Kardeşim Kanada'dan bir tane getirmişti... :)) Çok sevimli aslında...Yatak odasının kapısına asıyorsun... Kabusları kovar imiişşş... :))
Tecrübe ile sabittir kiiii..;
Külliyen yalan.... :)))
.............................
.........................
Kokunu öyle özledimki canım...
Dün gece kahverengi paltona sarılıp uyudum...
Hayalimde okşadım o güzel saçlarını...
Hani sanada kızmıyor değilim ara sıra..
Benden önce gittinde sanki,
Sultanmı ettiler seni Mısır'a...
'Farklı milletlerin kadına bakış açısı' konulu bir toplantı.
Soru: Bir kadının elini niye öpersin?
Fransız, 'Saygımdan öperim' der.
Alman'ın cevabı şöyle olur: 'Kadınlar kutsal varlıklardır, o yüzden
öperim.'
Sıra Türkiye'yi temsil eden Temel'e gelir.
Soru aynı: Bir kadının elini niye öpersin?
Biraz düşünen Temel cevap verir: 'Valla bir yerden başlamak lazım.'
__._,_.___
Çok iyi bişe... :))
Haddini bilmekten başlayıp, birey olabilme kabiliyetine kadar uzanır BİRŞEY olmak...
Vahim olan kendini çok şey sanmaktır kiii;
biz buna sürü psikolojisi diyoz... :))
Birey olarak düşünme yeteneğinden uzak,
-bulunduğu sürünün ortak hayat görüşü, fikri, düşüncesi dışına çıkamayan,
- kendi adına düşünemeyen, kendi fikirleri düşünceleri olmayan kısaca birşey (yani birey) olamayan,
-bir orman gibi kardeş olma durumunu abartıp ve dahi o konumdan hiç çıkamayıp, aynı zamanda bir ağaç gibi hür olunabileceğini algılayamayan, bilmeyen, beceremeyen,
-kendini ÇOK şey sanan... :))
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saatı sordu.
Paşalar: «Üç,» dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlıyacaktı.
N.H.Ran
26 AĞUSTOS GECESİNDE SAATLAR
İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR
ve
İZMİR RIHTIMINDAN AKDENİZ'E
BAKAN NEFER
Saat 2.30.
Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
ne ağaç, ne kuş sesi,
ne toprak kokusu vardır.
Gündüz güneşin,
gece yıldızların altında kayalardır.
Ve şimdi gece olduğu için
ve dünya karanlıkta daha bizim,
daha yakın,
daha küçük kaldığı için
ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten
evimize, aşkımıza ve kendimize dair
sesler geldiği için
kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi
okşayarak gülümseyen bıyığını
seyrediyordu Kocatepe'den
dünyanın en yıldızlı karanlığını.
Düşman üç saatlik yerdedir
ve Hıdırlık-tepesi olmasa
Afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek.
Küzeydoğuda Güzelim-dağları
ve dağlarda tek
tek
ateşler yanıyor.
Ovada Akarçay bir pırıltı halinde
ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde
şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var:
Akarçay belki bir akar su,
belki bir ırmak,
belki küçücük bir nehirdir.
Akarçay Dereboğazı'nda değirmenleri çevirip
ve kılçıksız yılan balıklarıyla
Yedişehitler kayasının gölgesine girip
çıkar.
Ve kocaman çiçekleri eflâtun
kırmızı
beyaz
ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki
haşhaşların arasından akar.
Ve Afyon önünde
Altıgözler Köprüsü'nün altından
gündoğuya dönerek
ve Konya tren hattına rastlayıp yolda
Büyükçobanlar Köyü'nü solda
ve Kızılkilise'yi sağda bırakıp
gider.
Düşündü birdenbire kayalardaki adam
kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri.
Kim bilir onlar ne kadar büyük,
ne kadar uzundular?
Birçoğunun adını bilmiyordu,
yalnız, Yunan'dan önce ve Seferberlik'ten evvel
Selimşahlar Çiftliği'nde ırgatlık ederken Manisa'da
geçerdi Gediz'in sularını başı dönerek.
Dağlarda tek
tek
ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saatı sordu.
