Lacan acının öznenin etik deneyiminde oynadığı bu merkezi rol aracılığıyla “telaffuz öznesi” (bir ifadeyi dile getiren özne) ile “telaffuz edilenin (ifade) öznesi” (dile getirdiği ifade içinde ve bu ifade aracılığıyla öznenin yüklendiği sembolik kimlik) arasındaki ayrımı ortaya koyar: Kant, ahlak yasasının “telaffuz öznesi”nin, yani koşulsuz etik buyruğu telaffuz edenin kim olduğu sorusunu sormaz... Onun bakış açısından, bu sorunun kendisi anlamsızdır, çünkü ahlak yasası “hiçbir yerden gelmeyen”, kişiden bağımsız bir buyruktur, başka bir deyişle tamamen öznenin kendisi tarafından konulmuş, öznenin kendisi tarafından özerk bir şekilde kabullenilmiştir... Lacan Sade’a atıfla, Kant’taki bu boşluğu ahlak yasasını telaffuz edenin görünmez kılınması, “bastırılması” olarak okur, onu “sadist” infazcı-işkenceci şeklinde görünür kılan ise Sade’dır, bu infazcı ahlak yasasını telaffuz edendir, yaşadığımız (ahlakın öznesinin yaşadığı) acı ve aşağılanmadan haz duyan faildir... Burada apaçık bir karşı argüman çıkar ortaya: Sade’da Kant’ın koşulsuz buyruğunun, yani öznenin kategorik olarak boyun eğmesi gereken evrensel etik buyruğun, “Ödevini yerine getir! ” maksiminin yerini alan unsur, bu buyruğun radikal karşıtı; yani “bizimle aynı konumda bulunan bütün insanları acımasızca, hazza ulaşmak için kullandığımız araçlar haline getirerek, bize haz veren tüm patolojik, olumsal kaprisleri sonuna dek izle” buyruğu olduğuna göre, bütün bunlar anlamsız değil midir? Ancak bu durumla, evrensel etik ifadenin-buyruğun “telaffuz öznesi” olarak işleyen “sadist” işkenceci-infazcı figürünün ortaya çıkışı arasında bir tür dayanışma bulunduğunu görmek önemlidir... Kantçı Saygıdan Saygısızlığa yönelen Sadeçı geçiş, başka bir deyişle, Ötekine (aynı konumda bulunana) , onun özgürlüğüne ve özerkliğine gösterilen saygıdan, ona her zaman bir kendinde amaç olarak davranmaktan vazgeçilmesi, Ötekilerin tümünün acımasızca sömürülebilecek, kullanılıp atılabilir araçlara indirgenmesi, tam da Kant’ta görünmez halde bulunan Ahlak Buyruğunun “telaffuz öznesinin”, Sadeçı infazcının somut niteliklerine bürünmesi ile ilişkilidir... Böylece Sade’ın gerçekleştirdiği, Kant’ın gözünde eşanlamlı olan ve birbiriyle örtüşen iki unsur (7) –bir koşulsuz etik buyruğun öne sürülmesi ve bu buyruğun ahlaki bakımdan evrenselliği– arasındaki bağın koparılmasına yönelik çok ince bir operasyondur... Sade bir koşulsuz buyruğun yapısını korurken, bu buyruğun içeriği olarak en uç noktasındaki patolojik tekilliği dayatır... Yine burada önemli bir nokta da, bu kırılmanın Sade’ın tuhaflığı olmadığıdır, bu kırılma bir olasılık olarak, Kartezyen öznelliği kuran temel gerilim içinde baştan beri bulunuyordu... Hegel, Kantçı evrenselin tersine dönerek tamamen kendine özgü bir olumsallığa dönüşebileceğinin farkındaydı: Hegel’in eleştirisinin asıl hedefi de Kantçı ahlak buyruğu değil midir – buyruğun içi boş olduğundan, Kant’ın bu buyruğu bir tür empirik içerikle doldurmak zorunda kalması ve böylece olumsal tikel içeriğe, evrensel zorunluluk formu atfetmesi değil midir? Koşulsuz buyruk konumuna yükseltilen “patolojik”, olumsal unsurla ilgili bir örnek olarak, elbette tamamen sanatsal misyonu ile özdeşleşen, herhangi bir suçluluk duymadan bu misyonun peşinden giden, sanki bir tür içsel kısıtlamaymış gibi, bu misyon olmadan yaşayamayan bir sanatçıyı ele alacağız... Jacqueline du Pré’nin hazin kaderi, koşulsuz buyruk ile bu buyruğun öteki yüzü, yani kişinin Misyonunun peşinden giderken feda etmek zorunda kaldığı sıradan empirik nesnelerin dizisel evrenselliği arasındaki yarılmanın kadınsı bir örneği olarak karşımıza çıkmaktadır... (du Pré’nin yaşamöyküsünü okumak, onu sadece “gerçek bir öykü” olarak değil de, bir mitsel anlatı