Yıldız Demirel Adlı Üyenin Nedir Yazıları - A ...

  • rüya kapanı

    02.09.2006 - 11:09

    Kardeşim Kanada'dan bir tane getirmişti... :)) Çok sevimli aslında...Yatak odasının kapısına asıyorsun... Kabusları kovar imiişşş... :))
    Tecrübe ile sabittir kiiii..;
    Külliyen yalan.... :)))

  • üşümek

    02.09.2006 - 09:48

    E şükür kavuşturana... :))

  • bugün

    01.09.2006 - 17:52

    Dünya BARIŞ günü..... :))

  • aitsizlik

    01.09.2006 - 13:38

    çok sahiplenmeyince çok da ait olmazsın....... demişti.. can baba.... :)))

  • palto

    01.09.2006 - 10:33

    .............................
    .........................
    Kokunu öyle özledimki canım...
    Dün gece kahverengi paltona sarılıp uyudum...
    Hayalimde okşadım o güzel saçlarını...
    Hani sanada kızmıyor değilim ara sıra..
    Benden önce gittinde sanki,
    Sultanmı ettiler seni Mısır'a...

    Mehmet Çetin

  • Hikmet Çetinkaya

    01.09.2006 - 10:23

    Gelincik ressamı....! !
    Bıkmadı usanmadı ayyynı gelincikleri yapmaktan yıllardır... Daha iyisini yapamadığından değil... Gelincikler iyi para ettiğinden... :))

    Bi de kendi yetmezmiş gibi atölyesindeki öğrencilerinde de aynı konu aynı tarz... Yorulur insan ya yıllarca aynı durumm... :))

  • evcilik

    01.09.2006 - 09:56

    Çok kararlıydım... :)) Kesinlikle büyüyünce de oynayacaktım.. Zaten bu büyüklerinde neden evcilik oynamadıklarına akıl erecek gibi değildi... :))

    Gerçeğini yaşamaya başladığınız hiçbişeyin oyunu tad vermiyormuş meğer... :)))

  • matematik dersi

    01.09.2006 - 09:40

    Ezber gerektirmediğinden en sevdiğim ders... :)) hele geometri süper eğlenceli gelirdi bana.. :))

  • benim bütün rüyalarım seninle

    01.09.2006 - 09:34

    Ertan Anapa.... :))
    Benim bütün dualarım seninle diye söylemişti ama o....

  • el öpmek

    31.08.2006 - 18:32

    'Farklı milletlerin kadına bakış açısı' konulu bir toplantı.
    Soru: Bir kadının elini niye öpersin?
    Fransız, 'Saygımdan öperim' der.
    Alman'ın cevabı şöyle olur: 'Kadınlar kutsal varlıklardır, o yüzden
    öperim.'
    Sıra Türkiye'yi temsil eden Temel'e gelir.
    Soru aynı: Bir kadının elini niye öpersin?
    Biraz düşünen Temel cevap verir: 'Valla bir yerden başlamak lazım.'
    __._,_.___

  • Koyun

    31.08.2006 - 18:17

    Yine bir Selçuk Erdem klasiği... :))

    1. koyun: - ben dediğim nerde başlıyor nerde bitiyor..? ? ! yoksa bütün ayrımlar illüzyon mu? ?
    2. koyun: - abi bi elini yüzünü yıka açılırsın... :)))

  • kendini birşey sanmak

    31.08.2006 - 13:48

    Çok iyi bişe... :))
    Haddini bilmekten başlayıp, birey olabilme kabiliyetine kadar uzanır BİRŞEY olmak...
    Vahim olan kendini çok şey sanmaktır kiii;
    biz buna sürü psikolojisi diyoz... :))
    Birey olarak düşünme yeteneğinden uzak,
    -bulunduğu sürünün ortak hayat görüşü, fikri, düşüncesi dışına çıkamayan,
    - kendi adına düşünemeyen, kendi fikirleri düşünceleri olmayan kısaca birşey (yani birey) olamayan,
    -bir orman gibi kardeş olma durumunu abartıp ve dahi o konumdan hiç çıkamayıp, aynı zamanda bir ağaç gibi hür olunabileceğini algılayamayan, bilmeyen, beceremeyen,
    -kendini ÇOK şey sanan... :))

  • mustafa kemal atatürk

    31.08.2006 - 11:04

    Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
    şayak kalpaklı adam
    nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
    güzel, rahat günlere inanıyordu
    ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
    birdenbire beş adım sağında onu gördü.

