sınırlı değildir. O, iman edip takva üzere bir hayat süren kullarına ahirette de bol bol mükâfatlar verecektir. Ebedî olan âhiret mükâfatının, pek çok elemlerle karışık ve fani olan dünya mükâfatından daha hayırlı olacağında şüphe yoktur.
Allah’ın takdirine bakın. Allah’ın gücüne bakın. Kim tahmin edebilirdi? Kim nerden bilebilirdi? Küçücük bir çocuk. Babası tarafından çok sevilen bir çocuk. Kardeşleri tarafından kıskanılan bir çocuk. Babalarının sevgisi üzerlerine çekebilmek için kardeşlerinin ihanetiyle kuyuya atılan bir çocuk. Kendisine ihanet eden kardeşleri Onun bu makama ulaşmasına sebep oldular. Kardeşler Allah’ın takdirinin önüne geçemediler. Bilâkis takdirin gerçekleşmesi adına rol aldılar. Attılar kardeşlerini bir kuyuya, kervan Onu alıp uzaklara götürsün de ondan kurtulalım diye. Ama Yusuf dünya devletine doğru gitmişti. Dünya melikliğine yücelmeye doğru hareket etmişti. Koskoca bir dünya devleti kendisine teslim edilecekti. Bu yasa Allah yasasıydı. Allah kaderinin önüne kimse geçemezdi.
Ve işte kervan Onu değersiz bir meta gibi sattı Mısır Azizine. Aziz de bilemedi Onun devlet başkanı olacağını. Orada kardeş ihaneti gibi bir ihanetle, bir kadın tuzağıyla karşı karşıya geldi. Kardeşlerin ihaneti Ondan kurtulmaktı ama kadının ihaneti ise Ona sahip olmak şeklindeydi. Belki en zor imtihanı buydu. Allah korudu Yusuf’u. Sarayın tüm kadınları bu yüzden başarılı olamadılar. Bu imtihandan başarıyla, yüz akıyla çıktı ama bu sefer de kendisini zindanda buldu. Suçsuzdu. Kabahati yoktu. Ama egemenler girmezlerdi zindana, köleler girerdi oraya. Kendi kadınlarına sahip olamayan egemenler Onu atmalıydılar zindana. Zindanda bir de arkadaş ihanetine uğradı. Yıllarca unutuverdi arkadaşı Onu.
Dünya devletine oradan geçecekti Yusuf (a.s). Kendisine yeryüzünde devlet başkanlığı hükümdarlık yüklenecek olan Yusuf (a.s) devlet ilişkilerinin en çetinlerinden geçirilerek olgunlaştırılıyordu. Mazlum insanları zindanda tanıyordu. Kardeş ihaneti, kölelik, esaret, hizmet adamlığı ve zindana düşüş gibi devlet tebaa ilişkileriyle çilesi tamamlanacak ve kendisine devlet teslim edilecekti. İhanet, iftira, adam satma, ayak kaydırma, skandallar, politik unutkanlıklar, sigara kağıdı üzerine alınan notlar gibi devlet adamlarının çokça karşılaşabilecekleri bütün haller önceden başına getirilerek, bütün bu merhalelerden geçirilerek sabır ve irade imtihanına tâbi tutuluyordu. Kadın skandalları bunların belki en büyüğüydü.
Çünkü kadınların gözleri hep devletin üzerindedir. Aziz, karısının suçlu Yusuf’un masum olduğunu bildiği halde Onu suçlayıp zindana atıyordu. Çünkü Aziz devleti, düzeni, statükoyu temsil ediyordu. Yusuf’sa hakkı temsil ediyordu. Düzeni değiştirmeyi, değişmeyi temsil ediyordu. Onun için zindana gidecekti O. Zindandan yayılmaya başlayacaktı nur. Bu ışık da saraya kadar uzanacaktı. Devletin bozuk düzen işleyişi açığa çıkacaktı. Zindan ve saray. Birbirine zıt ve birbirine içten açılan devletin iki ucu. Bedeni esir oldu belki zindan da ama asla ruhu esir olmadı. Ruhu hep hürdü orada.
İşte bu merhalelerden geçirildikten sonra devlet başkanlığına getiriliyordu Yusuf. Hz. Âdem’le yaratılış ve dünyaya geliş gerçekleşti. Hz. Nuh’la yaratılış gayesine ulaşıyordu. Hz. İbrahim’le yeryüzünde müminler inanmışlar milletine, İslâm ümmetine ulaşıyorlardı. Ümmet olma şuuruna eriyorduk. Ve Hz. Yusuf’la da yeryüzünde İslâm devletinin ilk temelleri atılıyordu. Yani Hz. Âdem’le tohum atıldı toprağa, Hz. Nuh’la tohum kök saldı, Hz. İbrahimler filiz verdi, gövde oluşmaya başladı. Ve işte Hz. Yusuf’la da gövde olgunlaşmaya ve dış etkenlerden korunması için kabuk bağlamaya başladı. Daha sonra Hz. Musa, Hz. Davut ve Süleyman (a.s)’lar döneminde devlet daha da olgunlaşır. Ve nihayet son elçi Hz. Muhammed (a.s)’la tamamlanır.
Evet, Yusuf (a.s) devlet başkanıdır, Meliktir, sultandır. Ama tüm bu kademelerden geçirilmiş tecrübeli bir devlet başkanıdır. Mazlumları tanımış, suçsuzları, ezilenleri, horlananları tanımış bir peygamber olarak devletin tüm kademelerinde adaletle hükmedecek, egemenliği, hâkimiyeti Allah’a verecek, Allah’ın istediği bir hayatı kuracak, hiç bir mazlumun hakkını yemeden, hiç bir kimsenin sıkıntısını bırakmamak üzere bir dünya kuracaktı. Gerçi Azizin evindeyken de tanımıştı dünyayı ama bu yetmeyecekti. Zindana da girerek oradakileri de tanıyacaktı. Onu da tanıdıktan sonra zindandan çıkması için Allah meliki zorladı. Ona bir rüya gösterdi. Yedi yıl bolluktan sonra yedi yıl kıtlık verecek ve Kenan diyarından kıtlık sebebiyle kardeşlerini ayağına getirecekti.
Rabbimden Ahlakı, erdemi, fazileti, hayatının mihveri kılan ve o ahlak ile o erdemle, o imanla, o faziletle, eğer mazlum olmak gerekiyorsa mazlum olmaktan dahi çekinmeyen, günaha gitmektense zindana gitmeyi tercih eden bir iman niyaz ediyorum.
58. Kuraklık ve kıtlık baştanbaşa bütün Kenan ili ile çevresini sarmıştır. Bunun sonucu olarak Hz. Yusuf'un kardeşleri, başka birçokları gibi Mısır'a doğru yola çıktılar. Çünkü halk, Mısır'da bolluk yıllarında stok edilmiş tarım ürünü fazlası olduğunu işitmiştir.
İşte şimdi Hz. Yusuf'un kardeşlerini O'nun huzuruna girerken görüyoruz. Onlar onu tanımıyorlar. Fakat Hz. Yusuf onları tanımıştır. Çünkü pek değişmemişler. Ama Hz. Yusuf öyle mi? Nerede! O kadar değişmiş ki, o olduğunu hayallerine asla sığdıramazlar. Bundan yirmi ya da daha fazla yıl önce kuyuya atmış oldukları, İbrani soyundan gelme küçük nerede, şimdiki neredeyse başı taçlı, düzgün kıyafetli, koruma polisli, heybetli, hizmetçili, yetkili ve otoriteli, yüce mevkili Yusuf nerede?
“Münkirun” Hem akidevi olarak Allah’ı inkar anlamına gelir, hem de tanımama anlamına gelir. Hatta bu tanımama mecazen meşruiyetini kabullenmeme, tanımazdan gelme, onun varlığını kabullenmeme anlamını da taşır.
Aslında her inkar, yok saymaktır, yok etmek değil. Allah’ı inkar eden Allah’ı yok etmiş olmaz (haşa). Yok saymış olur. Var olan bir şeyi inkar eden, onun var oluşuna yönelik hiçbir zarar veremez. Sadece kendisine zarar verir. Onun içindir ki Kur’an her inkara zulüm adını verir. Ve ..inneş şirke le zulmün azıym; (Lokman/13) şirk korkunç bir zulümdür diyerek şirki zulümlerin en büyüğü olarak niteler.
59. Yusuf (a.s.), muhtemel ki, erzak yükleri hazırlanıncaya kadar kardeşlerini kendi hanesinde ağırladı, ziyafetler verdi, ikram ve ihsanda bulundu. Bu sırada onlarla konuştu. Konuşma esnasında durumları, aileleri, baba ve diğer kardeşleri hakkında daha teferruatlı bilgi aldı. Geride yaşlı bir babaları ve ona yardımcı olan bir kardeşleri olduğunu söylediler. Bu sebeple onu getiremediklerini, fakat onun adına da erzak almak için bir deve getirdiklerini belirtip, yiyecek verirken onu da hesaba katmasını talep ettiler. Hz. Yusuf onların istedikleri şekilde yüklerini hazırlattı. Ancak, çok sevdiği öz kardeşi Bünyamin’i yanına getirtmek için bunu fırsat olarak değerlendirdi. İkinci gelişlerinde babalarıyla birlikte kalan o kardeşlerini de yanlarında mutlaka getirmelerini istedi.
60. Kardeşlerini getirmedikleri takdirde, “geride bir kardeşimiz daha var” sözlerinde yalancı sayılacakları için, Mısır ülkesinin herhangi bir yerinden bir daha erzak almalarının asla mümkün olamayacağını ve bu konuda kendisinin de yapacağı bir şey bulunmadığını kesin bir dille ifade etti. Hedefi, Bünyamin’i getirmeye onları mecbur bırakmaktı. Onlar da mesajı tam olarak aldılar.
61. İşin ciddiyetini kavradılar ve bir yolunu bulup babalarını ikna ederek Bünyamin’i mutlaka getirmeye çalışacaklarını söylediler.
62. Evet, olay kendi iç bütünlüğü içerisinde cereyan ediyor. Ağır ağır bir senaryo yürürlüğe konuluyor. Bu senaryo yürürlüğe konulurken tabii ki senaryonun kahramanı Hz. Yusuf, Hz. Yakub gibi iki peygamber ve kardeşleri ve diğer dahil olan insanlar. Senaryoda kötü roller var, iyi roller var. Züleyha kötü rollerden birini oynuyor ve daha başkaları. Fakat bu kıssa anlatılırken bize; Allah’ın hayata müdahil olduğu, Allah’ın hayattan el çekmediği, Allahsız bir başarı tasarısının olamayacağı, Allahsız bir kariyer planlamasının boşa çıkacağı, Allah’ın hesaba katılmadığı bir planın, projenin sonuna kadar yürüyemeyeceği bu kıssa çerçevesinde biz müminlere öğretilmiş oluyor.