olarak da okumak çok ilginç ve verimli olacaktır: Bu öyküdeki en şaşırtıcı yön –tıpkı Kaspar Hauser’in öyküsünde olduğu gibi, bireysel rastlantıların antik mitlerden tanıdığımız özellikleri yeniden ürettiği– bir aile mitinin adeta önceden belirlenmiş hatlarını ne kadar yakından izlediğini görebilmemizdir) Du Pré’nin koşulsuz buyruğu, dürtüsü, mutlak tutkusu sanatıydı (dört yaşındayken, çello çalan birini görmüş ve hemen o anda bir çellist olmak istediğini söylemişti) Sanatını, bir koşulsuz buyruk derecesine yükseltmesi, hepsi birbirinin yerine geçebilen, hiçbiri bir diğerinden daha iyi olmayan bir dizi adamla ilişki kurarak daha aşağı düzeyde bir aşk hayatı yaşamasına yol açmıştı, hatta ciddi ciddi bir “erkek avcısı” olarak anılmaya başlanmıştı... Böylece aslında Erkek sanatçıya ait olduğu düşünülen bir konuma geçmişti; uzun ve acılı hastalığının (1973’ten 1987’ye dek sürekli acı çekerek yavaş yavaş ölmesine neden olan multipl skleroz) annesi tarafından, sadece abartılı cinsel yaşamı yüzünden Tanrı’nın verdiği bir ceza olarak değil, sanatına olan “aşırı” bağlılığına karşı da “gerçekliğin bir yanıtı” olarak açıklanması şaşırtıcı değildi... (8) Ancak bütün hikâye bundan ibaret değildir... Asıl soru şudur: Kant’ın ahlak yasası Freudçu süperego kavramının karşılığı olarak kullanılabilir mi? Eğer yanıtımız “evet” olursa, “Kant ile Sade” ifadesi, Kantçı etik anlayışındaki hakikatin Sade olduğu anlamına gelir... Oysa, Kant’ın ahlak yasasını süperegoyla özdeş tutmak mümkün değilse (Lacan’ın XI. Seminer’in son sayfalarında belirttiği gibi, ahlak yasası arzunun kendisi ile özdeş olduğu, buna karşılık süperegonun tam da öznenin arzusuna boyun eğmesinden beslendiği, başka bir deyişle, süperego tarafından üstlenilen suçluluk duygusunun, öznenin bir noktada kendi arzusuna ihanet ettiğinin ya da kendi arzusundan vazgeçtiğinin kanıtı olduğu düşünülürse) , (9) Sade artık Kant’ın ahlak yasasının tüm hakikati olmaz, sadece onun sapkınca gerçekleştirilmesinin bir formu olur... Kısacası, “Kant’tan daha radikal” olmak bir yana, Sade sadece, özne Kant ahlakının katılığına ihanet ettiğinde neler olacağını dile getirmektedir...
Sabah hava henüz ağarmamışken soğuk floresan ışığının daha da üşüttüğü bu odada, Bach'ın la minör prelüd-fügünü çalışıyorduk... 'İnsan böyle bir eser yazıp ölmeli' diyordu hocam... Demek ki prelüd-füg yaşamak kadar güzeldi... İçimizde ılık rüzgarlar esiyordu o zaman... Her notayı, ama her notayı, bir su damlası bellemiştik... Hayır, 'Kristaller gibi' derdi o, 'Kristaller gibi dökülmeli! ' Bazen de öfkelenir, makineli tüfek gibi konuşurken yirmi bir cümleyi bir cümlede söylerdi... Bütün bunları 'müzik için' yaptığını hissederdik... Otuz saniyelik bir pasajla iki buçuk saat uğraşır, istediği gibi çaldığımızı görmeden dersi bitirmezdi...
'...bir yerde okumuştum: Eğer bir nota yazımcısı, haftanın beş günü ve günde sekiz saat Mozart'ın eserlerini yazmaya kalkacak olsa 25 yıl gerekirmiş! '
Müziğin de ötesinde, metafizik bir uzanışı var bu parçanın...
...
-Öte yandan bu fügdeki yorumunuz oldukça yalın... Tema gereçlerini dikkatlice dağıtan, armoni yürüyüşünde merdivenleri aynen uygulayan doğal bir yaklaşım... Hatta bazen romantizm fazlasıyla hissediliyor... Ne dersiniz?
-'Bach'ta romantizm yoktur' diye bir şey söylenemez... Romantik dönemin önde gelen bestecilerinden Liszt'in bu esere boşuna eğilmediğini de düşünmeliyiz... Ancak 'füg'de söz konusu olan, kapalı ve gizli bir romantizmdir... Aynı özellik, 'Air' parçasında, ya da 'Matthesus Passion'un birçok yerinde hissedilmiyor mu? Ben bu 'füg'de, açık söyleyeyim, kendi extralarımı göstermek niyetiyle yorumculuk taslamıyorum... Yapmak istediğim, kendimi soyutlayıp eseri doğal estetiği içinde görüntülemek...
