İlk teslisin mimarı Pavlos, yahudidir... İkinci ve üçüncü teslisin mimarları da yahudi... Yahudilik, korkunç bir 'falsifikasyon' hareketidir... Karl Popper'ın bahsettiği bilimsel falsifiability ile alakâsı yoktur bu falsifikasyonun; düpedüz çarpıtma ve tahrifatçılık demektir... Fitne, fücur, fesat... Müslüman mahallesindeki salyangozcular da tam olarak bu işi yapıyor... Batı kütüphânelerinde 'İslâm Bilimi' diye sayısız eser olmasına mukabil, 'Hristiyanlık Bilimi' veya 'Yahudilik Bilimi' diye bir şey yoktur... Yahudi ve Hristiyan kalarak bilim yapılamamıştır... Yahudi ve Hristiyan kökenli bilim adamlarının havraya ve kiliseye gidenleri de dahil hepsi bu yüzden ya ateisttir ya agnostiktir veya bilmem nedir... İslâm'a teslim olmak dışındaki ihtimâllerin her biri birer 'füg'dür...
Glière, Arp ve Orkestra için Konçerto'sunu 1938'de, yirminci yüzyıl başının gösterişli, parlak St. Petersburg Dans Tiyatrosu günlerine, Marius Pepipa'nın, Lev İvanov'un zafer dolu başarılarına bir saygı gösterisi olarak yazdığını belirtir... Geleneksel sonat formunda olan konçerto, melodilerinin bolluğu ve çekiciliği, eski günlerin görkemli parıltısına olan özlemi uyandıran akıcılığı ile dinleyiciyi hemen saran bir sevimliliği ve kolaylığı içerir... 1938 yılına, o dönemin terör ve zulüm dolu yönetimine karşın, barış dolu, sevgi dolu bir müziktir bu...
Re minör tonda, 4/4'lük ölçüde, oldukça çabuk (Allegro assai) tempoda başlayan 'Dies irae - Hüküm günü' bölümü özellikle Haydn'ın 1760'larda Avusturya'da müzikte öncülüğünü yaptığı, mantığa ve eski dünyaya bağlılığı reddedip dehanın yaratıcılığına değer veren Alman coşkunluk çağı 'Sturm und Drang' ekolünün canlı ve güçlü bir örneğidir... Zavallı yaratıkların korkuları baslardaki tüyler ürpertici geçişlerle vurgulanır...
Miroirs'ın en tanınmış bölümü ise Alborada del Gracioso'dur... Soytarının - ya da saray soytarısının - sabah şarkısı olarak dilimize çevirebileceğimiz bu oldukça canlı (Assez vif) tempoda ve 6/8'lik ölçüdeki parçada Ravel piyanistlere oyun oynamış, ancak Scarbo'nun aşabileceği güçlükte bir piyano partisi bestelemiş ve bunu, müzikolog ve yazar Michel Dmitri Calvocoressi'ye ithaf etmiştir... Eski İspanyol komedilerinin soytarısını, İspanya'nın kuzey batı bölgesi Galicia'ya özgü bir serenadı, Alborado'yu yansıtırken Ravel'in İspanyol stilini ciddi mi, yoksa şaka yapar gibi mi aldığı güçlükle sezilir... Ravel'in 1912'de orkestrasyonunu yaparak daha çok tanınmasını sağladığı parçayı bazı uzmanlar, gitar ve kastanyeti taklit eden tınıları, soytarının zarif çıngırak seslerinin güçlü ton tekrarlarını, üçlü ya da beşli aralıklı glissando'larıyla gelişimini Liszt'in Mefisto Valsi'nin İspanyol versiyonuna benzetirler... Ancak orta bölmedeki bir resitatifle dinlenme olanağı verilen parçada sert, karanlık, gizemli tınılar güçlü, adeta ısırıcı staccato'larla, fışkırır gibi akan arpejlerle işlenirken ana tema aralıklarla belirsiz gibi duyurulur... Çok yönlü bir yan tema ise türlü maskeler takarak belirir...
