Önce bir damla suya kuruldu köy,
adını rüzgâr fısıldadı, gölgesini orman örttü.
Çocuklar hurda demirlerden bir gök kurarken
anneler, yıkanmamış günleri avluda güneşe astı.
Geceler bazen uykuyu unuttu,
isimler eridi, hafıza kaşığın sapı gibi ısındı.
Bir mektup yazmak istedim o vakit,
mürekkebi geçmişten, kâğıdı hiçlikten.
“Sevgili yalnızlık” dedim, “biz burada çoğalarak eksiliyoruz.”
Sonra bir adam çıktı, bakışı pusula, teni yol.
Evin bir odasında günleri altın gibi dövdü,
Tanrının suskunluğunu körükle eğip büktü.
Ateşe her üfleyişinde kül yükseldi,
geleceğin saçlarından dökülen akları hatırlattı.
Sokağın başında sarı kelebekler gezindi,
her kanat çırpışı kal diyen bir hatıra gibi açıldı.
Kalmak bazen gitmekten yorucu,
gitmek bazen kalmaktan kederli.
İp nereye çekilse, kalbin makarası aynı çentiğe takıldı.
Bir kadın vardı, güzelliği göğe emanet.
Gözleri çamaşır ipindeki ışığı toplar,
tenine değen rüzgâr utancını içe çekirdi.
Bir gün yeryüzünün dikişi söküldü,
kuşların bildiği bir dilden geçip bulutlara karıştı.
Altında kalan boşluğu dua sandık,
boşluk dua gibi uzun sürdü.
Meydanın taşlarına sığmayan kalabalık
bir sabah geldi, bir akşam silindi.
Vagonlar raylarda davul gibi dövüldü,
susturulan seslerin yerinde uzun bir yağmur çaldı.
Yağmur yıllarca sürdü,
hatırlamak bile ıslandı.
Duvarlardan yosun söküldükçe
kalplerden paslı cümleler döküldü.
Bir bebek, karıncaların omzunda taşındı,
dünya bazen en ağır sırrını en hafif cana yükler.
Avluda leğen sularına yüzümüzü bıraktık,
bakınca çoğalan, tutunca dağılan bir yüz.
Yalnızlık soyadımız oldu,
aynı adı taşıyan her doğum
aynı sessizliği miras aldı.
Geceleri bir büyücünün parşömenleri konuştu,
harfler kuş gibi kendi kuytularından çıkıp
yuvaya dönmek için göğsümüzü dövdü.
Okudukça anladım,
kader çoğu zaman daha önce yazılmış bir şimdi.
Ve kırılmak bazen yalnızca cümlenin
yanlış yere konmuş nefesi.
Bahçedeki narın her tanesinde
başka bir pişmanlık saklıydı.
Birinde geç kalış, birinde fazla erken ayrılış,
ötekinde ikisinin kapıda çarpışması.
Nar çatladıkça öğrendim,
sevdiklerimizi çoğu kez olmalarını dilediğimiz hallerinden sevdik,
oldukları gibi göründüklerinde ürpermemiz bundandı.
Aynı isimler aynı hatalara yürüdü,
aynı eller aynı kapıları yokladı.
Zaman, köyün çevresinde dönen bir tekerlek,
biz, o tekerin içine çizilmiş küçük benekler.
Bir gün beklenen rüzgâr geldi,
evlerin çatılarını tarihlerden arındırdı,
defterlerin arasındaki kurutulmuş çiçekleri savurdu.
Ardından kalan geniş sessizlikte kimse bitti demedi,
bazı hikâyeler bitmez, sesini değiştirir.
Şimdi sana yazıyorum ey yalnızlık.
Adını bilmeden sana sığındık,
adını öğrendiğimiz gün senden çıkamaz olduk.
Kalbimin ortasına yeniden bir köy çiziyorum,
arasından bir dere akıyor,
üstünde sarı kelebekler,
kıyısında bir masa.
Üstünde unutuşun ekmeği, hatırlamanın tuzu.
Masanın başında bir çocuk var,
elinde rüzgârdan yapılmış bir uçurtma,
arkasında sesini yitirmiş bir orkestranın gölgesi.
Uçur diyorum, ip kopsa bile gök yerinde kalır.
Belki o zaman anlayacağız,
yalnızlık bizi eksiltmek için değil
birbirimize sığacak kadar inceltmek için var.
Eğer bu mektup sana bir gün ulaşırsa bil ki
biz hep aynı yere dönüyorduk,
dünya yuvarlak olduğu için değil,
kalbin yolu her zaman evine çıktığı için.
Ve ev bazen kurak bir avlu,
bazen yıllarca süren bir yağmur,
bazen de yalnızca
adını koyduğunda dağılmayan bir bakış.
Kayıt Tarihi : 13.9.2025 22:21:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!