'...İstanbul'da büyük bir deprem bekleniyor... Meşhur 17 Ağustos 1999 depremi ve ardından Kasım'ın 12'sinde yaşanan deprem sonrasında, artık sıranın İstanbul'da olduğu ilmi verilerle ortaya konuluyor... Devlet, uzmanlardan rapor istiyor... Aralarında Turgut Cansever'in de bulunduğu 100 kişilik bir heyet raporunu tamamlıyor... Beklenen büyük depremde yaşanacak can kaybıyla ilgili Turgut Bey'in tahmini (ki bir mimar olduğu için önemli) , 2 veya 3 milyon kişinin öleceği... Ancak, tahminini belirttikten sonra şunu söylüyor:
'Dünya'da imar ve deprem sahasında en değerli araştırmalarda bulunan, alim bildiğim bir Fransız dostum beklenen depremle ilgili bir konferansa katılmak için buradaydı... Kendisine, İstanbul'daki yapıların durumunu anlattım; %88'inin tehlikede olduğu, deniz kumu kullanıldığı v.s. Ve tahminimin 2-3 milyon olduğunu söyledim... Bana heyecanla söylediği şu: 'Siz ne diyorsunuz! Ölü sayısı 10 ila 12 milyonu bulur gerisi de yaralı! Bunu Ankara'ya da ilettim! '
İstanbul'da büyük bir deprem bekleniyor... Başta belirttiğimiz 'depremlerin hangi zaman aralıklarıyla' zuhura geldiği meselesinde, yerbilimleri önümüze şu tabloyu koyuyor:
İstanbul, 100, 250, 500 ve 1000 yıllık periyotlarla ve şiddetleri de küçükten büyüğe (ki, küçükten kasıt 7 ve 7,3 arasıdır) doğru artan bir görünüm takip eder... Bunlar 1892, 1766, 1509 ve 986 depremleridir... 1509 depremi için tarihimizde 'kıyamet' benzetmesi yapıldığını hatırlatalım!
Beklenen deprem ne 100, 250 ve ne de 500 yılda bir olan depremdir! Beklenen deprem, bütün bu depremlerin de kuvvetini içinde barındıran 1000 yılda bir olan büyük depremdir! 100 yıllık periyot dolmuştur, 250 yıllık periyot dolmuştur, 500 yıllık periyot dolmuştur ve nihayet 1000 yıllık periyot dolmuştur!
Hatırlayınız, İstanbul'daki beklenen depremle ilgili araştırmaları T.C. adına yürüten en etkili isimlerden olan kemalist Celal Şengör, beklenen depremin 8 şiddetinden az olmayacağını yıllardır kıçını yırtarcasına bağırıyor... Ve diyor; Bu, Gölcük depreminin 200 ila 400 katı büyüklüğünde bir depremdir! '
'...yengeç avcılarının, av sepetlerinin üstü açık olurmuş... Öteki hayvanlar kaçmasın diye sepet kapalı tutulurken yengeçler için hazırlanan sepetlerde ona ihtiyaç duyulmazmış... Sebebi yengeçlerin çok kıskanç ve birbirlerini çekememeleriymiş... Hal böyleyken, yengeç avcısı avladığı yengeçleri üstü açık bu sepete atarmış ve yengeçler de başlarmış didişmeye kavga etmeye, yengeç avcısı ava devam ededursun bunlar kavgaya, dövüşmeye devam ettiklerinden, kısaca birbirlerine düştüklerinden kurtulmayı akıllarına bile getirmez enerjilerini birbirlerine harcar, ölüp giderlermiş...'
-I think I'm afraid of death 24 hours a day... That's why I'm in a train now... I could've flown to Paris, but I'm too scared... I know the statistics say it's safer... Whatever... When I'm in a plane, I can see it, I can see the explosion... I'm so scared of those few seconds of consciousness before you're gonna die, when you know for you're gonna die... I can't stop thinking that way... It's exhausting...
Bütün gün kırlarda, deniz kenarlarında dolaştık... Güneş, hayale müsaade etmeyecek tarzda her şeyi vazıh ve berrak gösterdiği için, yalnız gözlerimizle yaşadık ve hiç eğlenmedik...
Ağaçların tozlu yapraklarını, kayalar üzerinde durup soluyan kertenkeleleri, denizin kirli suları altında cam kırıklarını, paslı tenekeleri, eski pabuç naaşlarını seyretmenin ne kadar çabuk ruha kesel verdiğini tecrübe etmeyen var mı? Güneşli kırlarda geçen bir gezinti gününden sonra, akşamüstü eve mahzun ve nevmid dönmemenin mümkün olmadığını tecrübelerimle bilirim... Güneş, bütün gün, insana doğru fakat acı şeyler söyleyen bir arkadaştır... Onun ışığında eğlenmenin ve mesut olmanın hiç imkanı var mı?