Daima öbürlerinden bir saat evvel başlayan cumartesi günleri, halam için, çok ağır geçtiği ve ayrıca Françoise'sız kalmak dolayısıyla pek de sıkıntılı olduğu halde, o, gene bu günü, zayıf ve meraka müptelâ vücudunun dayanabileceği bütün yeniliklerin ve eğlencelerin bir kaynağı gibi haftanın ta ilk gününden itibaren beklemeye başlardı... Bir insan, ne kadar takatsiz, ne kadar bezgin olursa olsun, gene hayatında büyük bir değişikliğin vukuunu ister; her gün geçip gidenlerden bambaşka bir saatin çalışmasına susamıştır... Bunu, kader ve tesadüflerden kendi enerjileriyle koparamayacak kadar iradesiz veya hiç yoktan icat edemeyecek kadar muhayyilesi kıt olanlar halam gibi, kendilerine tâbi bulunmayan hadiselerde, meselâ bir kazada, postacının getireceği bir mektupta ararlar, bu kaza kendilerini daha kötü bir hale düşürse, bu mektup onlara acı bir haber getirse dahi yeni bir şeyin heyecanını hissetmek pahasına gene razıdırlar... Uzun bir saâdetin, susmuş, kenara bırakılmış bir 'Harp' haline koyduğu gönlün telleri, bir gün gelir, (hattâ hoyrat da olsa, onu koparıp kırsa da) gene bir elin temasıyla ses çıkarabileceği ânın hasretini çekmeye başlar; kendi arzularına, kendi ıstıraplarına engelsiz bir tarzda teslim olmak hakkını nice zorluklarla almış bulunan irade, bir gün gelir, dizginlerini, kahırlı ve çetin de olsa, gene kendini râmeden hâdiselerin eline bırakmak ister... Hiç şüphesiz, halam, en ufak bir yorgunlukla hemen tükeniveren kudretlerini ancak uzun bir rahatlık devrinde, - o da damla damla - tekrar biriktirebildiği için, bu kudretlerin hazinesi yeniden doluncaya kadar aylar geçiyor ve nihayet, bu doluluk hasıl olunca da onu ne yapacağını nasıl kullanacağını, nereye sarf edeceğini bilemiyordu... O vakit, ben eminim ki, halam, - her gün büyük bir zevkle yediği patates püresini, arasıra, gene sütte ezilmiş başka bir patates yemeğiyle değiştirmeye niyet edişi gibi - hep birbirine benzeyen, fakat buna rağmen onu hiç bıktırmamış olan günlerinin kasvetli yığını altından âni bir aile faciasıyla sıyrılıp çıkacağı günü dört gözle bekleyebilirdi; ancak böyle tepeden inmelik getireceğini ummakta olduğu ve tek başına yapmaya bir türlü karar veremediği değişikliği âkıbet yapmak zorunda kalacaktı... Gerçi, o hepimizi candan severdi; bununla beraber, bizim arkamızdan ağlamakta bir nevi zevk duyacağına da emindim... Öyle tahmin ediyorum ki, meselâ, halam, zihninde şöyle bir facianın hayallerini de kurmuş olabilirdi: Bir gün, kendisini iyi hissettiği ve terlediği bir anda, evin içinde bir dehşetli yangın çıkıveriyor; bunun alevleri içinde hepimiz tutuşup kavrulup gidiyoruz; binanın son duvarları da yıkılmak üzeredir; yalnız halam, bir mucize kabilinden tam vaktinde yatağından fırlıyor; çok da yorulup telâşa düşmeden kendini kurtarabiliyor... Böyle bir felâketin sonunda, ikinci sahne şu suretle tecelli edebilirdi: Halam, bizim kaybımızın acısıyla döktüğü gözyaşlarının ve bütün köy nazarında, bu büyük yası, takatten düşmüş, ölüm derecesinde hasta, fakat, daima ayakta, daima metanet ve cesaretle taşıyan bir aile kahramanı mertebesine ermenin keskin lezzetini tadarak bir derin tevekkül devresine girmiş ve hiçbir tereddüde, hiçbir sinir buhranına kapılmaksızın, yazı geçirmek için yanı başında bir çağlayanın aktığı Mirougrain'deki güzel çiftliğine çekilmiştir... Fakat, sayısız iskambil falları esnasında, zihnini işgal eden böyle bir hâdise aslâ vukubulmadığı ve vukubulsa da, belki, ilk anda hakikatin hayalinden geçirdiği şekilde cereyan etmeyeceğini, belki ilk