Zülfün görenlerin hep bahtı siyâh olurmuş,
Tek zülfünü göreydim, bahtım siyah olaydı.
Güçmüş vefa yolunda Nevres murada ermek,
Ey kaşı kûy-ı yâre bir başka râh olaydı.
Hey hey mir-i men hey can-ı men,
Cânân-ı men hey hey tene nen dir til lil la na
Te ne nen dir bahtı siyâh olurmuş...
Yılbaşı,bayram,yaz tatilleri,sahiller,tatil köyleri,kayak merkezleri,beş yıldızlı oteller... Fuhuş,sex ticareti,kuzeyli kadın köleler ve TV vatandaşı çocuk fahişelerle artırılmak istenen turizm gelirleri turizm ekonomisinin olmazsa olmazları... Rus revü kızları,Türk dansözler ve sayısı 30 bini bulan sözde sanatçı sürüleri ise işin promosyon kısmı... Yapı inanılmaz bir şekilde işliyor... Dokunan yanıyor... Yüzlerce tatil köyü mevcut Türklerin giremediği,alınmadığı... İsrailliler için onlarca tatil köyü en güzel kıyıda en güzel sahilde,en güzel ormanlık arazide... Fransızlar için başka yerde başka başka köyler oteller... İngilizler için ayrı,Amerika için ayrı... Türkiye'de Türkiye devletinin bile güç yetiremediği,Türklerin giremediği tatil köyleri... İşçiler,temizlikçiler bizden hem de dil bileni,üniversite mezunu olanı... İnsan bu kadar alçalamaz,alçaltılamaz...
...
'İt sürüsünün seksi köpük partileri ve onların artıklarıyla beslenen,yaptıklarıyla eğlenen Türk işçileri' şeklinde ağır bi girişle ifade etmek istediğimiz şey aslında olan bitenin binde biri bile değil... Habercisi,Rus revü kızlarının arasında partili birini, veya bir sanatçı sürtüğün açılmış göğüs dekoltesini veya milletin kanını emmekle servet edinmiş bir züppenin bilmem kaçıncı kez değiştirdiği sevgilisinin kim olduğunu veya sahillerden,havuzlardan,sahnelerden devşirdiği iblislik kokan fotoğraf ve sözlerin peşinde koşar... İşvereni,turizm mafyasıyla ortaklaşa tuttuğu işi sona erdirmek için beş yıldızlı otellerde fuhuş ve uyuşturucu partilerini medeni bir şekilde halleder... Politikacısı,artan turizm gelirinin hangi kaynaktan,hangi yollarla geldiğine bakmaksızın kasasına aktarır ve geçer ekranın karşısında,patlayan turizmden,artan gelirden,ülke ekonomisine faydasından bahseder ve bacasız sanayi diyerek de turizmi göklere çıkarır... Oysa halktan sakladığı şeyler bilinmeyen şeyler değildir... Beyaz kadın ticaretinin bu beş yıldızlı kerhanelerde gerçekleştirildiği,dışarıdan gelen politikacılara buralarda kadın ikram edildiği,bazı otellerde 'gay' ve 'çocuk' servisleri yapıldığı,bu otellerde çalışan işçilerin balık gibi istiflenip barakalarda yatırıldığı ve 13-14 saat çelıştırıldığı ve çoğu mevsimlik bu işçilerin, müşterilerin kadın erkek farketmez,her isteklerine cevap vermediklerinde işten kovulduğunu,yine bu turistik otellerin tek kuruş yöre halkına faydaları olmadığını ve daha ötesi yine bu otellerin yerli turiste ikinci sınıf muamele yaptığını ve yabancı turiste nisbetle 2-3 kat fazla ücret talep ettiği elbette bilinir... Ama söylemek siyasi konjonktür gereği (sömürgeci incinir) biraz namus ve şeref ister...
'...erdem,herkesin artık bildiği gibi,yetkinliğe giden çetin yolda her zaman engellerle karşılaşır,günaha ve kötülüğe gelince,şans onları her zaman öylesine sever ve kollar ki,genç kız daha asansörün kapısına gelir gelmez kapılar açıldı...'
'...bir saat sonra,Odette'ten bir pusula aldı ve daha anlayışlı gözler için belki düşüncede dağınıklığı,terbiye yetmezliğini,samimilik ve irade noksanını ifade edebilecek olan karakter şekilsizliklerine bir disipilin gösterişi tahmil eden Britanyalı katılığının caliliğini taşıyan o büyük harfli yazıyı derhal tanıdı...'
'...Vivaldi'nin konçerto tarihindeki çok önemli rolünü 1905'te ilk kez vurgulayan müzikolog Arnold Schering,ağır ve sakin 2. Bölümdeki solo kemanın resitatif yorumunu,fırtınada kıyıya vurmuş kazazedelerin yakarışına benzetmiştir...'