Nihayet akşam oldu... Karanlık bastı... Karşı karşıya oturmuş, iki insan, artık yüzlerimizi görmüyor, yalnız seslerimizi duyuyorduk... Birden, arkamızda garip bir fısıltıyı andıran bir hışırtı duyar gibi olduk... Başımızı çevirdik: İki büyük fıstık ağacı arkasından kırmızı bir ay, sanki yapraklara sürünerek yükseliyordu... Birden etrafımızda dünyanın bütün manzaraları değişti... Sanki Japonyalı bir ressamın siyah mürekkeple çizdiği mübhem ve natamam bir alem içindeydik... Artık her şeyi serahatle görmek ıztırabından kurtulmuştuk... Yanlış görmek ve tahayyül etmek imkanının sarhoşluğu vücudumuzu, yavaş yavaş bir afyon dumanı gibi uyuşturuyordu... Etrafımızda, gündüzün bütün uyuz ağaçları yerine zengin bir orman vücut bulmuştu... Karşıda yemek yiyen fakir ailenin kirli kızları, yüzlerine vuran ayışığı içinde birer murassa hayal olmuşlardı... Denizin bulanık suları boşalmış ve onun yerine şimdi sahilin kumları üzerinde ziyadar bir mayi sallanıp şarkı söylüyordu... Dünyanın güzelliğinden korkmağa başlamıştık... Zira aydan akan büyünün saadetiyle ruhlarımız çatlayacak kadar dolmuştu...
Ay! Ay! Yalancı ay! Zekadan harap olanları dinlendiren hayal gibi, güneşten bunalanları da teselli eden sensin!
'...Haim Nahum kimdir? Bu yahudi hahambaşının Lozan görüşmelerinde Türk heyetinin yanında işi ne? Niçin Türk istiklali uğruna, o dönemde Amerikalara kadar gidip lobi faaliyetlerinde bulunuyor? Madem Türkiye'yi bu kadar seviyordu, Lozan'dan sonra niçin apar topar vazifesini tamamlamış bir elçi edasıyla Türkiye'yi terk ediyor? İstiklalimiz neyin, hangi manevi kıymetin bedelidir? Bu bedelin feda edilmesinde Haim Nahum'un rolü nedir? '
Kalbimi bezlederim mihnet-ü zevkle dilesen
Bir muhabbet kuşu da ben olurum sev diye sen
Sevginin meltemidir şimdi ruhumda esen
Bir muhabbet kuşu da ben olurum sev diye sen...
'...ağzımı açar açmaz olayları ya da insanları çarpıtan, yoksa kendimi boşa konuşuyormuş gibi duyan ben onun yalın konuşmasını sevmiştim... Söylevci değildim ama, laf ebeliği illetim vardı... Benim için sözlerin başlı başlarına bir olay olması gerekirdi, başka hiçbir olayın tutsağı olamazdı...'
MS(Multipl Skleroz)
19.02.2008 - 20:162
Lacan acının öznenin etik deneyiminde oynadığı bu merkezi rol aracılığıyla “telaffuz öznesi” (bir ifadeyi dile getiren özne) ile “telaffuz edilenin (ifade) öznesi” (dile getirdiği ifade içinde ve bu ifade aracılığıyla öznenin yüklendiği sembolik kimlik) arasındaki ayrımı ortaya koyar: Kant, ahlak yasasının “telaffuz öznesi”nin, yani koşulsuz etik buyruğu telaffuz edenin kim olduğu sorusunu sormaz... Onun bakış açısından, bu sorunun kendisi anlamsızdır, çünkü ahlak yasası “hiçbir yerden gelmeyen”, kişiden bağımsız bir buyruktur, başka bir deyişle tamamen öznenin kendisi tarafından konulmuş, öznenin kendisi tarafından özerk bir şekilde kabullenilmiştir... Lacan Sade’a atıfla, Kant’taki bu boşluğu ahlak yasasını telaffuz edenin görünmez kılınması, “bastırılması” olarak okur, onu “sadist” infazcı-işkenceci şeklinde görünür kılan ise Sade’dır, bu infazcı ahlak yasasını telaffuz edendir, yaşadığımız (ahlakın öznesinin yaşadığı) acı ve aşağılanmadan haz duyan faildir... Burada apaçık bir karşı argüman çıkar ortaya: Sade’da Kant’ın koşulsuz buyruğunun, yani öznenin kategorik olarak boyun eğmesi gereken evrensel etik buyruğun, “Ödevini yerine getir! ” maksiminin yerini alan unsur, bu buyruğun radikal karşıtı; yani “bizimle aynı konumda bulunan bütün insanları acımasızca, hazza ulaşmak için kullandığımız araçlar haline getirerek, bize haz veren tüm patolojik, olumsal kaprisleri sonuna dek izle” buyruğu olduğuna göre, bütün bunlar anlamsız değil midir? Ancak bu durumla, evrensel etik ifadenin-buyruğun “telaffuz öznesi” olarak işleyen “sadist” işkenceci-infazcı figürünün ortaya çıkışı arasında bir tür dayanışma bulunduğunu görmek önemlidir... Kantçı Saygıdan Saygısızlığa yönelen Sadeçı geçiş, başka bir deyişle, Ötekine (aynı konumda bulunana) , onun özgürlüğüne ve özerkliğine gösterilen saygıdan, ona her zaman bir kendinde amaç olarak davranmaktan