verilen haberin kendisine tahmininden fazla sarsacağını, belki bir takım akla gelmeyen teferruatla bu ölümlerin, bu felâketlerin mücerret ve mantıkî imkânlardan büsbütün aykırı birer korkunç mahiyet alacağını düşünerek hayatını tehlikesizce enteresan hale sokabilecek başka türlü hâdiseler icadına koyulurdu... Meselâ, arada bir, Françoise'ın hırsızlık ettiğine, kendisini aldatmak için bir takım hileler yaptığına ve onu nihayet çalarken yakaladığını hükmederdi... O vakit, - daima tek başına muhayyel bir oyuncuya karşı iskambil oynamaya ve bu oyuncu namına da hareket etmeye alıştığı için - böyle bir hâdise üzerine hem Françoise'ın şaşkın şaşkın özür dileyişlerini, hem de kendisinin ona karşı kızgın ve hareketli azarlarını kendi kendine söylemeye başlardı ve tam bu esnada içimizden biri halamın odasına girecek olsa, onu, kan ter içinde, gözlerinden ateş fışkırır ve takma saçı başından kaymış bir halde bulurdu... Halamın kendisiyle bu müthiş kavgalarını, bu ağır konuşmalarını, Françoise'ın belki de, yan odadan işittiği anlar olmuştur... Ne çare ki, halam, içinden geçen kuruntuları böylece açığa vurmasa onlar bir hayal halinde kalacak ve birer realite mertebesine eremeyecekti... Bazı defa, halama bu tek başına 'yatakta oynadığı tiyatro' da kâfi gelmiyor, bütün piyeslerini sahneye koymak arzusuna düşüyordu... İşte, o vakit, herhangi bir pazar günü, kapıları esrarlı bir surette kapatıyor, Eulalie ile başbaşa kalıyor ve ona Françoise'ın namusundan şüphe ettiğini, kendisine yol vermek niyetinde olduğunu söylüyor ve başka bir defa da Françoise'a Eulalie'nin sadakatsizliğinden şikâyet ederek ona karşı kapıyı kapamanın zamanı geldiğini haber veriyordu; birkaç gün sonra, bir evvelki sırdaşından bıkarak, ona hiyanet edenle bağdaşıyor, bu suretle, aynı piyesin her oynanışında aktörler muttasıl rol değiştirmiş oluyordu... Bir de Eulalie hakkındaki şüpheleri - Eulalie bizim evde oturmadığı için - esaslı bir sebebe dayanamayıp bir saman ateşi gibi çabucak sönüp gittiği halde, Françoise'a karşı beslemek istediği şüpheler bu neviden değildir; halam, gerçi, soğuk alırım korkusuyla, Françoise'a atfettiği bir suçun ispatını bulmak için onun arkasından ta mutfağa kadar inemezse bile onu her halde, daima aynı evde, yani daima elinin altında hissetmekte idi... Yavaş yavaş zihni yalnız, Françoise'ın her dakika istediğini keşfetmek kaygısıyla meşgul olmaya başlamıştı... Bu suretle onun, yüz çizgilerindeki en mânasız kıpırdanışlardan, birbirini tutmayan bazı sözlerinden ve gizler gibi göründüğü bazı arzularından bir takım hükümler çıkarır olmuştu... Arada bir, durup dururken, Françoise'ın benzini sarartan bir sözle, onun maskesini yüzünden çektim diye övünür; yani, zavallı kadının yüreğine bir hançer saplamak suretiyle zalimcesine eğlenirdi... Böyle bir hâdiseyi takip eden bir pazar günü, Eulalie'nin ağzından kaçan herhangi bir söz, halama, şüphelerinde ve zanlarında hakikaten ne kadar geri kaldığını ispat etmiş olur ve bu, halamın önünde yeni doğan bir fenne akıldan geçmeyen bir tetkik sahası açan ve o kıymet verdiren bazı keşifler gibi birdenbire genişleyen bir zan ve tahkik alanı açardı... Eulalie'nin ağzından çıkan söz, meselâ, şu tarzda bir şeydir: 'Şimdi Françoise'ın her halde haberi olmak lâzım gelir ki, siz, kendisine bir araba verdiniz! ' - 'Ne, ben ona bir araba mı vermişim? ' - 'A, bilmem; geçen gün, ben, onu Roussainville pazarına Artaban gibi debdebeyle bir faytona kurulmuş giderken görmüştüm de... Belki, bu arabayı Madam Octave ona vermiştir diye düşündüm...'
