Nice ayrılıklardan sonra 'kâlbe' sordular; 'Yare 'Kâbe' olmaktan vazgeçtin mi', dediki kalp: 'Kâbem yardan gayrı 'haccı' tanımaz, gecem 'yardan' gayrı 'ay' tanımaz; kavuşmak fani bir şey, lakin sadece o yare ahdım var, başka yar ahd-ı 'yar' a denk ol ...
12.07.2010 - 21:22
Yenilgi
Yenilgi, yenilgim, yalnızlığım ve kimsesizliğim.
Binlerce yengiden de bana değerli olan sen!
Dünyadaki tüm parlak başarılardan
sensin yüreğime yakın olan!
Yenilgi, yenilgim, baskaldırım
ve de benim kendimle tanışmam.
Sayendedir ki,
hala ben ayağı yere basan
ve solmuş defneler peşinde koşmayan
biri olduğumun bilincindeyim;
ve sende, yalnızlığımı buldum
ve de herkesten uzak,
ve de gururlu olmayı.
Yenilgi, yenilgim, benim parlak kılıcım
ve de kalkanım.
Gözlerinde okudum
tahtı arayanın
kendi kendisinin kuluna dönüştüğünü.
Ve, bir kimsenin derinliklerindeki
esasını anlayabilmemiz için
onun gücünü söndürmemiz gerektiğini.
Ve ancak böylesine olgunlaştıktan sonradır ki,
bir meyvenin tadına varılabildiğini.
Yenilgi, yenilgim,
benim sözünü sakınmaz yol arkadaşım
şarkımı, bağrışmalarımı, sessizliklerimi
hep duyacaksın.
Ve senden baska hiç kimse
bana söz etmeyecek
kanat çırpınmalarından
ve deniz kabarmalarından
ve de geceleri yanan dağlardan.
Ve sen, tek başına
ruhumun sarp ve kayalık
yollarından tırmanacaksın.
Yenilgi, yenilgim, benim ölmez cesaretim
sen ve ben fırtınada birlikte güleceğiz;
ve biz ikimiz, derin mezarlar kazacağız
içimizde ölmekte olanlara;
ve tutunacağız, tüm gücümüzle,
güneşin karşısında;
ve de tehlikeli olacağız.
Halil Cibran
'Deli-' 1918
11.07.2010 - 16:11
Baki'nin Son Şiiri
Âlâyiş-i dünyâdan el çekmege niyyet var
Yakında adem dirler bir şehre azîmet var
Uçdı bu fezâlardan mürg-ı dil-i nâlânım
Ârâm idemez oldum efkâr-ı seyâhat var
Nûş eylese bir âşık tâ haşre dek ayılmaz
Bezm-i feleğin bilmem câmında ne hâlet var
Bu hâlet ile ey dil sağ olmada âlemde
Derd ü gam-ı dilberle ölmekte letâfet var
Gitdükçe harâb eyler mülk-i dil-i vîrânı
Dehrün bu cefâsından bir şâha şikâyet var
Ser terkine kâ'ildir dünyâya gönül virmez
Terk ehlinin ey Bâkî başında sa'adet var.
10.07.2010 - 22:15
SIĞMAZAM
Mende sığar iki cahan, men bu cahana sığmazam,
Gövher-i lamekan menem, kövnü mekane sığmazam.
Arşla ferşü nun mende bulundu cümle çün
Kes sesini ve ebsem ol, şerhi beyane sığmazam.
Kövnü mekandır ayetim, zati dürür bidayetim,
Sen bu nişanla bil meni, bil ki, nişane sığmazam.
Kimse güman-ü zan ile olmadı hak ile biliş,
Hakkı bilen bilir ki, men zann-u gümane sığmazam.
Surete bak menini suret içinde tanı kim,
Cism ile can menem, veli cism ile cane sığmazam.
Hem sedefem, hem inciyem, haşru sırat esenciyem,
Bunca kumaş-ü raht ile men bu dükane sığmazam.
Genc-i nihan menem men uş, ayn-ı ayan menem men uş
Gövher-i kan menem men uş, behrev-ü kane sığmazam.
Gerçi muhite zemem, adım ademdir, ademem,
Dar ile künfekan menem, men bu mekane sığmazam.
Can ile hem cahan menem, dehrile hem zaman menem,
Gör bu latifeyi ki, men dehr-ü zamane sığmazam.