vazgeçilmesi, Ötekilerin tümünün acımasızca sömürülebilecek, kullanılıp atılabilir araçlara indirgenmesi, tam da Kant’ta görünmez halde bulunan Ahlak Buyruğunun “telaffuz öznesinin”, Sadeçı infazcının somut niteliklerine bürünmesi ile ilişkilidir... Böylece Sade’ın gerçekleştirdiği, Kant’ın gözünde eşanlamlı olan ve birbiriyle örtüşen iki unsur (7) –bir koşulsuz etik buyruğun öne sürülmesi ve bu buyruğun ahlaki bakımdan evrenselliği– arasındaki bağın koparılmasına yönelik çok ince bir operasyondur... Sade bir koşulsuz buyruğun yapısını korurken, bu buyruğun içeriği olarak en uç noktasındaki patolojik tekilliği dayatır... Yine burada önemli bir nokta da, bu kırılmanın Sade’ın tuhaflığı olmadığıdır, bu kırılma bir olasılık olarak, Kartezyen öznelliği kuran temel gerilim içinde baştan beri bulunuyordu... Hegel, Kantçı evrenselin tersine dönerek tamamen kendine özgü bir olumsallığa dönüşebileceğinin farkındaydı: Hegel’in eleştirisinin asıl hedefi de Kantçı ahlak buyruğu değil midir – buyruğun içi boş olduğundan, Kant’ın bu buyruğu bir tür empirik içerikle doldurmak zorunda kalması ve böylece olumsal tikel içeriğe, evrensel zorunluluk formu atfetmesi değil midir? Koşulsuz buyruk konumuna yükseltilen “patolojik”, olumsal unsurla ilgili bir örnek olarak, elbette tamamen sanatsal misyonu ile özdeşleşen, herhangi bir suçluluk duymadan bu misyonun peşinden giden, sanki bir tür içsel kısıtlamaymış gibi, bu misyon olmadan yaşayamayan bir sanatçıyı ele alacağız... Jacqueline du Pré’nin hazin kaderi, koşulsuz buyruk ile bu buyruğun öteki yüzü, yani kişinin Misyonunun peşinden giderken feda etmek zorunda kaldığı sıradan empirik nesnelerin dizisel evrenselliği arasındaki yarılmanın kadınsı bir örneği olarak karşımıza çıkmaktadır... (du Pré’nin yaşamöyküsünü okumak, onu sadece “gerçek bir öykü” olarak değil de, bir mitsel anlatı olarak da okumak çok ilginç ve verimli olacaktır: Bu öyküdeki en şaşırtıcı yön –tıpkı Kaspar Hauser’in öyküsünde olduğu gibi, bireysel rastlantıların antik mitlerden tanıdığımız özellikleri yeniden ürettiği– bir aile mitinin adeta önceden belirlenmiş hatlarını ne kadar yakından izlediğini görebilmemizdir) Du Pré’nin koşulsuz buyruğu, dürtüsü, mutlak tutkusu sanatıydı (dört yaşındayken, çello çalan birini görmüş ve hemen o anda bir çellist olmak istediğini söylemişti) Sanatını, bir koşulsuz buyruk derecesine yükseltmesi, hepsi birbirinin yerine geçebilen, hiçbiri bir diğerinden daha iyi olmayan bir dizi adamla ilişki kurarak daha aşağı düzeyde bir aşk hayatı yaşamasına yol açmıştı, hatta ciddi ciddi bir “erkek avcısı” olarak anılmaya başlanmıştı... Böylece aslında Erkek sanatçıya ait olduğu düşünülen bir konuma geçmişti; uzun ve acılı hastalığının (1973’ten 1987’ye dek sürekli acı çekerek yavaş yavaş ölmesine neden olan multipl skleroz) annesi tarafından, sadece abartılı cinsel yaşamı yüzünden Tanrı’nın verdiği bir ceza olarak değil, sanatına olan “aşırı” bağlılığına karşı da “gerçekliğin bir yanıtı” olarak açıklanması şaşırtıcı değildi... (8) Ancak bütün hikâye bundan ibaret değildir... Asıl soru şudur: Kant’ın ahlak yasası Freudçu süperego kavramının karşılığı olarak kullanılabilir mi? Eğer yanıtımız “evet” olursa, “Kant ile Sade” ifadesi, Kantçı etik anlayışındaki hakikatin Sade olduğu anlamına gelir... Oysa, Kant’ın ahlak yasasını süperegoyla özdeş tutmak mümkün değilse (Lacan’ın XI. Seminer’in son sayfalarında belirttiği gibi, ahlak yasası arzunun kendisi ile özdeş olduğu, buna karşılık süperegonun tam da öznenin arzusuna boyun eğmesinden beslendiği, başka bir deyişle, süperego tarafından üstlenilen suçluluk duygusunun, öznenin bir noktada kendi arzusuna ihanet ettiğinin ya da kendi arzusundan vazgeçtiğinin kanıtı olduğu düşünülürse) , (9) Sade artık Kant’ın ahlak yasasının tüm hakikati olmaz, sadece onun sapkınca gerçekleştirilmesinin bir formu olur... Kısacası, “Kant’tan daha radikal” olmak bir yana, Sade sadece, özne Kant ahlakının katılığına ihanet ettiğinde neler olacağını dile getirmektedir...
teknikler ve mistikler
19.02.2008 - 20:15...