Bilindiği gibi, Misak-ı Milli Beyannamesi’nde Kürt adı geçmiyor... Birinci maddede “din ortaklığından”, “Osmanlı İslam ekseriyetinden“, “ayrılık kabul etmez bir bütün“den söz ediliyor... Milli Mücadele boyunca, “Türklerin ve Kürtlerin Misak-ı Millisi”nden, self determinasyon’a, muhtariyete, mahalli idare kurma hakkına varıncaya kadar bir dizi vaadde bulunulsa, Kürtlerin farklı bir etnik kökene sahip oldukları çekingen bir tarzda da olsa ifade edilse de, o dönemde geçerli ‘millet’ anlayışından ötürü, Kürtlerin Türk Milletinden sayıldığı izlenimi ortaya çıkıyor... Fakat gerek beyannamenin birinci maddesi, gerekse Mustafa Kemal’in 18 Aralık 1919 tarihli demeci, daha işin başında çelişkiyi ortaya koyuyor... Nitekim, Mustafa Kemal söz konusu demecinde şunları söylüyordu: ” [...]devlet için milli yeni bir hudut kabul ettik [...] Bu hudut ordumuz tarafından silahla müdafaa olunduğu gibi aynı zamanda Türk ve Kürt anasırıyla meskun aksamı vatanımızı tahdit eder”. (8) Kürt yurdu olan Musul Vilayeti 2 Kasım 1918’den itibaren İngilizlerin işgali altında olduğuna göre, Kürdistan’ın bölünüp-parçalanmasına razı olunduğu, bu durumun sorun edilmediği anlalışıyor... Mustafa Kemal 24 Nisan 1920’deki demecindeyse “ [ Erzurum Kongresinde] vatan hududu dahilinde yaşayan anasır-ı islamiyenin her birinin kendine mahsus olan muhitine, âdatına, ırkına mahsus olan imtiyazatı bütün samimiyetle ve mukabilen kabul ve tasdik edilmiştir“ (9) diyor... Açıkça ifade edilmese de Kürtlerin self-determinasyon hakkına sahip oldukları imâ edildiyor... Fakat Amasya Protokolleri'nde daha net ifadeler kullanıldığı görülüyor... Bir taraftan bu tür beyanatlar verilirken, diğer yandan da Türk, Kürt, Çerkes, vb. birliğine ve bunların bölünmezliğine yapılan vurgunun dozu artıyor... Devletin durumu netleştikçe, başta Mustafa Kemal olmak üzere, yönetici kliğin duruma hakimiyeti pekiştikçe, emperyalistlerle anlaşma yolunda mesafe kaydedildikçe, uslubun da değiştiği görülüyor... Bu sorunla ilgili yapılan tüm konuşmalar mutlaka birliğe-bölünmezliğe yapılan bir vurguyla bitiyor... Meclisin ve hükümetin hem Kürtlerin, hem de Türklerin meclisi ve hükümeti olduğu, Lozan Konferansı’na giden heyetin Türkleri ve Kürtleri temsil ettiği, Misak-ı Milli’nin Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de Misak-ı Milli’si olduğu ifade ediliyor... Eğer söylemin lafzından ziyade ruhu dikkate alınırsa, asıl niyetin Kürtleri Türkleştirmek olduğunu söylemek mümkündür... Anadolu’da Türk ırkına dayalı bir devlet-ulus kurmak isteyenler, ülkeyi Rum ve Ermenilerden temizleyerek zaten bu yolda büyük bir mesafe kaydetmişlerdi... Geriye Kürtleri Türkleştirmek, değilse hizaya getirmek kalıyordu... TC elbette Kürtlerle birarada yaşamak isitiyordu ama bir şartla: Kürtler hiçbir hak talebinde bulunmadıkları sürece...
TC iktidarının bu tür bir politika uygulayabilmesi, bizzat Kürtler tarafından da kolaylaştırılmıştı... Nitekim herbiri ayrı bir ‘devletçik’ halindeki Kürt aşiret şefleri arasındaki bölünmüşlük ve rekabet, onların gelecekleriyle ilgili ortak tavır almasını, ortak bir politik program izlemesini olanaksız hale getirmişti... Bir bölüğü açıkça Kuvayı Milliyecilerle ortak hareket ederken, bir bölüğü de silahlı mücadele yürütüyordu, bir başka kesim iki taraf arasında ‘kararsızdı’, vb. Zaten Kürt aşiret reisleriyle Kuvayı Milliyeciler arasındaki “muğlak mutabakat” Hilafet Makamı’nın tasfiyesinden sonra problemli hale gelmişti... Resmi söylem, sorunun Lozan Konferansı’nda çözüldüğünü, Kürtler Lozan’da temsil edilerek self-determinasyon hakkını kullandıklarını, artık söyleyecek sözlerinin olmadığını ileri sürerek, sorunu kapatmaya çalışıyor... Gerçekten Lozan'da Kürtler temsil edilmiş miydi? Edilmişse ne kadarını kim temsil etmişti? Bu soruların burada cevaplanması için yerimiz yok ama şu kadarını söyleyebiliriz: Kürdistan’ın güneyi [Musul Vilayeti] İngiliz işgali altında olduğuna göre, Lozan’a o bölgeden temsilcilerin katılması zaten mümkün değildi... Üstelik Kürtler İngilizlerle savaşmaktaydı... Daha baştan İngilizlerle anlaşarak Kürt yurdunun parçalanmasına onay verenlerin bu gün hâlâ Kürtlerin self-determinasyon hakkını kullandığını söylemesi ne anlama geliyor?