Paşalar: «Üç,» dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlıyacaktı.
Saat 3.30.
Halimur - Ayvalı hattı üzerinde
manga mevziindedir.
İzmirli Ali Onbaşı
(kendisi tornacıdır)
karanlıkta gözyordamıyla
sanki onları bir daha görmiyecekmiş gibi
baktı manga efradına birer birer:
Sağda birinci nefer
sarışındı.
İkinci esmer.
Üçüncü kekemeydi
fakat bölükte
yoktu onun üstüne şarkı söyliyen.
Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı
tezkere alıp Urfa'ya girdiği akşam.
Altıncı,
inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam,
memlekette toprağını ve tek öküzünü
ihtıyar bir muhacir karısına bıraktığı için
kardeşleri onu mahkemeye verdiler
ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için
ona «Deli Erzurumlu» derdiler.
Yedinci, Mehmet oğlu Osman'dı.
Çanakkale'de, İnönü'nde, Sakarya'da yaralandı
ve gözünü kırpmadan
daha bir hayli yara alabilir,
yine de dimdik ayakta kalabilir.
Sekizinci,
İbrahim,
korkmıyacaktı bu kadar
bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp
birbirine böyle vurmasalar.
Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki:
tavşan korktuğu için kaçmaz
kaçtığı için korkar.
Saat 4.
Ağzıkara - Söğütlüdere mıntıkası.
On ikinci Piyade Fırkası.
Gözler karanlıkta, uzakta.
Eller yakında, makanizmalar üzerinde.
Herkes yerli yerinde.
Tabur imamı
mevzideki biricik silâhsız adam:
ölülerin adamı,
kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru,
durdu boyun büküp
el kavuşturup
sabah namazına.
İçi rahattır.
Cennet, ebedî bir istirahattır.
Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı,
meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir
Cenâbı rabbülâlemîne şühedâyı.
Saat 4.45.
Sandıklı civarı.
Köyler.
Sarkık, siyah bıyıklı süvari,
çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.
Çukurova beygiri
kuyruğunu karanlığa vuruyordu:
dizkapaklarında kan,
kantarmasında köpük...
İkinci Süvari Fırkası'ndan Dördüncü Bölük,
atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.
Geride, köylerde bir horoz öttü.
Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari
ellerinin tersiyle yüzünü örttü.
Karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan
bir başka horoz vardır:
baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.
Düşmanlar herhal onu çoktan kesip
çorbasını yapmışlardır...
Saat beşe on var.
Kırk dakka sonra şafak
sökecek.
«Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak».
Tınaztepe'ye karşı Kömürtepe güneyinde,
On beşinci Piyade Fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti
ve onların genci, uzunu,
Darülmuallimin mezunu
Nurettin Eşfak,
mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak
konuşuyor:
-Bizim İstiklâl Marşı'nda aksıyan bir taraf var,
bilmem ki, nasıl anlatsam,
Âkif, inanmış adam,
fakat onun, ben,
inandıklarının hepsine inanmıyorum.
Meselâ, bakın:
«Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.»
Hayır,
gelecek günler için
gökten âyet inmedi bize.
Onu biz, kendimiz
vaadettik kendimize.
Bir şarkı istiyorum
zaferden sonrasına dair.
«Kim bilir belki yarın...»
Saat beşe beş var.
Dağlar aydınlanıyor.
Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
Gün ağardı ağaracak.
Kokusu tütmeğe başladı:
Anadolu toprağı uyanıyor.
Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp
ve pırıltılar görüp
ve çok uzak
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
bir müthiş ve mukaddes mâcereda,
ön safta, en ön sırada,
şahlanıp ölesi geliyordu insanın.
Topçu evvel mülâzımı Hasan'ın
yaşı yirmi birdi.
Kumral başını gökyüzüne çevirdi,
kalktı ayağa.
Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
Şimdi bir hamlede o kadar büyük,
öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki
bütün ömrünü ve hâtırasını
ve yedi buçukluk bataryasını
ağlanacak kadar küçük buluyordu.
Yüzbaşı sordu:
- Saat kaç?
- Beş.
- Yarım saat sonra demek...