    Paşalar onun arkasındaydılar.
    O, saatı sordu.
    Paşalar: «Üç,» dediler.
    Sarışın bir kurda benziyordu.
    Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
    Yürüdü uçurumun başına kadar,
    eğildi, durdu.
    Bıraksalar
    ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
    ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
    Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlıyacaktı.
    N.H.Ran

  • narin

    31.08.2006 - 09:53

    söğüdün yaprağı.... :))

  • 30 ağustos 1922

    30.08.2006 - 12:55

    Kuvâyi Milliye destanından
    8. BAP

    26 AĞUSTOS GECESİNDE SAATLAR
    İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR
    ve
    İZMİR RIHTIMINDAN AKDENİZ'E
    BAKAN NEFER

    Saat 2.30.

    Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
    ne ağaç, ne kuş sesi,
    ne toprak kokusu vardır.
    Gündüz güneşin,
    gece yıldızların altında kayalardır.
    Ve şimdi gece olduğu için
    ve dünya karanlıkta daha bizim,
    daha yakın,
    daha küçük kaldığı için
    ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten
    evimize, aşkımıza ve kendimize dair
    sesler geldiği için
    kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi
    okşayarak gülümseyen bıyığını
    seyrediyordu Kocatepe'den
    dünyanın en yıldızlı karanlığını.
    Düşman üç saatlik yerdedir
    ve Hıdırlık-tepesi olmasa
    Afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek.
    Küzeydoğuda Güzelim-dağları
    ve dağlarda tek
    tek
    ateşler yanıyor.
    Ovada Akarçay bir pırıltı halinde
    ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde
    şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var:
    Akarçay belki bir akar su,
    belki bir ırmak,
    belki küçücük bir nehirdir.
    Akarçay Dereboğazı'nda değirmenleri çevirip
    ve kılçıksız yılan balıklarıyla
    Yedişehitler kayasının gölgesine girip
    çıkar.
    Ve kocaman çiçekleri eflâtun
    kırmızı
    beyaz
    ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki
    haşhaşların arasından akar.
    Ve Afyon önünde
    Altıgözler Köprüsü'nün altından
    gündoğuya dönerek
    ve Konya tren hattına rastlayıp yolda
    Büyükçobanlar Köyü'nü solda
    ve Kızılkilise'yi sağda bırakıp
    gider.

    Düşündü birdenbire kayalardaki adam
    kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri.
    Kim bilir onlar ne kadar büyük,
    ne kadar uzundular?
    Birçoğunun adını bilmiyordu,
    yalnız, Yunan'dan önce ve Seferberlik'ten evvel
    Selimşahlar Çiftliği'nde ırgatlık ederken Manisa'da
    geçerdi Gediz'in sularını başı dönerek.

    Dağlarda tek
    tek
    ateşler yanıyordu.
    Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
    şayak kalpaklı adam
    nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
    güzel, rahat günlere inanıyordu
    ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
    birdenbire beş adım sağında onu gördü.
    Paşalar onun arkasındaydılar.
    O, saatı sordu.
    Paşalar: «Üç,» dediler.
    Sarışın bir kurda benziyordu.
    Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
    Yürüdü uçurumun başına kadar,
    eğildi, durdu.
    Bıraksalar
    ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
    ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
    Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlıyacaktı.

    Saat 3.30.

    Halimur - Ayvalı hattı üzerinde
    manga mevziindedir.