Mekke’nin Yusuf’unu hatırlayın, yani Resulallah’ı. Onun hayatında da böyle bir sahne var mıydı? Tabii ki. Hicretin 7. Yılındayız. Mekke’nin gururlu reisi Ebu Süfyan bir gün öldürülme korkusu taşıya taşıya Medine’ye geliyor. Geldiği ev aynı zamanda kızının evi. Unutmayın Resulallah Ebu Süfyan’ın damadı Ümmü Habibe kızı, Resulallah’ın eşi, bizim annemiz.
Bu gelişin sebebi; kıtlık içerisinde bulunan Mekke’ye yardım dilenmek. Hem de can düşmanından. Düne kadar canına kast ettikleri o güzel insanın ellerine düşüyorlar.
Peki, o ne diyor? İşte burası çok önemli. Ne yüzle geldiniz mi diyor. Utanmıyor musunuz mu diyor. Yardım ediyor. Resulallah’ın Mekke’ye; Yoksullara dağıtılmak üzere. Şartı bu. Çünkü kıtlıktan en çok mutazarrır olan Mekke’nin yoksul kesimi.
İşte karşılaştırma. Mekke’nin, yani Medine’nin Yusuf’u da tıpkı Mısır’ın Yusuf’u gibi davranıyor. Çünkü Allah buna benzer kıssalarla ona çok önceden gelecek için böyle öğütler vermiş ve onu yetiştirmişti.
63. Oğullarının bu vaadi, Hz. Yakub'un yarasını tazelemiştir. Çünkü onlar Hz. Yusuf'u kır gezintisine götürürken de aynı sözü vermişlerdi! Zaten tazelenen bu eski yarasının acısını açıkça dile getirdiğini, oğullarının bu sözünün içinde uyandırdığı fırtınalı çağrışımları kelimelere dökmekten kaçınmadığını görüyoruz.
64. Hz. Yakub’un şahsında. Aynı zamanda kalp ile akıl, duygu ile düşünce arasında ki denge. Birincisinde size insan mı emanet edilir dercesine, öncekine nasıl sahip çıktınızsa buna da o kadar çıkacaksınız diyor. Yani yapılanı unutmuyor.
Affetmek büyüklerin işi, unutmak; ahmakların derler. Yapılan bir kötülük unutulmaz, affedilir. Hz. Yakub’da bunu gösteriyor. Unutmadım diyor. Fakat bu duyguya dayalı cümlenin ardından iman gündeme geliyor. Yani size emanet etmem ama Allah’a emanet ederim. Dolayısıyla tedbir, tevekkülle dengeleniyor. Tedbirle tevekkül, akılla iman, duygu ile düşünde arasında muhteşem bir denge kuruluyor.
Yakub’un bittim noktasına gelmesi için Bünyamin’in de yitirilmesi lazım. Sınav devam ediyor. Henüz acının doruğuna gelmemiş, bittim demesi gerekiyor. Yani kendisi ile rabbi arasındaki o ilişkide biz bunu okuyoruz.
Yusuf’u kaybettiğinde onun yerine Bünyamin’i geçirdi, onunla oyalanıyordu. Belki Yakub’un kişisel olarak rabbi ile ilişkisinde bir rafineleşme, hem de rafineleşmenin en yükseği isteniyordu.
Onun için tıpkı sevgili efendimizin çocukluğunda kime dayanmışsa onun çekildiği gibi. Babasız doğ, anneye dayan, doyasıya anne diyeme, dedeye dayan onu çeksin alsın. Amcaya dayan onu çeksin alsın. Hatice’ye dayan onu çeksin alsın ve ondan sonra Allah’tan başkasına dayanmayacağını itiraf etti. Bu bir rafineleştirme, yüceltme operasyonu. Allah sevdiklerini böylesine rafineleştirir. İşte bu o. Tedbiri düşünüyor demiştim, fakat sonuçta Allah’a emanet etmeyi de biliyor.
65. Hz. Yakub’un oğulları Mısır’dan getirdikleri yükleri açıp, ödedikleri erzak bedellerinin geri verildiğini görünce sevindiler. Burada, Hz. Yusuf’un aldığı bu ikinci tedbirin, beklediği gibi ikinci bir teşvik unsuru olduğu görülür. Bu vesileyle oğulları, erzak almak için tekrar gitme ve bunun için de Bünyamin’i yanlarında götürme taleplerini daha bir iştiyakla babalarına yeniden arz ettiler.
66. Yakub (a.s.), bununla kifayet etmeyip, her birinden Bünyamin’i kendisine geri getireceklerine dair Allah adına kesin bir söz aldı. Konuştuklarına da Allah’ı şahit kıldı. Ancak çepeçevre kuşatılmaları, elleri kolları bağlanıp çaresiz kalmaları ve helak edilip yok olmaları durumunu istisna etti. Belki bununla da, farkında olarak veya olmayarak, evlatlarının bu gidişte başlarına gelecek sıkıntılara da işaret etmiş oldu.
Evet, tedbir ve tevekkül yan yana. Nasıl bir denge sağlanır. Yakub hem aşık, hem akil. Hem yüreği çalışıyor, hem aklı çalışıyor. Yani sevdası ak sevda. Züleyha gibi kara sevda değil. Onun için Züleyha gibi tüketmiyor Yusuf’u, üretiyor. Kendini de üretiyor.
Sevmek suç değil, bu kıssa bunu da veriyor bize. İnsanı sevmek suç değil, evladı sevmek suç değil. Evladın annesini babasını, babanın, annenin evladını sevmesi suç değil. Fakat bu dengeli olacak ve Allah’ı elde var bir olarak hesaba katacak. İşte Hz. Yakub’un insanlığa verdiği ders bu, bu kıssada.
Düşünülen tedbir de Allah birinci sıradan dahil ediliyor. Allah adına söz alıyor oğullarından. Yani Allah’ı hesaba dahil etmeden Bünyamin’i sadece akli bir korumaya tabi tutmuyor. Allah daima elde var bir ve bir numarada. Hesabı hep Allahlı yapıyor. Verilmek istenen bu.
Bütün bu ihtimalleri dikkate alarak yola koyulacakları sırada oğullarına şu öğütte bulundu:
67. Hz. Yakub’un, oğullarına Mısır’a bir kapı yerine birkaç kapıdan girmelerini tavsiye etmesinin sebep ve hikmetleri hususunda şu izahlar yapılabilir:
O, evlatlarını kem gözlerin kin ve kıskançlık dolu bakışlarından korumak için böyle yapmıştır.
Çünkü birinci seferinde oğulları Mısır'da tanınmış ve Yusuf'tan gördükleri ikram ve ilgi yüzünden özellikle görevliler tarafından tanınan, bilinen kişiler olmuşlardı. Anlaşılıyor ki, Hazret-i Yakup, esrarengiz bir durum sezmiş ve buna karşı oğullarının fazlaca dikkat çekmeden, avcı koluna dağılır gibi, ayrı ayrı kapılardan şehre girmelerinde gizli bir tedbir görmüş ve bunu tavsiye etmiş.
Bunun güvenlik açısından bir tavsiye ve tedbir olma ihtimali kuvvetlidir. Çünkü Yakub (a.s.), şehre toplu halde girecek olan çocuklarının başına bir suikastın gelebileceğinden endişe duyuyordu. Böyle bir ihtimal karşısında hepsinin birlikte zarar görmemesi gerekirdi.
Hepsinin aynı kapıdan birlikte girmeleri şehir halkı üzerinde bir şüphe uyandırabilirdi. Hele oraya girişleri, ülkenin emniyet ve asayişi itibariyle kritik bir zamana denk geldiyse şüphe uyandırma ihtimali daha da kuvvetlenmiş olurdu.
Hz. Yakub, çocuklarına böyle bir tavsiyede bulunmasına rağmen, bir peygamber olarak, işi Allah’a havale etmeyi ihmal etmedi. Hükmün sadece Allah’a ait olduğunu, O ne murat ederse ancak onun vuku bulacağını ve onu engellemenin mümkün olmadığını; dolayısıyla imkânlar dâhilinde tedbir aldıktan sonra, takdiri Allah’a bırakıp O’na dayanmak gerektiğini bildirdi.
“El hükmü illâ Lillâh” Hüküm yalnızca Allah’a aittir. Nihai karar Onundur. Çünkü insan iradesi ile Allah iradesi birbirinin hasmı değildir. Çünkü insana iradeyi veren Allah’tır, Allah verdiği iradeye düşman olmaz. İnsan iradesini ne kadar kullanırsa kullansın, hiçbir zaman Allah’ın iradesi ile boy ölçüşemeyecektir. Çünkü insan iradesi mukayyettir, Allah iradesi mutlaktır. Mukayyet irade, Mutlak iradeden bağımsız değildir. İşte bu dengeyi yakalayamayanlar sapıtmışlardır.
Oysaki denge esastır. Mutlak manada irade Allah’a aittir, mukayyet irade insana aittir. Allah insanın kaderini seçmek kılmıştır.
Hüküm, terim olarak; iki mümkün seçenekten bir tanesini kapatıp diğerine mahkum etmeye denir. İki mümkün seçenekten bir tanesini kapatıp kişiyi diğerine mahkum etmek, bağlamak, ona mecbur kılmak demek.
Bir de statik hüküm var. Allah’tan eşyaya, Allah’tan güneşe, Allah’tan yıldıza, Allah’tan dünyaya. Yani tek taraflı olarak konulmuş yasalar çerçevesinde biteviye işlevini gören eşya.
Ama insan öyle değil. İnsanla Allah arasındaki ilişki, dinamik bir ilişki. Onun için ben interaktif diyorum. Anında çıkan ve anında inen. Allah’la insan arasında böylesine aktif ve aktüel bir ilişki var. İnsan rabbiyle olan aktif ve aktüel ilişkisini inkar eder ya da keserse, işte sapma o zaman başlar, küfür o zaman gelir, şirk o zaman başlar.
aleyhi tevekkeltü, ve aleyhi fel yetevekkelil mütevekkilun; O’na güvenim tamdır. Sağlam bir dayanak arayan herkes de O’na dayanıp güvensinler. Yani Allah, elde var bir. Gerisi sıfır olsa haddini bilip de o birin ardına geçtikten sonra ne gam kalır ne keder.
68. Allah’ın hükmü değişmez olsa bile, insanlar bunu bilemezler ve tedbir almakla yükümlüdürler. Ayrıca tedbir insanı psikolojik olarak rahatlatır. Tedbir güzel şey, tedbir aldılar fakat yine gelecek olan geldi.
Yine bu ayet-i kerimede Hz. Yakub’un kaygısı, endişesi dile getiriliyor. Ki endişe insani bir şeydir. Hiç kimse endişe duymakla kınanamaz. Yavruları için, evladı için endişe duymuş olmasından dolayı Yakub’da kınanmıyor zaten burada. Doğal karşılanıyor. Fakat Allah’ın son sözü söylediğini ve söyleyeceğini bilmek gerek.