Bu suretle, halamla Françoise, avcı ile av gibi birbirlerinin hilelerini, tuzaklarını önlemek için adetâ yarışa girişirlerdi... Annem, Françoise'da, halama karşı tam mânasıyla bir kin uyandıracak diye korkardı; zira, halam onu gittikçe daha merhametsizce hırpalamaktaydı... Herhalde, Françoise, halamın en ufak hareketine, en ufak bir sözüne son derece büyük bir ehemmiyet vermeye başlamıştı; ona bir şey soracağı veya ondan birşey isteyeceği vakit sanki sözüne ne şekil vermek lâzım geldiğini kestiremiyormuş gibi uzun bir tereddüt devresi geçiriyordu ve âkıbet dileğini ifade ettikten sonra, şöyle yan gözle halama bakıyor, yaptığı mürâcaatın tesirini ve vereceği cevabın mahiyetini onun yüzünden anlamaya çabalıyordu... - Nasıl ki, artistin biri, XVII. asır hâtıratını okurken büyük Kral'a yakınlaşmak arzusuna düşerek kendisini çok eski bir familyanın şeceresinden inmiş farzedip de şimdiki Avrupa hükümdarlarından biriyle mektuplaşırken böyle bir iddiadan vazgeçerse - bunun tersine olarak, sırf işsizlikten doğma bir meraklılığa ve hırçınlığa körü körüne yakayı kaptırmış vilâyeti bir ihtiyar kadın da, aklından XIV. Louis'yi hiç geçirmemekle beraber, yataktan kalkmak, yemeğini yemek, istirahâta çekilmek gibi gündelik hayatının birer saray merasimi katılığını almış itiyatlarında, Saint-Simon'un Versailles'deki hayattan bahsederken kullandığı mekanik tâbirinin tam mukabilini bulur; bunun gibi halamın susuşları, keyifli görünüşleri veyahut gözlerinin tepeden bakışları da Françoise üzerinde tıpkı, Versailles'in bir bahçe yolunda, saray halkından biri veya büyük sinyorlardan bir zat tarafından kendisine bir istida takdim edildiği vakit Kral'ın takındığı tavırlar kadar derin ve heybetli bir tesir yapıyordu...
Mahler ve R.Strauss'un çok uzun besteler yaptıkları bir dönemde Webern, onların aksine özellikle çok kısa eserler yazmıştır... 1913'te bestelenen ve ilk kez 19 Temmuz 1924'te Donaueschingen Müzik Günleri'nde Amar Kuartet tarafından çalınan Altı Bagatel buna en güzel örnektir... Altı Bagatel'in ilki on, ikinci ve dördüncü sekiz, üçüncü ve altıncı dokuz, en uzun olan beşinci ise onüç mezürdür... Bu, bestecinin kendi deyimiyle melodinin renkli tınısının eserin yapısında tamamlayıcı unsur olmasıdır... Hassas bir çalışla, görünüşte ilgisiz gibi görünen notalar arasındaki bağ belirginleşir... Bu melodik çizgi anlaşılmadıkça esere inandırıcı bir yorum getirilemez... Dörtlünün üyeleri tek çalgıymış gibi çalarlar... Her sekizlik notanın kendine özgü vurgulaması vardır: Arco, pizzicato, spiccato, sul ponticello gibi tarzlar da öngörülür...
Schönberg, 1924'te basılan eserin önsözüne şunları yazmış: 'Bu parçaların kısalığı onlar için inandırıcı bir savunmadır... Ama, diğer yandan bu kısa oluşun da bir savunmaya gereksinimi vardır... İnsanın kendisini çok kısa olarak ifade etmesi için ne kadar çok itidal gerektiğini bir düşünün... Bir bakış bir şiire, bir iç çekiş bir romana dönüşebilir... Fakat tek bir hareketle bir romanı, bir nefes verişle bir mutluluğu canlandırabilmek için gerekli yoğunluk ancak insanın kendine acımamasına bağlıdır...'
chutzpah
15.05.2009 - 18:27...
İlk teslisin mimarı Pavlos, yahudidir... İkinci ve üçüncü teslisin mimarları da yahudi... Yahudilik, korkunç bir 'falsifikasyon' hareketidir... Karl Popper'ın bahsettiği bilimsel falsifiability ile alakâsı yoktur bu falsifikasyonun; düpedüz çarpıtma ve tahrifatçılık demektir... Fitne, fücur, fesat... Müslüman mahallesindeki salyangozcular da tam olarak bu işi yapıyor... Batı kütüphânelerinde 'İslâm Bilimi' diye sayısız eser olmasına mukabil, 'Hristiyanlık Bilimi' veya 'Yahudilik Bilimi' diye bir şey yoktur... Yahudi ve Hristiyan kalarak bilim yapılamamıştır... Yahudi ve Hristiyan kökenli bilim adamlarının havraya ve kiliseye gidenleri de dahil hepsi bu yüzden ya ateisttir ya agnostiktir veya bilmem nedir... İslâm'a teslim olmak dışındaki ihtimâllerin her biri birer 'füg'dür...
...
cumhuriyet bayramı
12.05.2009 - 17:40Daddy's Boy...
rejim
12.05.2009 - 17:39...
Münevver kendi halinde, aşçılık yaparak ailesini geçindiren bir babanın, ev hanımı bir annenin kızıydı... Fulya'da kirada oturuyorlardı...