'...İsim'lerin,kendilerine yüklediğimiz bilinmezliğin imgesini bize sunarak,bizim için hem gerçek bir yeri işaret ettiği,hem de bu sebeple bizi bilinmezle gerçeği özdeşleştirmeye zorladığı (o kadar ki,bir şehre,içinde barındırması mümkün olmadığı halde artık isminden koparıp atamadığımız bir ruhu aramaya gideriz) yaşta,bu İsim'ler,alegorik resimler gibi sadece kentlere,ırmaklara bir kişilik kazandırmaz,sadece maddi dünyayı farklılıklarla bezeyip harikalarla donatmaz; sosyal dünyaya da bütün bunları katar; öyle ki,ormanların cinleri,ırmakların tanrıları olduğu gibi,her ünlü şatonun,konağın,sarayın da kendi hanımı,perisi vardır...Bazen,isminin arkasına gizlenmiş olan peri,kendisini besleyen hayalgücümüzün gelişimine tabi olarak değişir; işte Mme de Guermantes'ın benim içimde yer ettiği hava da,bu şekilde,yıllar boyunca bir sihirli fener camının ve kilise vitrayının yansımasından başka bir şey değilken,bambaşka rüyalar o havayı sellerin köpüklü nemiyle doldurduğunda,renklerini yitirmeye başlamıştı...
Ne var ki,ismin tekabül ettiği gerçek kişiye yaklaşırsak,peri solup gider; çünkü isim artık bu kişiyi yansıtmaya başlar,oysa bu kişide periden eser yoktur; o kişiden uzaklaşırsak peri yeniden doğabilir,ama yakınında durmaya devam edersek,peri ve onunla birlikte isim de kesin olarak ölür; tıpkı peri Merlusine'in ortadan kaybolduğu gün,Lusignan ailesinin de yok olduğu gibi...O zaman İsim,üst üste binmiş resimlerinin en altında,kaynağında hiçbir zaman tanımadığımız bir yabancının güzel portresini bulabileceğimiz İsim,yoldan geçen birini tanıyıp tanımadığımızı,selamlamamız gerekip gerekmediğini anlamak için başvurduğumuz basit bir fotoğraflı kimlik kartı olmaktan öteye gitmez...Ama çok eski yıllardan kalma bir izlenim -tıpkı çeşitli sanatçıların sesini,tarzını koruyan müzik kayıt cihazları gibi- hafızamızın bu ismi,kulağımızda o zamanlar sahip olduğu özel tınısıyla işitmemizi sağlayacak olursa,görünürde değişmemiş olan ismin tıpatıp aynı olan hecelerinin bizim için ifade ettiği çeşitli hülyaları birbirinden ayıran uzaklığı hissederiz...Mazide kalmış bir ilkbaharda duyduğumuz tınıyı tekrar işittiğimizde,bir an için,resim yaparken küçük tüplerden boya sıkar gibi,bu tınıdan,hatırladığımızı zannettiğimiz günlerin unutulmuş,esrarengiz,taze ve tam nüansını çıkarabiliriz; oysa bu tınıyı tekrar işitmeden önce yaptığımız,kötü ressamlar gibi,tek bir tuval üzerine yayılan bütün geçmişimizi,iradi hafızanın geleneksel ve hepsi birbirine benzeyen tonlarıyla boyamaktır...Buna karşılık geçmişi oluşturan anların her biri,tam tersine,o zamanın artık tanımadığımız renklerini kendine has bir uyum içinde kullanarak özgün bir yaratı ortaya çıkarırdı; bir tesadüf sayesinde mesela Guermantes ismi bunca yıl sonra bir anlığına bugünkünden apayrı bir tınıya,Mlle Percepied'nin düğününde sahip olduğu tınıya kavuşarak,genç düşesin kabarık fularına kadife görünümünü veren o tatlı,fazlasıyla parlak,fazlasıyla yeni eflatun rengi ve koparılması mümkün olmayan,yeniden çiçeklenmiş bir cezayir menekşesi gibi mavi bir tebessümle aydınlanmış gözlerini bana tekrar sunduğunda,bu renkler beni hala büyüler...O zamanki Guermantes ismi aynı zamanda,içi oksijen veya başka bir gazla doldurulmuş küçük bir balon gibidir: Balonu patlatmayı,içindekini dışarı çıkarmayı başardığımda o yılın,o günün Combray havasını,meydanın köşesinde esiveren,hani o yağmurun habercisi,güneşi kah havalandıran,kah kilisenin kırmızı yünlü halısına kondurup parlak,pembeye çalan bir sardunya kırmızısına boyayan rüzgarın getirdiği akdiken kokusunun ve eğlence içinde asaleti koruyan,adeta Wagner'e özgü neşenin karıştığı havayı solurum...Ne var ki,başlangıçtaki varlığın,bugün ölü olan hecelerin içinden fırlayıp özgün biçimine ve çizgilerine kavuştuğunu birdenbire hissettiğimiz bu nadir anların dışında bile,günlük hayatın başdöndürücü fırtınasında,sadece pratik bir kullanıma sahip olan isimler,aşırı hızlı döndüğünden gri gibi görünen rengarenk bir topaç gibi bütün renklerini kaybetmiş olsalar da,tahayyüle daldığımız zaman,düşünüp geçmişe dönebilmek için içinde sürüklendiğimiz aralıksız hareketi yavaşlatmaya,durdurmaya çalıştığımızda,aynı ismin hayatımız boyunca gözümüzde büründüğü çeşitli renkler,yan yana dizilmiş olarak,ama tamamen belirgin bir biçimde yavaş yavaş gözümüzün önünde belirir...'