İnsanların çoğu kader-tedbir ilişkisini bilmez, ama peygamberler bilirler; çünkü bunu onlara Allah öğretmiştir.
69. Rivayete göre kardeşleri Hz. Yusuf’un huzuruna girdiklerinde: “İşte getirmemizi istediğin kardeşimiz budur, onu getirdik” diye takdim ettiler. O da: “İyi ettiniz, isabet eylediniz” dedi.
Hepsine bir ziyafet verdi ve onları ikişer ikişer sofraya oturttu. Bünyamin tek kaldı, kendi kendine: “Şimdi kardeşim Yusuf sağ olsaydı, o da benimle birlikte otururdu” dedi ve gözlerinden yaş damladı. Hz. Yusuf da: “Kardeşiniz tek kaldı” diyerek onu kendi yanına aldı.
Sonra her iki kişiye birer yatak odası hazırlattı ve: “Bunun ikincisi yok, bu da benim yanımda olsun” diyerek kendi odasına götürdü. Hz. Yusuf onun, ölen kardeşi için çok üzüldüğünü görünce: “O ölen kardeşinin yerine ben senin kardeşin olsam ister misin?” dedi. O da: “Senin gibi kardeşi kim bulabilir? Fakat ne çare ki, seni Yakub ile Rahil doğurmuş değil” diyerek içini çekti. İşte o vakit Hz. Yusuf ağladı; kalkıp boynuna sarıldı. Kendini tanıtıp: “Ben gerçekten senin kardeşinim. Bunun için onların daha önce yaptıklarına aldırma.
Bu sefer de benim adamlarımın sana yapacakları oyundan dolayı sakın telaşlanıp üzülme. Sana anlattığım bu şeyleri kimseye sezdirme, hiç duymamış gibi serinkanlı ol” dedi.
Hz. Yusuf, kardeşi Bünyamin’i yanında tutabilmesi için, Allah Teâlâ’nın kendine öğrettiği bir planı, en hassas noktalarına dikkat ederek tatbik etti:
70. Yusuf (a.s.), kardeşlerinin yüklerini hazırlattığı sırada kimse farkında olmadan su kabını Bünyamin’in yükü içine koydu. Yükler tamamlandı ve kafile yola koyulma hazırlıklarına başladı. Fakat su kabı ortalıkta yoktu. Bunu fark eden bir dellal, muhtemelen Yusuf’un görevlendirmesiyle, yüksek sesle: “Ey kafile! Durun, gitmeyin! Sizler hırsızsınız!”diye bağırmaya başladı. Hadisenin iç yüzünden habersiz olan kardeşler, böyle bir ağır itham karşısında şaşkınlıklarını gizleyemediler. Gördükleri bu kadar izzet ve ikramın arkasından, hırsızlık gibi insan onurunu ayaklar altına seren bir suçla teşhir ve itham edilmeleri olacak şey değildi. Dolayısıyla suçu kabullenmediler ve kendilerinden gayet emin bir vaziyette âdeta: “Siz neyinizi kaybettiniz, ne arıyorsunuz? Durun bakalım, telaşa kapılarak her önünüze çıkanı hemen hırsızlıkla suçlamayın. Bize hırsızlık yakışmadığı gibi, size de böyle konuşmak yakışmaz. Biz hırsız olmadığımız gibi, belki sizin de bir şeyiniz çalınmamıştır. Belki de çalındığını düşündüğünüz şeyi bir yerde unutmuş da olabilirsiniz” dediler.
71. Neyiniz çalınmış demiyorlar da ne arıyorsunuz diyorlar. Çünkü bu hırsızlık olayıyla hiç bir ilgilerinin olmadığından emin bir edayla konuşuyorlar. Durun bakalım, önünüze geleni hırsızlıkla itham etmeyin. Bize böyle bir şey yakışmadığı gibi size de böyle hitap yakışmıyor dediler.
72. Fakat Hz. Yusuf'un kardeşleri suçsuz olduklarından emindirler. Çünkü hırsızlık yapmamışlardır. Onlar hırsızlık yapmaya, toplumsal ilişkilerin dayanağı olan güveni sarsan bu kargaşa çıkarıcı çirkin eylemi gerçekleştirmeye gelmemişlerdir. Bu güven duygusunun rahatlığı içinde şöyle yemin ediyorlar.
73. “Kalu tAllâhi” hayret vallahi dediler. Çünkü vallahi yemindir. Tallahi olarak gelirse, “T” ile gelirse; teaccüp, şaşkınlık belirten yemin anlamını taşır.
Durumumuz, görünüşümüz, soyumuz-sopumuz ortaya koyuyor, size kanıtlıyor ki, biz bu çirkin eylemi yapacak adamlar değiliz. "Biz hırsız değiliz." Böylesine iğrenç bir suç işlemek bizden asla beklenemez.
74. İşte bu noktada yüce Allah'ın Hz. Yusuf'a ilham etmiş olduğu planın ucu görünüyor. Çünkü Hz. Yakub'un şeriatine göre hırsız, çaldığı mala karşılık rehin, tutsak ya da köle olarak alıkonabiliyordu. Hz. Yusuf'un kardeşleri suçsuzluklarından emin oldukları için yakalanacak olan hırsızın kendi şeriatlerinin hükümlerine göre cezalandırılmasını kabul ediyorlardı. Böylece yüce Allah'ın Hz. Yusuf'a ve öz kardeşine ilişkin planı gerçekleşme yoluna giriyordu.
75. Mısır kanunlarına göre hırsızın kendisine el koymak mümkün olmadığı için, Hz. Yusuf’un adamları, kardeşlerine sorup bu suçun cezasının onların kanunlarında ne olduğunu tesbit etmek ve bunu uygulamak istediler.
Hazret-i Yakub'un oğulları, kendi suçsuzluklarına son derece güvendikleri için böyle davranmışlardı; tabu ki yapılanlardan haberleri yoktu.
76. Bunun üzerine Yusuf, kendi kardeşinin eşyalarını aramadan önce öbürlerinin kaplarını aramaya başladı. Demek ki, yukarıdaki karşılıklı konuşmalardan sonra kafile bütün yükleriyle beraber Yusuf'un huzuruna getirildi ifadeleri alındı, yükleri ve eşyaları aranmaya başladı. Ve bu aramayı da Yusuf, bizzat kendisi yaptı. Sonra da onu, (yani su kabını, kardeşinin kapları arasından) buldu çıkardı. Buna göre onların verdiği karar gereğince kardeşini alıkoymaya hak kazandı.
Demek ki, yükten çıkarılan şey Melik'in su kabı değil de Yusuf'un tası idi. Böylece onlar "Melik'in su kabını çaldınız" ithamından kurtulmuş oluyorlarsa da kendi dinleri gereğince verdikleri fetvanın hükmü değişmiyordu.
Bu nokta çok mühimdir. Çünkü yükten çıkan şey, Melik'in su kabı olsaydı, o zaman Yusuf bir hakim sıfatıyla, Melik'in kanunlarına göre duruma el koymak zorunda kalacaktı. Oysa Melik'in kanunlarında böyle hırsızı alıkoymak ve mal edinmek gibi bir hüküm yoktu. Melik adına, o ülkenin kanunlarında olmayan bir hüküm verildiği zaman, bir zulüm yapılmış olacaktı. Belki o zaman Bünyamin kendisini müdafaa etmek lüzumunu duyacaktı ve büyük bir ihtimalle istenen şey gerçekleşmeyecekti.
Fakat yükten çıkan Yusuf'un koyduğu su kabı idi. Buna göre kardeşini kendi namına tutukluyordu. Bu suretle Yusuf hem müddei (savcı), hem hakim durumunda olmuyor mu? Hayır, Yusuf bir savcı olarak araştırma yapıyor, fakat hüküm vermiyor. Hüküm kardeşlerinin verdiği fetvaya ve onların hakemliklerine dayanıyor. Sanık durumunda olan Bünyamin ise ikrar etmemekle, yani "Evet ben çaldım" dememekle birlikte inkâr da etmiyor, "çalmadım" da demiyor. Daha önce kendisine yapılan tembih gereğince, olup bitenlere hiç aldırmıyor. Böylece sükut ikrardan sayılır ve kendilerinin verdiği fetva gereğince tutuklanıp alıkonulması gerekir. Nitekim öyle yapılmıştır.
Anlamalı ki, henüz kendisini tanıtmak zamanının gelmediğini bilen Yusuf, kardeşini alıkoymak çaresini düşünürken bile istibdat ve zorbalığa başvurmuyor, makamının ve yetkisinin verdiği gücü kullanmıyor ve bunu suistimal etmiyor. Zulüm ve zorbalık şaibesi verecek davranışlardan sakınıyor da meseleyi sırf adlî ve kanunî yollardan çözüme kavuşturmaya muvaffak oluyor. Gerçi bu bir hiledir, fakat ne güzel hiledir!
İşte Yusuf lehine böyle bir hile yaptık. Yukarıda geçen "Gerçi bu, Allah tarafından gelebilecek hiçbir şeyi önleyemez" ayetinde olduğu gibi, bu ayet de anlatıyor ki, Yusuf, bütün bu işleri Allah-ü Teala'nın vahyi ve talimatıyla yapmaktadır. Yani Yusuf için bu acayip hileyi Allah takdir ve tertip etti. Ona, onu Allah vahiyle talim eyledi de kardeşini alıkoymak için fetvayı öbür kardeşlerine verdirtti ve bu şekilde babasının şeriatını Mısır'da uygulama yolunu açtı.
77. Bunun üzerine kardeşleri, “Bu işte bir yanlışlık olmalı, o hırsızlık yapmış olamaz” diyerek Bünyamin’i savunacakları yerde, hem onun hem de Yusuf hakkında besledikleri kötü hisleri ortaya sermekten geri durmadılar.
Rivayete göre Hz. Yusuf’un halası onu çok severdi. Yusuf büyüyünce halası onun kendi yanında kalmasını istedi. Yakub buna razı olmayınca halası, Hz. İbrahim’den kendisine miras kalmış olan kuşağını Yusuf’un beline bağladı. Sonra kuşağın kaybolduğunu söyledi. Kuşak arandı, Yusuf’un üzerinde bulundu. Halası kanun gereği Yusuf’u yanında alıkoydu. İşte Yusuf’un kardeşleri “Daha önce onun kardeşi de çalmıştı” derken bu duruma işaret etmek istemişlerdir.
Başka bir görüşe göre ise Yusuf’un kardeşleri –daha önce yaptıkları gibi– yalan söylemiş, iftirada bulunmuşlardır.