...
kendime not
12.05.2009 - 17:33- The name reflects an old legend that the spiny branches were used to make the crown of thorns placed on Christ's head before his crucifixion...
efsane kayıtlar
11.05.2009 - 18:00Robert Schumann
'Carnaval'
piano: Leopold Godowsky
rec: 1929
neşter
11.05.2009 - 17:44Glière, Arp ve Orkestra için Konçerto'sunu 1938'de, yirminci yüzyıl başının gösterişli, parlak St. Petersburg Dans Tiyatrosu günlerine, Marius Pepipa'nın, Lev İvanov'un zafer dolu başarılarına bir saygı gösterisi olarak yazdığını belirtir... Geleneksel sonat formunda olan konçerto, melodilerinin bolluğu ve çekiciliği, eski günlerin görkemli parıltısına olan özlemi uyandıran akıcılığı ile dinleyiciyi hemen saran bir sevimliliği ve kolaylığı içerir... 1938 yılına, o dönemin terör ve zulüm dolu yönetimine karşın, barış dolu, sevgi dolu bir müziktir bu...
Domuz Gribi
11.05.2009 - 17:44'Vredens dag' (1943)
Carl Theodor Dreyer
cumhuriyet bayramı
11.05.2009 - 17:4329.10.1991
karanlık enerji
09.05.2009 - 21:37...
Re minör tonda, 4/4'lük ölçüde, oldukça çabuk (Allegro assai) tempoda başlayan 'Dies irae - Hüküm günü' bölümü özellikle Haydn'ın 1760'larda Avusturya'da müzikte öncülüğünü yaptığı, mantığa ve eski dünyaya bağlılığı reddedip dehanın yaratıcılığına değer veren Alman coşkunluk çağı 'Sturm und Drang' ekolünün canlı ve güçlü bir örneğidir... Zavallı yaratıkların korkuları baslardaki tüyler ürpertici geçişlerle vurgulanır...
...
zodiac
06.05.2009 - 21:53Deception...
Herkes sevdiğini öldürür
05.05.2009 - 22:42Barry Ryan - Eloise...
Lillian Hellman
05.05.2009 - 22:37'The Little Foxes' (1941)
William Wyler
Yaşlanma Korkusu
05.05.2009 - 22:00...
Bir çocuk sevdim uzaklarda
Bir elinde yarın öbür elinde dün
Erken ihtiyarlamaktan sanki biraz üzgün
Dünyanın haline bakıp güldü geçti
...
sistemi okumak
05.05.2009 - 21:53Beethoven - Sonatas 24 & 29 - Glenn Gould
Beethoven - Piano Sonatas - Glenn Gould
Beethoven - The 5 Piano Concertos - Glenn Gould
Beethoven Piano Transcriptions / Liszt - Symphony No.5 - Glenn Gould
Beethoven Piano Transcriptions / Liszt - Symphony No.6 'Pastoral' - Glenn Gould
Beethoven Piano Transcriptions / Liszt - Symphony No.7 - Glenn Gould
Beethoven Piano Transcriptions / Liszt - Symphony No.9 - Glenn Gould
lost
05.05.2009 - 21:38'The Green Mile' (1999)
Frank Darabont
ismail hami danişmend
04.05.2009 - 19:14'Ne kadar meşhur adamlar vardır ki memleketlerine yegâne hizmetleri ölümlerinden ibarettir...'
içimizdeki hüzün devi
01.05.2009 - 19:30Tartini - Violin Concertos - I Musici - Salvatore Accardo
blade runner
01.05.2009 - 19:10'The Duellists' (1977)
Ridley Scott
mâlihülyâ
01.05.2009 - 18:50April is in my mistress' face,
And July in her eyes hath place;
Within her bosom is September,
But in her heart a cold December...
nergis
01.05.2009 - 18:44Miroirs'ın en tanınmış bölümü ise Alborada del Gracioso'dur... Soytarının - ya da saray soytarısının - sabah şarkısı olarak dilimize çevirebileceğimiz bu oldukça canlı (Assez vif) tempoda ve 6/8'lik ölçüdeki parçada Ravel piyanistlere oyun oynamış, ancak Scarbo'nun aşabileceği güçlükte bir piyano partisi bestelemiş ve bunu, müzikolog ve yazar Michel Dmitri Calvocoressi'ye ithaf etmiştir... Eski İspanyol komedilerinin soytarısını, İspanya'nın kuzey batı bölgesi Galicia'ya özgü bir serenadı, Alborado'yu yansıtırken Ravel'in İspanyol stilini ciddi mi, yoksa şaka yapar gibi mi aldığı güçlükle sezilir... Ravel'in 1912'de orkestrasyonunu yaparak daha çok tanınmasını sağladığı parçayı bazı uzmanlar, gitar ve kastanyeti taklit eden tınıları, soytarının zarif çıngırak seslerinin güçlü ton tekrarlarını, üçlü ya da beşli aralıklı glissando'larıyla gelişimini Liszt'in Mefisto Valsi'nin İspanyol versiyonuna benzetirler... Ancak orta bölmedeki bir resitatifle dinlenme olanağı verilen parçada sert, karanlık, gizemli tınılar güçlü, adeta ısırıcı staccato'larla, fışkırır gibi akan arpejlerle işlenirken ana tema aralıklarla belirsiz gibi duyurulur... Çok yönlü bir yan tema ise türlü maskeler takarak belirir...
