- Bir ülkenin ordusunun komutanı olacaksınız, holigan gibi Fenerbahçe maçlarına gidecek, özel türbinlerde oturacaksınız, o da yetmedi düğünlerde göbek atacaksınız, basınla televoleci gibi ayak üstü devletin en hassas konularını konuşacaksınız. Bunları ancak işi olmayan bir genelkurmay başkanı yapar. Çünkü TSK’nın fonksiyonu kalmadı.
- Neden kalmadı?
- Sen küreselleşme adı altında ülkenin gümrüklerini kaldırmışsın. Ülkenin sınırlarının bir önemi kalmamış. Sınırlarının güvenliği de delinmiş, ülkede yaşayan vatandaşların da ordusundan “kendisini koruması için” bir talebi kalmamış. Ülkenin bankalarının yüzde 44’ü yabancılara satılmış. Sigorta şirketlerinin yüzde 80’den fazlası yabancılara geçmiş. Borsanın yüzde 83’ü yabancıların olmuş. Ülkede kullanılan kredilerin yüzde 76’sı yabancılar verir hale gelmiş. Ülkede satmadık stratejik yer, stratejik kurum kalmamış. Halkın da ülkenin güvenliğini sağlamak için ordudan bir talebi kalmamış. Ordusu haftada 20-25 şehit verir hale gelmiş. Ama kimsenin umurunda değil. Siyasetin ve siyasetçinin de ülkesi adına bir talebi kalmamış. Ordu, fonksiyonunu yitirmiş. Ordu fonksiyonunu yitirirse, elbette Yaşar Büyükanıt da gider kokteyllerde gezer, devletin en önemli konularını televoleciler gibi ayak üstü herkesle konuşur.
1841 yılında ikisi de 4/4'lük ölçüde yazılan ve Laura Duperré'ye ithaf edilen bu iki noktürnden Do minör 1. Noktürn'e savaşır gibi bir tema hâkimdir... Chopin'in Paris'te, fırtına sırasında bir kiliseye sığındığı zaman ana fikrinin belirdiği söylenen ve büyüleyici çalgısal efektlerle seçkinleşen bu eserde muazzam oktavlarla Liszt tarzında gelişen orta bölüm bile bir noktürnü değil, bir kahramanı yansıtır gibidir...
Mozart bu liedi de An Chloe ile aynı günde, 24 Haziran 1787'de bir başka şairin, Joachim Heinrich Campe'nin (1746-1818) aynı başlıklı (Abendempfindung - Akşam Duyguları) şiiri üzerine bestelemiş ve lied yine An Chloe ile birlikte, Astaria yayınevi tarafından 1789 Mart'ında 'Zwey Deutsche Arien zum Singen beym Klavier' (Piyano için söylenmek üzere iki Alman aryası) başlığıyla ilk kez basılmıştır... 4/4'lük ölçüde, ağırca (Andante) tempoda hafif bir piyano girişini izleyen ezgi 'Abent ist's, die Sonne ist verschwunden' (Akşam oldu, güneş kayboldu gitti) sözleriyle başlar ve devam eder: 'Ve ay gümüş gibi parlamaktadır... Böylece yaşamın en güzel saatleri dans edercesine kaçıp uzaklaşmıştır... ' Şairin Laura adlı kız için yazdığı dizeler kötümser havada sürer: 'Yaşamın renkli sahneleri birazdan yok olacak ve perde iniyor... Oyunumuz bitti! Dostun gözyaşı mezarımızın üzerine damlıyor bile...'
Hazreti Musa'nın; Allah tarafından bildirilerek kendisinden bir bilgi boyutu açısından daha yüksek derecede olmasına rağmen halka 'resul' elçi olarak gönderilmeyip gizli kalmış bulunan bir 'nebi'yi, halk arasında anılan adı ile Hızır'ı görmek için çıktığı yolculukta 'Mecma'il-bahreyn' (iki denizin birleştiği yer) , hem iki denizin kavuştuğu bir yer olmalı, hem de bu terim ile Musa ile Hızır'ın buluşmasına işaret edilmiş olmalıdır... Bu olaylar da büyük bir ihtimalle İstanbul civarında ve İstanbul'da geçmiştir... İstanbul kelimesi sonradan yapılan tahrifler bir yana bırakılırsa Beykoz'da bugünkü Yuşa Tepesi civarında şehri kuran Fenikelilerden beri şehrin Sami dillerinde karşılığı olan Mecma'ul Bahreyn'in Yunanca karşılığıdır... 'Isthyme-pole'; 'iki deniz arası şehri' demektir...
- Türk Edebiyatı’na “Müesses Nizam” müdahale ediyor mu? Edebiyatımızın bugünkü durumu ve “Müesses Nizam”la ilişkisi hakkında somut bilginiz var mı?
- Müesses Nizam’ın direkt etkisi yok; ama dolaylı olarak var. 12 Eylül’de tüm sisteme, Türkiye’nin hayat damarlarına kalıcı bir şekilde müdahale edildi. Felsefe dersi çok önemlidir sanat ve edebiyat için. Kitleler apolitikleştirildiği için sanat edebiyatın temeli olan felsefe 12 Eylül’le liselerden kaldırıldı. Felsefe okuyanlar asgarisinden hümanist olurlar. “Sanat – edebiyat” bütün tarih boyunca toplumsal muhalefetin yansıdığı en önemli alandır. Reel olarak politikada kullanılamayanlar hicivle sanat aracılığıyla topluma yansıtılır. Bugün bu maalesef yalnızca karikatür sanatıyla var ülkemizde.
- Ama onlara da eleştiri var. Çok yumuşaklar, matbaalarını hükümet almış filan diye.
- Haksızlık sayarım. Bugün, eleştirel anlamda Penguen ayarında bir sanat edebiyat dergisi yok. Ama tabiî ki, etkili olması için bu dergilerin de tiraj sahibi olması lazım. Sistem, yani benim “Hollywood Efekt” dediğim küresel sermayenin medya gücü; insanların beynini boşaltıp sermaye sınıfının çıkarlarının ideolojisini insanların kalbi yerine midelerine hitap ettirdi. İnsanların beyni boşaltıldı, sisteme entegre edildi. Beyni olan insan sanat edebiyatı sever. İnsanların düşüncelerinin oluşmasında “Müesses Nizam”ın eskiden büyük etkisi vardı. Hem kendi ideolojisini yaymak hem de karşıt gördüğü kişi ve kurumları yok etmek anlamında. Kimi yazar ve şairlerimizin üzerindeki baskıları, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Aziz Nesin, Nazım Hikmet... Hepimiz biliyoruz; Müesses Nizam’a biat etmeyenler içerde çürütüldüler, baskılara maruz kaldılar. Unuttuk bunları. Hatta canına kasdedilen Sabahattin Ali’yi hatırlayın. Ama en çok Yeşilçam’a müdahale etti “Müesses Nizam” En büyük sosyal manipülasyonu Yeşilçam’a yaptılar. Bunu o kadar ustaca ve o kadar planlı yaptılar ki; Yeşilçam bile anlamadı.
İlk dönemlerde Yeşilçam’da 'feodal sistem' sorgulanıyordu. Hep ağalık düzeni eleştirisi vardı. Ne de olsa ABD destekli DP iktidarı iş başına gelmişti ve gelişen kapitalizmin yeni yetme burjuvazisine yer açmak gerekiyordu. Ellilerde dizi gibi film çekiyorlardı Yeşilçam’da. Ama anımsarsanız hepsi feodalizmi tasfiyeye yönelikti. Ağa kötüdür, ırza geçer, dolandırır, ezer, sömürür. Peki, 1960’a yaklaşırken Yeşilçam’da ne değişti? Eleştiri köylerden şehirlerin varoşlarına gelince durdu. Çünkü burjuvazi gelişiyordu. Burjuvazi eleştirilemezdi. Yeşilçam da hiç eleştiremedi.
Yetmişli yıllara gelindiğinde Yeşilçam, bugün için bile imkansız olan bir türe, açık biçimde pornografiye yöneldi. Bu sefer de gelişen toplumsal muhalefetten, işçi sınıfından gençleri uzak tutmak gerekiyordu. Emperyalist Proje başarılı oldu. Arkasından seksenden sonra cuntaya/sisteme destek olacak filmler çevrildi. Tüm bu süreçte Yılmaz Güney gibi tek tük birkaç yönetmen çıktı sistemi eleştiren, özellikle de 80 öncesi.
Müesses Nizam bence Yeşilçam’da başarılı oldu. Çünkü bugünkü dünyada en büyük silah görsel kültürdür, yazılı kültür değil. Çağımız; herkesin dediği gibi “imaj” çağıdır. Sistem sinemayı, tv ve renkli basını, gayet iyi kullanıyor. Öyle ki, kullanılanlar bile farkında değiller. Zaten gücü de bu. Köşe yazarları ne yazarsa yazsın manşetler belirleyici oluyor. Bugünlerde en büyük hizmeti de Kartel Medyası yapıyor. Aysbergin su üstündeki kısmını büyütüp, alttaki büyük sorunları saklayıp küçülterek sanal sorunlar yaratıyor. Bazı düzgün yazarlar da bu hengamede istemeseler de sisteme entegre imaj sergiliyorlar. Halk, kitaptan ve okumaktan kaçıyor. İnsanların beyni boşaltılınca, eğitilmemeye, düşünmemeye yöneltilince, her şey istenildiği gibi rayına oturtuluyor. Böylece sanat ve edebiyatın toplumsal temeli de “çaktırılmadan” ortadan kalkmış oluyor. Geçmişte Fethi Naci, Türkiye için, “ne kadar futbol varsa o kadar sanat var” demişti. Zamanla futbol da kapitalist metalaşma sürecini tamamlayarak sisteme entegre olunca, durum daha da vahimleşti bence. Futbol imaj liginde bir üste düşerken, bilim onun yerine küme düştü. Bugün sonuç olarak Türkiye’de ne kadar bilim varsa o kadar sanat ve edebiyat var. Ben bunu söylüyorum.
- Abdelrahman Münif var Arap Edebiyatı’nın güçlü kalemi, oranın Yaşar Kemal’i diyelim. İhtiyara Suikast’ı yayınlandı Türkiye’de. İngilizceye beş cilt olarak çevrilmiş, olay olması gerekirken kimse tınmamış İngiltere’de. Tam bir “Pazar Edebiyatı’na dönüştü tüm dünyada edebiyat. Kültürel alana uluslararası sistemin el attığını, sanatın edebiyatın beğenilerinin, modalarının rayını değiştirdiğini düşünüyorum.
- İşte benim “Hollywood Effect” diye uydurduğum, küresel sermayenin medya gücü bu. Dan Brown’ın romanları örneğin. Bunun sebebi nedir? Yine o görsellik. Bu tür romanlar moda oldu. ABD sineması bu emperyalist kültürün en büyük taşıyıcısı. Ama Amerika’da Eleştirel sinema da var. Bunu da görmek ve atlamamak lazım. Zayıf da olsa sesi çıkıyor orada. Ne filmler yapılıyor ama biz ve üçüncü dünyada bu filmler pazarlanmıyor. Sansür, “kapitalist marketin” eliyle çalışıyor. Küresel sermayeye direnen kesimler perifer ülkelerde yok, ama bu perifer üçüncü dünya ülkelerinde çok büyük bir direniş var artık. Dan Brown gibi yazarlar isterse sosyal olayları da yazabilir. Çünkü O, senaryo gibi yazıyor. Burası önemli. Bizde, Kemal Tahir’in Kurt Kanunu. Dan Brown’ın Da vinci Şifresi’nden daha iyi bir anlatımla yazılmıştır. Kurgusu da sanırım öyle. Kurt Kanunu’nda olaylar, adeta sinema şeridi gibi geçer. Bu durum aslında görselliğin öne çıktığı dünyaya çok uyuyor.