98956 tüfek
ve şoför Ahmet'in üç numrolu kamyonetinden
yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,
bütün âletleriyle
ve vatan uğrunda,
yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle
Birinci ve İkinci ordular
baskına hazırdılar.
Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,
beygirinin yanında duran
sarkık, siyah bıyıklı süvari
kısa çizmeleriyle atladı atına.
Nurettin Eşfak
baktı saatına:
- Beş otuz...
Ve başladı topçu ateşiyle
ve fecirle birlikte büyük taarruz...
Sonra.
Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
Bunlar:
Karahisar güneyinde 50
ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.
Sonra.
Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik
Aslıhanlar civarında
30 Ağustosa kadar.
Sonra.
Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu.
Esirler arasında General Trikopis:
Alaturka sopa yemiş bir temiz
ve sırmaları kopuk frenk uşağı...
Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak'ın ayağı.
Nurettin dedi ki: «Teselyalı Çoban Mihail,»
Nurettin dedi ki: «Seni biz değil,
buraya gönderenler öldürdü seni...»
Sonra.
Sonra, 31 Ağustos günü
ordularımız İzmir'e doğru yürürken
serseri bir kurşunla vurulan
Deli Erzurumluydu.
Devrildi.
Kürek kemikleri altında toprağı duydu.
Baktı yukarı,
baktı karşıya.
Gözler hayretle yandılar:
önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları
her seferkinden kocamandılar.
Ve bu postallar daha bir hayli zaman
üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından
seyredip güneşli gökyüzünü
ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.
Sonra...
Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden
ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden
yüzlerini toprağa döndüler...
Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı.
Kan içindeydi yüzü gözü.
Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
Kaçanı kovalamıyordu yalnız
ulaşmak da istiyordu bir yerlere
ve sadece kahretmiyor
yaratıyordu da.
Ve kılıçların,
nalların,
ellerin
ve gözlerin pırıltısı
ardarda çakan aydınlık bir bütündü.
Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü
ve şu türküyü duydu:
«Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim...
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim...»]
Sonra.
Sonra, 9 Eylülde İzmir'e girdik
ve Kayserili bir nefer
yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,
Güneyden Kuzeye,
Doğudan Batıya,
Türk halkıyla beraber
seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i.
Ve biz de burda bitirdik destanımızı.
Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,
Türk halkı bağışlasın bizi,
onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
kitabımızda yalnız onların mâcereları vardır...
Alim bi kişilik olamayıp
ve dahi
ardına melekleri ve peygamberleri alarak tebaya çoğul olarak seslenemediğimden
hemi de
o sıradan insanların üzerinde değil içinde olduğumdan
O zavallılar anlasın diye bu amiyane kelimelere sırtımı dayamak yerine,
bu amiyane çukurun içinde bulunduğumdan.. size mod demiş bulunuyorum sefkili mod hazretleri...:(((:'(((
Özürlerimin kabulunu rica eder.. moderatör uzunluğunda güzelliğinde ve zerafetinde tatiller dilerim... :))
Şaka bi yana tatilin kötüsü olmas ama ben en mutlusundan diliyoruuummm.....)))))
Göbek adııımm... mıışşşş...
Çocukken takıntı haline getirmiştim epeyce...;
-niye benim göbek adım yok diye...
Annemi nekadar bunalttıysam artık.. derdi ki..;
-kızların göbek adı göbeğini kesen ebenin adıdır.. Senin göbeğini de Ranâ ebe kesti.. senin göbek adın da Ranâ.... :))) Bir ara mahlas gibi şair adı olarak bile kullandım.. Pek bi sevdiğim isimlerden olurlar kendüleri.. :))
Bir ara sıfırlamak istedimdi... :)) Dedim ki çıkarayım çivilerin tümünü... Sil baştan yeniden kurmalı herşeyi.. tümüyle ve her şeyi yeni bi biçimde...
Denedim çıkarmayı çivileri bir bir... Ve baştan bina etmeyi herşeyi... :))
E zor işmiş... Ve hiçbir zaman o noktada özgür olamıyor sanki insan... Ya da bedellerini ödemeye cesaretiniz olmuyor belki... :)) Veya da yenisini yaratmakta yeteneğiniz...? ? ?