Müfessirlerin bazıları bu ayetten şöyle bir mana da çıkarmışlar. Burada bir ayrımcılıkta söz konusu. Öz kardeş, üvey kardeş ayrımcılığı. Aslında bir aile dramı var ortada ve insanlık durdukça duracak olan üvey ve öz ayrımına bir de açılım getiriyor Kur’an. Bu konuda annesi ölmüş çocuklara sahip olan babalara Yakup örneği veriliyor. Çok önemli bir insani durum bu. Bir insani öğüt aynı zamanda.
78. Esaslı bir planın hedefi olduklarını fark etmeyen ve Bünyamin’i kurtarmanın başka bir yolu kalmadığını anlayan kardeşler, çareyi, boyunlarını büküp kendilerini acındırarak Hz. Yusuf’a yalvarmakta buldular.
Plandan haberdar olmayan kardeşleri, Bünyamin’in ihtiyar babası olup onun için çok üzüleceğini söylediler ve yerine kendilerinden birini alıkoyup onu serbest bırakmasını Hz. Yusuf’tan istediler.
79. Hz. Yusuf, cezanın şahsîliği ilkesinden hareket etti ve suçlunun yerine başkasını cezalandırmanın haksızlık olduğunu, böyle bir şey yapmaktan Allah’a sığındığını bildirdi.
Dikkat ederseniz Allah’ın elçisi hırsız kelimesi yerine yitiğimizi kimin yanında bulmuşsak diyor. Kardeşi Bünyamin’e böyle hitap etmiyor. Çünkü O gerçekten hırsız değildi.
Bünyamin’in veya kardeşlerinin yükünde aslında Yusuf, tası değil, Yusuf’u arıyordu. Belki orada onlara şunu ima ediyordu; Siz bir kardeşinizi kaybetmiştiniz, çalmıştınız, yani bir tas ne ki. Bir kardeşinizi babasından çaldınız siz. Onun için bir tası çalmak karşısında bu kadar telaşlanıyorsunuz. Bir insanı babasından çalmak karşısında hiç telaşlanmadınız. Böyle alttan alta bir nükte bir ders vermeye çalışılıyor bu ayet-i kerime.
80. Yakub (a.s.)’ın oğulları, Bünyamin’in alıkonması üzerine büyük bir çıkmazın içine düştüler. Ne yapacaklarını kendi aralarında gizlice müzakereye başladılar. Çünkü onlar Bünyamin’i babasından ancak Allah adına yemin edip kuvvetli bir söz verdikten sonra alabilmişlerdi. Üstelik daha önce de Yusuf hakkında babalarının güvenini sarsacak bir davranışta bulunmuşlardı. Şimdi eğer Bünyamin’i babalarına geri götüremez iseler son derece utanacaklar, mahcup olacaklardı. Çünkü bu durum zahiren, onların Yusuf’a hainlik ettikleri gibi, buna da hainlik ettikleri anlamına gelecekti. Bu sebeple aralarında durumu istişare ettiler ve büyükleri onlara bir yol göstermeye çalıştı. Kendisinin bu utancı kaldıracak ve babasının yüzüne bakacak hali olmadığını ifade etti. Halini Allah’a arz ederek ve O’na yalvararak bir çıkış yolu beklemeye koyuldu.
Kardeşlerin büyüklerinden maksat yaşça büyük olan Ruben mi yoksa akılca üstün olan Şimeon mu olduğu konusunda farklı rivayetler vardır. Yusuf’un bu kardeşi, daha önce onu öldürmek isteyen kardeşlerine, onu kuyuya atmalarını teklif etmiş ve ölümden kurtarmıştı.
81. Müfessirlerimiz bu ayete farklı manalar vermişler.
Biz sana söz verirken onun hırsızlık yapacağını nereden bilelim, bilemezdik.
Yusuf’un başına gelenin onun da başına geleceğini nereden bilebilirdik ki. Yani gaybın muhafızı değiliz demekle bunu da kastetmiş olabilirler.
Fakat işin içyüzüne, yani işin görmediğimiz boyutuna vakıf değiliz demek istedi diyor. Yani gaybı bilemeyiz. Gördüğümüz onun, çalınan kabın onun yükünden çıktığıdır. Ama o çaldı mı çalmadı mı bilemeyiz.
82. Biz, onun aleyhinde şahitlik etmedik; ancak bildiklerimize şahitlik ettik; yalnız azizin maşrapasının onun yükünden çıktığını gördük. Biz gerçek durum, gördüğümüz gibi mi, yoksa başka türlü mü, onu da bilmiyoruz.
Yahut biz sana onu getireceğimize söz verirken, onun hırsızlık yapacağını, yahut böyle bir şeyle karşılaşacağımızı veyahut da Yusuf yüzünden uğradığın musibete onun yüzünden de uğrayacağını bilmiyorduk.
83. “Bel sevvelet” Bir şeyin gerçeğinin tam zıddına görünmesi. Kötü olan bir şeyi süsleyip püsleyerek iyi bir biçimde takdim etmek ve algılamak. İşte insan tasavvurunun sahibine oynadığı bir oyun. Kötüyü iyi ya da iyiyi kötü olarak görmesi.
Çoğu zaman öyledir. Suizan ile bakarsa insan, tasavvuru, eşyayı kötü algılar. Doğruyu yanlış algılar. Baktığında değil bakışında arar kötülüğü ve bir türlü de doğru göremez, doğruyu göremez. İşte Hz. Aişe’nin ifk hadisesi, iftira hadisesinde ki bakışta olduğu gibi.
Ne diyordu Ebu Eyyüb el Ensari; hanımı iftiraya inanmış gibi taşıyınca;
– Ey ümmü Eyyub demişti, sen Aişe’nin yerinde olsan yapar mıydın.
– Vallahi yapmazdım.
– O zaman şunu bil ki Aişe senden bin kat daha iyidir. Doğrumu?
– Doğru.
– Ey Ümmü Eyyub Ben Safvân’nın yerinde olsam yapar mıydım? (Hz. Aişe ile iftira atılan kişi.)
– Vallah yapmazdın. Düşünemem bile ben.
– Ey ümmü Eyyub, Safvân benden bin kat daha iyidir, bin kat daha eftaldir. O Bedir’e katılmış, o Resulallah’ın sevgili bir sahabesidir değil mi?
– Evet.
– O halde senin ve benim yapmayacağımı onlara nasıl yakıştırıyoruz. Demişti.
Bu bir bakış açısı. İşte böyle bir temeli olursa, baktığı yer Allah’ın gör dediği yerden bakarsa böyle görür. Şeytanın gör dediği yerden bakan ise farklı görecektir.
“Fesabrun cemil” yani artık olan olmuş biten bitmiş. Ne gerekir. Tedbiri başından beri düşünmüştü zaten. Elinden geleni yaptı. Allah’ı hesaba katarak yaptı ve en sonunda da başa gelene de dayanmak gerektiğini söylüyor. İşte en doğru yaklaşımı veriyordu.
Ama yine de ne diyor bakınız; Kim bilir belki de Allah hepsini birden bana kavuşturur. Umudunu kesmiyor. Anlaşılan o ki Hz. Yusuf’un öldüğüne hiç inanmamış. Yani yüreği ses veriyor, yüreğinin sesini dinliyor.
Çünkü O, evet O’dur her şeyi bilen, hikmetle edip eyleyen. Yine Allah’a bağlıyor umudunu, yani umudu imandan geliyor. İmanın bir çocuğu.
84. Görülüyor ki, Yakup Aleyhisselam, oğullarının getirdiği habere inanmıyor ve bu yüzden ümitsizliğe düşmüyor. Fakat onlara fazla yüz vermiyor, onlarla olan ilişkisini bile Allah'a arz etmek, bütün dertleriyle içini Allah'a dökmek çabasını sürdürüyor.
Yusuf gitti, Bünyamin gitti, en büyük oğlu gitti. Ama Yakub’un hüznü, kederi yine Yusuf’a. Çünkü Onun yüceliğini biliyordu, Onun yüceliğine şahit olacaktı. O en sevgili oğlunun gördüğü rüyanın gerçekleşmesini gözleriyle görecekti. İşte onun içindir ki kalbinde en büyük sevgiye oturan Yusuf’tu. İşte bu sözün sonunda, bu hüznün sonunda gözlerine aklar düştü. O çok üzgündü, sıkıntılı ve perişandı. Üç oğlundan birden ayrılmak Onu çok perişan etmişti. Yıllardır Yusuf’undan bir haber alamaması Onu eritmişti. Ama bu arada asla Rabbinden ümidini kesmeyip Yusuf’a yaklaştığını hissediyordu.
Gözünü verdi Yakub, ama bir burun kazandı. Bir burun Mısır’dan, yani Mısır’dan Filistin’e gelen kokuyu aldı burun. Yüzlerce Km. öteden sevdiğinin kokusunu alan bir burun. Aşka, muhabbete, hasrete iki göz verdi, gözün görmediğini gören bir burun aldı. Bu takas, bu alışverişte kim kârlı, kim zararlı çıktı söyler misiniz? Bence Yakub zararlı çıkmadı. Muhabbete verilenin karşılığı fazlasıyla alınır demekti bu.
Musibet zamanlarında ağlayıp esef etmenin caiz olduğuna bu ayet-i kerime delil olarak gösterilmiştir. Çünkü üzülmemek, insanın elinde olan bir şey değildir. Bundan dolayı, sıkıntı anlarında kendine sahip olanlar pek azdır.
85. Bu sözleri söyleyenler çocukları, gelinleri, torunlarıydı. Ve onların hiç birisi Yusuf’la ilgili bir beklenti içinde değillerdi. Yusuf’a kavuşmanın bu kadar yakın olduğunu da bilmiyorlardı da dedelerine nasihat ediyorlardı. Yapma, kendini harap etme diyorlardı.
Gözünün görme duyusunu kaybetmesini ya da zayıflamasını şöyle izah edenlerde olmuş. İnsan eğer gözle sevdiklerini göremeyecekse göz neye lazım ki. Eğer sevdiğini görmeyecekse göz de gitsin dercesine bir nükte.
86. Hz. Yakub'un oğulları, teselli ve şikâyet yoluyla öyle deyince, o da dedi kı; ben bu halimi size veya başkasına şikâyet etmiyorum ki, siz beni teselliye kalkışıyorsunuz. Ben kederimi ve hüznümü yalnız Allah'a arz ediyorum; O'na sığmıyorum; bu üzüntünün giderilmesi için O'nun kapısında yalvarıyorum ve Allah'ın sizin bilmediğiniz ihsanını ve rahmetini biliyorum.
Onun için O'nun bana rahmet ve ihsanda bulunmasını ve ricamı geri çevirmemesini niyaz ediyorum. Yahut ben Yusuf’un hayatından, Allah tarafından vahiy ve ilham yoluyla, sizin bilemediğiniz şeyleri, biliyorum.
Diğer bir görüşe göre ise, Hz. Yakub, Hz. Yusuf’un rüyasından biliyordu ki, ilerde ana-babası ve kardeşleri huzurunda secdeye kapanacaklardır.