Yaşlanma Korkusu
01.05.2009 - 18:42...
Daima öbürlerinden bir saat evvel başlayan cumartesi günleri, halam için, çok ağır geçtiği ve ayrıca Françoise'sız kalmak dolayısıyla pek de sıkıntılı olduğu halde, o, gene bu günü, zayıf ve meraka müptelâ vücudunun dayanabileceği bütün yeniliklerin ve eğlencelerin bir kaynağı gibi haftanın ta ilk gününden itibaren beklemeye başlardı... Bir insan, ne kadar takatsiz, ne kadar bezgin olursa olsun, gene hayatında büyük bir değişikliğin vukuunu ister; her gün geçip gidenlerden bambaşka bir saatin çalışmasına susamıştır... Bunu, kader ve tesadüflerden kendi enerjileriyle koparamayacak kadar iradesiz veya hiç yoktan icat edemeyecek kadar muhayyilesi kıt olanlar halam gibi, kendilerine tâbi bulunmayan hadiselerde, meselâ bir kazada, postacının getireceği bir mektupta ararlar, bu kaza kendilerini daha kötü bir hale düşürse, bu mektup onlara acı bir haber getirse dahi yeni bir şeyin heyecanını hissetmek pahasına gene razıdırlar... Uzun bir saâdetin, susmuş, kenara bırakılmış bir 'Harp' haline koyduğu gönlün telleri, bir gün gelir, (hattâ hoyrat da olsa, onu koparıp kırsa da) gene bir elin temasıyla ses çıkarabileceği ânın hasretini çekmeye başlar; kendi arzularına, kendi ıstıraplarına engelsiz bir tarzda teslim olmak hakkını nice zorluklarla almış bulunan irade, bir gün gelir, dizginlerini, kahırlı ve çetin de olsa, gene kendini râmeden hâdiselerin eline bırakmak ister... Hiç şüphesiz, halam, en ufak bir yorgunlukla hemen tükeniveren kudretlerini ancak uzun bir rahatlık devrinde, - o da damla damla - tekrar biriktirebildiği için, bu kudretlerin hazinesi yeniden doluncaya kadar aylar geçiyor ve nihayet, bu doluluk hasıl olunca da onu ne yapacağını nasıl kullanacağını, nereye sarf edeceğini bilemiyordu... O vakit, ben eminim ki, halam, - her gün büyük bir zevkle yediği patates püresini, arasıra, gene sütte ezilmiş başka bir patates yemeğiyle değiştirmeye niyet edişi gibi - hep birbirine benzeyen, fakat buna rağmen onu hiç bıktırmamış olan günlerinin kasvetli yığını altından âni bir aile faciasıyla sıyrılıp çıkacağı günü dört gözle bekleyebilirdi; ancak böyle tepeden inmelik getireceğini ummakta olduğu ve tek başına yapmaya bir türlü karar veremediği değişikliği âkıbet yapmak zorunda kalacaktı... Gerçi, o hepimizi candan severdi; bununla beraber, bizim arkamızdan ağlamakta bir nevi zevk duyacağına da emindim... Öyle tahmin ediyorum ki, meselâ, halam, zihninde şöyle bir facianın hayallerini de kurmuş olabilirdi: Bir gün, kendisini iyi hissettiği ve terlediği bir anda, evin içinde bir dehşetli yangın çıkıveriyor; bunun alevleri içinde hepimiz tutuşup kavrulup gidiyoruz; binanın son duvarları da yıkılmak üzeredir; yalnız halam, bir mucize kabilinden tam vaktinde yatağından fırlıyor; çok da yorulup telâşa düşmeden kendini kurtarabiliyor... Böyle bir felâketin sonunda, ikinci sahne şu suretle tecelli edebilirdi: Halam, bizim kaybımızın acısıyla döktüğü gözyaşlarının ve bütün köy nazarında, bu büyük yası, takatten düşmüş, ölüm derecesinde hasta, fakat, daima ayakta, daima metanet ve cesaretle taşıyan bir aile kahramanı mertebesine ermenin keskin lezzetini tadarak bir derin tevekkül devresine girmiş ve hiçbir tereddüde, hiçbir sinir buhranına kapılmaksızın, yazı geçirmek için yanı başında bir çağlayanın aktığı Mirougrain'deki güzel çiftliğine çekilmiştir... Fakat, sayısız iskambil falları esnasında, zihnini işgal eden böyle bir hâdise aslâ vukubulmadığı ve vukubulsa da, belki, ilk anda hakikatin hayalinden geçirdiği şekilde cereyan