Birde çiviler çıksa da yerleri kalıyor... :)
Eskiden el örgüsü kazaklar pek bi modayken...; Her zaman yeni yün alınıp örülmezdi... Sıklıkla eski kazaklar sökülür yeni modeller örülürdü... Bazen kazağın tümünü sökmeden yani çivilerin tümünü çıkarmadan sadece yakası paçası kolu yenilenerek bişeye benzetmeye çalışılır ama sonuç pek başarılı olmazdı... Eski kazak hep alttan demode demode sırıtır.. ben buradayım derdi.. :)))
Çivilerin tümünü çıkarıp, kazağın tümünü söküp, sil baştan yeni bir şey örmek hem çok daha heyecan verici, hem de çok daha yaratıcı bir durumdu ki genellikle de çok daha başarılı sonuçlar alınırdı... :)) Tabi tek şart; KALİTELİ SAĞLAM KOPMAZ BİR İPLİĞİNİZ VARSA..... :)))
Çok genç olduğum yıllardı.. Hoş şimdi de pek sabırlı olduğum söylenemez ama çok daha sabırsız yıllarımdı.. Bir kazağı bi ucundan sökerken bir ucundan yeni birisini örmeye başlardım... Ne çok kızardı annem.. Kızım şunu sök, sonra çile yap, yıka kurut ki eski kazağın izleri kaybolsun..
Bende nerdeeeee o sabır.... sök yumak yap sonra onu çile yap yıka kurut.. çileyi yeniden yumak yap... :)) ... Didişir dururdum annemle
Çıkan çivilerin izlerini de silecek bir yol var mı bilmem.. o izler yıkayıp paklamakla geçmediğinden midiir... yoksa başka bir yöntemi varsa da sabırsızlığımdan ya da bilgisizliğim yüzünden o yolu bilmediğimden midiiiir...? ? ? beceriksizliğimden midir...? ?
Kısacası başaramadım işte hepsini söküp silbaştan yapmayı... :))) Sürekli kolundan paçasından revizyonla idare ediyorum şimdilik... :))) Eski kazak arada alttan sırıtıyor... :)) Selamlaşıp kucaklaşıyoruz onunla da.. :)))
Yukarıdaki yazı hiç biryerden alıntı değüldür.. her harfine kadder birinci tekil şahsıma aüttür.... :)))))
rüya kapanı
02.09.2006 - 11:09Kardeşim Kanada'dan bir tane getirmişti... :)) Çok sevimli aslında...Yatak odasının kapısına asıyorsun... Kabusları kovar imiişşş... :))
Tecrübe ile sabittir kiiii..;
Külliyen yalan.... :)))
üşümek
02.09.2006 - 09:48E şükür kavuşturana... :))
bugün
01.09.2006 - 17:52Dünya BARIŞ günü..... :))
aitsizlik
01.09.2006 - 13:38çok sahiplenmeyince çok da ait olmazsın....... demişti.. can baba.... :)))
palto
01.09.2006 - 10:33.............................
.........................
Kokunu öyle özledimki canım...
Dün gece kahverengi paltona sarılıp uyudum...
Hayalimde okşadım o güzel saçlarını...
Hani sanada kızmıyor değilim ara sıra..
Benden önce gittinde sanki,
Sultanmı ettiler seni Mısır'a...
Mehmet Çetin
Hikmet Çetinkaya
01.09.2006 - 10:23Gelincik ressamı....! !
Bıkmadı usanmadı ayyynı gelincikleri yapmaktan yıllardır... Daha iyisini yapamadığından değil... Gelincikler iyi para ettiğinden... :))
Bi de kendi yetmezmiş gibi atölyesindeki öğrencilerinde de aynı konu aynı tarz... Yorulur insan ya yıllarca aynı durumm... :))
evcilik
01.09.2006 - 09:56Çok kararlıydım... :)) Kesinlikle büyüyünce de oynayacaktım.. Zaten bu büyüklerinde neden evcilik oynamadıklarına akıl erecek gibi değildi... :))
Gerçeğini yaşamaya başladığınız hiçbişeyin oyunu tad vermiyormuş meğer... :)))
matematik dersi
01.09.2006 - 09:40Ezber gerektirmediğinden en sevdiğim ders... :)) hele geometri süper eğlenceli gelirdi bana.. :))
benim bütün rüyalarım seninle
01.09.2006 - 09:34Ertan Anapa.... :))
Benim bütün dualarım seninle diye söylemişti ama o....
el öpmek
31.08.2006 - 18:32'Farklı milletlerin kadına bakış açısı' konulu bir toplantı.