Bence Tarik Ali şöyle bir hata yapmış, gözünden kaçırmış, tarihçidir ama bana göre siyasi kavrayışı yeterli değildir. Kısaca bu konuyu yorumlamak için siyasallaştırırsak; “görsel anlatımın egemen olmasından” doğuyor bu tür edebiyat. Eisenstein’da bu durum çok açık. Potemkin Zırhlısı’nı çekmiş bir sosyalist iken, daha sonra II. Dünya Savaşı sonrası Sovyetler -yani aslında Stalin demek lazım- Rus milliyetçiliğine ihtiyaç duyunca, Eisenstein bu sefer ulus kimliğini öne çıkaran “Aleksandr Nevski”yi çekti. Mesele burada siyasetin akışkanlığı.
Diyalektik anlayışa çok uyacak şekilde “Eleştirel Sinema” aslında en gelişmiş olarak ABD’de var. Bütün sinema alanı, yani Hollywood Yahudilerin egemenliğinde olması nedeniyle, Evanjelistler’in desteklediği Mel Gibson’un çektiği İsa filmi üç yıl gösterilemedi. 11 Eylül’den sonra sinemalara inebildi. Amerika’da eleştirel düşünce hala sınırlı da olsa bağımsızlığını koruyor, ama bu eserleri maalesef biz genellikle görmüyoruz, haberimiz bile olmuyor. Michael Moore’un “Benim Cici Silahım” filmi Oscar almasaydı, oğlum ABD de o sıralarda sinema okuyor olmasaydı, o göstermeseydi; çok sık ABD de bulunan birisi olmama rağmen ben bile bilemeyecektim.
Görselliğin gücünü Amerikan Müesses Nizamı içinde en iyi 20’lerde FBI’ı kuran ve nerdeyse elli yıl yöneten, sekiz başkan görmüş olan Edgar Hoover farketmiş. Şarlo’yu yasaklamış, yirmi küsür yıl ABD’ye girişini yasaklatmış. Hoover’ın arka planda yönettiği Joseph McCarthy de adını taşıyan dönemde en büyük tahribatı Rosenbergler’den yola çıkarak Hollywood’u temizleyerek yapmıştır. Yani “Hollywod ve Amerika komünistlere karşı steril edilmiştir.” Bu suçlamalarla tüm eleştirel düşünce tasfiye edilmiş, kalanlar da asimile olmuşlardır. Bütün Hollyvood camiası, yüzlerce sinema yıldızını yasakladı, film çektirmedi. Orada sansür kaba bir biçimde filmler yasaklanarak olmuyor bizdeki gibi, iş vermiyor gizli bir el, aç kalıyorsun, öyle köşende yaşıyor ölüyorsun. Kapitalizm böyle evrenselleşti, bugün küreselleşme diye yutturulan emperyalizm; 50’lerde böyle tavan yaptı. Sisteme uymayanlar da bugünlerde az değil. Ne kitaplar yayınlanıyor, ne filmler yapılıyor ABD’de; ama kimsenin haberi olmuyor. Bize Dan Brown’u sokuşturuyorlar. Yıllarca Latin Amerika Edebiyatı’nı sokmadılar Amerika’ya.
- Edebiyat hiç de yaşanılan politik ortamdan, ekonomi politikten bağımsız değil yani.
- Hiç bir zaman ve hiçbir şey; üretim tarzından bağımsız olamaz. Hele, idelojinin en kolay etkisine girebilecek olan edebiyat. Bizim gibi ülkelerde küresel sermaye etkisiyle bağımsız bir ideoloji oluşmuyor. Zaten ideolojiler bağımsız olmaz. Ya ezilenlerden yanasındır; ya da ezenlerle berabersindir. Orada Metropol ülkelerde, düşünceyi yasaklamıyorlar, sansürü dolaylı yollardan yapıyorlar; medyayla, ekonomiyle engelleniyor. Ama perifer ülkelere gelince durum değişiyor. Dehşet bir “dolaylı” sansür var. Eğitim sistemlerini çökerterek ve halkların beyinlerini boşaltarak yapıyorlar bunu. Son kırk yılda açık bir şekilde bunu Japonya’da yaptılar. Japon kültürü kalmadı artık. İnsanlar, çocuklar orada üç yüz kelimeyle konuşuyorlar. Sokaklar İngilizce afişlerle, panolarla dolu. Türkiye’deki gibi İngilizce yazılı ama dilsel bazda anlamsız olan yazılar görüyoruz t-shirtlerde. Gençler adeta Amerikalı Yupiler gibi yaşıyorlar, yaşamaya çalışıyorlar. İnanılır gibi değil.
- Özal orayı taklit edecekti eğitimde.
- Bugünkü Japon gençliği Japon değil. Bugün erkekler de erkek değil, kadınlar da bildiğimiz geleneksel kadın değil. Erkekler kaşlarını, vücut kıllarını aldırıyorlar, epilasyon yaptırıyorlar. Artık hit olan Tom Cruise tipi, yaşam tarzı. Başarının da tek bir kriteri var küresel dünyada; “sınırsız para yapmak”. İşte küresel sermayenin gücü bu.
- Türkiye’de edebiyatın aşağılanmasının nedenleri anlaşılıyor. Çok kötü yazarların yazar olarak sunulması.
- Felsefe olmadan olmuyor demiştim daha önce. Okumayan bir nesil yazabilir mi? Yazarsa ancak kendi yaşamını yazar; o da roman olmaz.
- Kağıt sektörü yabancılaştı. Fabrikalar satıldı, talan edildi. Kağıtta dışa bağımlıyız. Euro’yla kağıt alıyor bu yoksul ülke. Yayıncılar, 3000 Euro maaş alan bireylerden oluşan Avrupalı okur varmış gibi, yüksek bir maliyetle çalışıyor. Böylece halkın % 90’ı okuyamıyor; yoksullara okuma olanağı kalmıyor ülkemizde. Geniş kitlelere ulaşılamıyor.
- Sizi kurum olarak topyekün eleştireceğim. Okullarda, üniversitelerde eğitim adına cahilleştiriliyorsa insanlar olacağı budur. Evet, insanlar bugün çok kolay kitaba ulaşıyorlar. Bunu şundan söylüyorum; insanlar cahilleştirilirse yüksek kültüre gerek kalmaz. Anı yazar gibi her önüne gelen yazıyor, yazar oluyor. Ne edebiyat var ne bir şey. Hele bilim adına ne cahillikler sergileniyor, ne kitaplar yazılıyor. İnternet Blogları. Herkesin blogu var.
Ben her zaman kitaba çok değer verdim. Hala da öyle. Hatta bu ilgim çok daha fazla arttı bugün. Sizler yayıncı olarak insanların önüne bir yığın kötü yazarı çıkarıyorsanız; içlerindeki iyiyi nasıl seçeceksiniz. Kaliteyi satamazsanız, ürettiğiniz malın metalaşmasını sağlayamazsanız olmaz. Bu dergiyi birisi para verip almıyorsa, etkili de olamazsınız. Para veren okur, para vermeyen okumaz. Bu dergicilik, yayıncılık ilkesidir. O kaliteyi yirmi beş yıldır olmayan bir eğitim sistemiyle yapamazsınız. Böyle bir ülkede edebiyatı-sanatı geliştiremezsiniz. Hayatım boyunca feminizme karşı çıktım. Neden mi? Sosyalizmi sulandırdığı için. Bu kadın haklarına karşıyım demek değil. Bir toplumu kurtardığınızda kadını da kurtarmış olursunuz zaten. Bir şeyi edebiyata indirgemeyin yalnızca; onun altında yatan sorunlar edebiyat ve sanattan kaynaklanmıyor. Benim yayıncığı bırakmamın nedeni de budur.
Geçen yıl otuz yıllık arkadaşım Murat Belge, Radikal’de benim Verso’dan 1980 sonlarında yayınladığım Barrington Moore Jr.’ın “Diktatörlük ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri” isimli kitabı üzerine yazı yazdı. “Dünyayı anlamak için bu kitabı bassın birisi” diyor. Mutlaka basılmalı, tüm okullarda ders kitabı olarak okutulmalı diye. Oysa ki; bu kitap 1988’den beri satılıyor. Ben yayıncılığı bırakınca benim önerimle İmge Kitabevi bastı. Halen de yeni baskılarını yapıyor. Tam 20 yıldır hep piyasada. Çevirmenlerinden birisi de (Şirin Tekeli-Alaeddin Şenel) yakın arkadaşı, ayrıca çıktığında bu kitabı bizzat ben kendisine vermiştim. Unutmuş. Arkadaşım Murat’a doğrusu yakışmadı bu olay.
Ataol Behramoğlu da geçenlerde yazdı, Rus Düşünce Tarihi adlı kitabı. Bugünkü Türkiye’yi anlamak için bir başyapıt diye yazmış. Lütfedip yayınevini (Verso) bile yazmamış. Onun bugün okuduğu kitabı birileri, yani bizler 1989’da tam 20 yıl önce yayınlamışız. Bugünleri görmüşüz, ama bunun bu ülkede önemi yok. İşte Batı ile farkımız. Senin bugün hazır olarak kucağında Türkçesini bulduğun kitabı birileri seçerek çevirtmiş ve yayınlamış. Sana sadece kolayca okumak kalmış.
Aydınlara bu işler hep basit geldi. Bunu o yıllarda sıkça yaşayınca, olaylara bu kadar basit bakılınca; 90’ların ortasında yayıncılığı bıraktım. 1980-90’lara damgasını vuran dev bir yayınevini birkaç ayda tasfiye ettim. İnsanlar kitap alsın diye de anormal bir indirimle, maliyetinin bile onda birine kitapları piyasaya sürdüm. Neredeyse bedavaya depoları tasfiye ettim. Çok daha iyi bedel öneren pazarlama firmalarına satmadım. Bu sektörde herkes bilir. Yayınevi olarak Verso, bu ülkenin aydınlarına fazlaydı. Maalesef istemeden de olsa bu kararımdan asıl zararlı çıkan Türk insanı oldu. Bu hep içimde uktedir. Şunu da söylemeden geçemeyeceğim; o tarihlerde William H. McNeill’in Dünya Tarihi’ni; Althusser’i, Gramsci’yi, Marc Bloch’u, H.Pirenne’i, Edgar Moren’i, E.Hobsbawm’ın tüm temel kitaplarını, Bottomore’un kitaplarını... Daha onlarcasını, yüzlercesini bastım. Yayıncılığı bırakınca bunları karşılıksız olarak desteklediğim yayınevlerine önerip basılmalarını sağladım. Kısaca Verso olarak, bir devletin basması gereken kitapları bastım ben bir zamanlar.
- Ben de edebiyat yıllığı yayınladım geçen yıl. Elimde kaldı.
- Bence bu mücadeleyi, edebiyat içinde kalarak, derginin çerçevesinde edebiyatı kitlelere sevdirmek gibi amaçlarla yaparak başarılı olamazsınız. Sistemi sorgulamak lazım. Sanatsal eleştiri, toplumun ilerlemesini sağlar. Sanat toplumsal eleştiriye dönüşmediği sürece sanat olmaz. Tarihten bir örnek vereyim aklıma gelen; Velasquez buna örnektir. Bütün kraliyet ailesini çizmiş, resmetmiş; ama tiplerin hepsiyle alay ediyor, ince bir sosyal eleştiri var. Anlayana... Avusturya-Macaristan İmparatoru Metternich Beethoven’e “bana adımı taşıyan bir oratoryo yaz” demiş. Ama Beethoven yazmıyor. Karısı Matternich’e “Niçin yazmadığı için üzülüyorsun? ” diyor. Matternich ise karısı kraliçeye; Beethoven’i yüz yıl sonra herkes bilecek ama beni kimse anımsamayacak diyor.