87. Bütün duyularınızı, hislerinizi kullanarak Ondan haber almaya çalışın. Elinizle yoklayınız, gözünüzle araştırınız, kulağınızla haber almaya çalışınız. Yeri belli olan ağabeyinizden, tutuk olan Bünyamin’den ve yitik olan Yusuf’tan ümit kesmeyiniz. Umut imanın çocuğudur. Kendisi ümit kesmedi. Yıllar geçti ama kesmedi.
Aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen derdi hâlâ Yusuf’tu. Yusuf’unu arıyor, Yusuf’unu istiyor, Yusuf’unu soruyordu. Her bir olayla Ona biraz daha yaklaştığını hissediyordu.
Sevdalı ve hasretli Yakub peygamber. Yani iman bitmeden umut bitmez demektir bunun adı. Yalnızca kafirler umut keser demenin öbür biçimde söyleyişi; İmanı olanın umudu tükenmez demektir. Onun için sevdanız varsa umudunuz var demektir. İmanınız varsa umudunuz var demektir. Yusuf’u olanlar mutlaka bir biçimde Yusuf’una kavuşurlar. Yusuf’unuz Allah’ın sevdiği, Allah’ın razı olduğu bir sevda olsun.
88. Rivayete göre, Yakub (a.s.) oğullarından birine şunları yazmasını emretti:
“Rahman ve Rahim Allah’ın ismiyle…
Allah’ın dostu İbrahim’in oğlu İshak’ın oğlu Yakub İsrailullah’tan Mısır Aziz’ine!
Biz, başlarına devamlı olarak belâlar inen bir aileden geliyoruz. Dedem İbrahim, Nemrut tarafından yakılmak istendi, fakat buna sabretti. Bu sebeple Allah ateşi ona serin ve selâmet kıldı. Amcam İsmail’e gelince, o da boğazlanma tehlikesiyle karşı karşıya geldi. Fakat sabrı sayesinde Allah Teâlâ büyük bir kurbanlık ile kendisini kurtardı. Ben de oğlum Yusuf’u kaybetmekle müptelâ oldum, gözlerim kör olup belim bükülünceye kadar ağladım.
Hırsız sanarak yanınızda alıkoyduğunuz oğlumla teselli buluyordum. Şunu bil ki biz, ne hırsızlık yapan ne de böyle bir suçu işleyecek olanları dünyaya getiren bir aileyiz! Oğlumu bana iade ederseniz ne âlâ! Aksi takdirde, size öyle bir beddua ederim ki yedi kuşak sonraki çocuklarınıza bile sirayet eder... Vesselâm!”
Yusuf, babasının mektubunu okuyunca ağladı ve ona şöyle bir cevap yazdı:
“ Rahman Rahîm Allah’ın ismiyle...
Yukup İsrâilullâh’a Mısır Azizinden!
İmdi ey yaşlı zat! Mektubun elime ulaştı. Onu okudum ve oradaki bilgileri tüm yönleriyle öğrendim. Mektubunda salih atalarından ve bunların bir takım belâlara uğradıklarından bahsediyorsun. Mademki onlar böyle belâlara uğradıkları ve bunlara sabrettikleri için zafere eriştiler, öyleyse sen de onlar gibi sabret... Vesselam!”
Bu mektubu alıp okuyan Yakub (a.s.): “Vallahi” dedi, “Bu, bir hükümdar mektubu değil, bir peygamber mektubudur! Bu mektubun sahibi belki de Yusuf’tur!”
Artık Hz. Yusuf’un, kendini tanıtma ve bu surenin 15. ayetinde müjdelendiği üzere, onlara daha önce yaptıklarını hiç beklemedikleri bir anda haber verme vakti gelmişti:
89. Hz. Yusuf’un muhataplarına bir gerçeği ifade ederken kullandığı, onları zor durumda bırakmayacak saygılı üslup. Varsa mazeretleri de kendilerine iletiyor. Yani siz cahilken, bir şey bilmezken, henüz daha toyken diyerek onları köşeye sıkıştırmamak istiyordu. Yani onlara bir de mazeret sunuyordu. Daha doğrusu onların bir hakikate karşı bir yalanı savunmalarına meydan vermiyor, savunma mekanizmalarını çalıştırmalarına meydan vermiyor. Bu harika bir hakikati iletme yöntemi. Karşıdaki insanın tüm duyargalarını, tüm yüreğini tüm zihnini açması için ona adeta okşayarak terbiye etmek. Ona bir hakikati güzel bir üslupla iletmek nübüvveti bir model olmalı.
Kulaklarında çın çın çınladı bu ses. "Evet, tanıdıkları birinin sesiydi bu! Evet, onun yüzü olmalıydı bu yüz! Ama o ana dek, onu hep Mısır başveziri diye düşündüklerinden, bu yüzü böylesine dikkatle incelememiş olmalıydılar. İşte nazik bir biçimde kendi kimliğini de açıklıyordu nitekim. Gözlerinin önünde ta geçmişte yaşanmış bir olayın anısı canlandı.
90. Tam bir sürprizdi bu! Hem de hiç beklenmedik bir sürpriz! Kendisine ve kardeşine karşı bir cahillik ederek yaptıkları işi güzellikle ve sadece hatırlatmakla yetiniveren Hz. Yusuf'un yaptığı bir sürpriz! Hz. Yusuf, onlara başka hiçbir şey dememişti.
Bu durumda ister istemez, bir zamanlar Hz. Yusuf'a yaptıkları geldi gözlerinin önüne. Onlar kötülük etmişlerdi, O ise kendilerine iyilikte bulunuyordu. Onlar bir cahillik etmişlerdi, O ise kendilerine son derece yumuşak davranıyordu. Onlar insanlık onuruna yakışmayacak bir iş yapmışlardı, O ise kendilerine karşı onurluca davranıyordu. Bu durumda o anda, ister istemez tüm bunların ezikliği ve utangaçlığını duyuyorlardı:
Hz. Yusuf her zaman olduğu gibi Müslüman bir akılla düşünüyor ve diyor ki; Bu seviyeye gelişimizi farklı bir biçimde anlamlandırmaya kalkmayın, bizi Allah buraya getirdi. Allah bize lûtfetti, ikram etti. Allah’tan bağımsız bir başarı olamayacağını, işte o çok kritik, çok heyecanlı o anda dahi dile getirmesini biliyor Hz. Yusuf.
Bilinç ve direnç. Takva ve sabır. Bilinç Allah’a karşı esas duruş. Direnç insanın hayata karşı esas duruşu. Allah’tan aldığı güçle hayatın sıkıntıları dertleri, elemleri, kederleri, hüzünlerine karşı dik durmak, eğilmemek, bükülmemek, pes etmemek, havlu atmamak. Ama insanın; Hayatın üzerine üzerine gelişi karşısında dik durabilmesini sağlayan en büyük enerji ve güç kaynağı Allah’tır.
91. İtirafta bulundular, bu bir suç itirafı, bu bir tevbe aslında, bu bir özür beyanı. Allah’a özür beyan edecek bir insan, öncelikle günahından dolayı mağdur ettiği kimseye özür beyan etmeli. Eğer o günah birilerini mağdur etmişse önce onlardan özür dilemeli. Ama Allah’tan özür dilemeyi bilmeyen, kuldan özür dilemeyi nasıl bilsin. Allah’a karşı özür dilemeyi beceremeyen kula karşı nasıl özür dilesin.
İşte tevbenin hem insandan insana, hem insandan Allah’a ulaşan bütünsel bir süreç olduğunu görüyoruz burada. O bize öğretiliyor bu ayetlerde. Pişmanlık nasıl olur. Allah’ın kabul edeceği pişmanlık nasıl olmalı. Mağdur ettiğimiz insanlardan dolayı Allah’a tevbe etmenin edebi nedir. O öğretiliyor burada. Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz der eskiler. Kulluğun edebi işte budur. Başarıyı Allah’a, hatayı kendisine atfetmek.
Yusuf’un kardeşleri, günahkar kardeşleri, suçlu kardeşleri işte bu erdemi takınmışlardı ve bize onlar bunu öğretiyorlar. Daha doğrusu bu kıssa sadece direnişi, acıya, eleme, hayata karşı direnişi. Sadece Yakup’un şahsında sabrı, sadece Yusuf’un karşısında ahlakı, erdemi, fazileti değil; Yusuf’un bir zaman ihanet içinde olan kardeşlerinin şahsında da bize hatadan nasıl dönüleceğini, hatta bir mümin eğer ille de günah işlerse adam gibi nasıl tevbe edeceğini, adam gibi günah işleyip, adam gibi “tevbe etmenin” yolunu ve yordamını öğretiyor.
Bu bana, bu surenin iniş amacı olan ve ilk muhatabı olan Resulallah’ın yüreğine su serpme işlevi taşıyan asrı saadetten, Resulallah’ın çağından bir sahneyi hatırlattı.
Fetih günü. Medine’den çıkan İslam ordusu seller gibi Mekke’yi çevreleyen dağların arasından Mekke’ye doğru akmakta. Hava kararmış, Mekke korku içinde, Resulallah’a yaptıklarını bilen Mekke tir tir titrerken Mekke’nin reisi Ebu Süfyan bir vesile ile Resulallah’ın henüz daha Mekke’de olan amcası Abbas’la buluşmuş ve bir tepeden Mekke’ye doğru seller gibi akan İslam ordusunu seyretmekteler.
Ebu Süfyan bir ara daldığı derin düşüncelerden sıyrılıp yanında ki Resulallah’ın amcası Abbas’a diyor ki;
– Ey Fazl’ın babası, Kardeşinin oğlunun saltanatı ne kadar da büyümüş.
Tabii bu bir şaşkınlık. Bu bir itiraf aynı zamanda. Tabii ki bu aynı zamanda bir bitmişlik ifadesi ve itirafı. Biz kime karşı savaştık ve bizim savaştığımız şu anda ne durumda. Kendilerine bakıyor, Mekke’nin sarsılmaz ve yenilmez zannettikleri o kodamanları bitmiş. Ama bir zaman bir tek kişi olan ve hiç kale almadıkları, bir fiskelik canı var diye düşündükleri ve daha sonra tüm güçleriyle savaştıkları insanın, Mekke’ye, kendisine ölümüne bağlanmış binlerin arasında girişini seyrederken bu itirafta bulunuyor. Kardeşinin oğlunun saltanatı ne kadar da büyümüş.
Abbas Bin Abdulmuttalip işin şuurunda, işin farkında. Gerçeğin ne olduğunu biliyor ve diyor ki;
– Ey Ebu Süfyan o saltanat değildir. Bu salt bir dünyevi iktidar değildir. Fakat o peygamberliktir. Sen onu anlamıyorsun.