Soru: Bir kadının elini niye öpersin?
Fransız, 'Saygımdan öperim' der.
Alman'ın cevabı şöyle olur: 'Kadınlar kutsal varlıklardır, o yüzden
öperim.'
Sıra Türkiye'yi temsil eden Temel'e gelir.
Soru aynı: Bir kadının elini niye öpersin?
Biraz düşünen Temel cevap verir: 'Valla bir yerden başlamak lazım.'
__._,_.___
Koyun
31.08.2006 - 18:17Yine bir Selçuk Erdem klasiği... :))
1. koyun: - ben dediğim nerde başlıyor nerde bitiyor..? ? ! yoksa bütün ayrımlar illüzyon mu? ?
2. koyun: - abi bi elini yüzünü yıka açılırsın... :)))
kendini birşey sanmak
31.08.2006 - 13:48Çok iyi bişe... :))
Haddini bilmekten başlayıp, birey olabilme kabiliyetine kadar uzanır BİRŞEY olmak...
Vahim olan kendini çok şey sanmaktır kiii;
biz buna sürü psikolojisi diyoz... :))
Birey olarak düşünme yeteneğinden uzak,
-bulunduğu sürünün ortak hayat görüşü, fikri, düşüncesi dışına çıkamayan,
- kendi adına düşünemeyen, kendi fikirleri düşünceleri olmayan kısaca birşey (yani birey) olamayan,
-bir orman gibi kardeş olma durumunu abartıp ve dahi o konumdan hiç çıkamayıp, aynı zamanda bir ağaç gibi hür olunabileceğini algılayamayan, bilmeyen, beceremeyen,
-kendini ÇOK şey sanan... :))
mustafa kemal atatürk
31.08.2006 - 11:04Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saatı sordu.
Paşalar: «Üç,» dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlıyacaktı.
N.H.Ran
narin
31.08.2006 - 09:53söğüdün yaprağı.... :))
30 ağustos 1922
30.08.2006 - 12:55Kuvâyi Milliye destanından
8. BAP
26 AĞUSTOS GECESİNDE SAATLAR
İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR
ve
İZMİR RIHTIMINDAN AKDENİZ'E
BAKAN NEFER
Saat 2.30.
Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
ne ağaç, ne kuş sesi,
ne toprak kokusu vardır.
Gündüz güneşin,
gece yıldızların altında kayalardır.
Ve şimdi gece olduğu için
ve dünya karanlıkta daha bizim,
daha yakın,
daha küçük kaldığı için
ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten
evimize, aşkımıza ve kendimize dair
sesler geldiği için
kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi
okşayarak gülümseyen bıyığını
seyrediyordu Kocatepe'den
dünyanın en yıldızlı karanlığını.
Düşman üç saatlik yerdedir
ve Hıdırlık-tepesi olmasa
Afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek.
Küzeydoğuda Güzelim-dağları
ve dağlarda tek
tek
ateşler yanıyor.
Ovada Akarçay bir pırıltı halinde
ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde
şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var:
Akarçay belki bir akar su,
belki bir ırmak,
belki küçücük bir nehirdir.
Akarçay Dereboğazı'nda değirmenleri çevirip
ve kılçıksız yılan balıklarıyla
Yedişehitler kayasının gölgesine girip
çıkar.
Ve kocaman çiçekleri eflâtun
kırmızı
beyaz
ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki
haşhaşların arasından akar.
Ve Afyon önünde
Altıgözler Köprüsü'nün altından
gündoğuya dönerek
ve Konya tren hattına rastlayıp yolda
Büyükçobanlar Köyü'nü solda
ve Kızılkilise'yi sağda bırakıp
gider.