    İzmirli Ali Onbaşı
    (kendisi tornacıdır)
    karanlıkta gözyordamıyla
    sanki onları bir daha görmiyecekmiş gibi
    baktı manga efradına birer birer:
    Sağda birinci nefer
    sarışındı.
    İkinci esmer.
    Üçüncü kekemeydi
    fakat bölükte
    yoktu onun üstüne şarkı söyliyen.
    Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
    Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı
    tezkere alıp Urfa'ya girdiği akşam.
    Altıncı,
    inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam,
    memlekette toprağını ve tek öküzünü
    ihtıyar bir muhacir karısına bıraktığı için
    kardeşleri onu mahkemeye verdiler
    ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için
    ona «Deli Erzurumlu» derdiler.
    Yedinci, Mehmet oğlu Osman'dı.
    Çanakkale'de, İnönü'nde, Sakarya'da yaralandı
    ve gözünü kırpmadan
    daha bir hayli yara alabilir,
    yine de dimdik ayakta kalabilir.
    Sekizinci,
    İbrahim,
    korkmıyacaktı bu kadar
    bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp
    birbirine böyle vurmasalar.
    Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki:
    tavşan korktuğu için kaçmaz
    kaçtığı için korkar.

    Saat 4.

    Ağzıkara - Söğütlüdere mıntıkası.
    On ikinci Piyade Fırkası.
    Gözler karanlıkta, uzakta.
    Eller yakında, makanizmalar üzerinde.
    Herkes yerli yerinde.
    Tabur imamı
    mevzideki biricik silâhsız adam:
    ölülerin adamı,
    kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru,
    durdu boyun büküp
    el kavuşturup
    sabah namazına.
    İçi rahattır.
    Cennet, ebedî bir istirahattır.
    Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı,
    meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir
    Cenâbı rabbülâlemîne şühedâyı.

    Saat 4.45.

    Sandıklı civarı.
    Köyler.
    Sarkık, siyah bıyıklı süvari,
    çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.
    Çukurova beygiri
    kuyruğunu karanlığa vuruyordu:
    dizkapaklarında kan,
    kantarmasında köpük...
    İkinci Süvari Fırkası'ndan Dördüncü Bölük,
    atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.
    Geride, köylerde bir horoz öttü.
    Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari
    ellerinin tersiyle yüzünü örttü.
    Karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan
    bir başka horoz vardır:
    baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.
    Düşmanlar herhal onu çoktan kesip
    çorbasını yapmışlardır...

    Saat beşe on var.

    Kırk dakka sonra şafak
    sökecek.
    «Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak».
    Tınaztepe'ye karşı Kömürtepe güneyinde,
    On beşinci Piyade Fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti
    ve onların genci, uzunu,
    Darülmuallimin mezunu
    Nurettin Eşfak,
    mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak
    konuşuyor:
    -Bizim İstiklâl Marşı'nda aksıyan bir taraf var,
    bilmem ki, nasıl anlatsam,
    Âkif, inanmış adam,
    fakat onun, ben,
    inandıklarının hepsine inanmıyorum.
    Meselâ, bakın:
    «Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.»
    Hayır,
    gelecek günler için
    gökten âyet inmedi bize.
    Onu biz, kendimiz
    vaadettik kendimize.
    Bir şarkı istiyorum
    zaferden sonrasına dair.
    «Kim bilir belki yarın...»

    Saat beşe beş var.

    Dağlar aydınlanıyor.
    Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
    Gün ağardı ağaracak.
    Kokusu tütmeğe başladı:
    Anadolu toprağı uyanıyor.
    Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp
    ve pırıltılar görüp
    ve çok uzak
    çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
    bir müthiş ve mukaddes mâcereda,
    ön safta, en ön sırada,
    şahlanıp ölesi geliyordu insanın.

    Topçu evvel mülâzımı Hasan'ın
    yaşı yirmi birdi.
    Kumral başını gökyüzüne çevirdi,
    kalktı ayağa.
    Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
    Şimdi bir hamlede o kadar büyük,
    öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki
    bütün ömrünü ve hâtırasını
    ve yedi buçukluk bataryasını
    ağlanacak kadar küçük buluyordu.

    Yüzbaşı sordu:
    - Saat kaç?
    - Beş.
    - Yarım saat sonra demek...

    98956 tüfek
    ve şoför Ahmet'in üç numrolu kamyonetinden
    yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,
    bütün âletleriyle
    ve vatan uğrunda,
    yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle
    Birinci ve İkinci ordular
    baskına hazırdılar.

    Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,
    beygirinin yanında duran
    sarkık, siyah bıyıklı süvari
    kısa çizmeleriyle atladı atına.
    Nurettin Eşfak
    baktı saatına:
    - Beş otuz...
    Ve başladı topçu ateşiyle
    ve fecirle birlikte büyük taarruz...

    Sonra.
    Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
    Bunlar:
    Karahisar güneyinde 50
    ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.

    Sonra.
    Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik
    Aslıhanlar civarında
    30 Ağustosa kadar.

    Sonra.
    Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu.
    Esirler arasında General Trikopis:
    Alaturka sopa yemiş bir temiz
    ve sırmaları kopuk frenk uşağı...

    Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak'ın ayağı.
    Nurettin dedi ki: «Teselyalı Çoban Mihail,»
    Nurettin dedi ki: «Seni biz değil,
    buraya gönderenler öldürdü seni...»

    Sonra.
    Sonra, 31 Ağustos günü
    ordularımız İzmir'e doğru yürürken
    serseri bir kurşunla vurulan
    Deli Erzurumluydu.
    Devrildi.
    Kürek kemikleri altında toprağı duydu.
    Baktı yukarı,
    baktı karşıya.
    Gözler hayretle yandılar:
    önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları
    her seferkinden kocamandılar.
    Ve bu postallar daha bir hayli zaman
    üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından
    seyredip güneşli gökyüzünü
    ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.
    Sonra...
    Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden
    ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden
    yüzlerini toprağa döndüler...

    Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı.
    Kan içindeydi yüzü gözü.
    Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
    Kaçanı kovalamıyordu yalnız
    ulaşmak da istiyordu bir yerlere
    ve sadece kahretmiyor
    yaratıyordu da.
    Ve kılıçların,
    nalların,
    ellerin
    ve gözlerin pırıltısı
    ardarda çakan aydınlık bir bütündü.
    Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü
    ve şu türküyü duydu:
    «Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
    Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
    bu memleket bizim.

    Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
    ve ipek bir halıya benziyen toprak,
    bu cehennem, bu cennet bizim.

    Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
    yok edin insanın insana kulluğunu,
    bu dâvet bizim...

    Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
    ve bir orman gibi kardeşçesine,
    bu hasret bizim...»]

    Sonra.
    Sonra, 9 Eylülde İzmir'e girdik
    ve Kayserili bir nefer
    yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
    öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,
    Güneyden Kuzeye,
    Doğudan Batıya,
    Türk halkıyla beraber
    seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i.

    Ve biz de burda bitirdik destanımızı.
    Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,
    Türk halkı bağışlasın bizi,
    onlar ki toprakta karınca,
    suda balık,
    havada kuş kadar
    çokturlar;
    korkak,
    cesur,
    câhil,
    hakîm
    ve çocukturlar
    ve kahreden
    yaratan ki onlardır,
    kitabımızda yalnız onların mâcereları vardır...

    Nâzım HİKMET

  • mod

    21.08.2006 - 19:25

    Alim bi kişilik olamayıp
    ve dahi
    ardına melekleri ve peygamberleri alarak tebaya çoğul olarak seslenemediğimden
    hemi de
    o sıradan insanların üzerinde değil içinde olduğumdan
    O zavallılar anlasın diye bu amiyane kelimelere sırtımı dayamak yerine,
    bu amiyane çukurun içinde bulunduğumdan.. size mod demiş bulunuyorum sefkili mod hazretleri...:(((:'(((
    Özürlerimin kabulunu rica eder.. moderatör uzunluğunda güzelliğinde ve zerafetinde tatiller dilerim... :))
    Şaka bi yana tatilin kötüsü olmas ama ben en mutlusundan diliyoruuummm.....)))))