Gerçekten anlamamıştı. Anlamamıştı ki öyle konuşuyordu. İşte bu sahne Hz. Yusuf’la kardeşlerinin buluştuğu ve kardeşlerinin bu itirafı yaptığı bu sahne bana Resulallah’ın Mekke’ye fetih için girişini hatırlattı. Aslında bu sure indiğinde Mekke de daralmış ve bunalmış olan sevgili efendimize o günler, daha yıllar sonra gelecek o günler yıllar öncesinden müjdeleniyordu. Bu ayetlerin amacı buydu. Ve tabii ki çağlarının tüm Yusuf’larına aynı müjdeyi veriyordu Kur’an bu sureyle.
92. Kendisinin affettiğinden lafız olarak söz etmiyor. Yani ne kadar nezaketli, sizi affettim bile demiyor. Çok nazik ama affettiğini daha nazik bir üslupla dile getiriyor. “Bugün size kınama yok, ayıplama yok, yani sizi yaptıklarınızdan dolayı ayıplayacak değilim.”
Evet, nasıl güzel bağışlanır onu da bize bu kıssa öğretiyor. Bize karşı kötülük yapanlara nasıl bağış ve ihsanda bulunuruz, onları affederken nasıl bir üslup kullanırız, kullanmamız gerekli, bunu da buradan öğreniyoruz.
Ve tabii adeta bu ayetler kendisinden 10 küsur yıl sonra olacak manzarayı gösteriyordu sevgili efendimize ve yine o manzara.
Fetih olmuş İslam ordusu Mekke’ye kansız denebilecek bir zayiatla girmiş, birkaç küçük çatışma dışında ciddi bir direniş olmamış, Resulallah Kabe’ye gelmiş, özlediği atası İbrahim’in elleriyle yaptığı beyte, beytullaha yüz sürmüş, namaz kılmış, fakat Mekke’nin küfürde direnmiş sevgili evladı Muhammed’i (AS) sürmüş olan kodamanları Kâbe’nin avlusunda toplanmışlar, başlarına gelecek akıbeti merak ediyorlar. Acaba ne yapacak, bize nasıl davranacak. Yaptıklarını bilirler ya, eğer kendilerinin yaptığını, kendilerine yapacak olursa gerçekten halleri fena, onun için karma karışık duygular içinde Kâbe’nin avlusunda bekleşiyorlar.
Kâbe’nin avlusunda bekleşmelerinin sebebi; oranın harem oluşuna sığınıyorlar. Yine istismar edecekler. Yani Haremde de kan dökecek değil ya, orada kan dökmek öteden beri yasak, herhalde o da ona uyar diye düşünüyorlar. Ama karma karışık duygular içinde orada beklerken Resulallah Kâbe’nin içindeki putları temizleyip orada rabbine bir şükür namazı kılıp Kâbe nin önüne çıkıyor ve:
– Orada bekleşen binlerce Mekke’liye sesleniyor. “Ey Kureyş topluluğu; Bugün size ne yapacağımı sanıyorsunuz? Ben size ne yapacağım diye düşünüyorsunuz. Diyor.
Verdikleri cevap ne olsa gerek; “Hayran..!” diyorlar. Bakınız bir ömür direnmişler, ölümüne direnmişler, sürmüşler, canına kastetmişler, iftira etmişler, alaya almışlar, taşlamışlar. Ama buna rağmen verdikleri cevaba bakınız. Hep bir ağızdan “Hayran” diyorlar.
– Hayran, ahun kerimun vebnu ehın kerimin. Sen çok kerim bir kardeşsin ve kerim bir kardeşin oğlusun. Erdemli, cömert, affedici, bağışlayıcı bir kardeşsin. Erdemli, cömert, bağışlayıcı bir kardeşin de çocuğusun. Diyorlar.
Peki Resulallah ne diyor; Aynen bu ayeti okuyor, bu ayeti, Yani Yusuf’un kardeşlerine dediğini.
– “lâ tesriybe aleykümül yevm” Bugün size kınama yok, ayıplama yok. Ve arkasından bir cümle ekliyor; “İz hebu feentüm tuleka” haydi gidin, siz salıverildiniz, siz koy verildiniz.” Yani yakanızı bıraktım sizin. Belki “Sizi Allah’a havale ettim.” Dercesine.
93. Yusuf’un (a.s.), gömleğini göndererek, bunun babasının yüzüne sürüldüğünde gözlerinin açılacağını kesin olarak ifade etmesinin iki türlü izahı yapılabilir:
Birincisi; Hz. Yusuf bunu Allah Teâlâ’dan aldığı vahye dayanarak yapmıştır. Buna göre hâdise Yusuf’un bir mucizesidir.
İkincisi; hâdisenin aklî izahı ise şöyledir: Hz. Yakub’un gözlerine ak düşmesi, Yusuf’un ayrılığından dolayı tutulduğu derin hüzün ve kederden kaynaklanmıştır. Bunu fark eden Yusuf (a.s.), babasının kederini gidermek üzere gömleğini göndermiştir. Gerçekten de gömlek getirilip yüzüne sürülünce o, Yusuf’unun hayatta olduğunu öğrenmiş, buna çok sevinmiş ve kalbine büyük bir sevinç dolmuştur. Bu vesileyle ruhu kuvvetlenerek gözüne fer gelmiştir. Nitekim Hz. Yakub’un, Yusuf’un kokusunu ta uzaktan duyması da gönlünde coşan sevincin bir göstergesi gibidir.
Rivayet edildiğine göre ”Yehuda" gömleği aldı ve : ”Kana bulanmış gömleği getirerek babamı ben üzmüştüm. Onu üzdüğüm gibi, şimdi de sevindireceğim" dedi ve gömleği sırtlandı.
94. Hz. Yakub, Yusuf’un (a.s.) kokusunu o kadar uzak mesafeden bir anda duyabilmiştir. Bununla ilgili şu izahlar yapılabilir:
Allah Teâlâ bu kokuyu, bir mucize olmak üzere o kadar uzak mesafeden Hz. Yakub’un koku alma duyusuna ulaştırmıştır.
Allah Teâlâ, o anda o kokuyu Yakub’un (a.s.) vicdanında var etmiştir. Veya Cenab-ı Hak, Yakub’un hafızasını yeniden harekete geçirmiş, daha önceden bildiği Yusuf’un kokusunu ona yeniden duyurmuştur.
Buna göre hâdise, bizzat Allah’ın iradesiyle gerçekleşen bir mucizedir ki, bunun böyle olduğunda şüphe yoktur. Üstelik bunun gerek Mısır’dan gönderilmesi, gerekse böyle bir hızlı titreşimin Yakub tarafından algılanabilmesi ve o kokunun Yusuf’a ait olduğunu kestirebilmesi doğrudan doğruya ilâhî tasarrufu gösteren harikalardır ve olaydır.
Filistin’de ki bir babanın, evladına hasret bir babanın, bir peygamber olan evladına hasret bir peygamber babanın Mısır’dan aldığı bir koku. Evet, muhabbetin ödülü.
İki göz verdi hasrete baba Yakup, iki göz. Fakat hasret ve muhabbet saf olunca, verdiğinizden daha fazlasını size geri veriyor Yaratan. Bir burun veriyor ki siz o burunla bin gözün göremeyeceği yeri görüyor, oradan koku alıyorsunuz.
Tabii bu burun ille de fiziki burun olmak zorunda değil. Yüreğin de burnu var nasıl gözü varsa, nasıl kulağı varsa. Onun için ..summün bükmün ‘umyün.. (Bakara/171) dediği de budur zaten. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler derken Kur’an; körlükle, sağırlıkla aslında işitme ve görme duyularının çalışmadığını söylemiyor. Yani gözleri bakıyor, kulakları duyuyor, fakat yüreklerinin gözü kör, yüreklerinin kulakları sağır. Onu kastediyor.
Tabii burada kokuyu alan; seven yüreğin ta kendisidir. Ondan ötesi, ondan ötesini bilmiyoruz. Ama severse alır mı? Evet alır. Muhabbet böylesine bir iksirdir. Muhabbet uzağı yakın eder. Aşk şeffaflaştırır. Zamanı ve mekanı aşırır aşk. Seveni sevdiğine yakın eder. Onun için üretici sevginin sahibine bağışladığı hediyeyi görüyoruz burada.
95. Allah'ın kudretine bakın ki, Yakub, Yusuf'un güzel kokusunu o kadar uzaktan derhal duydu ve onun bir vehim, bir hayal olmadığını, bir hakikat olduğunu kendi vicdanında tanıdı. Durumu kesin bir dille ifade etti, fakat gafillerin kendisine inanmayıp "saçma" diyeceklerini bildiği için de "Beni bunak yerine koymazsanız..." dedi, lâkin kim dinledi?
Tahmin ettiği gibi, onun bu sözünü işitenler Hayret vallahi, dediler, gerçekten de sen hâlâ eski şaşkınlığında bocalayıp duruyorsun. Yani, hâlâ "Yusuf, Yusuf" deyip duruyorsun, hâlâ ona kavuşacağını vehmediyorsun, oysa bu doğru değil. Oğulları yolda olduğu için, Yakub'a bunu söyleyenler onlar değildi. Kızları, gelinleri ve öteki yakınları olabilirdi.
Etrafındakilerde anlamadılar. Anlamadılar ki muhabbeti kuru bir akla mahkum etmek istediler. Onun için yanılgı olarak gördüler. Sevmeyen bilmez, onun için aşıkı aşık anlar. Onun içindi ki Yusuf babasını anladı. Onun içindir ki sevenin sevdiğinden gelen bir parça, bir hatıra, bir hediye; seven için bir çift gözden daha iyidir. İşte Yusuf’la baba Yakup arasında ki bu muhabbet, bu özge muhabbet, bu dünyalar durdukça yaşayacak olan muhabbetin dayandığı temeli bu.
96. Şimdi bu neşeye kavuşan Yakub neler dedi, neler yaptı sanırsınız? Hayır, o yine "sabrı cemil"inden ayrılmadı. "Allah'ın yardımından ümit kesmeyiniz" nasihatini hatırlatarak, sadece size demedim mi dedi ben, doğrusunu isterseniz Allah'tan sizin bilmediklerinizi de bilirim. Yani, şimdi anladınız mı Allah, ne büyüktür; peygamberlik de nasıl bir gerçektir?
Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Yakup, müjdeciye: ”Yusuf nasıldır?" diye sordu. Müjdeci: ”O, Mısır melikidir." dedi. Hazret-i Yakup: ”Ben melikliği ne yapayım? Sen bana, ondan ayrılırken hangi din üzereydi, onu söyle" dedi. Müjdeci: ”İslâm Dini üzere" deyince, Hazret-i Yakup: ”İşte şimdi nimet tamam oldu" dedi.