Madem küstün dargındın neden geldin ağladın
Rıhtımda boynu bükük bana mendil salladın
Bu halinle beni bil şifasız yaraladın
Rıhtımda boynu bükük bana mendil salladın...
Gül yüzünde göreli zülfü semen say gönül
Kara sevdaya yeler bi serû-bi pây gönül
Dimedim mi sana dolanma ana vay gönül
Bizi hâketti heva yoluna sevda nideyim
Paymal eyledi ol zülfü semensa nidelim
Kul edinmez ki güzeller bizi illâ nidelim...
'...Bach'ın müziğiyle ilgilenen bir başka kişi de Carl Friedrich Zelter'di...Özellikle Singakademie'nin yöneticisi olduktan sonra,bestecinin koral yapıtlarını topluluğun repertuarına alan Zelter,ünlü şair Goethe'nin ve genç öğrencisi Felix Mendelssohn'un Bach'ın yapıtlarına ilgi duymasını sağlamıştı...Zelter,Goethe'ye yazdığı mektupta onu Bach'ın motetlerini seslendirdikleri koro konserlerinden birine çağırıyor ve şunları ekliyordu: 'Bu eserleri duyduğun zaman dünyanın tam ortasında olduğunu hissedeceksin...Onları yüzlerce kere dinlememe rağmen tam olarak çözebilmiş değilim ve sanırım bunu hiç başaramayacağım...'
içimizdeki hüzün devi
03.02.2008 - 21:19'...hayatta çoğumuz kendimizden bihaber yaşarız... Başkalarını seyrederiz ama dönüp kendimize bakamayız... Aynalar nasıl göründüğümüzü göstermez... Suretimizi çizen tedirginliğimiz,güvensiz bakışlarımız,korkak yürüyüşümüz,ne kadar bağırsak da yükselmeyen sesimizdir...'
bitmeyen bekleyişler
03.02.2008 - 21:18Zülfün görenlerin hep bahtı siyâh olurmuş,
Tek zülfünü göreydim, bahtım siyah olaydı.
Güçmüş vefa yolunda Nevres murada ermek,
Ey kaşı kûy-ı yâre bir başka râh olaydı.
Hey hey mir-i men hey can-ı men,
Cânân-ı men hey hey tene nen dir til lil la na
Te ne nen dir bahtı siyâh olurmuş...
sarmaşık
03.02.2008 - 21:15bkz: Mikhail Glinka
rejim
30.01.2008 - 16:57...
Yılbaşı,bayram,yaz tatilleri,sahiller,tatil köyleri,kayak merkezleri,beş yıldızlı oteller... Fuhuş,sex ticareti,kuzeyli kadın köleler ve TV vatandaşı çocuk fahişelerle artırılmak istenen turizm gelirleri turizm ekonomisinin olmazsa olmazları... Rus revü kızları,Türk dansözler ve sayısı 30 bini bulan sözde sanatçı sürüleri ise işin promosyon kısmı... Yapı inanılmaz bir şekilde işliyor... Dokunan yanıyor... Yüzlerce tatil köyü mevcut Türklerin giremediği,alınmadığı... İsrailliler için onlarca tatil köyü en güzel kıyıda en güzel sahilde,en güzel ormanlık arazide... Fransızlar için başka yerde başka başka köyler oteller... İngilizler için ayrı,Amerika için ayrı... Türkiye'de Türkiye devletinin bile güç yetiremediği,Türklerin giremediği tatil köyleri... İşçiler,temizlikçiler bizden hem de dil bileni,üniversite mezunu olanı... İnsan bu kadar alçalamaz,alçaltılamaz...
...