Düşündü birdenbire kayalardaki adam
kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri.
Kim bilir onlar ne kadar büyük,
ne kadar uzundular?
Birçoğunun adını bilmiyordu,
yalnız, Yunan'dan önce ve Seferberlik'ten evvel
Selimşahlar Çiftliği'nde ırgatlık ederken Manisa'da
geçerdi Gediz'in sularını başı dönerek.
Dağlarda tek
tek
ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saatı sordu.
Paşalar: «Üç,» dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlıyacaktı.
Saat 3.30.
Halimur - Ayvalı hattı üzerinde
manga mevziindedir.
İzmirli Ali Onbaşı
(kendisi tornacıdır)
karanlıkta gözyordamıyla
sanki onları bir daha görmiyecekmiş gibi
baktı manga efradına birer birer:
Sağda birinci nefer
sarışındı.
İkinci esmer.
Üçüncü kekemeydi
fakat bölükte
yoktu onun üstüne şarkı söyliyen.
Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı
tezkere alıp Urfa'ya girdiği akşam.
Altıncı,
inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam,
memlekette toprağını ve tek öküzünü
ihtıyar bir muhacir karısına bıraktığı için
kardeşleri onu mahkemeye verdiler
ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için
ona «Deli Erzurumlu» derdiler.
Yedinci, Mehmet oğlu Osman'dı.
Çanakkale'de, İnönü'nde, Sakarya'da yaralandı
ve gözünü kırpmadan
daha bir hayli yara alabilir,
yine de dimdik ayakta kalabilir.
Sekizinci,
İbrahim,
korkmıyacaktı bu kadar
bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp
birbirine böyle vurmasalar.
Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki:
tavşan korktuğu için kaçmaz
kaçtığı için korkar.
Saat 4.
Ağzıkara - Söğütlüdere mıntıkası.
On ikinci Piyade Fırkası.
Gözler karanlıkta, uzakta.
Eller yakında, makanizmalar üzerinde.
Herkes yerli yerinde.
Tabur imamı
mevzideki biricik silâhsız adam:
ölülerin adamı,
kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru,
durdu boyun büküp
el kavuşturup
sabah namazına.
İçi rahattır.
Cennet, ebedî bir istirahattır.
Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı,
meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir
Cenâbı rabbülâlemîne şühedâyı.
Saat 4.45.
Sandıklı civarı.
Köyler.
Sarkık, siyah bıyıklı süvari,
çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.
Çukurova beygiri
kuyruğunu karanlığa vuruyordu:
dizkapaklarında kan,
kantarmasında köpük...
İkinci Süvari Fırkası'ndan Dördüncü Bölük,
atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.
Geride, köylerde bir horoz öttü.
Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari
ellerinin tersiyle yüzünü örttü.
Karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan
bir başka horoz vardır:
baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.
Düşmanlar herhal onu çoktan kesip
çorbasını yapmışlardır...
Saat beşe on var.
Kırk dakka sonra şafak
sökecek.
«Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak».
Tınaztepe'ye karşı Kömürtepe güneyinde,
On beşinci Piyade Fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti
ve onların genci, uzunu,
Darülmuallimin mezunu
Nurettin Eşfak,
mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak
konuşuyor:
-Bizim İstiklâl Marşı'nda aksıyan bir taraf var,
bilmem ki, nasıl anlatsam,
Âkif, inanmış adam,
fakat onun, ben,
inandıklarının hepsine inanmıyorum.
Meselâ, bakın:
«Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.»
Hayır,
gelecek günler için
gökten âyet inmedi bize.
Onu biz, kendimiz
vaadettik kendimize.
Bir şarkı istiyorum
zaferden sonrasına dair.
«Kim bilir belki yarın...»
Saat beşe beş var.
Dağlar aydınlanıyor.
Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
Gün ağardı ağaracak.
Kokusu tütmeğe başladı:
Anadolu toprağı uyanıyor.
Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp
ve pırıltılar görüp
ve çok uzak
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
bir müthiş ve mukaddes mâcereda,
ön safta, en ön sırada,
şahlanıp ölesi geliyordu insanın.