Yani sanatın o eleştirel yanını, sistem eleştirisine çeviremezseniz olmaz. Asıl sorun edebiyatı değil sistemi eleştiren edebiyat eserlerini duyurmak olmalı. Küresel sermaye asıl sorunları göstermiyor çünkü, küçük sorunları öne çıkarıyor. Anayasa Mahkemesi başkanvekilinin dinlenmesini örtmek için Önder Sav’ı öne çıkarıyorlar. Görselliğin özelliği bu işte. Goebbels, “İnsanların önüne o kadar büyük bir balon koyacaksın ki; gerçeği içinde kaybettireceksin” der.
Maurice Ravel'in 1907'den sonraki eserlerinde beliren egzotik ve folklorik etkiyi ilk yansıtan eserlerden biri olan 'Vocalise en forme de Habanera' (Habanera formunda Ağızlama -vokaliz-) ya da kısaca Habanera, aslında kadın sesi ve piyano için etüd şeklinde bestelenmiştir... Küba kaynaklı 2/4'lük ölçüdeki kıvrak Habanera temposuyla başlayan bu küçük eser, özlem dolu olduğu kadar, hiç kesilmeden süregelen yabancı, Endülüs benzeri ezgisiyle ilgi çekmiş, keman ve viyolonselden başka düşünülebilen her türlü çalgı için uygulaması yapılmıştır... Habanera, aradaki kromatik trilli kadansı ile değişik bir özellik içerir...
Kapris No.21, 4/4'lük ölçüde, Aşk dolu (Amoroso) başlığını taşır... Belki de Paganini'ye Lucca'daki gizemli hanımı anımsatır; ama devamı güç altılı aralıkları içeren çok hızlı (Presto) tempoda, uçarcasına sonuçlanır...
Kapris No.22, 4/4'lük ölçüde ve Fa Majör tondadır... Vurgulamalı (marcato) başlar; yine minör bölmede hızlanır...
Kapris No 23 yine ölçülü (Posato) sinyallerle girer; kısa kadansları kesik akorlar cevaplar... O zaman için yenilik sayılan glissando'lu (kaydırmalı) oktavlarla tanınır...
2/4'lük ölçüdeki Kapris No.24 (Quasi presto) , La minör tema üzerine 12 varyasyondan oluşur... Kemanda kullanılan bütün teknik özelliklerin oldukça hızlı (quasi presto) tempoda teker teker sergilendiği bu ünlü kaprisi Liszt, Brahms, Blacher, Lutoslawski ve Rahmaninov bestelerinde değerlendirmiştir... Tüm önceki kaprislerin bir özeti ya da özü olan bu kaprisin bir düzenlemesini de, birçok ünlü kemancı yetiştiren Macar asıllı, keman virtüozu Leopold Auer (1845-1930) yapmış, hattâ William Primrose viyolaya da uygulamıştır...
No. 20,21 ve 24 Kaprisler'in yeni bir düzenlemesini ise Polonyalı besteci Karol Szymanowski (1882-1937) piyano eşliğinde - tonalitelerini koruyarak bazı ufak değişikliklerle - tekrar keman için Op.40 olarak yayınlamıştır...
Paganini'yi bir konserinde izleyen Robert Schumann ise bu kaprislere hayran kalmış, daha Paganini hayattayken 1833-35 yılları arasında 12 tane piyano düzenlemesi yapmıştır...
İşte yargı cephesinden ekonominin gidişatı... Yargıtay tarihinde suç dosyaları ilk kez 1.5 milyona ulaştı... Ekonomik suçlar dörde katlandı... Elektrik hırsızlığı 100 bin, karşılıksız çek 50 bin, hırsızlık ve gasp 60-70 bin dosyayı buldu...
Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker, ekonomideki darboğazı dosyalarla ortaya koydu... İş yükü arttığı için 6 yeni daire oluşturulacağını söyleyen Gerçeker, 6. Ceza Dairesi'nin yükünün de başka dairelere aktarıldığını anlattı... 'Bu dosyalar 10 yılda erimez. On binlercesi zamanaşımına uğrayacak' dedi...
Gerçeker, traji-komik bir örnek de verdi... Kilitlenme noktasına geldik... 1.5 milyon dosyadan 600 bini incelenmeden sonraki yıla devredecek... Eskiden taraflar 'öncelik' dilekçesi verirdi... Şimdi 'önceliğin de öncesi' gibi talepler geliyor...
...
Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alınan Nurseli İdiz, Ntv'deki 'Haydi Gel Bizimle Ol' adlı programa konuk oldu... Gözaltı sürecinde yaşadıklarını da anlatan İdiz, 'Çok iyi muamele gördüm. Polisler artık eskisi gibi değil' diye konuştu... İdiz'in sözleri Pınar Kür'ü kızdırdı... Kür, 'Irzına geçmediler diye mi böyle konuşuyorsun? ' diyerek serzenişte bulundu...
...
İstanbul, dün ABD'yi harabeye çeviren kasırgaların benzerine sahne oldu... Saatte 70-80 km. hıza ulaşan şiddetli rüzgar çatıları uçurdu, ağaçları ve elektrik direklerini devirdi... Gemiler karaya oturdu, uçaklar rötarlı iniş yaptı... En acı olay Kuştepe'de yaşandı... Kopan cami minaresi, bir lokantanın üzerine düştü... 1 kişi öldü, 2 kişi yaralandı...
...
Müstehcen esprileriyle RTÜK'ü kızdıran Huysuz Virjin, prime-time yasağını deldi... RTÜK'le pazarlık yapan ATV yöneticileri, 'Banttan yayınlanırsa erken saatte ekrana gelebilir' izni aldı... Çalık Grubu'na ait kanalın 'müstehcenlik anlaşması' şaşırttı...
...
Gümrük Başkontrolörü Bayram Çolak, AKP'li Fırat'la mahkemelik oluyor... Çolak, TBMM'deki düelloda kendisine 'tosun' diyen Fırat'a tazminat davası açacak... Fırat, MENAS raporunu yazan Çolak'ı Başbakanlığa şikayet etmişti...
...
Bolu Valisi H. İbrahim Akpınar, 215 bin YTL'lik Audi Q7 makam aracı aldı... Vali, 'Çok mütevazi' dediği aracı, tasarruf için tercih ettiğini söyledi...
...
İsveç Prensesi Brigitte Ingeborg Alice, tatil için Bodrum'a geldi... Bodrum Belediye Başkanı Mazlum Ağan, Prenses onuruna kokteyl verdi...
...
Manisa'da evlendirme vaadiyle dolandırıcılık yapan şebeke çökertildi... 'Her yaşta kız buluruz' sloganıyla yola çıkan çete üyeleri, eş ve kızlarını gelin adayı olarak tanıtıp kurbanlardan para aldı...
...
İsviçre güzellik yarışmasında ilk kez bir Türk kızı finale çıktı... 20 yaşındaki Selver Yavuz, 16 finalist arasından İsviçre'nin en güzel kızı olabilmek için yarışacak...
...
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, New York Borsası'nın açılış gongunu çaldı... Borsada seans öncesi bilgi alan Gül, yerel saatle 09.30'da gongun düğmesine basarak borsayı açtı...
Kapalıçarşı'da birkaç istikametten düdük sesleri gelmeye başladı... Bu, her akşam üzeri çarşı bekçilerinin verdiği bir işarettir ki, kapanma saatinin geldiğini ve dükkânını kapamaya geç kalanların acele etmesini ilân eder... O saatte Sahaflar Çarşısı tarafındaki büyük kapıdan içeriye bir göz atmak korkunçtur... Çarşı, kimi kapanmış, kimi kapatılmaya uğraşılan iki sıra dükkânın çizdiği, karanlık ve nerede bittiği belirsiz bir dehliz halinde uzar... Ayrıca kepengi olmayan bazı vitrinli mağazaların camekânlarındaki eşya, bütün gün üzerlerine serpilen elektrik ziyasından ayrı düşünce, korkularından büzülürler ve camdan, çarşının tenhalaşmış yolunu görmemek için gözlerini yumarlar...
Yine o saatte çarşıdan geçenlerin adımları o kadar hızlı ve halleri o kadar telâşlıdır ki, üç adım geride bir cinayet işlemiş farzedilebilirler... Sanki tepelerindeki kurşun kubbe biraz sonra çökecekmiş gibi, çarşının tâ öbür başında gündüzün son beyazlığını çevreleyen kapıdan bir an evvel geçip temiz havaya kavuşmak için can atarlar... O saatte çarşıdan geçen herkesi görünmez bir elle arkasından iterek kapılardan dışarıya atan ve ağır kilitler, keskin gıcırtılarla kapanan iki tunç kapının arasında tek başına kalmak isteyen, sanki bir manâ, bir ruh vardır... Vehimleri seven bir adam için bu ruhun yuva kurduğu yer eski elbiseciler tarafıdır...
Düdük sesleri seyrekleşmiş ve eski elbiseci, dükkânının yola doğru uzanan peykesindeki mankenleri omuzlayarak içeriye aldıktan sonra kepenkleri kapamıştı... O günkü kazancını buruşuk bir zarfın içine doldurup cebine attı... Kepenkleri bir bel kemeri gibi saran demir kolu muayene etti... Kilidi vurdu ve arkasına bakmadan ağır adımlarla ilerleye ilerleye kayboldu...
Kullanılmış elbise giyen, siyah boyalı, dört başsız manken, küf kokan taş kubbeli daracık dükkânın içinde yüz yüze duruyorlar...
Koyu karanlıkta birbirlerini görüp görmedikleri malûm değil... Dördü de dükkân sahibinin gittikçe uzaklaşan ayak seslerini dinleyip artık hiçbir şey duymaz olduktan sonra hâlâ gizli bir ses işitiyormuş gibi, bir müddet dalgın, beklediler... Taş kubbeden, rutubet damlaları hâlinde şıp şıp süzülen, âdeta, yürüyen zamanın ayak seslerini sayan bir âhenk duyuluyor...
Mankenlerden biri fısıltıyla yanındakine hitap etti:
- Bak, şu karşımızdaki koyu elbiseliyi görüyor musun? Yahudi, bugün satın aldı onu... Haydi konuşalım!
Öbürü başını salladı:
- Haydi konuşalım!
Üçüncü mankenin de eteğini çektiler:
- Haydi konuşalım!
İlk söze başlayan manken yeni gelene dönerek sesini biraz daha dikleştirdi:
- Bugün seni Yahudi'ye getiren genç ne kadar da solgun yüzlüydü... Sönük gözlerinin mânasını, karanlıkta ancak biz anladık... Üstünde, kolları iki parmak kısa gelen bir ceket, bol gelen bir pantolon vardı... Belliydi ki, o elbise, bir arkadaşından bir günlüğe alınmış bir elbiseydi... Seni fena bağlanmış bir paket içinde, koltuğunun altında taşıyordu... Sen onun yegâne elbisesiydin, değil mi?
Ve üç manken, yeni gelenin henüz hiç işitmedikleri sesini duymak için kulak kabarttılar...
Yeni gelen cevap verdi:
- Evet!
Fakat bu tek kelimelik cevap o kadar resmî ve ses o kadar maskeliydi ki, yeni gelenin içyüzünü anlamak, kâbil olamadı... Aylardan beri bu dükkânda oturan Yahudileşen öbür mankenler, hemen ittifak ettiler ki, yeni geleni anlayabilmek için ona uzun bir cümle söyletmelidir...