'İt sürüsünün seksi köpük partileri ve onların artıklarıyla beslenen,yaptıklarıyla eğlenen Türk işçileri' şeklinde ağır bi girişle ifade etmek istediğimiz şey aslında olan bitenin binde biri bile değil... Habercisi,Rus revü kızlarının arasında partili birini, veya bir sanatçı sürtüğün açılmış göğüs dekoltesini veya milletin kanını emmekle servet edinmiş bir züppenin bilmem kaçıncı kez değiştirdiği sevgilisinin kim olduğunu veya sahillerden,havuzlardan,sahnelerden devşirdiği iblislik kokan fotoğraf ve sözlerin peşinde koşar... İşvereni,turizm mafyasıyla ortaklaşa tuttuğu işi sona erdirmek için beş yıldızlı otellerde fuhuş ve uyuşturucu partilerini medeni bir şekilde halleder... Politikacısı,artan turizm gelirinin hangi kaynaktan,hangi yollarla geldiğine bakmaksızın kasasına aktarır ve geçer ekranın karşısında,patlayan turizmden,artan gelirden,ülke ekonomisine faydasından bahseder ve bacasız sanayi diyerek de turizmi göklere çıkarır... Oysa halktan sakladığı şeyler bilinmeyen şeyler değildir... Beyaz kadın ticaretinin bu beş yıldızlı kerhanelerde gerçekleştirildiği,dışarıdan gelen politikacılara buralarda kadın ikram edildiği,bazı otellerde 'gay' ve 'çocuk' servisleri yapıldığı,bu otellerde çalışan işçilerin balık gibi istiflenip barakalarda yatırıldığı ve 13-14 saat çelıştırıldığı ve çoğu mevsimlik bu işçilerin, müşterilerin kadın erkek farketmez,her isteklerine cevap vermediklerinde işten kovulduğunu,yine bu turistik otellerin tek kuruş yöre halkına faydaları olmadığını ve daha ötesi yine bu otellerin yerli turiste ikinci sınıf muamele yaptığını ve yabancı turiste nisbetle 2-3 kat fazla ücret talep ettiği elbette bilinir... Ama söylemek siyasi konjonktür gereği (sömürgeci incinir) biraz namus ve şeref ister...
...
before sunset / gün batmadan
30.01.2008 - 16:55Gurbet içimde bir ok her şey bana yabancı
Hayat öyle bir han ki acı içinde hancı
Sevmek korkulu rüya yalnızlık büyük acı
Hangi kapıyı çalsam karşımda buruk acı
Yıllar yılı gönlümde bir gün sabah olmadı
Bu ne bitmez çileymiş neden hala dolmadı
Sevmek korkulu rüya yalnızlık büyük acı
Hangi kapıyı çalsam karşımda buruk acı
Ruhumda bir yara var için için kanıyor
Kalbimde buruk acı alev alev yanıyor
Sevmek korkulu rüya yalnızlık büyük acı
Hangi kapıyı çalsam karşımda buruk acı...
bitmeyen bekleyişler
30.01.2008 - 16:52Oy çalamadım gitti
Sürmene havasını
Bu yıl da yiyemedik
Hamsinin tavasını
Sürmene yolun uzak
Kurdular bize tuzak
Bu sene köyümüzde
Ne düğünler olacak
Yarim gitti ormana
O ıslandı ıslandı
Sorayım ağaçlara
Hangisine yaslandı...
Aşk_ı Memnu
30.01.2008 - 16:51'...erdem,herkesin artık bildiği gibi,yetkinliğe giden çetin yolda her zaman engellerle karşılaşır,günaha ve kötülüğe gelince,şans onları her zaman öylesine sever ve kollar ki,genç kız daha asansörün kapısına gelir gelmez kapılar açıldı...'
sakil
30.01.2008 - 16:31'...bir saat sonra,Odette'ten bir pusula aldı ve daha anlayışlı gözler için belki düşüncede dağınıklığı,terbiye yetmezliğini,samimilik ve irade noksanını ifade edebilecek olan karakter şekilsizliklerine bir disipilin gösterişi tahmil eden Britanyalı katılığının caliliğini taşıyan o büyük harfli yazıyı derhal tanıdı...'
şıpsevdi
28.01.2008 - 19:48Akşam olunca yarelerim sızlar
Derdim çoktur değmeyin bana kızlar
Bu aşkıma şahit olsun yıldızlar...
bitmeyen bekleyişler
28.01.2008 - 19:45Sen bir ceylan olsan ben de bir avcı
Avlasam çöllerde saz ile seni
Bulunmaz dermanı yoktur ilacı
Vursam yaralasam söz ile seni
Veysel der ismini koymam dilimden
Ayrı düştüm vatanımdan ilimden
Kuş olsan da kurtulamazdın elimden
Eğer görse idim göz ile seni...
film replikleri
28.01.2008 - 19:43-She's not, however, a great dancer yet...Nor is she likely to become one if she allows herself to be sidetracked by idiotic flirtations...
sadakatsiz/unfaithful
28.01.2008 - 19:43Olmada diller rubûde gamze-i câdusuna
Deşt-i hüsnün sayd olurlar şîrler ahsusuna
Çille-i sahtın çeker herdem keman ebrûlerin
Aferin erbab-ı aşkın kuvve-i bâzusuna
Aman beli beli tiryel lele lel le li canım
Yâlâ yele lelle li vay aman aman aman aman câdusuna...