Sabah hava henüz ağarmamışken soğuk floresan ışığının daha da üşüttüğü bu odada, Bach'ın la minör prelüd-fügünü çalışıyorduk... 'İnsan böyle bir eser yazıp ölmeli' diyordu hocam... Demek ki prelüd-füg yaşamak kadar güzeldi... İçimizde ılık rüzgarlar esiyordu o zaman... Her notayı, ama her notayı, bir su damlası bellemiştik... Hayır, 'Kristaller gibi' derdi o, 'Kristaller gibi dökülmeli! ' Bazen de öfkelenir, makineli tüfek gibi konuşurken yirmi bir cümleyi bir cümlede söylerdi... Bütün bunları 'müzik için' yaptığını hissederdik... Otuz saniyelik bir pasajla iki buçuk saat uğraşır, istediği gibi çaldığımızı görmeden dersi bitirmezdi...
...
Fil Hafızası
19.02.2008 - 20:14'...bir yerde okumuştum: Eğer bir nota yazımcısı, haftanın beş günü ve günde sekiz saat Mozart'ın eserlerini yazmaya kalkacak olsa 25 yıl gerekirmiş! '
before sunset / gün batmadan
19.02.2008 - 20:13Dışarda bir yaz yağmuru
Yaş sokaklar sensiz bensiz
Akşam olmuş ılık rüzgar
Loş ışıklar sensiz bensiz
Bir masalmış geçen yıllar kaç yaprak var elimizde
Aşk bir rüyaymış uyandık adı kaldı dilimizde...
teknikler ve mistikler
19.02.2008 - 20:12...
Müziğin de ötesinde, metafizik bir uzanışı var bu parçanın...
...
-Öte yandan bu fügdeki yorumunuz oldukça yalın... Tema gereçlerini dikkatlice dağıtan, armoni yürüyüşünde merdivenleri aynen uygulayan doğal bir yaklaşım... Hatta bazen romantizm fazlasıyla hissediliyor... Ne dersiniz?
-'Bach'ta romantizm yoktur' diye bir şey söylenemez... Romantik dönemin önde gelen bestecilerinden Liszt'in bu esere boşuna eğilmediğini de düşünmeliyiz... Ancak 'füg'de söz konusu olan, kapalı ve gizli bir romantizmdir... Aynı özellik, 'Air' parçasında, ya da 'Matthesus Passion'un birçok yerinde hissedilmiyor mu? Ben bu 'füg'de, açık söyleyeyim, kendi extralarımı göstermek niyetiyle yorumculuk taslamıyorum... Yapmak istediğim, kendimi soyutlayıp eseri doğal estetiği içinde görüntülemek...
...
rejim
19.02.2008 - 20:10'...İstanbul'da büyük bir deprem bekleniyor... Meşhur 17 Ağustos 1999 depremi ve ardından Kasım'ın 12'sinde yaşanan deprem sonrasında, artık sıranın İstanbul'da olduğu ilmi verilerle ortaya konuluyor... Devlet, uzmanlardan rapor istiyor... Aralarında Turgut Cansever'in de bulunduğu 100 kişilik bir heyet raporunu tamamlıyor... Beklenen büyük depremde yaşanacak can kaybıyla ilgili Turgut Bey'in tahmini (ki bir mimar olduğu için önemli) , 2 veya 3 milyon kişinin öleceği... Ancak, tahminini belirttikten sonra şunu söylüyor:
'Dünya'da imar ve deprem sahasında en değerli araştırmalarda bulunan, alim bildiğim bir Fransız dostum beklenen depremle ilgili bir konferansa katılmak için buradaydı... Kendisine, İstanbul'daki yapıların durumunu anlattım; %88'inin tehlikede olduğu, deniz kumu kullanıldığı v.s. Ve tahminimin 2-3 milyon olduğunu söyledim... Bana heyecanla söylediği şu: 'Siz ne diyorsunuz! Ölü sayısı 10 ila 12 milyonu bulur gerisi de yaralı! Bunu Ankara'ya da ilettim! '
İstanbul'da büyük bir deprem bekleniyor... Başta belirttiğimiz 'depremlerin hangi zaman aralıklarıyla' zuhura geldiği meselesinde, yerbilimleri önümüze şu tabloyu koyuyor:
İstanbul, 100, 250, 500 ve 1000 yıllık periyotlarla ve şiddetleri de küçükten büyüğe (ki, küçükten kasıt 7 ve 7,3 arasıdır) doğru artan bir görünüm takip eder... Bunlar 1892, 1766, 1509 ve 986 depremleridir... 1509 depremi için tarihimizde 'kıyamet' benzetmesi yapıldığını hatırlatalım!
Beklenen deprem ne 100, 250 ve ne de 500 yılda bir olan depremdir! Beklenen deprem, bütün bu depremlerin de kuvvetini içinde barındıran 1000 yılda bir olan büyük depremdir! 100 yıllık periyot dolmuştur, 250 yıllık periyot dolmuştur, 500 yıllık periyot dolmuştur ve nihayet 1000 yıllık periyot dolmuştur!