İçlerinde en kıdemli ve açık gözlü, ilk söze başlayan manken devam etti:
- Biz o gence ne kadar şaştık... Senin gibi iyi kumaştan ve iyi terziden çıkmış, ana ve baba tarafından asil bir elbiseyi hiç pazarlık etmeden Yahudi'nin ilk verdiği paraya bırakıverdi... Genç, paraları alırken dikkat ettim... Öyle bir nefretle aldı ki, müthişti... Parayı alırken bir anda gözleri Yahudi'nin siyah tırnaklarına takıldı... O kadar... Sonra dükkânın önünden uzaklaştı... O nasıl uzaklaşıştı o... Biz ki, başsız tahta mankenler, her şeyi görür ve anlarız; eminiz ki, o genç sokağın köşesini döner dönmez: “Yahudi arkamdan geliyor... Şimdi satın aldığı elbiseyi geri vererek vazgeçtim diyecek...” diye koşa koşa kaçmıştır... Halbuki bu neticeye asıl kendi lâyık olan Yahudi, o anda keyfinden benim omuzlarımı okşamış ve bir dükkâncı komşusundan ödünç bir sigara istemişti... Gencin elbise paketini uzatırken titreyen parmaklarıyla, Yahudi'nin elbiseyi muayene ederken suratının zoraki somurtuşu hiç hatırımdan çıkmayacak... Seni bu şekilde satması için kim bilir o genç ne büyük bir ihtiyaca düşmüş olmalı, değil mi?
Ve yine üçü birden, görünmeyen başını, teessürden göğsüne düşmüş farz ettikleri yeni gelen mankenin artık içini dökeceğini tahmin ederek beklediler... Yeni gelen gene kısaca cevap verdi:
- Evet...
Artık yeni arkadaşlarının ağzından bir söz almak için:
- Anlatsana kuzum, bize gencin hikâyesini anlatsana!
Demekten başka çare kalmamıştı... Halbuki bunu söylemeye üçü de tereddüt ediyorlar ve karanlıkta, elsiz kollarını büyük bir heyecanla inip kalkan tahta göğüslerine bastırarak bu suâli sorduracak cesareti yüreklerinde biriktirmeye çalışıyorlardı... Yeni gelenin kumaşı gibi asil sükûtu, onların merak ve heyecanlarını arttırdığı kadar cesaretlerini de kırmıştı... Yine en akıllıları olan birinci manken bütün zekâ ve inceliğini toplayarak son bir hücuma kalkışmak istedi... Fakat gözünün önünden geçen bir hayâl, son sahibinin hayâli dudaklarını kilitledi... Artık o, yeni gelen genci söyletmek değil, kendisi söylemek istiyordu:
- Ah, bilsen biz senin ıstırabını ne iyi anlıyoruz! Biz ki, her şeyi görür ve anlarız! Düşün, bir elbiseyle bir vücut arasındaki esrarlı rabıtayı düşün! O elbise ki, terzinin elinden vücudunun basit hendesesine göre yapılmış mânasız bir kalıp halinde çıkar ve sonra bir vücuda yapışıp onun bütün hareketleriyle yaşamaya başlayınca ne hale gelir, düşün! Başlangıçta dümdüz bir alın gibi hiç bir şey ifade etmeyen elbiseler atılacağı güne kadar vücudun her hareketini saniyesi saniyesine kaydeden korkunç bir hâfızadır... Birçok oturuş şekillerinin kabarttığı dizkapaklarımızı düşün! Her duygunun hususî bir biçim verdiği omuzlarımızı düşün! Kambur vaziyetlerde nasıl arkaya toplandığımızı, bütün mafsal yerlerinde nasıl halkalaştığımızı düşün! Vücudun sonsuz hareketleri içinde bize düşmeyen pay hangisidir? Bunların içinde sefaletlerin, açlıkların, ihtirasların, cinayetlerin, coşkunlukların, kahkahaların alnımıza çizdiği hep hususî bir çizgi vardır... İnsanlar sanırlar ki, bizim üstümüzdeki her çizgi, her intiba, bir diğer çizgi veya intiba ile silinir, hepsi birbirine karışır, mânasız bir halita olur ve sonunda biz eskimiş bulunuruz... Eskiriz, fakat insanlardan evvel eskidiğimiz için onlardan daha ince ve hassas olan biz, bütün çizgiler ve intibalarımızı hep birbirinin içinde saklarız... Bu öyle bir halitadır ki, bunun düğümünü ele geçirebilen göz onu çözdükçe, doğumumuzdan ölümümüze kadar bütün hayatımızı, zamanın atomları içine sıkıştırır ve bu korkunç, ah, bu korkunç hafıza küpü içinde, mazinin, birbirinin üstünden akan küçük yılanlar halinde nasıl kaynaştığını görür... Fakat o göz kimde vardır? Kimsede... Yalnız bizde... Biz ki, her şeyi görür ve anlarız, seni görüyor ve anlıyoruz... Bize artık hikâyeni anlatma! Ne lüzûm var? Biz onu biliyoruz... Ben sana kendi hikâyemi ne diye anlatayım? Sen de onu bilirsin... Beni bir ölünün üstünden çıkardılar... Burada satılacak adam bekliyorum... Öbürü tıpkı benim gibi, bugün bir ölünün üstünden çıkmadıysa yarın ikinci veya üçüncü sahibinden sonra bir ölünün üstünden çıkacak... Düşün, düşün, biz insanlardan evvel eskidiğimiz halde kaç insan eskitiyoruz? Bizim ıstırabımızı düşün! Biz vücutsuz kalan bir elbise miyiz, yoksa elbisesiz kalmış bir ıstırabın vücudu mu?
- Evet...
Üç manken de yeni gelen mankenin üçüncü “evet” kelimesini söylediğini zannettiler... Halbuki o hiçbir şey söylemeden susuyor ve o anda dükkânın taş kubbesindeki pencereden giren ay ışığında, omuzlarında solgun yüzlü gencin başı olduğu halde, gözleri hayret ve korkuyla açılmış, dükkânın kirli aynasından kendisini seyrediyordu...
- Türkiye'nin bu coğrafyada kendisine has ve kendi dünya görüşü çerçevesinde bir politikası, anlayışı, stratejik bir vizyonu olması gerekiyor... Bu çerçevede de kendi ayakları üzerinde duran bir dış politika çizmesi ve bunu etrafına kabul ettirmesi gerekiyor...
- Bence de doğrusu bu... Fakat olmayan da gerçekten bu... Benim esasında temel fikrim; bir ülkenin her konuda dış politikası olması ve bu dış politikasının da herkes tarafından çok iyi bilinmesi ve bütün herkesin doktrine edilmesi lâzım... Bu sıradan bir vatandaş olabilir, oraya giden bir ticaret adamı olabilir, tabiî ki oradaki büyükelçilerimiz, dışişleri mensuplarımız olabilir... Her ülkenin bilinen bir dış politikası üniversite bazında, öğrenci bazında bilinmesi lâzım...
- Kafalarda -istisnalar bir yana- en ufak şüphe bırakmadan bakış açınızı belli etmeniz toplumun da buna az-çok vakıf olması ve buna göre hareket etmesi gerektiğini söylüyorsunuz...
- Tabi... Çok basit olarak, meselâ biz Kıbrıs'a giderken pasaportumuzda bu ülkeye giriş damgası olduğu zaman İtalyan Başkonsolosu bize vize vermiyordu... Biz de ondan sonra başladık pasaportumuza bir tâne kağıt iliştirmeye, o kağıda damgayı bastırıp yarın-öbür gün sıkıntı olmasın diye çözüm üretmeye... Diğer yandan buraya bir İtalyan iş adamı geliyor veya bir futbolcu geliyor ve biliyorsunuz ki kendi ülkesinin dış politikasını veya Kıbrıs politikasını biliyor... Halbuki bizim üniversite öğretim üyelerimiz çeşitli konularda Berlin veya Paris'te katıldığı konferanslarda Türkiye'nin görüşleri konusunda doktrine edilmediğini görüyorsunuz... Yani bilinmiyor, orada neyi savunacağını bilmiyor... Tabiî ki kendi fikirlerini savunuyor, ancak, bir ülkenin temsilcisi orada bulunurken, devletin politikalarını da bilmesi lâzım... Eğer ki varsa onları savunacağı bir ortam, onları da savunması lâzım...
- Halkın bütün kesimlerinin dış politikaya dair kafalarında bütünleşmiş bir fikir olması gerekiyor... Dışa karşı duruşunuzu gösteren tutarlı bir bütünlük... Zaten İtalya örneğini verdiniz, o tutarlı bakışı onlarda görüyorsunuz...
- Tabiî ki görüyorsunuz... Yani, örnek verecek olursak, Kıbrıs'daki bütünleşmeyi en çok destekleyen ülkelerden bir tanesi Belçika; fakat ayrılmanın eşiğinde... Ama şimdi Belçika'nın bir politikası var, kanun tasarısı sunuyor, diyor ki; 'Kıbrıs tekrar bir araya gelmelidir'. Bunu destekliyor... Bakıyorsunuz, Slovakya ile Çek Cumhuriyeti ayrılmış, ama Slovakya ne diyor; 'Kıbrıs'ta yeni bir çözüm sağlanmalı, birleşik Kıbrıs kurulmalıdır' diyebiliyor... Devlet politikası o kadar her kademeye yayılmış ki, bunu bir Belçika vatandaşı ile konuşsan veya bir akademisyenle de konuşsan bunu savunuyor...
Derin bir çukur kazan avcılar, bu çukura düşen file sabahleyin biri gelip dayak atar, akşam diğeri gelip yemek verir... 40 günün sonunda da fil çukurdan çıkartılır ama bu sefer de kendisine yemek veren o avcının emrine muti olmuştur... Tuzak, çukura düşmekte değil, yemek verenin peşine takılmakta...
Koklamazsan bahçenizde sünbül olmak istemem
İstemem nergis, menekşe, al gül olmak istemem
Vermiyorsan aşka kıymet bilmiyorsan sevmeyi
İstemem nergis, menekşe, al gül olmak istemem...
Aslında Küba'dan kaynaklanan 2/4'lük ölçüde bir dans olan Habanera'yı, Bizet'nin bir süre Paris'te de yaşamış olan İspanyol besteci Sebastian Yradier'den (1809-1865) aldığı öne sürülür... Carmen birinci perdede fabrikanın öğle paydosunda güzelliği ve şuhluğuyla erkeklerin ilgisini çeker ve 'L'amour est un oiseau rebel' (Aşk asi bir kuştur) şarkısını cilveli bir tavırla söyleyerek, Habanera temposuyla dans eder...
rejim
07.10.2008 - 22:43...
- Bir ülkenin ordusunun komutanı olacaksınız, holigan gibi Fenerbahçe maçlarına gidecek, özel türbinlerde oturacaksınız, o da yetmedi düğünlerde göbek atacaksınız, basınla televoleci gibi ayak üstü devletin en hassas konularını konuşacaksınız. Bunları ancak işi olmayan bir genelkurmay başkanı yapar. Çünkü TSK’nın fonksiyonu kalmadı.
- Neden kalmadı?
- Sen küreselleşme adı altında ülkenin gümrüklerini kaldırmışsın. Ülkenin sınırlarının bir önemi kalmamış. Sınırlarının güvenliği de delinmiş, ülkede yaşayan vatandaşların da ordusundan “kendisini koruması için” bir talebi kalmamış. Ülkenin bankalarının yüzde 44’ü yabancılara satılmış. Sigorta şirketlerinin yüzde 80’den fazlası yabancılara geçmiş. Borsanın yüzde 83’ü yabancıların olmuş. Ülkede kullanılan kredilerin yüzde 76’sı yabancılar verir hale gelmiş. Ülkede satmadık stratejik yer, stratejik kurum kalmamış. Halkın da ülkenin güvenliğini sağlamak için ordudan bir talebi kalmamış. Ordusu haftada 20-25 şehit verir hale gelmiş. Ama kimsenin umurunda değil. Siyasetin ve siyasetçinin de ülkesi adına bir talebi kalmamış. Ordu, fonksiyonunu yitirmiş. Ordu fonksiyonunu yitirirse, elbette Yaşar Büyükanıt da gider kokteyllerde gezer, devletin en önemli konularını televoleciler gibi ayak üstü herkesle konuşur.