KULAÇ
28.01.2008 - 19:42'...Vivaldi'nin konçerto tarihindeki çok önemli rolünü 1905'te ilk kez vurgulayan müzikolog Arnold Schering,ağır ve sakin 2. Bölümdeki solo kemanın resitatif yorumunu,fırtınada kıyıya vurmuş kazazedelerin yakarışına benzetmiştir...'
Muhayyile
28.01.2008 - 19:38Gümüş saçlarına eğdim başımı,
Şefkât duygusunun meleği anam.
Ninni say gözümden sızan yaşımı,
Gönlümün biricik dileği anam.
Uyu, uyu ey gözümün bebeği anam.
Derdimi bir tuttun kendi derdinle,
Gönlüme teselli kattım seninle,
Başını göğsüme yasla da dinle,
Kalbimin biricik dileği anam.
Uyu, uyu ey gözümün bebeği anam...
Theatre Of Tragedy
28.01.2008 - 19:37'...dehşet denizinin ortasında... Kör girdabın kıyısında... Zor zanaat insan olup,insan kalmak! ..'
misak-ı milli
28.01.2008 - 19:33Kürtler Misak-Milli’nin neresinde duruyordu?
Bilindiği gibi, Misak-ı Milli Beyannamesi’nde Kürt adı geçmiyor... Birinci maddede “din ortaklığından”, “Osmanlı İslam ekseriyetinden“, “ayrılık kabul etmez bir bütün“den söz ediliyor... Milli Mücadele boyunca, “Türklerin ve Kürtlerin Misak-ı Millisi”nden, self determinasyon’a, muhtariyete, mahalli idare kurma hakkına varıncaya kadar bir dizi vaadde bulunulsa, Kürtlerin farklı bir etnik kökene sahip oldukları çekingen bir tarzda da olsa ifade edilse de, o dönemde geçerli ‘millet’ anlayışından ötürü, Kürtlerin Türk Milletinden sayıldığı izlenimi ortaya çıkıyor... Fakat gerek beyannamenin birinci maddesi, gerekse Mustafa Kemal’in 18 Aralık 1919 tarihli demeci, daha işin başında çelişkiyi ortaya koyuyor... Nitekim, Mustafa Kemal söz konusu demecinde şunları söylüyordu: ” [...]devlet için milli yeni bir hudut kabul ettik [...] Bu hudut ordumuz tarafından silahla müdafaa olunduğu gibi aynı zamanda Türk ve Kürt anasırıyla meskun aksamı vatanımızı tahdit eder”. (8) Kürt yurdu olan Musul Vilayeti 2 Kasım 1918’den itibaren İngilizlerin işgali altında olduğuna göre, Kürdistan’ın bölünüp-parçalanmasına razı olunduğu, bu durumun sorun edilmediği anlalışıyor... Mustafa Kemal 24 Nisan 1920’deki demecindeyse “ [ Erzurum Kongresinde] vatan hududu dahilinde yaşayan anasır-ı islamiyenin her birinin kendine mahsus olan muhitine, âdatına, ırkına mahsus olan imtiyazatı bütün samimiyetle ve mukabilen kabul ve tasdik edilmiştir“ (9) diyor... Açıkça ifade edilmese de Kürtlerin self-determinasyon hakkına sahip oldukları imâ edildiyor... Fakat Amasya Protokolleri'nde daha net ifadeler kullanıldığı görülüyor... Bir taraftan bu tür beyanatlar verilirken, diğer yandan da Türk, Kürt, Çerkes, vb. birliğine ve bunların bölünmezliğine yapılan vurgunun dozu artıyor... Devletin durumu netleştikçe, başta Mustafa Kemal olmak üzere, yönetici kliğin duruma hakimiyeti pekiştikçe, emperyalistlerle anlaşma yolunda mesafe kaydedildikçe, uslubun da değiştiği görülüyor... Bu sorunla ilgili yapılan tüm konuşmalar mutlaka birliğe-bölünmezliğe yapılan bir vurguyla bitiyor... Meclisin ve hükümetin hem Kürtlerin, hem de Türklerin meclisi ve hükümeti olduğu, Lozan Konferansı’na giden heyetin Türkleri ve Kürtleri temsil ettiği, Misak-ı Milli’nin Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de Misak-ı Milli’si olduğu ifade ediliyor... Eğer söylemin lafzından ziyade ruhu dikkate alınırsa, asıl niyetin Kürtleri Türkleştirmek olduğunu söylemek mümkündür... Anadolu’da Türk ırkına dayalı bir devlet-ulus kurmak isteyenler, ülkeyi Rum ve Ermenilerden temizleyerek zaten bu yolda büyük bir mesafe kaydetmişlerdi... Geriye Kürtleri Türkleştirmek, değilse hizaya getirmek kalıyordu... TC elbette Kürtlerle birarada yaşamak isitiyordu ama bir şartla: Kürtler hiçbir hak talebinde bulunmadıkları sürece...