Topçu evvel mülâzımı Hasan'ın
yaşı yirmi birdi.
Kumral başını gökyüzüne çevirdi,
kalktı ayağa.
Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
Şimdi bir hamlede o kadar büyük,
öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki
bütün ömrünü ve hâtırasını
ve yedi buçukluk bataryasını
ağlanacak kadar küçük buluyordu.
Yüzbaşı sordu:
- Saat kaç?
- Beş.
- Yarım saat sonra demek...
98956 tüfek
ve şoför Ahmet'in üç numrolu kamyonetinden
yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,
bütün âletleriyle
ve vatan uğrunda,
yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle
Birinci ve İkinci ordular
baskına hazırdılar.
Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,
beygirinin yanında duran
sarkık, siyah bıyıklı süvari
kısa çizmeleriyle atladı atına.
Nurettin Eşfak
baktı saatına:
- Beş otuz...
Ve başladı topçu ateşiyle
ve fecirle birlikte büyük taarruz...
Sonra.
Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
Bunlar:
Karahisar güneyinde 50
ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.
Sonra.
Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik
Aslıhanlar civarında
30 Ağustosa kadar.
Sonra.
Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu.
Esirler arasında General Trikopis:
Alaturka sopa yemiş bir temiz
ve sırmaları kopuk frenk uşağı...
Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak'ın ayağı.
Nurettin dedi ki: «Teselyalı Çoban Mihail,»
Nurettin dedi ki: «Seni biz değil,
buraya gönderenler öldürdü seni...»
Sonra.
Sonra, 31 Ağustos günü
ordularımız İzmir'e doğru yürürken
serseri bir kurşunla vurulan
Deli Erzurumluydu.
Devrildi.
Kürek kemikleri altında toprağı duydu.
Baktı yukarı,
baktı karşıya.
Gözler hayretle yandılar:
önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları
her seferkinden kocamandılar.
Ve bu postallar daha bir hayli zaman
üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından
seyredip güneşli gökyüzünü
ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.
Sonra...
Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden
ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden
yüzlerini toprağa döndüler...
Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı.
Kan içindeydi yüzü gözü.
Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
Kaçanı kovalamıyordu yalnız
ulaşmak da istiyordu bir yerlere
ve sadece kahretmiyor
yaratıyordu da.
Ve kılıçların,
nalların,
ellerin
ve gözlerin pırıltısı
ardarda çakan aydınlık bir bütündü.
Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü
ve şu türküyü duydu:
«Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim...
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim...»]
Sonra.
Sonra, 9 Eylülde İzmir'e girdik
ve Kayserili bir nefer
yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,
Güneyden Kuzeye,
Doğudan Batıya,
Türk halkıyla beraber
seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i.
Ve biz de burda bitirdik destanımızı.
Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,
Türk halkı bağışlasın bizi,
onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
kitabımızda yalnız onların mâcereları vardır...
Nâzım HİKMET
mod
21.08.2006 - 19:25Alim bi kişilik olamayıp
ve dahi
ardına melekleri ve peygamberleri alarak tebaya çoğul olarak seslenemediğimden
hemi de
o sıradan insanların üzerinde değil içinde olduğumdan
O zavallılar anlasın diye bu amiyane kelimelere sırtımı dayamak yerine,
bu amiyane çukurun içinde bulunduğumdan.. size mod demiş bulunuyorum sefkili mod hazretleri...:(((:'(((
Özürlerimin kabulunu rica eder.. moderatör uzunluğunda güzelliğinde ve zerafetinde tatiller dilerim... :))
Şaka bi yana tatilin kötüsü olmas ama ben en mutlusundan diliyoruuummm.....)))))
yumurta
21.08.2006 - 18:40Yumurta ve tavuksa söz konusu olan... en yetkili uzman, horoz bence... :)))) Horoza sormak lazım.. En iyi o bilir kim kimden çıkmış...... :)))
çaydanlıkta patates kaynatmak
21.08.2006 - 17:09O çaydanlıkda bi daha çay yapmıyacaksak olur elbet... :)))
carlos santana
21.08.2006 - 16:40Maria mariaaaa.... :))
gözbebeği
21.08.2006 - 14:58bakamam gözlerine..çünkü erir göz bebeğim..... Öff ne şarkı ama... :))))
kapsama alanının dışına çıkmak
21.08.2006 - 14:53Hadi ya... :)) .. ben de yuttum... :))
Ben bi kapsama alanım dışına çıkarayım da seni gör bakalım kim yaman... :)))
rana
21.08.2006 - 14:06Göbek adııımm... mıışşşş...