...
ilham kaynağı olmak
07.10.2008 - 22:41Noktürn No.13, Do Minör Op.48 No.1
1841 yılında ikisi de 4/4'lük ölçüde yazılan ve Laura Duperré'ye ithaf edilen bu iki noktürnden Do minör 1. Noktürn'e savaşır gibi bir tema hâkimdir... Chopin'in Paris'te, fırtına sırasında bir kiliseye sığındığı zaman ana fikrinin belirdiği söylenen ve büyüleyici çalgısal efektlerle seçkinleşen bu eserde muazzam oktavlarla Liszt tarzında gelişen orta bölüm bile bir noktürnü değil, bir kahramanı yansıtır gibidir...
berzah
07.10.2008 - 22:38KAVANOZ
Bir cümbüştür kopsa da, gece, yakamozlarda;
Münzevî balıklarız ayrı kavanozlarda...
içimizdeki hüzün devi
07.10.2008 - 22:34Johann Sebastian Bach
Sonatas BWV 1001, BWV 1003, BWV 1005
guitar: Manuel Barrueco
arr: Manuel Barrueco
ilham kaynağı olmak
04.10.2008 - 23:00Helter Skelter...
içimizdeki hüzün devi
04.10.2008 - 22:46Abendempfindung (KV 523)
Mozart bu liedi de An Chloe ile aynı günde, 24 Haziran 1787'de bir başka şairin, Joachim Heinrich Campe'nin (1746-1818) aynı başlıklı (Abendempfindung - Akşam Duyguları) şiiri üzerine bestelemiş ve lied yine An Chloe ile birlikte, Astaria yayınevi tarafından 1789 Mart'ında 'Zwey Deutsche Arien zum Singen beym Klavier' (Piyano için söylenmek üzere iki Alman aryası) başlığıyla ilk kez basılmıştır... 4/4'lük ölçüde, ağırca (Andante) tempoda hafif bir piyano girişini izleyen ezgi 'Abent ist's, die Sonne ist verschwunden' (Akşam oldu, güneş kayboldu gitti) sözleriyle başlar ve devam eder: 'Ve ay gümüş gibi parlamaktadır... Böylece yaşamın en güzel saatleri dans edercesine kaçıp uzaklaşmıştır... ' Şairin Laura adlı kız için yazdığı dizeler kötümser havada sürer: 'Yaşamın renkli sahneleri birazdan yok olacak ve perde iniyor... Oyunumuz bitti! Dostun gözyaşı mezarımızın üzerine damlıyor bile...'
berzah
04.10.2008 - 22:38O mânayı bul da bul!
İlle İstanbul'da bul!
İstanbul,
İstanbul...
İllerin eski isimleri
04.10.2008 - 22:26...
Hazreti Musa'nın; Allah tarafından bildirilerek kendisinden bir bilgi boyutu açısından daha yüksek derecede olmasına rağmen halka 'resul' elçi olarak gönderilmeyip gizli kalmış bulunan bir 'nebi'yi, halk arasında anılan adı ile Hızır'ı görmek için çıktığı yolculukta 'Mecma'il-bahreyn' (iki denizin birleştiği yer) , hem iki denizin kavuştuğu bir yer olmalı, hem de bu terim ile Musa ile Hızır'ın buluşmasına işaret edilmiş olmalıdır... Bu olaylar da büyük bir ihtimalle İstanbul civarında ve İstanbul'da geçmiştir... İstanbul kelimesi sonradan yapılan tahrifler bir yana bırakılırsa Beykoz'da bugünkü Yuşa Tepesi civarında şehri kuran Fenikelilerden beri şehrin Sami dillerinde karşılığı olan Mecma'ul Bahreyn'in Yunanca karşılığıdır... 'Isthyme-pole'; 'iki deniz arası şehri' demektir...
...
Zincirlenmiş Zamanlar
02.10.2008 - 18:41Souvenir de Florence...
sistemi okumak
02.10.2008 - 18:35Rossini - String Sonatas 1-6 - Neville Marriner - DECCA
rejim
02.10.2008 - 18:31...
- Türk Edebiyatı’na “Müesses Nizam” müdahale ediyor mu? Edebiyatımızın bugünkü durumu ve “Müesses Nizam”la ilişkisi hakkında somut bilginiz var mı?
- Müesses Nizam’ın direkt etkisi yok; ama dolaylı olarak var. 12 Eylül’de tüm sisteme, Türkiye’nin hayat damarlarına kalıcı bir şekilde müdahale edildi. Felsefe dersi çok önemlidir sanat ve edebiyat için. Kitleler apolitikleştirildiği için sanat edebiyatın temeli olan felsefe 12 Eylül’le liselerden kaldırıldı. Felsefe okuyanlar asgarisinden hümanist olurlar. “Sanat – edebiyat” bütün tarih boyunca toplumsal muhalefetin yansıdığı en önemli alandır. Reel olarak politikada kullanılamayanlar hicivle sanat aracılığıyla topluma yansıtılır. Bugün bu maalesef yalnızca karikatür sanatıyla var ülkemizde.
- Ama onlara da eleştiri var. Çok yumuşaklar, matbaalarını hükümet almış filan diye.
- Haksızlık sayarım. Bugün, eleştirel anlamda Penguen ayarında bir sanat edebiyat dergisi yok. Ama tabiî ki, etkili olması için bu dergilerin de tiraj sahibi olması lazım. Sistem, yani benim “Hollywood Efekt” dediğim küresel sermayenin medya gücü; insanların beynini boşaltıp sermaye sınıfının çıkarlarının ideolojisini insanların kalbi yerine midelerine hitap ettirdi. İnsanların beyni boşaltıldı, sisteme entegre edildi. Beyni olan insan sanat edebiyatı sever. İnsanların düşüncelerinin oluşmasında “Müesses Nizam”ın eskiden büyük etkisi vardı. Hem kendi ideolojisini yaymak hem de karşıt gördüğü kişi ve kurumları yok etmek anlamında. Kimi yazar ve şairlerimizin üzerindeki baskıları, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Aziz Nesin, Nazım Hikmet... Hepimiz biliyoruz; Müesses Nizam’a biat etmeyenler içerde çürütüldüler, baskılara maruz kaldılar. Unuttuk bunları. Hatta canına kasdedilen Sabahattin Ali’yi hatırlayın. Ama en çok Yeşilçam’a müdahale etti “Müesses Nizam” En büyük sosyal manipülasyonu Yeşilçam’a yaptılar. Bunu o kadar ustaca ve o kadar planlı yaptılar ki; Yeşilçam bile anlamadı.
İlk dönemlerde Yeşilçam’da 'feodal sistem' sorgulanıyordu. Hep ağalık düzeni eleştirisi vardı. Ne de olsa ABD destekli DP iktidarı iş başına gelmişti ve gelişen kapitalizmin yeni yetme burjuvazisine yer açmak gerekiyordu. Ellilerde dizi gibi film çekiyorlardı Yeşilçam’da. Ama anımsarsanız hepsi feodalizmi tasfiyeye yönelikti. Ağa kötüdür, ırza geçer, dolandırır, ezer, sömürür. Peki, 1960’a yaklaşırken Yeşilçam’da ne değişti? Eleştiri köylerden şehirlerin varoşlarına gelince durdu. Çünkü burjuvazi gelişiyordu. Burjuvazi eleştirilemezdi. Yeşilçam da hiç eleştiremedi.
Yetmişli yıllara gelindiğinde Yeşilçam, bugün için bile imkansız olan bir türe, açık biçimde pornografiye yöneldi. Bu sefer de gelişen toplumsal muhalefetten, işçi sınıfından gençleri uzak tutmak gerekiyordu. Emperyalist Proje başarılı oldu. Arkasından seksenden sonra cuntaya/sisteme destek olacak filmler çevrildi. Tüm bu süreçte Yılmaz Güney gibi tek tük birkaç yönetmen çıktı sistemi eleştiren, özellikle de 80 öncesi.
Müesses Nizam bence Yeşilçam’da başarılı oldu. Çünkü bugünkü dünyada en büyük silah görsel kültürdür, yazılı kültür değil. Çağımız; herkesin dediği gibi “imaj” çağıdır. Sistem sinemayı, tv ve renkli basını, gayet iyi kullanıyor. Öyle ki, kullanılanlar bile farkında değiller. Zaten gücü de bu. Köşe yazarları ne yazarsa yazsın manşetler belirleyici oluyor. Bugünlerde en büyük hizmeti de Kartel Medyası yapıyor. Aysbergin su üstündeki kısmını büyütüp, alttaki büyük sorunları saklayıp küçülterek sanal sorunlar yaratıyor. Bazı düzgün yazarlar da bu hengamede istemeseler de sisteme entegre imaj sergiliyorlar. Halk, kitaptan ve okumaktan kaçıyor. İnsanların beyni boşaltılınca, eğitilmemeye, düşünmemeye yöneltilince, her şey istenildiği gibi rayına oturtuluyor. Böylece sanat ve edebiyatın toplumsal temeli de “çaktırılmadan” ortadan kalkmış oluyor. Geçmişte Fethi Naci, Türkiye için, “ne kadar futbol varsa o kadar sanat var” demişti. Zamanla futbol da kapitalist metalaşma sürecini tamamlayarak sisteme entegre olunca, durum daha da vahimleşti bence. Futbol imaj liginde bir üste düşerken, bilim onun yerine küme düştü. Bugün sonuç olarak Türkiye’de ne kadar bilim varsa o kadar sanat ve edebiyat var. Ben bunu söylüyorum.
- Abdelrahman Münif var Arap Edebiyatı’nın güçlü kalemi, oranın Yaşar Kemal’i diyelim. İhtiyara Suikast’ı yayınlandı Türkiye’de. İngilizceye beş cilt olarak çevrilmiş, olay olması gerekirken kimse tınmamış İngiltere’de. Tam bir “Pazar Edebiyatı’na dönüştü tüm dünyada edebiyat. Kültürel alana uluslararası sistemin el attığını, sanatın edebiyatın beğenilerinin, modalarının rayını değiştirdiğini düşünüyorum.
- İşte benim “Hollywood Effect” diye uydurduğum, küresel sermayenin medya gücü bu. Dan Brown’ın romanları örneğin. Bunun sebebi nedir? Yine o görsellik. Bu tür romanlar moda oldu. ABD sineması bu emperyalist kültürün en büyük taşıyıcısı. Ama Amerika’da Eleştirel sinema da var. Bunu da görmek ve atlamamak lazım. Zayıf da olsa sesi çıkıyor orada. Ne filmler yapılıyor ama biz ve üçüncü dünyada bu filmler pazarlanmıyor. Sansür, “kapitalist marketin” eliyle çalışıyor. Küresel sermayeye direnen kesimler perifer ülkelerde yok, ama bu perifer üçüncü dünya ülkelerinde çok büyük bir direniş var artık. Dan Brown gibi yazarlar isterse sosyal olayları da yazabilir. Çünkü O, senaryo gibi yazıyor. Burası önemli. Bizde, Kemal Tahir’in Kurt Kanunu. Dan Brown’ın Da vinci Şifresi’nden daha iyi bir anlatımla yazılmıştır. Kurgusu da sanırım öyle. Kurt Kanunu’nda olaylar, adeta sinema şeridi gibi geçer. Bu durum aslında görselliğin öne çıktığı dünyaya çok uyuyor.
Bence Tarik Ali şöyle bir hata yapmış, gözünden kaçırmış, tarihçidir ama bana göre siyasi kavrayışı yeterli değildir. Kısaca bu konuyu yorumlamak için siyasallaştırırsak; “görsel anlatımın egemen olmasından” doğuyor bu tür edebiyat. Eisenstein’da bu durum çok açık. Potemkin Zırhlısı’nı çekmiş bir sosyalist iken, daha sonra II. Dünya Savaşı sonrası Sovyetler -yani aslında Stalin demek lazım- Rus milliyetçiliğine ihtiyaç duyunca, Eisenstein bu sefer ulus kimliğini öne çıkaran “Aleksandr Nevski”yi çekti. Mesele burada siyasetin akışkanlığı.