TC iktidarının bu tür bir politika uygulayabilmesi, bizzat Kürtler tarafından da kolaylaştırılmıştı... Nitekim herbiri ayrı bir ‘devletçik’ halindeki Kürt aşiret şefleri arasındaki bölünmüşlük ve rekabet, onların gelecekleriyle ilgili ortak tavır almasını, ortak bir politik program izlemesini olanaksız hale getirmişti... Bir bölüğü açıkça Kuvayı Milliyecilerle ortak hareket ederken, bir bölüğü de silahlı mücadele yürütüyordu, bir başka kesim iki taraf arasında ‘kararsızdı’, vb. Zaten Kürt aşiret reisleriyle Kuvayı Milliyeciler arasındaki “muğlak mutabakat” Hilafet Makamı’nın tasfiyesinden sonra problemli hale gelmişti... Resmi söylem, sorunun Lozan Konferansı’nda çözüldüğünü, Kürtler Lozan’da temsil edilerek self-determinasyon hakkını kullandıklarını, artık söyleyecek sözlerinin olmadığını ileri sürerek, sorunu kapatmaya çalışıyor... Gerçekten Lozan'da Kürtler temsil edilmiş miydi? Edilmişse ne kadarını kim temsil etmişti? Bu soruların burada cevaplanması için yerimiz yok ama şu kadarını söyleyebiliriz: Kürdistan’ın güneyi [Musul Vilayeti] İngiliz işgali altında olduğuna göre, Lozan’a o bölgeden temsilcilerin katılması zaten mümkün değildi... Üstelik Kürtler İngilizlerle savaşmaktaydı... Daha baştan İngilizlerle anlaşarak Kürt yurdunun parçalanmasına onay verenlerin bu gün hâlâ Kürtlerin self-determinasyon hakkını kullandığını söylemesi ne anlama geliyor?
buluşmak
25.01.2008 - 22:59...
Ey gönül, gidenden ümidini kes!
Kaçan bir hayale benziyor herkes
...
sadakatsiz/unfaithful
25.01.2008 - 22:43Yalancısın yalancı
Yalancısın yalancı
Menekşe gözlü sarışın kız...
Tılsım ve Trajedi
25.01.2008 - 22:41'Bizi neyin destekliyor olduğunu, bizi desteklediğini düşündüğümüz diğer her şey artık desteklemediğinde keşfederiz...'
C.Gustav Jung
metruk terimler
25.01.2008 - 22:26'...İsim'lerin,kendilerine yüklediğimiz bilinmezliğin imgesini bize sunarak,bizim için hem gerçek bir yeri işaret ettiği,hem de bu sebeple bizi bilinmezle gerçeği özdeşleştirmeye zorladığı (o kadar ki,bir şehre,içinde barındırması mümkün olmadığı halde artık isminden koparıp atamadığımız bir ruhu aramaya gideriz) yaşta,bu İsim'ler,alegorik resimler gibi sadece kentlere,ırmaklara bir kişilik kazandırmaz,sadece maddi dünyayı farklılıklarla bezeyip harikalarla donatmaz; sosyal dünyaya da bütün bunları katar; öyle ki,ormanların cinleri,ırmakların tanrıları olduğu gibi,her ünlü şatonun,konağın,sarayın da kendi hanımı,perisi vardır...Bazen,isminin arkasına gizlenmiş olan peri,kendisini besleyen hayalgücümüzün gelişimine tabi olarak değişir; işte Mme de Guermantes'ın benim içimde yer ettiği hava da,bu şekilde,yıllar boyunca bir sihirli fener camının ve kilise vitrayının yansımasından başka bir şey değilken,bambaşka rüyalar o havayı sellerin köpüklü nemiyle doldurduğunda,renklerini yitirmeye başlamıştı...