97. Ancak Hz. Yakub'un, açıkça söylemese de bu oğullarına karşı kalbinin az da olsa hala kırgın olduğu anlaşılıyor. Onlara Allah'tan günahlarını affetmesini dileyeceğine ilişkin söz veriyor ama bu işi, içindeki kırgınlık iyice geçtikten, iyice sakinleşip kendine geldikten sonra yapacağını belirtiyor
Peygamberlerin, ümmetlerinin kendi güvenlerini zedelemesi sonucunda işledikleri hatalar için istiğfar etmek, peygamberlerin görevlerinden biridir. İşte oğullar, babalarından kendileri için Allah’tan af dilemelerini istiyorlar. Hz. Yakup tıpkı Resulallah gibi, onlar için tabii ki bir sonraki ayette zaten af dileyeceğini söylüyor. Resulallah’ta Uhud dönüşünde rabbimiz tarafından böyle bir talimata muhatap olmuştu.
“FeBima rahmetin minAllahi linte lehüm” Allah’tan bir rahmet sayesinde onlara yumuşak davrandın, “ve lev künte fazzan ğaliyzal kalbi lenfaddu min havlike” Eğer onlara sen katı kalpli davransaydın, onlardan yüz çevirseydin; onlar etrafından dağılır giderlerdi. “fa’fü anhüm” o halde onları affet. “vestağfir lehüm” işte burası onlar için Allah’tan af dile. Ali İmran 159 işte böyle diyor. Onlar için Allah’tan af dile.
Peygamberlerin görevleri arasında ümmetlerinin günahkarları için Allah’tan af dilemekte var. Bu ümmetleri için istiğfar. Bu belki sadece onlar için değil, her öncü, her üstat her hoca talebesi için belki de kendisine karşı yapılmış bir kusur varsa hem onu bağışlamak, hem de bağışlanması için Allah’tan af dilemek gibi bir alicenaplılığa, bir yüce ruhluluğa çağrılmakta.
98. Hz. Yakub’un oğullarına karşı kalbi kırıktı, kendisinin affettiğine işaret etmekle birlikte Allah’ın affı için hemen dua etmedi; ya seher vaktini veya aralarında helâlleşmelerini beklemek ya da kırgınlığını hissettirmek için onu bir süre erteledi.
Yusuf gibi bir peygambere karşı da yapılsa Allah’ın af sınırları da af kapsamı dışında sayılmıyor bu suçlar bakınız. Bu da çok önemli. Onun için af dileme sözü verdi Hz. Yakup.
99. Yakup Aleyhisselam, yakınlarıyla birlikte kendi ülkesinden ayrılarak Mısır’a Hz. Yusuf’un yanına gitti. Rivayete göre Hz. Yusuf ile Mısır hükümdarı, kalabalık bir asker topluluğu, devlet adamları ve Mısır halkı ile birlikte Hz. Yakub’u şehrin dışında karşıladılar. Hz. Yusuf, ana babasını kucaklayıp bağrına bastıktan sonra onları özel bir konakta dinlendirdi; sonra da güven içinde şehre girmelerini söyledi.
100. Hz. Yusuf, Mısır’a gelen ana-babası ve diğer aile fertlerini büyük bir memnuniyet ve sevinç içerisinde karşıladı. Daha önce erzak almak için gelen kardeşlerini üç kez görmüştü. Fakat ana-babasını uzun seneler hiç görememişti. Bu sebeple onlara duyduğu hasret daha fazlaydı. Onları görür görmez yanına aldı, bağrına bastı, hasret giderdi. Sonra hepsine emniyet ve huzur içinde; kimseden korkmadan ve hiçbir şeyden çekinmeden Mısır’a yerleşmelerini söyledi.
Yusuf’un (a.s.) bu hoşgörüsü, müsamahası, misafirperverliği ve lütufkar tavrı karşısında gelenlerin hepsi son derece memnun oldular. Onun ne kadar affedici, kerim, şerefli ve güzel bir insan olduğunu bu defa daha yakından anladılar. Hep birlikte onun huzurunda saygıyla eğildiler. Böylece onu selamlayıp, ona olan hürmet ve tazimlerini sundular.
Buradaki secde, kesinlikle bir ibadet secdesi değil, o dönemde gelenek olan bir selamlaşma ve saygı hareketidir. Çünkü onların âdetine göre secde, selamlama ve saygı gösterme manası taşımaktaydı. Nitekim bazı toplumlarda insanların, birbirlerine tazim ve saygı göstermek maksadıyla ayağa kalkmayı, el öpmeyi, musafaha yapmayı âdet edindikleri bir gerçektir.
Annesi, babası ve kardeşlerinin tabii olarak huzurunda eğildiklerini ve kendisine tazimlerini arz ettiklerini gören Yusuf (a.s.), daha önce gördüğü rüyayı hatırladı. Babasına hitap ederek, bu manzaranın gördüğü o rüyanın bir neticesi olduğunu; Allah Teâlâ’nın onu gerçek çıkardığını söyledi. Peşinden de, hapisten kurtulması ve tüm ailesinin Mısır’a gelmesi gibi Cenab-ı Hakk’ın kendisine olan hususi ikram ve ihsanlarını zikretti. Ondaki affedicilik, sabır ve tahammüle bakalım ki, kardeşleriyle arasında olup biten meselelerde suçu şeytana yüklediği gibi, suçlarını hatırlayıp üzülmemeleri için ne kuyuya atılmasından ne de oradan kurtuluşundan hiç bahsetmedi.
Allah Teâlâ’nın Latif ism-i şerifinde iki mana vardır:
Nihayetsiz lütuf sahibi, kullarına bol bol ihsan eden, nimet veren.
Murat ettiği işleri yoluna koymak ve neticeye erdirmek için çok ince ve çok güzel tedbirler alan; işlerin inceliklerini çok iyi bilen, rıfk ile muamele eden.
Fiildeki rıfk yani yumuşaklıkla anlayış ve kavrayıştaki letafet bir araya geldiğinde lütfun manası tam olarak gerçekleşir. Bunun ilim ve fiilde kemali ise sadece hakiki Latif olan Allah Teâlâ’ya mahsustur. Kulun bu isimden alacağı nasip ise, insanları Allah’a davet ve onları âhiret nimetlerine eriştirmek hususunda, aynen Hz. Yusuf’un yaptığı gibi, sertlik, ayıplama ve düşmanlığa sapmadan son derece yumuşak ve lütufkâr olmaktır.
101. Rabbine itirafta bulunuyor. Annesi, babası ve kardeşleri orada. Orada asıl döneceği yere dönüyor. Asıl teşekkürünü göndereceği yere teşekkür ediyor ve aslında herkesin de nereye teşekkür etmesi gerektiğini böylece fiili olarak gösteriyor.
Bilgi ve iktidar. Hemen bir üstteki ayet nasıl bitiyordu? Bilgi ve hikmet ve Hz. Yusuf rabbine teşekkür ederken bu ikisini yan yana koyuyordu. Biz bunun yanına ayetin devamındaki cümleden yola çıkarak imanı da koymak durumundayız. İman bilgi ve iktidar birleşince işte gerçek iktidar o zaman ortaya çıkar. Bilgi gücünü imandan alacak, iktidar gücünü bilgiden alacak ve üçü birbirine bağımlı olacak. İmansız bilgi olmayacak. Bilgisiz iktidar olmayacak. İktidar bilgiye, bilgi imana yaslanacak.
Yusuf’a bakın. Canımı sana adanmış biri olarak al ve beni Salih insanlar arasına kat. Bu duaya amin denilmezde ne denilir.
İstikbal kaygısı; Birilerine göre Yusuf istikbalini kurtarmıştı değil mi? Mısır’a sultan olmuştu. Hazine bakanıydı. Mısır’ın tüm hazineleri elindeydi. Ama o istikbal arıyordu. Onun istikbal olmadığını biliyordu. O, istikbalin ahiret olduğunu biliyor ve istikbalin Allah’a ait olduğunu biliyor ve O’ndan istiyordu.
Evet. Mülkü; hikmet, bilgi ve imanın eline verirseniz, para ve güç yani iktidar bir zulme değil, bir cennete dönüşür. Cennete ulaşan yolda bir araca dönüşür. İşte böyle.
102. Burada kıssa bitti. Kıssa son buldu ve artık hisseye, kıssanın ilk muhatabı olan Hz. Peygamber A.S. a yöneldi. Hitap ve ona doğrudan şimdi hitap ediyor ve diyor ki; Bu olay senin daha önceden bilmeyip de bizim sana vahyettiğimiz haberlerden biridir. Yani okuman, yazman yoktu ki bu olayı bir yerden aynen alasın.
Kureyş müşrikleri ve bir kısım yahudiler, Resulullah (s.a.s.)’i zor durumda bırakmak için Yusuf kıssasını sordular. İsrailoğulları’nın Mısır’a niçin gittiklerini anlatmasını istediler. Fakat Peygamberimizin bu konuda hiçbir bilgisi yoktu. Çünkü o (s.a.s.), ne Yusuf’u kuyuya atmak için dolap çeviren kardeşlerinin yanında bulunmuştu. Ne de sırf oyun olsun diye ona bunu sormak için gizlice konuşup karar veren müşriklerle yahudi bilginlerinin meclisine katılmıştı. Allah Teâlâ, vahiyle Efendimiz (s.a.s.)’e kıssayı en güzel ve en doğru bir şekilde haber verdi.
103. Resul-i Ekrem (s.a.s.), bunu kendilerine anlatınca hepsinin hemen müslüman olacaklarını ümit ediyordu. Fakat pek çoğu iman etmediler. Cenâb-ı Hak, ne kadar şiddetle istese ve bu uğurda kendini helak edercesine gayret gösterse de insanların çoğunun iman etmeyeceğini haber vererek, fıtratı insanlığa ve tüm varlığa merhametle yoğrulmuş Efendimiz (s.a.s.)’i teselli buyurdu.
104. Ona düşen vazifenin, insanlardan maddi en küçük bir menfaat beklemeksizin, sadece Allah rızasını kastederek tebliğe devam etmek olduğunu bildirdi. Çünkü Kur’an, ancak akıllı varlıklar için bir öğüt ve hatırlatmadır. Dolayısıyla ancak aklını kullanabilenler onun ayetleri üzerinde düşünebilir, anlayabilir, ondan gerekli dersi alarak iman edebilir. Aklı olmayanların veya akılları nefislerinin esaretine girenlerin ise Kur’an’ın öğütlerinden ders alıp imana gelmeleri zordur.
Akıllarına hitap ediyor, duygularına değil. Doğrudan akıllarına hitap ediyor ve akıllarını kullanmalarını istiyor. Muhataplarını akla, akıllı olmaya davet ediyor.
Bu vahiy ise sadece tüm insanlığı muhatap alan bir uyarıdır. Vahiy iradeyi iptal etmez demektir bu. Uyarır, hatırlatır ve davet eder. Yani sizin Allah tarafından verilmiş iradenizi yok saymıyorum diyor vahiy. Sadece iradenize hitap ediyor ve doğru kullanmanızı istiyorum diyor. Allah verdiği özgür iradeyi geri almıyor, mahküm etmiyor. Sadece ona yol gösteriyor. Kılavuzluk ediyor, yanlış kullanmayınız yoksa bedelini ağır ödersiniz diye hatırlatıyor.