Diyalektik anlayışa çok uyacak şekilde “Eleştirel Sinema” aslında en gelişmiş olarak ABD’de var. Bütün sinema alanı, yani Hollywood Yahudilerin egemenliğinde olması nedeniyle, Evanjelistler’in desteklediği Mel Gibson’un çektiği İsa filmi üç yıl gösterilemedi. 11 Eylül’den sonra sinemalara inebildi. Amerika’da eleştirel düşünce hala sınırlı da olsa bağımsızlığını koruyor, ama bu eserleri maalesef biz genellikle görmüyoruz, haberimiz bile olmuyor. Michael Moore’un “Benim Cici Silahım” filmi Oscar almasaydı, oğlum ABD de o sıralarda sinema okuyor olmasaydı, o göstermeseydi; çok sık ABD de bulunan birisi olmama rağmen ben bile bilemeyecektim.
Görselliğin gücünü Amerikan Müesses Nizamı içinde en iyi 20’lerde FBI’ı kuran ve nerdeyse elli yıl yöneten, sekiz başkan görmüş olan Edgar Hoover farketmiş. Şarlo’yu yasaklamış, yirmi küsür yıl ABD’ye girişini yasaklatmış. Hoover’ın arka planda yönettiği Joseph McCarthy de adını taşıyan dönemde en büyük tahribatı Rosenbergler’den yola çıkarak Hollywood’u temizleyerek yapmıştır. Yani “Hollywod ve Amerika komünistlere karşı steril edilmiştir.” Bu suçlamalarla tüm eleştirel düşünce tasfiye edilmiş, kalanlar da asimile olmuşlardır. Bütün Hollyvood camiası, yüzlerce sinema yıldızını yasakladı, film çektirmedi. Orada sansür kaba bir biçimde filmler yasaklanarak olmuyor bizdeki gibi, iş vermiyor gizli bir el, aç kalıyorsun, öyle köşende yaşıyor ölüyorsun. Kapitalizm böyle evrenselleşti, bugün küreselleşme diye yutturulan emperyalizm; 50’lerde böyle tavan yaptı. Sisteme uymayanlar da bugünlerde az değil. Ne kitaplar yayınlanıyor, ne filmler yapılıyor ABD’de; ama kimsenin haberi olmuyor. Bize Dan Brown’u sokuşturuyorlar. Yıllarca Latin Amerika Edebiyatı’nı sokmadılar Amerika’ya.
- Edebiyat hiç de yaşanılan politik ortamdan, ekonomi politikten bağımsız değil yani.
- Hiç bir zaman ve hiçbir şey; üretim tarzından bağımsız olamaz. Hele, idelojinin en kolay etkisine girebilecek olan edebiyat. Bizim gibi ülkelerde küresel sermaye etkisiyle bağımsız bir ideoloji oluşmuyor. Zaten ideolojiler bağımsız olmaz. Ya ezilenlerden yanasındır; ya da ezenlerle berabersindir. Orada Metropol ülkelerde, düşünceyi yasaklamıyorlar, sansürü dolaylı yollardan yapıyorlar; medyayla, ekonomiyle engelleniyor. Ama perifer ülkelere gelince durum değişiyor. Dehşet bir “dolaylı” sansür var. Eğitim sistemlerini çökerterek ve halkların beyinlerini boşaltarak yapıyorlar bunu. Son kırk yılda açık bir şekilde bunu Japonya’da yaptılar. Japon kültürü kalmadı artık. İnsanlar, çocuklar orada üç yüz kelimeyle konuşuyorlar. Sokaklar İngilizce afişlerle, panolarla dolu. Türkiye’deki gibi İngilizce yazılı ama dilsel bazda anlamsız olan yazılar görüyoruz t-shirtlerde. Gençler adeta Amerikalı Yupiler gibi yaşıyorlar, yaşamaya çalışıyorlar. İnanılır gibi değil.
- Özal orayı taklit edecekti eğitimde.
- Bugünkü Japon gençliği Japon değil. Bugün erkekler de erkek değil, kadınlar da bildiğimiz geleneksel kadın değil. Erkekler kaşlarını, vücut kıllarını aldırıyorlar, epilasyon yaptırıyorlar. Artık hit olan Tom Cruise tipi, yaşam tarzı. Başarının da tek bir kriteri var küresel dünyada; “sınırsız para yapmak”. İşte küresel sermayenin gücü bu.
- Türkiye’de edebiyatın aşağılanmasının nedenleri anlaşılıyor. Çok kötü yazarların yazar olarak sunulması.
- Felsefe olmadan olmuyor demiştim daha önce. Okumayan bir nesil yazabilir mi? Yazarsa ancak kendi yaşamını yazar; o da roman olmaz.
- Kağıt sektörü yabancılaştı. Fabrikalar satıldı, talan edildi. Kağıtta dışa bağımlıyız. Euro’yla kağıt alıyor bu yoksul ülke. Yayıncılar, 3000 Euro maaş alan bireylerden oluşan Avrupalı okur varmış gibi, yüksek bir maliyetle çalışıyor. Böylece halkın % 90’ı okuyamıyor; yoksullara okuma olanağı kalmıyor ülkemizde. Geniş kitlelere ulaşılamıyor.
- Sizi kurum olarak topyekün eleştireceğim. Okullarda, üniversitelerde eğitim adına cahilleştiriliyorsa insanlar olacağı budur. Evet, insanlar bugün çok kolay kitaba ulaşıyorlar. Bunu şundan söylüyorum; insanlar cahilleştirilirse yüksek kültüre gerek kalmaz. Anı yazar gibi her önüne gelen yazıyor, yazar oluyor. Ne edebiyat var ne bir şey. Hele bilim adına ne cahillikler sergileniyor, ne kitaplar yazılıyor. İnternet Blogları. Herkesin blogu var.
Ben her zaman kitaba çok değer verdim. Hala da öyle. Hatta bu ilgim çok daha fazla arttı bugün. Sizler yayıncı olarak insanların önüne bir yığın kötü yazarı çıkarıyorsanız; içlerindeki iyiyi nasıl seçeceksiniz. Kaliteyi satamazsanız, ürettiğiniz malın metalaşmasını sağlayamazsanız olmaz. Bu dergiyi birisi para verip almıyorsa, etkili de olamazsınız. Para veren okur, para vermeyen okumaz. Bu dergicilik, yayıncılık ilkesidir. O kaliteyi yirmi beş yıldır olmayan bir eğitim sistemiyle yapamazsınız. Böyle bir ülkede edebiyatı-sanatı geliştiremezsiniz. Hayatım boyunca feminizme karşı çıktım. Neden mi? Sosyalizmi sulandırdığı için. Bu kadın haklarına karşıyım demek değil. Bir toplumu kurtardığınızda kadını da kurtarmış olursunuz zaten. Bir şeyi edebiyata indirgemeyin yalnızca; onun altında yatan sorunlar edebiyat ve sanattan kaynaklanmıyor. Benim yayıncığı bırakmamın nedeni de budur.
Geçen yıl otuz yıllık arkadaşım Murat Belge, Radikal’de benim Verso’dan 1980 sonlarında yayınladığım Barrington Moore Jr.’ın “Diktatörlük ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri” isimli kitabı üzerine yazı yazdı. “Dünyayı anlamak için bu kitabı bassın birisi” diyor. Mutlaka basılmalı, tüm okullarda ders kitabı olarak okutulmalı diye. Oysa ki; bu kitap 1988’den beri satılıyor. Ben yayıncılığı bırakınca benim önerimle İmge Kitabevi bastı. Halen de yeni baskılarını yapıyor. Tam 20 yıldır hep piyasada. Çevirmenlerinden birisi de (Şirin Tekeli-Alaeddin Şenel) yakın arkadaşı, ayrıca çıktığında bu kitabı bizzat ben kendisine vermiştim. Unutmuş. Arkadaşım Murat’a doğrusu yakışmadı bu olay.
Ataol Behramoğlu da geçenlerde yazdı, Rus Düşünce Tarihi adlı kitabı. Bugünkü Türkiye’yi anlamak için bir başyapıt diye yazmış. Lütfedip yayınevini (Verso) bile yazmamış. Onun bugün okuduğu kitabı birileri, yani bizler 1989’da tam 20 yıl önce yayınlamışız. Bugünleri görmüşüz, ama bunun bu ülkede önemi yok. İşte Batı ile farkımız. Senin bugün hazır olarak kucağında Türkçesini bulduğun kitabı birileri seçerek çevirtmiş ve yayınlamış. Sana sadece kolayca okumak kalmış.
Aydınlara bu işler hep basit geldi. Bunu o yıllarda sıkça yaşayınca, olaylara bu kadar basit bakılınca; 90’ların ortasında yayıncılığı bıraktım. 1980-90’lara damgasını vuran dev bir yayınevini birkaç ayda tasfiye ettim. İnsanlar kitap alsın diye de anormal bir indirimle, maliyetinin bile onda birine kitapları piyasaya sürdüm. Neredeyse bedavaya depoları tasfiye ettim. Çok daha iyi bedel öneren pazarlama firmalarına satmadım. Bu sektörde herkes bilir. Yayınevi olarak Verso, bu ülkenin aydınlarına fazlaydı. Maalesef istemeden de olsa bu kararımdan asıl zararlı çıkan Türk insanı oldu. Bu hep içimde uktedir. Şunu da söylemeden geçemeyeceğim; o tarihlerde William H. McNeill’in Dünya Tarihi’ni; Althusser’i, Gramsci’yi, Marc Bloch’u, H.Pirenne’i, Edgar Moren’i, E.Hobsbawm’ın tüm temel kitaplarını, Bottomore’un kitaplarını... Daha onlarcasını, yüzlercesini bastım. Yayıncılığı bırakınca bunları karşılıksız olarak desteklediğim yayınevlerine önerip basılmalarını sağladım. Kısaca Verso olarak, bir devletin basması gereken kitapları bastım ben bir zamanlar.
- Ben de edebiyat yıllığı yayınladım geçen yıl. Elimde kaldı.
- Bence bu mücadeleyi, edebiyat içinde kalarak, derginin çerçevesinde edebiyatı kitlelere sevdirmek gibi amaçlarla yaparak başarılı olamazsınız. Sistemi sorgulamak lazım. Sanatsal eleştiri, toplumun ilerlemesini sağlar. Sanat toplumsal eleştiriye dönüşmediği sürece sanat olmaz. Tarihten bir örnek vereyim aklıma gelen; Velasquez buna örnektir. Bütün kraliyet ailesini çizmiş, resmetmiş; ama tiplerin hepsiyle alay ediyor, ince bir sosyal eleştiri var. Anlayana... Avusturya-Macaristan İmparatoru Metternich Beethoven’e “bana adımı taşıyan bir oratoryo yaz” demiş. Ama Beethoven yazmıyor. Karısı Matternich’e “Niçin yazmadığı için üzülüyorsun? ” diyor. Matternich ise karısı kraliçeye; Beethoven’i yüz yıl sonra herkes bilecek ama beni kimse anımsamayacak diyor.
Yani sanatın o eleştirel yanını, sistem eleştirisine çeviremezseniz olmaz. Asıl sorun edebiyatı değil sistemi eleştiren edebiyat eserlerini duyurmak olmalı. Küresel sermaye asıl sorunları göstermiyor çünkü, küçük sorunları öne çıkarıyor. Anayasa Mahkemesi başkanvekilinin dinlenmesini örtmek için Önder Sav’ı öne çıkarıyorlar. Görselliğin özelliği bu işte. Goebbels, “İnsanların önüne o kadar büyük bir balon koyacaksın ki; gerçeği içinde kaybettireceksin” der.