etmeyeceğini, belki ilk verilen haberin kendisine tahmininden fazla sarsacağını, belki bir takım akla gelmeyen teferruatla bu ölümlerin, bu felâketlerin mücerret ve mantıkî imkânlardan büsbütün aykırı birer korkunç mahiyet alacağını düşünerek hayatını tehlikesizce enteresan hale sokabilecek başka türlü hâdiseler icadına koyulurdu... Meselâ, arada bir, Françoise'ın hırsızlık ettiğine, kendisini aldatmak için bir takım hileler yaptığına ve onu nihayet çalarken yakaladığını hükmederdi... O vakit, - daima tek başına muhayyel bir oyuncuya karşı iskambil oynamaya ve bu oyuncu namına da hareket etmeye alıştığı için - böyle bir hâdise üzerine hem Françoise'ın şaşkın şaşkın özür dileyişlerini, hem de kendisinin ona karşı kızgın ve hareketli azarlarını kendi kendine söylemeye başlardı ve tam bu esnada içimizden biri halamın odasına girecek olsa, onu, kan ter içinde, gözlerinden ateş fışkırır ve takma saçı başından kaymış bir halde bulurdu... Halamın kendisiyle bu müthiş kavgalarını, bu ağır konuşmalarını, Françoise'ın belki de, yan odadan işittiği anlar olmuştur... Ne çare ki, halam, içinden geçen kuruntuları böylece açığa vurmasa onlar bir hayal halinde kalacak ve birer realite mertebesine eremeyecekti... Bazı defa, halama bu tek başına 'yatakta oynadığı tiyatro' da kâfi gelmiyor, bütün piyeslerini sahneye koymak arzusuna düşüyordu... İşte, o vakit, herhangi bir pazar günü, kapıları esrarlı bir surette kapatıyor, Eulalie ile başbaşa kalıyor ve ona Françoise'ın namusundan şüphe ettiğini, kendisine yol vermek niyetinde olduğunu söylüyor ve başka bir defa da Françoise'a Eulalie'nin sadakatsizliğinden şikâyet ederek ona karşı kapıyı kapamanın zamanı geldiğini haber veriyordu; birkaç gün sonra, bir evvelki sırdaşından bıkarak, ona hiyanet edenle bağdaşıyor, bu suretle, aynı piyesin her oynanışında aktörler muttasıl rol değiştirmiş oluyordu... Bir de Eulalie hakkındaki şüpheleri - Eulalie bizim evde oturmadığı için - esaslı bir sebebe dayanamayıp bir saman ateşi gibi çabucak sönüp gittiği halde, Françoise'a karşı beslemek istediği şüpheler bu neviden değildir; halam, gerçi, soğuk alırım korkusuyla, Françoise'a atfettiği bir suçun ispatını bulmak için onun arkasından ta mutfağa kadar inemezse bile onu her halde, daima aynı evde, yani daima elinin altında hissetmekte idi... Yavaş yavaş zihni yalnız, Françoise'ın her dakika istediğini keşfetmek kaygısıyla meşgul olmaya başlamıştı... Bu suretle onun, yüz çizgilerindeki en mânasız kıpırdanışlardan, birbirini tutmayan bazı sözlerinden ve gizler gibi göründüğü bazı arzularından bir takım hükümler çıkarır olmuştu... Arada bir, durup dururken, Françoise'ın benzini sarartan bir sözle, onun maskesini yüzünden çektim diye övünür; yani, zavallı kadının yüreğine bir hançer saplamak suretiyle zalimcesine eğlenirdi... Böyle bir hâdiseyi takip eden bir pazar günü, Eulalie'nin ağzından kaçan herhangi bir söz, halama, şüphelerinde ve zanlarında hakikaten ne kadar geri kaldığını ispat etmiş olur ve bu, halamın önünde yeni doğan bir fenne akıldan geçmeyen bir tetkik sahası açan ve o kıymet verdiren bazı keşifler gibi birdenbire genişleyen bir zan ve tahkik alanı açardı... Eulalie'nin ağzından çıkan söz, meselâ, şu tarzda bir şeydir: 'Şimdi Françoise'ın her halde haberi olmak lâzım gelir ki, siz, kendisine bir araba verdiniz! ' - 'Ne, ben ona bir araba mı vermişim? ' - 'A, bilmem; geçen gün, ben, onu Roussainville pazarına Artaban gibi debdebeyle bir faytona kurulmuş giderken görmüştüm de... Belki, bu arabayı Madam Octave ona vermiştir diye düşündüm...'