Hatırlayınız, İstanbul'daki beklenen depremle ilgili araştırmaları T.C. adına yürüten en etkili isimlerden olan kemalist Celal Şengör, beklenen depremin 8 şiddetinden az olmayacağını yıllardır kıçını yırtarcasına bağırıyor... Ve diyor; Bu, Gölcük depreminin 200 ila 400 katı büyüklüğünde bir depremdir! '
film replikleri
16.02.2008 - 21:06-All the way down from London, I wondered if I'd find you here... And here you are...
kült film
16.02.2008 - 21:04'Kalifornia' (1993)
Dominic Sena
before sunset / gün batmadan
16.02.2008 - 21:02İçimdeki büyük aşkı hangi kitap, hangi şiir, hangi şarkı anlatacak
Anlatsam da bu derdimi hangi dostum, hangi dostluk, sevgilim mi anlayacak
Gelmedin bir kere öldürdün bin kere
Bıraktın ellere yalnızım her gece
Birbirini kovalayan aylar gibi yıllar gibi hep ayrıyız
Birleşiyor görünsek de raylar gibi yollar gibi hep ayrıyız
Gelmedin bir kere, öldürdün bin kere
Bıraktın ellere hadi gel bu gece
İçimdesin sıcak sıcak arıyorum köşe bucak, ne vardı ki ayrılacak
Ayrılsakta bu sevgimiz ömür boyu, hayat boyu, hayal boyu yaşayacak
Gelmedin bir kere, öldürdün bin kere
Bıraktın ellere yalnızım her gece
Gece aysız, gönül yarsız olur mu hiç, olur mu hiç, a vefasız
Bakmadın mı, görmedin mi hangi ağaç, hangi fidan, var ki dalsız
Gelmedin bir kere öldürdün bin kere
Bıraktın ellere hadi gel bu gece...
rejim
16.02.2008 - 21:01'...yengeç avcılarının, av sepetlerinin üstü açık olurmuş... Öteki hayvanlar kaçmasın diye sepet kapalı tutulurken yengeçler için hazırlanan sepetlerde ona ihtiyaç duyulmazmış... Sebebi yengeçlerin çok kıskanç ve birbirlerini çekememeleriymiş... Hal böyleyken, yengeç avcısı avladığı yengeçleri üstü açık bu sepete atarmış ve yengeçler de başlarmış didişmeye kavga etmeye, yengeç avcısı ava devam ededursun bunlar kavgaya, dövüşmeye devam ettiklerinden, kısaca birbirlerine düştüklerinden kurtulmayı akıllarına bile getirmez enerjilerini birbirlerine harcar, ölüp giderlermiş...'
uzaktan aşk
14.02.2008 - 20:13'...aşkı,aşk olarak tutan sihir,onu uzaktan seyretmek ve görmektir...'
Bleeding me
12.02.2008 - 20:59Bunca yıl herkesten kaçtın
En sonunda buldum sandın
Ansızın içini açtın
Yapma dedim yaptın gönül
Gözleri senden uzaktı
Fark edilmez bir tuzaktı
Sana böylesi yasaktı
Yapma dedim yaptın gönül
O bir yolcu sen bir hancı
Gördüğün en son yalancı
İçinde ki derin sancı
Gitmez dedim kaldı gönül
Sen istedin ben dinledim
Senden ayrı olmaz dedim
En sonunda ben de sevdim
Şimdi beni kurtar gönül
Gözlerin bakar da görmez
Ellerin tutar da bilmez
Gece gündüz fark edilmez
Demedim mi sana gönül
Sabahın tam üçündesin
Dertlerin en gücündesin
Hâlâ onun peşindesin
Gitme dedim gittin gönül
Böylesi sevdiğin için
Bir kördüğüm oldu için
Ağlıyorsun için için
Demedim mi sana gönül
Sen istedin ben dinledim
Senden ayrı olmaz dedim
En sonunda ben de sevdim
Şimdi beni kurtar gönül...
film replikleri
12.02.2008 - 20:35-I think I'm afraid of death 24 hours a day... That's why I'm in a train now... I could've flown to Paris, but I'm too scared... I know the statistics say it's safer... Whatever... When I'm in a plane, I can see it, I can see the explosion... I'm so scared of those few seconds of consciousness before you're gonna die, when you know for you're gonna die... I can't stop thinking that way... It's exhausting...
bitmeyen bekleyişler
12.02.2008 - 20:34Ay bulutta bulutta mendilim kaldı dutta
Geleceksen gel gayrı on yedi benli Şadiye'm
Daha gönlüm umutta
Ay buluta gidiyor gözüm yari güdüyor
Geleceksen gel gayrı on yedi benli Şadiye'm
Gençlik elden gidiyor
Aya karşı duramam dama kilit vuramam
Ay buluta girince on yedi benli Şadiye'm
Bağlasalar duramam...
düşgözlü
12.02.2008 - 20:33AY
Bütün gün kırlarda, deniz kenarlarında dolaştık... Güneş, hayale müsaade etmeyecek tarzda her şeyi vazıh ve berrak gösterdiği için, yalnız gözlerimizle yaşadık ve hiç eğlenmedik...