...
müşteri
02.10.2008 - 18:29Nocturne No.9 in B major, Op.32 No.1
Yekçeşm...
aşkın ritmi
27.09.2008 - 23:37Blue Oyster Cult - Don't Fear The Reaper...
ayrılık acısı
27.09.2008 - 23:32İnan üzülmedim elveda derken
Geri geleceğin içime doğdu
Nasibini alıp yalan sevgiden
Kııymet bileceğin içime doğdu
Gittiğin yerlerde sevgisiz kalıp
Yar diye bağrına taşları basıp
Elimi hasretle eline alıp
Affet diyeceğin içime doğdu...
ilham kaynağı olmak
27.09.2008 - 23:26Maurice Ravel'in 1907'den sonraki eserlerinde beliren egzotik ve folklorik etkiyi ilk yansıtan eserlerden biri olan 'Vocalise en forme de Habanera' (Habanera formunda Ağızlama -vokaliz-) ya da kısaca Habanera, aslında kadın sesi ve piyano için etüd şeklinde bestelenmiştir... Küba kaynaklı 2/4'lük ölçüdeki kıvrak Habanera temposuyla başlayan bu küçük eser, özlem dolu olduğu kadar, hiç kesilmeden süregelen yabancı, Endülüs benzeri ezgisiyle ilgi çekmiş, keman ve viyolonselden başka düşünülebilen her türlü çalgı için uygulaması yapılmıştır... Habanera, aradaki kromatik trilli kadansı ile değişik bir özellik içerir...
karanlık enerji
27.09.2008 - 23:20Kapris No.21, 4/4'lük ölçüde, Aşk dolu (Amoroso) başlığını taşır... Belki de Paganini'ye Lucca'daki gizemli hanımı anımsatır; ama devamı güç altılı aralıkları içeren çok hızlı (Presto) tempoda, uçarcasına sonuçlanır...
Kapris No.22, 4/4'lük ölçüde ve Fa Majör tondadır... Vurgulamalı (marcato) başlar; yine minör bölmede hızlanır...
Kapris No 23 yine ölçülü (Posato) sinyallerle girer; kısa kadansları kesik akorlar cevaplar... O zaman için yenilik sayılan glissando'lu (kaydırmalı) oktavlarla tanınır...
2/4'lük ölçüdeki Kapris No.24 (Quasi presto) , La minör tema üzerine 12 varyasyondan oluşur... Kemanda kullanılan bütün teknik özelliklerin oldukça hızlı (quasi presto) tempoda teker teker sergilendiği bu ünlü kaprisi Liszt, Brahms, Blacher, Lutoslawski ve Rahmaninov bestelerinde değerlendirmiştir... Tüm önceki kaprislerin bir özeti ya da özü olan bu kaprisin bir düzenlemesini de, birçok ünlü kemancı yetiştiren Macar asıllı, keman virtüozu Leopold Auer (1845-1930) yapmış, hattâ William Primrose viyolaya da uygulamıştır...
No. 20,21 ve 24 Kaprisler'in yeni bir düzenlemesini ise Polonyalı besteci Karol Szymanowski (1882-1937) piyano eşliğinde - tonalitelerini koruyarak bazı ufak değişikliklerle - tekrar keman için Op.40 olarak yayınlamıştır...
Paganini'yi bir konserinde izleyen Robert Schumann ise bu kaprislere hayran kalmış, daha Paganini hayattayken 1833-35 yılları arasında 12 tane piyano düzenlemesi yapmıştır...
rejim
27.09.2008 - 23:12İşte yargı cephesinden ekonominin gidişatı... Yargıtay tarihinde suç dosyaları ilk kez 1.5 milyona ulaştı... Ekonomik suçlar dörde katlandı... Elektrik hırsızlığı 100 bin, karşılıksız çek 50 bin, hırsızlık ve gasp 60-70 bin dosyayı buldu...
Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker, ekonomideki darboğazı dosyalarla ortaya koydu... İş yükü arttığı için 6 yeni daire oluşturulacağını söyleyen Gerçeker, 6. Ceza Dairesi'nin yükünün de başka dairelere aktarıldığını anlattı... 'Bu dosyalar 10 yılda erimez. On binlercesi zamanaşımına uğrayacak' dedi...
Gerçeker, traji-komik bir örnek de verdi... Kilitlenme noktasına geldik... 1.5 milyon dosyadan 600 bini incelenmeden sonraki yıla devredecek... Eskiden taraflar 'öncelik' dilekçesi verirdi... Şimdi 'önceliğin de öncesi' gibi talepler geliyor...
...
Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alınan Nurseli İdiz, Ntv'deki 'Haydi Gel Bizimle Ol' adlı programa konuk oldu... Gözaltı sürecinde yaşadıklarını da anlatan İdiz, 'Çok iyi muamele gördüm. Polisler artık eskisi gibi değil' diye konuştu... İdiz'in sözleri Pınar Kür'ü kızdırdı... Kür, 'Irzına geçmediler diye mi böyle konuşuyorsun? ' diyerek serzenişte bulundu...
...
İstanbul, dün ABD'yi harabeye çeviren kasırgaların benzerine sahne oldu... Saatte 70-80 km. hıza ulaşan şiddetli rüzgar çatıları uçurdu, ağaçları ve elektrik direklerini devirdi... Gemiler karaya oturdu, uçaklar rötarlı iniş yaptı... En acı olay Kuştepe'de yaşandı... Kopan cami minaresi, bir lokantanın üzerine düştü... 1 kişi öldü, 2 kişi yaralandı...
...
Müstehcen esprileriyle RTÜK'ü kızdıran Huysuz Virjin, prime-time yasağını deldi... RTÜK'le pazarlık yapan ATV yöneticileri, 'Banttan yayınlanırsa erken saatte ekrana gelebilir' izni aldı... Çalık Grubu'na ait kanalın 'müstehcenlik anlaşması' şaşırttı...
...
Gümrük Başkontrolörü Bayram Çolak, AKP'li Fırat'la mahkemelik oluyor... Çolak, TBMM'deki düelloda kendisine 'tosun' diyen Fırat'a tazminat davası açacak... Fırat, MENAS raporunu yazan Çolak'ı Başbakanlığa şikayet etmişti...
...
Bolu Valisi H. İbrahim Akpınar, 215 bin YTL'lik Audi Q7 makam aracı aldı... Vali, 'Çok mütevazi' dediği aracı, tasarruf için tercih ettiğini söyledi...
...
İsveç Prensesi Brigitte Ingeborg Alice, tatil için Bodrum'a geldi... Bodrum Belediye Başkanı Mazlum Ağan, Prenses onuruna kokteyl verdi...
...
Manisa'da evlendirme vaadiyle dolandırıcılık yapan şebeke çökertildi... 'Her yaşta kız buluruz' sloganıyla yola çıkan çete üyeleri, eş ve kızlarını gelin adayı olarak tanıtıp kurbanlardan para aldı...
...
İsviçre güzellik yarışmasında ilk kez bir Türk kızı finale çıktı... 20 yaşındaki Selver Yavuz, 16 finalist arasından İsviçre'nin en güzel kızı olabilmek için yarışacak...
...
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, New York Borsası'nın açılış gongunu çaldı... Borsada seans öncesi bilgi alan Gül, yerel saatle 09.30'da gongun düğmesine basarak borsayı açtı...
...
berzah
24.09.2008 - 23:25ESKİ ELBİSELERİN HÂFIZASI
Kapalıçarşı'da birkaç istikametten düdük sesleri gelmeye başladı... Bu, her akşam üzeri çarşı bekçilerinin verdiği bir işarettir ki, kapanma saatinin geldiğini ve dükkânını kapamaya geç kalanların acele etmesini ilân eder... O saatte Sahaflar Çarşısı tarafındaki büyük kapıdan içeriye bir göz atmak korkunçtur... Çarşı, kimi kapanmış, kimi kapatılmaya uğraşılan iki sıra dükkânın çizdiği, karanlık ve nerede bittiği belirsiz bir dehliz halinde uzar... Ayrıca kepengi olmayan bazı vitrinli mağazaların camekânlarındaki eşya, bütün gün üzerlerine serpilen elektrik ziyasından ayrı düşünce, korkularından büzülürler ve camdan, çarşının tenhalaşmış yolunu görmemek için gözlerini yumarlar...
Yine o saatte çarşıdan geçenlerin adımları o kadar hızlı ve halleri o kadar telâşlıdır ki, üç adım geride bir cinayet işlemiş farzedilebilirler... Sanki tepelerindeki kurşun kubbe biraz sonra çökecekmiş gibi, çarşının tâ öbür başında gündüzün son beyazlığını çevreleyen kapıdan bir an evvel geçip temiz havaya kavuşmak için can atarlar... O saatte çarşıdan geçen herkesi görünmez bir elle arkasından iterek kapılardan dışarıya atan ve ağır kilitler, keskin gıcırtılarla kapanan iki tunç kapının arasında tek başına kalmak isteyen, sanki bir manâ, bir ruh vardır... Vehimleri seven bir adam için bu ruhun yuva kurduğu yer eski elbiseciler tarafıdır...
Düdük sesleri seyrekleşmiş ve eski elbiseci, dükkânının yola doğru uzanan peykesindeki mankenleri omuzlayarak içeriye aldıktan sonra kepenkleri kapamıştı... O günkü kazancını buruşuk bir zarfın içine doldurup cebine attı... Kepenkleri bir bel kemeri gibi saran demir kolu muayene etti... Kilidi vurdu ve arkasına bakmadan ağır adımlarla ilerleye ilerleye kayboldu...
Kullanılmış elbise giyen, siyah boyalı, dört başsız manken, küf kokan taş kubbeli daracık dükkânın içinde yüz yüze duruyorlar...
Koyu karanlıkta birbirlerini görüp görmedikleri malûm değil... Dördü de dükkân sahibinin gittikçe uzaklaşan ayak seslerini dinleyip artık hiçbir şey duymaz olduktan sonra hâlâ gizli bir ses işitiyormuş gibi, bir müddet dalgın, beklediler... Taş kubbeden, rutubet damlaları hâlinde şıp şıp süzülen, âdeta, yürüyen zamanın ayak seslerini sayan bir âhenk duyuluyor...
Mankenlerden biri fısıltıyla yanındakine hitap etti:
- Bak, şu karşımızdaki koyu elbiseliyi görüyor musun? Yahudi, bugün satın aldı onu... Haydi konuşalım!
Öbürü başını salladı:
- Haydi konuşalım!
Üçüncü mankenin de eteğini çektiler:
- Haydi konuşalım!
İlk söze başlayan manken yeni gelene dönerek sesini biraz daha dikleştirdi:
- Bugün seni Yahudi'ye getiren genç ne kadar da solgun yüzlüydü... Sönük gözlerinin mânasını, karanlıkta ancak biz anladık... Üstünde, kolları iki parmak kısa gelen bir ceket, bol gelen bir pantolon vardı... Belliydi ki, o elbise, bir arkadaşından bir günlüğe alınmış bir elbiseydi... Seni fena bağlanmış bir paket içinde, koltuğunun altında taşıyordu... Sen onun yegâne elbisesiydin, değil mi?
Ve üç manken, yeni gelenin henüz hiç işitmedikleri sesini duymak için kulak kabarttılar...
Yeni gelen cevap verdi:
- Evet!
Fakat bu tek kelimelik cevap o kadar resmî ve ses o kadar maskeliydi ki, yeni gelenin içyüzünü anlamak, kâbil olamadı... Aylardan beri bu dükkânda oturan Yahudileşen öbür mankenler, hemen ittifak ettiler ki, yeni geleni anlayabilmek için ona uzun bir cümle söyletmelidir...