Ne var ki,ismin tekabül ettiği gerçek kişiye yaklaşırsak,peri solup gider; çünkü isim artık bu kişiyi yansıtmaya başlar,oysa bu kişide periden eser yoktur; o kişiden uzaklaşırsak peri yeniden doğabilir,ama yakınında durmaya devam edersek,peri ve onunla birlikte isim de kesin olarak ölür; tıpkı peri Merlusine'in ortadan kaybolduğu gün,Lusignan ailesinin de yok olduğu gibi...O zaman İsim,üst üste binmiş resimlerinin en altında,kaynağında hiçbir zaman tanımadığımız bir yabancının güzel portresini bulabileceğimiz İsim,yoldan geçen birini tanıyıp tanımadığımızı,selamlamamız gerekip gerekmediğini anlamak için başvurduğumuz basit bir fotoğraflı kimlik kartı olmaktan öteye gitmez...Ama çok eski yıllardan kalma bir izlenim -tıpkı çeşitli sanatçıların sesini,tarzını koruyan müzik kayıt cihazları gibi- hafızamızın bu ismi,kulağımızda o zamanlar sahip olduğu özel tınısıyla işitmemizi sağlayacak olursa,görünürde değişmemiş olan ismin tıpatıp aynı olan hecelerinin bizim için ifade ettiği çeşitli hülyaları birbirinden ayıran uzaklığı hissederiz...Mazide kalmış bir ilkbaharda duyduğumuz tınıyı tekrar işittiğimizde,bir an için,resim yaparken küçük tüplerden boya sıkar gibi,bu tınıdan,hatırladığımızı zannettiğimiz günlerin unutulmuş,esrarengiz,taze ve tam nüansını çıkarabiliriz; oysa bu tınıyı tekrar işitmeden önce yaptığımız,kötü ressamlar gibi,tek bir tuval üzerine yayılan bütün geçmişimizi,iradi hafızanın geleneksel ve hepsi birbirine benzeyen tonlarıyla boyamaktır...Buna karşılık geçmişi oluşturan anların her biri,tam tersine,o zamanın artık tanımadığımız renklerini kendine has bir uyum içinde kullanarak özgün bir yaratı ortaya çıkarırdı; bir tesadüf sayesinde mesela Guermantes ismi bunca yıl sonra bir anlığına bugünkünden apayrı bir tınıya,Mlle Percepied'nin düğününde sahip olduğu tınıya kavuşarak,genç düşesin kabarık fularına kadife görünümünü veren o tatlı,fazlasıyla parlak,fazlasıyla yeni eflatun rengi ve koparılması mümkün olmayan,yeniden çiçeklenmiş bir cezayir menekşesi gibi mavi bir tebessümle aydınlanmış gözlerini bana tekrar sunduğunda,bu renkler beni hala büyüler...O zamanki Guermantes ismi aynı zamanda,içi oksijen veya başka bir gazla doldurulmuş küçük bir balon gibidir: Balonu patlatmayı,içindekini dışarı çıkarmayı başardığımda o yılın,o günün Combray havasını,meydanın köşesinde esiveren,hani o yağmurun habercisi,güneşi kah havalandıran,kah kilisenin kırmızı yünlü halısına kondurup parlak,pembeye çalan bir sardunya kırmızısına boyayan rüzgarın getirdiği akdiken kokusunun ve eğlence içinde asaleti koruyan,adeta Wagner'e özgü neşenin karıştığı havayı solurum...Ne var ki,başlangıçtaki varlığın,bugün ölü olan hecelerin içinden fırlayıp özgün biçimine ve çizgilerine kavuştuğunu birdenbire hissettiğimiz bu nadir anların dışında bile,günlük hayatın başdöndürücü fırtınasında,sadece pratik bir kullanıma sahip olan isimler,aşırı hızlı döndüğünden gri gibi görünen rengarenk bir topaç gibi bütün renklerini kaybetmiş olsalar da,tahayyüle daldığımız zaman,düşünüp geçmişe dönebilmek için içinde sürüklendiğimiz aralıksız hareketi yavaşlatmaya,durdurmaya çalıştığımızda,aynı ismin hayatımız boyunca gözümüzde büründüğü çeşitli renkler,yan yana dizilmiş olarak,ama tamamen belirgin bir biçimde yavaş yavaş gözümüzün önünde belirir...'
before sunset / gün batmadan
21.01.2008 - 20:16Madem küstün dargındın neden geldin ağladın
Rıhtımda boynu bükük bana mendil salladın
Bu halinle beni bil şifasız yaraladın
Rıhtımda boynu bükük bana mendil salladın...
Aşk_ı Memnu
21.01.2008 - 20:09Gül yüzünde göreli zülfü semen say gönül
Kara sevdaya yeler bi serû-bi pây gönül
Dimedim mi sana dolanma ana vay gönül
Bizi hâketti heva yoluna sevda nideyim
Paymal eyledi ol zülfü semensa nidelim
Kul edinmez ki güzeller bizi illâ nidelim...
sistemi okumak
21.01.2008 - 20:08Beethoven - Complete String Quartets, Quartetto Italiano
Beethoven - Violin sonatas - (Haskil, Grumiaux)
Beethoven - Piano Sonatas - (Arthur Schnabel)
Beethoven - Complete Piano Trios - (Kempff,Szeryng,Fournier)
BACH
21.01.2008 - 19:52'...Bach'ın müziğiyle ilgilenen bir başka kişi de Carl Friedrich Zelter'di...Özellikle Singakademie'nin yöneticisi olduktan sonra,bestecinin koral yapıtlarını topluluğun repertuarına alan Zelter,ünlü şair Goethe'nin ve genç öğrencisi Felix Mendelssohn'un Bach'ın yapıtlarına ilgi duymasını sağlamıştı...Zelter,Goethe'ye yazdığı mektupta onu Bach'ın motetlerini seslendirdikleri koro konserlerinden birine çağırıyor ve şunları ekliyordu: 'Bu eserleri duyduğun zaman dünyanın tam ortasında olduğunu hissedeceksin...Onları yüzlerce kere dinlememe rağmen tam olarak çözebilmiş değilim ve sanırım bunu hiç başaramayacağım...'
Toplam 3989 mesaj bulundu