Ağaçların tozlu yapraklarını, kayalar üzerinde durup soluyan kertenkeleleri, denizin kirli suları altında cam kırıklarını, paslı tenekeleri, eski pabuç naaşlarını seyretmenin ne kadar çabuk ruha kesel verdiğini tecrübe etmeyen var mı? Güneşli kırlarda geçen bir gezinti gününden sonra, akşamüstü eve mahzun ve nevmid dönmemenin mümkün olmadığını tecrübelerimle bilirim... Güneş, bütün gün, insana doğru fakat acı şeyler söyleyen bir arkadaştır... Onun ışığında eğlenmenin ve mesut olmanın hiç imkanı var mı?
Nihayet akşam oldu... Karanlık bastı... Karşı karşıya oturmuş, iki insan, artık yüzlerimizi görmüyor, yalnız seslerimizi duyuyorduk... Birden, arkamızda garip bir fısıltıyı andıran bir hışırtı duyar gibi olduk... Başımızı çevirdik: İki büyük fıstık ağacı arkasından kırmızı bir ay, sanki yapraklara sürünerek yükseliyordu... Birden etrafımızda dünyanın bütün manzaraları değişti... Sanki Japonyalı bir ressamın siyah mürekkeple çizdiği mübhem ve natamam bir alem içindeydik... Artık her şeyi serahatle görmek ıztırabından kurtulmuştuk... Yanlış görmek ve tahayyül etmek imkanının sarhoşluğu vücudumuzu, yavaş yavaş bir afyon dumanı gibi uyuşturuyordu... Etrafımızda, gündüzün bütün uyuz ağaçları yerine zengin bir orman vücut bulmuştu... Karşıda yemek yiyen fakir ailenin kirli kızları, yüzlerine vuran ayışığı içinde birer murassa hayal olmuşlardı... Denizin bulanık suları boşalmış ve onun yerine şimdi sahilin kumları üzerinde ziyadar bir mayi sallanıp şarkı söylüyordu... Dünyanın güzelliğinden korkmağa başlamıştık... Zira aydan akan büyünün saadetiyle ruhlarımız çatlayacak kadar dolmuştu...
Ay! Ay! Yalancı ay! Zekadan harap olanları dinlendiren hayal gibi, güneşten bunalanları da teselli eden sensin!
İkdam, 5 Eylül 1928
emral çarşısı
12.02.2008 - 20:32Oralara buralara gidiyala
Kimseye haber vemiyala
Gizli gizli seviyala
...
rejim
12.02.2008 - 20:29'...Haim Nahum kimdir? Bu yahudi hahambaşının Lozan görüşmelerinde Türk heyetinin yanında işi ne? Niçin Türk istiklali uğruna, o dönemde Amerikalara kadar gidip lobi faaliyetlerinde bulunuyor? Madem Türkiye'yi bu kadar seviyordu, Lozan'dan sonra niçin apar topar vazifesini tamamlamış bir elçi edasıyla Türkiye'yi terk ediyor? İstiklalimiz neyin, hangi manevi kıymetin bedelidir? Bu bedelin feda edilmesinde Haim Nahum'un rolü nedir? '
şıpsevdi
10.02.2008 - 20:49Bir bahar akşamı rastladım size
Sevinçli bir telaş içindeydiniz
Derinden bakınca gözlerinize
Neden başınızı öne eğdiniz
İçimde uyanan eski bir arzu
Dedi ki yıllardır aradığım bu
Şimdi soruyorum büküp boynumu
Daha önceleri neredeydiniz...
Bleeding me
10.02.2008 - 20:46Gelirsin bir gün diye bekledim sana kandım
Kavuşmak ümidiyle beyhude oyalandım
Hasretin ateşini bağrıma basıp yandım
Yalanmış hep sözlerin ah ne yazık
Ben aldandım
Ben inandım
...
buluşmak
10.02.2008 - 20:45'...aşkı beni reddetsin diye ona,önceden karar verdiğim gibi görünmeyi başarabilecek miyim? '
Bunama
10.02.2008 - 20:44'Limelight' (1952)
Charles Chaplin
bitmeyen bekleyişler
10.02.2008 - 20:43Evlerinin önü kuyu
Kuyudan alırlar suyu
Kalk kaçıverelim a dayımın oğlu
Evlerinin önü marul
Sular akar harıl harıl
Var git oğlan dengine sarıl...
Bleeding me
10.02.2008 - 20:40Kalbimi bezlederim mihnet-ü zevkle dilesen
Bir muhabbet kuşu da ben olurum sev diye sen
Sevginin meltemidir şimdi ruhumda esen
Bir muhabbet kuşu da ben olurum sev diye sen...
laf ebesi
10.02.2008 - 20:29'...ağzımı açar açmaz olayları ya da insanları çarpıtan, yoksa kendimi boşa konuşuyormuş gibi duyan ben onun yalın konuşmasını sevmiştim... Söylevci değildim ama, laf ebeliği illetim vardı... Benim için sözlerin başlı başlarına bir olay olması gerekirdi, başka hiçbir olayın tutsağı olamazdı...'
Toplam 3989 mesaj bulundu