Bu suretle, halamla Françoise, avcı ile av gibi birbirlerinin hilelerini, tuzaklarını önlemek için adetâ yarışa girişirlerdi... Annem, Françoise'da, halama karşı tam mânasıyla bir kin uyandıracak diye korkardı; zira, halam onu gittikçe daha merhametsizce hırpalamaktaydı... Herhalde, Françoise, halamın en ufak hareketine, en ufak bir sözüne son derece büyük bir ehemmiyet vermeye başlamıştı; ona bir şey soracağı veya ondan birşey isteyeceği vakit sanki sözüne ne şekil vermek lâzım geldiğini kestiremiyormuş gibi uzun bir tereddüt devresi geçiriyordu ve âkıbet dileğini ifade ettikten sonra, şöyle yan gözle halama bakıyor, yaptığı mürâcaatın tesirini ve vereceği cevabın mahiyetini onun yüzünden anlamaya çabalıyordu... - Nasıl ki, artistin biri, XVII. asır hâtıratını okurken büyük Kral'a yakınlaşmak arzusuna düşerek kendisini çok eski bir familyanın şeceresinden inmiş farzedip de şimdiki Avrupa hükümdarlarından biriyle mektuplaşırken böyle bir iddiadan vazgeçerse - bunun tersine olarak, sırf işsizlikten doğma bir meraklılığa ve hırçınlığa körü körüne yakayı kaptırmış vilâyeti bir ihtiyar kadın da, aklından XIV. Louis'yi hiç geçirmemekle beraber, yataktan kalkmak, yemeğini yemek, istirahâta çekilmek gibi gündelik hayatının birer saray merasimi katılığını almış itiyatlarında, Saint-Simon'un Versailles'deki hayattan bahsederken kullandığı mekanik tâbirinin tam mukabilini bulur; bunun gibi halamın susuşları, keyifli görünüşleri veyahut gözlerinin tepeden bakışları da Françoise üzerinde tıpkı, Versailles'in bir bahçe yolunda, saray halkından biri veya büyük sinyorlardan bir zat tarafından kendisine bir istida takdim edildiği vakit Kral'ın takındığı tavırlar kadar derin ve heybetli bir tesir yapıyordu...
...
kült film
29.04.2009 - 21:45'Zelig' (1983)
Woody Allen
Tılsım ve Trajedi
29.04.2009 - 21:23Yaylı Çalgılar Dörtlüsü için Altı Bagatel, Op.9
Mahler ve R.Strauss'un çok uzun besteler yaptıkları bir dönemde Webern, onların aksine özellikle çok kısa eserler yazmıştır... 1913'te bestelenen ve ilk kez 19 Temmuz 1924'te Donaueschingen Müzik Günleri'nde Amar Kuartet tarafından çalınan Altı Bagatel buna en güzel örnektir... Altı Bagatel'in ilki on, ikinci ve dördüncü sekiz, üçüncü ve altıncı dokuz, en uzun olan beşinci ise onüç mezürdür... Bu, bestecinin kendi deyimiyle melodinin renkli tınısının eserin yapısında tamamlayıcı unsur olmasıdır... Hassas bir çalışla, görünüşte ilgisiz gibi görünen notalar arasındaki bağ belirginleşir... Bu melodik çizgi anlaşılmadıkça esere inandırıcı bir yorum getirilemez... Dörtlünün üyeleri tek çalgıymış gibi çalarlar... Her sekizlik notanın kendine özgü vurgulaması vardır: Arco, pizzicato, spiccato, sul ponticello gibi tarzlar da öngörülür...
Schönberg, 1924'te basılan eserin önsözüne şunları yazmış: 'Bu parçaların kısalığı onlar için inandırıcı bir savunmadır... Ama, diğer yandan bu kısa oluşun da bir savunmaya gereksinimi vardır... İnsanın kendisini çok kısa olarak ifade etmesi için ne kadar çok itidal gerektiğini bir düşünün... Bir bakış bir şiire, bir iç çekiş bir romana dönüşebilir... Fakat tek bir hareketle bir romanı, bir nefes verişle bir mutluluğu canlandırabilmek için gerekli yoğunluk ancak insanın kendine acımamasına bağlıdır...'
persona
28.04.2009 - 20:10'Paprika' (2006)
Satoshi Kon
Toplam 3989 mesaj bulundu