İçlerinde en kıdemli ve açık gözlü, ilk söze başlayan manken devam etti:
- Biz o gence ne kadar şaştık... Senin gibi iyi kumaştan ve iyi terziden çıkmış, ana ve baba tarafından asil bir elbiseyi hiç pazarlık etmeden Yahudi'nin ilk verdiği paraya bırakıverdi... Genç, paraları alırken dikkat ettim... Öyle bir nefretle aldı ki, müthişti... Parayı alırken bir anda gözleri Yahudi'nin siyah tırnaklarına takıldı... O kadar... Sonra dükkânın önünden uzaklaştı... O nasıl uzaklaşıştı o... Biz ki, başsız tahta mankenler, her şeyi görür ve anlarız; eminiz ki, o genç sokağın köşesini döner dönmez: “Yahudi arkamdan geliyor... Şimdi satın aldığı elbiseyi geri vererek vazgeçtim diyecek...” diye koşa koşa kaçmıştır... Halbuki bu neticeye asıl kendi lâyık olan Yahudi, o anda keyfinden benim omuzlarımı okşamış ve bir dükkâncı komşusundan ödünç bir sigara istemişti... Gencin elbise paketini uzatırken titreyen parmaklarıyla, Yahudi'nin elbiseyi muayene ederken suratının zoraki somurtuşu hiç hatırımdan çıkmayacak... Seni bu şekilde satması için kim bilir o genç ne büyük bir ihtiyaca düşmüş olmalı, değil mi?
Ve yine üçü birden, görünmeyen başını, teessürden göğsüne düşmüş farz ettikleri yeni gelen mankenin artık içini dökeceğini tahmin ederek beklediler... Yeni gelen gene kısaca cevap verdi:
- Evet...
Artık yeni arkadaşlarının ağzından bir söz almak için:
- Anlatsana kuzum, bize gencin hikâyesini anlatsana!
Demekten başka çare kalmamıştı... Halbuki bunu söylemeye üçü de tereddüt ediyorlar ve karanlıkta, elsiz kollarını büyük bir heyecanla inip kalkan tahta göğüslerine bastırarak bu suâli sorduracak cesareti yüreklerinde biriktirmeye çalışıyorlardı... Yeni gelenin kumaşı gibi asil sükûtu, onların merak ve heyecanlarını arttırdığı kadar cesaretlerini de kırmıştı... Yine en akıllıları olan birinci manken bütün zekâ ve inceliğini toplayarak son bir hücuma kalkışmak istedi... Fakat gözünün önünden geçen bir hayâl, son sahibinin hayâli dudaklarını kilitledi... Artık o, yeni gelen genci söyletmek değil, kendisi söylemek istiyordu:
- Ah, bilsen biz senin ıstırabını ne iyi anlıyoruz! Biz ki, her şeyi görür ve anlarız! Düşün, bir elbiseyle bir vücut arasındaki esrarlı rabıtayı düşün! O elbise ki, terzinin elinden vücudunun basit hendesesine göre yapılmış mânasız bir kalıp halinde çıkar ve sonra bir vücuda yapışıp onun bütün hareketleriyle yaşamaya başlayınca ne hale gelir, düşün! Başlangıçta dümdüz bir alın gibi hiç bir şey ifade etmeyen elbiseler atılacağı güne kadar vücudun her hareketini saniyesi saniyesine kaydeden korkunç bir hâfızadır... Birçok oturuş şekillerinin kabarttığı dizkapaklarımızı düşün! Her duygunun hususî bir biçim verdiği omuzlarımızı düşün! Kambur vaziyetlerde nasıl arkaya toplandığımızı, bütün mafsal yerlerinde nasıl halkalaştığımızı düşün! Vücudun sonsuz hareketleri içinde bize düşmeyen pay hangisidir? Bunların içinde sefaletlerin, açlıkların, ihtirasların, cinayetlerin, coşkunlukların, kahkahaların alnımıza çizdiği hep hususî bir çizgi vardır... İnsanlar sanırlar ki, bizim üstümüzdeki her çizgi, her intiba, bir diğer çizgi veya intiba ile silinir, hepsi birbirine karışır, mânasız bir halita olur ve sonunda biz eskimiş bulunuruz... Eskiriz, fakat insanlardan evvel eskidiğimiz için onlardan daha ince ve hassas olan biz, bütün çizgiler ve intibalarımızı hep birbirinin içinde saklarız... Bu öyle bir halitadır ki, bunun düğümünü ele geçirebilen göz onu çözdükçe, doğumumuzdan ölümümüze kadar bütün hayatımızı, zamanın atomları içine sıkıştırır ve bu korkunç, ah, bu korkunç hafıza küpü içinde, mazinin, birbirinin üstünden akan küçük yılanlar halinde nasıl kaynaştığını görür... Fakat o göz kimde vardır? Kimsede... Yalnız bizde... Biz ki, her şeyi görür ve anlarız, seni görüyor ve anlıyoruz... Bize artık hikâyeni anlatma! Ne lüzûm var? Biz onu biliyoruz... Ben sana kendi hikâyemi ne diye anlatayım? Sen de onu bilirsin... Beni bir ölünün üstünden çıkardılar... Burada satılacak adam bekliyorum... Öbürü tıpkı benim gibi, bugün bir ölünün üstünden çıkmadıysa yarın ikinci veya üçüncü sahibinden sonra bir ölünün üstünden çıkacak... Düşün, düşün, biz insanlardan evvel eskidiğimiz halde kaç insan eskitiyoruz? Bizim ıstırabımızı düşün! Biz vücutsuz kalan bir elbise miyiz, yoksa elbisesiz kalmış bir ıstırabın vücudu mu?
- Evet...
Üç manken de yeni gelen mankenin üçüncü “evet” kelimesini söylediğini zannettiler... Halbuki o hiçbir şey söylemeden susuyor ve o anda dükkânın taş kubbesindeki pencereden giren ay ışığında, omuzlarında solgun yüzlü gencin başı olduğu halde, gözleri hayret ve korkuyla açılmış, dükkânın kirli aynasından kendisini seyrediyordu...
NFK
(1928)
rejim
22.09.2008 - 22:48...
- Türkiye'nin bu coğrafyada kendisine has ve kendi dünya görüşü çerçevesinde bir politikası, anlayışı, stratejik bir vizyonu olması gerekiyor... Bu çerçevede de kendi ayakları üzerinde duran bir dış politika çizmesi ve bunu etrafına kabul ettirmesi gerekiyor...
- Bence de doğrusu bu... Fakat olmayan da gerçekten bu... Benim esasında temel fikrim; bir ülkenin her konuda dış politikası olması ve bu dış politikasının da herkes tarafından çok iyi bilinmesi ve bütün herkesin doktrine edilmesi lâzım... Bu sıradan bir vatandaş olabilir, oraya giden bir ticaret adamı olabilir, tabiî ki oradaki büyükelçilerimiz, dışişleri mensuplarımız olabilir... Her ülkenin bilinen bir dış politikası üniversite bazında, öğrenci bazında bilinmesi lâzım...
- Kafalarda -istisnalar bir yana- en ufak şüphe bırakmadan bakış açınızı belli etmeniz toplumun da buna az-çok vakıf olması ve buna göre hareket etmesi gerektiğini söylüyorsunuz...
- Tabi... Çok basit olarak, meselâ biz Kıbrıs'a giderken pasaportumuzda bu ülkeye giriş damgası olduğu zaman İtalyan Başkonsolosu bize vize vermiyordu... Biz de ondan sonra başladık pasaportumuza bir tâne kağıt iliştirmeye, o kağıda damgayı bastırıp yarın-öbür gün sıkıntı olmasın diye çözüm üretmeye... Diğer yandan buraya bir İtalyan iş adamı geliyor veya bir futbolcu geliyor ve biliyorsunuz ki kendi ülkesinin dış politikasını veya Kıbrıs politikasını biliyor... Halbuki bizim üniversite öğretim üyelerimiz çeşitli konularda Berlin veya Paris'te katıldığı konferanslarda Türkiye'nin görüşleri konusunda doktrine edilmediğini görüyorsunuz... Yani bilinmiyor, orada neyi savunacağını bilmiyor... Tabiî ki kendi fikirlerini savunuyor, ancak, bir ülkenin temsilcisi orada bulunurken, devletin politikalarını da bilmesi lâzım... Eğer ki varsa onları savunacağı bir ortam, onları da savunması lâzım...
- Halkın bütün kesimlerinin dış politikaya dair kafalarında bütünleşmiş bir fikir olması gerekiyor... Dışa karşı duruşunuzu gösteren tutarlı bir bütünlük... Zaten İtalya örneğini verdiniz, o tutarlı bakışı onlarda görüyorsunuz...
- Tabiî ki görüyorsunuz... Yani, örnek verecek olursak, Kıbrıs'daki bütünleşmeyi en çok destekleyen ülkelerden bir tanesi Belçika; fakat ayrılmanın eşiğinde... Ama şimdi Belçika'nın bir politikası var, kanun tasarısı sunuyor, diyor ki; 'Kıbrıs tekrar bir araya gelmelidir'. Bunu destekliyor... Bakıyorsunuz, Slovakya ile Çek Cumhuriyeti ayrılmış, ama Slovakya ne diyor; 'Kıbrıs'ta yeni bir çözüm sağlanmalı, birleşik Kıbrıs kurulmalıdır' diyebiliyor... Devlet politikası o kadar her kademeye yayılmış ki, bunu bir Belçika vatandaşı ile konuşsan veya bir akademisyenle de konuşsan bunu savunuyor...
...
rejim
19.09.2008 - 22:43...
Derin bir çukur kazan avcılar, bu çukura düşen file sabahleyin biri gelip dayak atar, akşam diğeri gelip yemek verir... 40 günün sonunda da fil çukurdan çıkartılır ama bu sefer de kendisine yemek veren o avcının emrine muti olmuştur... Tuzak, çukura düşmekte değil, yemek verenin peşine takılmakta...
...
rejim
19.09.2008 - 22:27SAHTELİKLER DÜNYASI
KADINDA:
Saç sahte,
Kaş sahte,
Kirpik sahte,
Burun sahte,
Diş sahte...
ERKEKTE:
Kılık sahte,
Bıyık sahte,
Sakal sahte,
Edâ sahte...
GIDADA:
Yağ sahte,
Bal sahte,
Yumurta sahte,
Et sahte...
KIYMETTE:
Para sahte,
Bilânço sahte,
Tedavül sahte,
İtibar sahte...
KÜLTÜRDE:
Dil sahte,
Tarih sahte,
Devrim sahte,
Kahraman sahte...
SANATTA
Şiir sahte,
Roman sahte,
Tiyatro sahte,
Münekkid sahte...
POLİTİKADA:
Vicdan sahte,
İman sahte,
İz'ân sahte,
İrfan sahte...
NİZAMDA:
Hürriyet sahte,
Adalet sahte,
Disiplin sahte,
Denge sahte...
TESİSTE:
Fabrika sahte,
Baraj sahte,
Santral sahte,
Tezgah sahte...
MEKTEPTE:
Kitap sahte,
İlim sahte,
Profesör sahte,
Diploma sahte...
BASINDA:
Muharrir sahte,
Havadis sahte,
Fikir sahte,
Yorum sahte...
MÜMİN GEÇİNENDE:
Vecd sahte,
Anlayış sahte,
Gayret sahte,
Fedakârlık sahte...
NFK
âşıklık istidâdı
16.09.2008 - 22:49Koklamazsan bahçenizde sünbül olmak istemem
İstemem nergis, menekşe, al gül olmak istemem
Vermiyorsan aşka kıymet bilmiyorsan sevmeyi
İstemem nergis, menekşe, al gül olmak istemem...
içimizdeki hüzün devi
16.09.2008 - 22:48Your Mother Should Know...
aşkın ritmi
16.09.2008 - 22:45...
Aslında Küba'dan kaynaklanan 2/4'lük ölçüde bir dans olan Habanera'yı, Bizet'nin bir süre Paris'te de yaşamış olan İspanyol besteci Sebastian Yradier'den (1809-1865) aldığı öne sürülür... Carmen birinci perdede fabrikanın öğle paydosunda güzelliği ve şuhluğuyla erkeklerin ilgisini çeker ve 'L'amour est un oiseau rebel' (Aşk asi bir kuştur) şarkısını cilveli bir tavırla söyleyerek, Habanera temposuyla dans eder...
...
Toplam 3989 mesaj bulundu