  • yumurta

    21.08.2006 - 18:40

    Yumurta ve tavuksa söz konusu olan... en yetkili uzman, horoz bence... :)))) Horoza sormak lazım.. En iyi o bilir kim kimden çıkmış...... :)))

  • çaydanlıkta patates kaynatmak

    21.08.2006 - 17:09

    O çaydanlıkda bi daha çay yapmıyacaksak olur elbet... :)))

  • carlos santana

    21.08.2006 - 16:40

    Maria mariaaaa.... :))

  • gözbebeği

    21.08.2006 - 14:58

    bakamam gözlerine..çünkü erir göz bebeğim..... Öff ne şarkı ama... :))))

  • kapsama alanının dışına çıkmak

    21.08.2006 - 14:53

    Hadi ya... :)) .. ben de yuttum... :))
    Ben bi kapsama alanım dışına çıkarayım da seni gör bakalım kim yaman... :)))

  • rana

    21.08.2006 - 14:06

    Göbek adııımm... mıışşşş...
    Çocukken takıntı haline getirmiştim epeyce...;
    -niye benim göbek adım yok diye...
    Annemi nekadar bunalttıysam artık.. derdi ki..;
    -kızların göbek adı göbeğini kesen ebenin adıdır.. Senin göbeğini de Ranâ ebe kesti.. senin göbek adın da Ranâ.... :))) Bir ara mahlas gibi şair adı olarak bile kullandım.. Pek bi sevdiğim isimlerden olurlar kendüleri.. :))

  • öküzlerin ineklerden daha güzel olması

    21.08.2006 - 13:57

    Ne inek ne öküz bence... :)))
    Güzel olan tren......... ;))

  • çivisi çıkmak

    21.08.2006 - 13:13

    Bir ara sıfırlamak istedimdi... :)) Dedim ki çıkarayım çivilerin tümünü... Sil baştan yeniden kurmalı herşeyi.. tümüyle ve her şeyi yeni bi biçimde...

    Denedim çıkarmayı çivileri bir bir... Ve baştan bina etmeyi herşeyi... :))

    E zor işmiş... Ve hiçbir zaman o noktada özgür olamıyor sanki insan... Ya da bedellerini ödemeye cesaretiniz olmuyor belki... :)) Veya da yenisini yaratmakta yeteneğiniz...? ? ?

    Birde çiviler çıksa da yerleri kalıyor... :)

    Eskiden el örgüsü kazaklar pek bi modayken...; Her zaman yeni yün alınıp örülmezdi... Sıklıkla eski kazaklar sökülür yeni modeller örülürdü... Bazen kazağın tümünü sökmeden yani çivilerin tümünü çıkarmadan sadece yakası paçası kolu yenilenerek bişeye benzetmeye çalışılır ama sonuç pek başarılı olmazdı... Eski kazak hep alttan demode demode sırıtır.. ben buradayım derdi.. :)))

    Çivilerin tümünü çıkarıp, kazağın tümünü söküp, sil baştan yeni bir şey örmek hem çok daha heyecan verici, hem de çok daha yaratıcı bir durumdu ki genellikle de çok daha başarılı sonuçlar alınırdı... :)) Tabi tek şart; KALİTELİ SAĞLAM KOPMAZ BİR İPLİĞİNİZ VARSA..... :)))

    Çok genç olduğum yıllardı.. Hoş şimdi de pek sabırlı olduğum söylenemez ama çok daha sabırsız yıllarımdı.. Bir kazağı bi ucundan sökerken bir ucundan yeni birisini örmeye başlardım... Ne çok kızardı annem.. Kızım şunu sök, sonra çile yap, yıka kurut ki eski kazağın izleri kaybolsun..
    Bende nerdeeeee o sabır.... sök yumak yap sonra onu çile yap yıka kurut.. çileyi yeniden yumak yap... :)) ... Didişir dururdum annemle

    Çıkan çivilerin izlerini de silecek bir yol var mı bilmem.. o izler yıkayıp paklamakla geçmediğinden midiir... yoksa başka bir yöntemi varsa da sabırsızlığımdan ya da bilgisizliğim yüzünden o yolu bilmediğimden midiiiir...? ? ? beceriksizliğimden midir...? ?

    Kısacası başaramadım işte hepsini söküp silbaştan yapmayı... :))) Sürekli kolundan paçasından revizyonla idare ediyorum şimdilik... :))) Eski kazak arada alttan sırıtıyor... :)) Selamlaşıp kucaklaşıyoruz onunla da.. :)))
    Yukarıdaki yazı hiç biryerden alıntı değüldür.. her harfine kadder birinci tekil şahsıma aüttür.... :)))))

Toplam 1393 mesaj bulundu