105. “ayet”, bir şeyin varlığını gösteren işarettir. Bunun sözlü olanları bulunduğu gibi, fiilî olanları da vardır.
İnzal buyrulan ilâhî kitaplar ve son olarak inen Kur’an, Allah’ın varlığını ve birliğini haber veren sözlü ayetlerle doludur.
Bütün genişliği ve büyüklüğü ile kâinat ise baştan başa yine Allah’ın varlığını, birliğini, kudret ve azametini gösteren fiilî ayetlerle dolu bir sergidir. Gözle görülmeyecek kadar küçük bir nutfeden şu mükemmel insanın yaratılması, denizlerden suyu buharlaştırıp toprağa yağmur indiren tabiat kanunları, akla ve hayale gelmeyecek kadar çeşitli renk ve vasıftaki hayvanlar, kuşlar, balıklar ve bitkiler hep Allah’ın birliğinin, bütün bunların bir tek Yaratıcı tarafından yaratıldığının, düzenlenip yönetildiğinin açık işaretleridir.
Bunların hepsi düşünme ve anlama kabiliyeti olan insanın dikkat nazarlarına sunulmuştur. İnsanoğlu ilmî, fikrî ve amelî hayatında bu hadiselerle daima iç içedir. Bunları düşünüp, bunlara hâkim olan ilâhî kanunları keşfederek Yaratanını tanıması gerekirken, tam aksine bunları gereği gibi tefekkürden yüz çevirir; lazım gelen dersi ve ibreti alamaz.
106. İnsanların çoğu, göklerdeki ve yerdeki delilleri ibret gözüyle incelemedikleri ve akıllarını doğru kullanmadıkları için, Allah’ın varlığını kabul ettikleri halde O’na çeşitli yollarla ortak koşarlar. Nitekim
Cahiliye döneminde Arabistan halkı da Allah’a inanmakla birlikte çeşitli şekillerde O’na ortak koşuyorlardı. Meselâ, bazı putperest Araplar meleklerin Allah’ın kızları olduğuna inanırken, bir kısmı da kendilerini tanrıya yaklaştırsınlar diye putlara tapıyorlardı. Hıristiyanlar, Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu iddia ederken, yahudilerin bir kısmı, “Üzeyir Allah’ın oğludur” diyorlardı. Ayrıca cinleri Allah’a ortak koşanlar da vardı.
107. Allah’ın azabı kendilerini bürüdüğü zaman, kuşattığı zaman mı iman edecek bu akılsızlar? Yahut hiç bir şeyden haberleri yokken kıyamet ansızın başlarına patladığı zaman mı iman edecek bu hainler? Neyi bekliyor bu adamlar? Ölümlerini veya kıyametlerini mi bekliyorlar iman etmek için? Ne kıymeti olacak o zaman bu imanlarının?
108. Allah Resulünün yolu, iman ve tevhidle kulu Rabbine ulaştıran İslâm yoludur. Sırat-ı müstakimdir. Ayette geçen “basiret” kelimesi, “açık ve kesin delil, inanç, bilgi, ibret alınacak şey, kalp gözü, sezmek, idrak etmek, anlama ve kavrama kabiliyeti” gibi manalara gelir.
Basiret, içinde şek olmayan bir yakin ve içinde şüphe bulunmayan bir beyandır. Basiret sahibi olanlar dış âlemde başarıyla taltif olunurlar; iç âlemlerinde de tahkike erişirler. İşte Peygamberimiz (s.a.s.) ve dinin tebliğinde onun izinden gidenler, insanları basiret üzere Allah’a davet ederler. Yani müşrikler gibi körü körüne, birtakım batıl ve bozuk maksatlar uğruna veya kendi nefsani arzuları istikametinde değil;
Hedefe ulaştıran apaçık bir beyân ve delil ile,
Ne dediğini, kime ve neye davet ettiğini net bir şekilde bilerek,
İhlâs ve samimiyetle,
Lazım gelen tüm edep, nezahet ve hikmet çerçevesinde ve
Sadece Cenab-ı Hakk’ın rızasını gözeterek insanları Allah’a çağırırlar.
Görüldüğü üzere mucizevi bir belagat ve fesahate sahip olan Kur’an, kullandığı bir tek “basiret” kelimesiyle, İslâm’ı tebliğin bütün şartlarını en güzel bir şekilde beyan etmektedir. Ancak bu şekilde yapılan tebliğ, faydalı bir netice verecektir. Bunun dışındaki bir din ve dindarlık anlayışı kuru bir iddiadan öteye geçmeyecektir.
109. Bu ayetin sebebi; bir melek gönderilmeli değil miydi diyen Mekke müşrik çevresine bir cevaptır.
Mekkelilerin bu itirazı sadece onların itirazı da değildir. Tüm toplumların Kur’an a baktığımızda peygamber gönderilmiş tüm toplumların ortak özelliği budur. Bize bir melek gönderilmeli değil miydi? Ölümlü bir insan ha, bu ne biçim elçi, bu ne biçim peygamber. Çarşılarda dolaşıyor, bizim gibi yiyip içiyor diye itiraz ediyorlardı.
Hud suresinde, Kur’an’ın daha başka birçok surelerinde, mesela enbiya suresinde, mesela Araf suresinde ve daha başka surelerinde de helak olan kavimlerin kıssalarını okuduğumuzda onların tamamının insan peygamber istemediklerini, böyle bir itiraz ileri sürdüklerini, melek istediklerini görüyoruz. İşte onların akıbetini göstererek Mekke’ye de diyor ki Kur’an vahyi, sizinde akıbetiniz onlara dönmesin. Çünkü onların aynı mantığıyla itiraz ediyorsunuz.
110. Bittim Allah’ım dediğimiz yerde, yettim kulum diyor Rabbimiz.
Hz. Aişe (r.a.) validemiz bu ayet-i kerimenin tefsirini şöyle yapar:
“Sıkıntılar uzayıp da ilâhî yardım gecikince peygamberler, kavimlerinden kendilerini yalancılıkla itham edenlerin artık iman edeceklerinden ümitlerini kesmişler, inanmış olanların da kendilerini yalanlayacaklarını zannetmişlerdir. İşte o zaman Allah’ın yardımı gelmiştir.”
Burada, tebliğ mücadelesi müddetince insan olmaları hasebiyle önceki peygamberlerin de çok sıkıntılar çektikleri, darlandıkları, zorlandıkları, Allah’ın yardımını bekledikleri ve nihayetinde ilâhî yardımın geldiği, müminlerin kurtulup günahkârların helak edildiği dikkatlere sunulmaktadır. Ayrıca, Allah’ın yardımına nail olmanın hemen gerçekleşmediği; bunun için kul planında lazım gelen tüm gayretlerin son sınırına kadar sarf edilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Böylece, müşriklerin inkâr ve eziyetleri karşısında Peygamberimiz ve ona inananlar teselli edilmektedir.
Nitekim bir diğer ayet-i kerimede şöyle buyrulur:
“Yoksa ey müminler! Sizden önceki müminlerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden, onların yaşadıkları sıkıntıları çekmeden cennete girebileceğinizi mi sandınız? Onlara öyle ezici fakirlikler, öyle kımıldatmayan sıkıntılar dokundu ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda peygamber ve yanındaki müminler: «Allah’ın yardımı ne zaman?» diyecek hale geldiler. Şunu bilin ki, Allah’ın yardımı pek yakındır. (Bakara 214)
111. Kur’an kıssaları tarihin ibret vesikalarıdır değerli Kur’an dostları. Kur’an insanlığın değişmez değerleri ile birlikte, tarihin ve toplumun değişim yasalarını da bize öğretir. Biz tarihin ve toplumun değişim yasalarını işte Kur’an kıssalarından öğreniriz. Kur’an kıssaları zaman içerisinde yaşanmış hakikatler olarak kalmaz aynı zamanda zamanlar ve mekanlar üstü bir değere sahip olur, tüm vahyin muhataplarına kendi çağlarında önlerini aydınlatacak bir şifre, bir çözücü, bir kılavuz, bir yol haritası olarak gelir hayatlarına girer.
Onun için temellere ilişkin her şeyi açık seçik ortaya koyacak ve yürekten inanacak bir toplum için “rahmeten”, bir rahmet. Ve nedir; “Hüden”; bir yol haritası, bir kılavuz olan hitaptır Kur’an hitabı. Hüden dir; yol haritasıdır. Yolunu şaşırmış olan insana yolunu gösterir. Ey insanoğlu, Allah seni yarattı ama başıboş bırakmadı. Sana bir yol haritası verdi. Şaşırdığın zaman onu takip ederek yolunu bulasın diye.
Bu yol haritası aynı zamanda iki dünya saadetini içinde barındıran bir rahmetin eseriydi. Çünkü Allah insanla merhameti ve rahmeti sayesinde konuştu. Çünkü vahiy; Allah’ın insana olan rahmetinin en büyük ifadesidir. Onun için Nüzul; Misafirin önüne çıkarılan mükellef sofraya denilir. Kur’an da nüzul etmiştir, inzal olunmuştur. Allah’ın insana indirdiği bir gök sofrasıdır. Yol haritasıdır, mutluluktur, huzurdur, berekettir.
Kur’an’ın her şeyi açıklamasından maksat, dünyada var olan her şeyi açıklaması değil, insanlığın muhtaç olduğu ve ilâhî bir aydınlatma olmadan ulaşamayacağı helâl-haram, sevap-günah gibi dinî ve ahlâkî konulara dair gereken ayrıntıları vermesidir. O, hükümleriyle amel edenler için hem bir hidayet hem de rahmettir.
Yusuf kıssası, iyilerle kötülerin mücadelesinde iyilerin başarılı olacağını anlatan, insanlığa iyimserlik aşılayan somut bir örnektir. Bu sebeple kıssada ders almak isteyenler için güzel ibretler vardır. Nitekim Allah Teâlâ kıssanın başlarında Yusuf ve kardeşlerinin kıssasında, almak isteyenler için ibretler olduğunu ifade buyurmuştu. Burada da bütün peygamberlerin kıssalarında akıl sahipleri için alınacak ibret olduğunu bildirmektedir.
Yusuf suresini bitirirken, rabbimizin tenezzül buyurarak bize indirdiği bu ayetlerin hayatımızın yol kılavuzu olmasını yine O’ndan niyaz ediyor, vahyin muhatabı olan, vahiy tarafından muhatap alınan ve vahyi yüreğine sindiren insanlardan olmamızı rabbimizden tazarru ve niyaz ediyorum.
“Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn”
Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.
Osman Erdoğmuş
Kayıt Tarihi : 8.9.2025 01:07:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!