Çocukken takıntı haline getirmiştim epeyce...;
-niye benim göbek adım yok diye...
Annemi nekadar bunalttıysam artık.. derdi ki..;
-kızların göbek adı göbeğini kesen ebenin adıdır.. Senin göbeğini de Ranâ ebe kesti.. senin göbek adın da Ranâ.... :))) Bir ara mahlas gibi şair adı olarak bile kullandım.. Pek bi sevdiğim isimlerden olurlar kendüleri.. :))
öküzlerin ineklerden daha güzel olması
21.08.2006 - 13:57Ne inek ne öküz bence... :)))
Güzel olan tren......... ;))
çivisi çıkmak
21.08.2006 - 13:13Bir ara sıfırlamak istedimdi... :)) Dedim ki çıkarayım çivilerin tümünü... Sil baştan yeniden kurmalı herşeyi.. tümüyle ve her şeyi yeni bi biçimde...
Denedim çıkarmayı çivileri bir bir... Ve baştan bina etmeyi herşeyi... :))
E zor işmiş... Ve hiçbir zaman o noktada özgür olamıyor sanki insan... Ya da bedellerini ödemeye cesaretiniz olmuyor belki... :)) Veya da yenisini yaratmakta yeteneğiniz...? ? ?
Birde çiviler çıksa da yerleri kalıyor... :)
Eskiden el örgüsü kazaklar pek bi modayken...; Her zaman yeni yün alınıp örülmezdi... Sıklıkla eski kazaklar sökülür yeni modeller örülürdü... Bazen kazağın tümünü sökmeden yani çivilerin tümünü çıkarmadan sadece yakası paçası kolu yenilenerek bişeye benzetmeye çalışılır ama sonuç pek başarılı olmazdı... Eski kazak hep alttan demode demode sırıtır.. ben buradayım derdi.. :)))
Çivilerin tümünü çıkarıp, kazağın tümünü söküp, sil baştan yeni bir şey örmek hem çok daha heyecan verici, hem de çok daha yaratıcı bir durumdu ki genellikle de çok daha başarılı sonuçlar alınırdı... :)) Tabi tek şart; KALİTELİ SAĞLAM KOPMAZ BİR İPLİĞİNİZ VARSA..... :)))
Çok genç olduğum yıllardı.. Hoş şimdi de pek sabırlı olduğum söylenemez ama çok daha sabırsız yıllarımdı.. Bir kazağı bi ucundan sökerken bir ucundan yeni birisini örmeye başlardım... Ne çok kızardı annem.. Kızım şunu sök, sonra çile yap, yıka kurut ki eski kazağın izleri kaybolsun..
Bende nerdeeeee o sabır.... sök yumak yap sonra onu çile yap yıka kurut.. çileyi yeniden yumak yap... :)) ... Didişir dururdum annemle
Çıkan çivilerin izlerini de silecek bir yol var mı bilmem.. o izler yıkayıp paklamakla geçmediğinden midiir... yoksa başka bir yöntemi varsa da sabırsızlığımdan ya da bilgisizliğim yüzünden o yolu bilmediğimden midiiiir...? ? ? beceriksizliğimden midir...? ?
Kısacası başaramadım işte hepsini söküp silbaştan yapmayı... :))) Sürekli kolundan paçasından revizyonla idare ediyorum şimdilik... :))) Eski kazak arada alttan sırıtıyor... :)) Selamlaşıp kucaklaşıyoruz onunla da.. :)))
Yukarıdaki yazı hiç biryerden alıntı değüldür.. her harfine kadder birinci tekil şahsıma aüttür.... :)))))
Toplam 1393 mesaj bulundu