Encüm ile felek menem, vahy ile hem melek menem,
Çek dilini ebsem ol, men bu lisane sığmazam.
Zerre menem, güneş menem, çar ile penç-ü şeş menem,
Sureti gör beyan ile, çünkü beyane sığmazam.
Zat ileyem sifat ile, kadr ileyem berat ile,
Gülşekerem nebat ile, beste dehane sığmazam.
Nar menem, şecer menem, arşa çıkan hacer menem,
Gör bu odun zebanesin, men bu zebane sığmazam.
Şems menem, kamer menem, şehd menem, şeker menem,
Ruh-i revan bağışlaram, ruh-i revane sığmazam.
Tir menem, kaman menem, pir menem, cavan menem,
Dövlet-i Cavidan menem, ayinedane sığmazam.
Gerçi bugün Nesimiyem, Haşimiyem, Kureyşiyem,
Bundan uludur ayetim, ayet-i şane sığmazam.
Merhaba, hoş geldin, ey ruh-i revanım, merhaba!
Ey şekerleb yar-i şirin, lamekanım, merhaba!
Çün lebin cam-i cem oldu nefhe-i Ruhülkudus,
Ey cemilim, ey cemalim, behr-ü kanım, merhaba.
Könlüme heç senden özge nesne layık görmedim,
Suretim, aklım, ugulum, cismü canım, merhaba.
Ey melek suretli dilber, can fedadır yoluna,
Çün dedin lehmike lehmi, gane kanım, merhaba.
Geldi yarim naz ile, sordu, Nesimi, nicesen?
Merhaba, hoş geldin, ey hırdadehanım, merhaba.
Aceb la’lin mi şol, ya can-ı ahbab?
Aceb zülfün mü, ya zincir-i pürtab?
Gözümden akan, ey dilber, gamından,
Aceb hunabe mi, ya eşg-i innab?
Aceb geddin mi şol, ya serv-i butsan,
Aceb haddin mi şol, ya verd-i sirab?
Aceb aynın mı şol, ya sihr-i Babil,
Aceb dişin mi şol, ya lülü-i nab?
Aceb yüzün mü şol, ya hirmen-i gül
Aceb kaşın mı şol, ya tak-i mihrab?
Aceb şol mest-i sevda-i moğolçin
Menim bahtım mıdır, ya çeşm-i pürhab?
Nesiminin gözü yarin gamından,
Dürün dürcü midir, ya behr-i simab?
Ya rab, ne sebebdendir olur takatimiz tak,
Çoktan beridir çeşmimiz ol çeşmine müştak.
Andan beri kim, aynımız ol yüzünü gördü,
Bir mu ile asıldı canım, kaldı muallak.
Gülzare kadem bas sinemi saz ile, mütrib,
Gel ayş edelim zevk ile, ger olmasa zerrak.
Pervane sıfat oldum o ruhsarına karşı,
Bel bağlamışam hizmetine men de çü uşşak.
Yazım der idim nameyi hun-i ciğer men,
Töküldü ürek kanı yere tutmadı evrak.
Gördü ki tükenmez yazuban vasf ile şerhin,
Katlanmadı bu derde zaif, oldu kalem şak.
Ey hüsn iyesi, aşıka bir merhamet eyle,
Sun lütf ile biçareye bir cam-i mürevvak.
Ger ister isen yarı bugün, pir talep eyle
Gör kim nece yol gösterir ol pir-i muhakkak.
Allah ile ol imdi, niyaz eyle, Nesimi,
Başed ki, suçundan keçe, lütf eyleye Rezzak.
Canana menim sevdiyimi can bilir ancaq
Könlüm dileyin dünyada canan bilir ancaq.
Bildim, tanıdım elmde me’budu, yeqin ki,
Şöyle bilirem kim, anı Qur’an bilir ancaq.
Abdal oluban beylik eden arifi gör kim,
Bu seltenetin qedrini sultan bilir ancaq.
Sufimidir ol cam-i müseffasına meşğul,
Pünhani içer eyle ki, şeytan bilir ancaq.
Ey saqi, getir dövr eyağını dövr elasün kim,
Bu dövr eyağın dövrünü dövran bilir ancaq.
Könlüm gemisin qerq ede gör eşq denizine
Kim bu denizin behrini ümman bilir ancaq.
Heç kimse Nesimi sözünü keşf ede bilmez,
Bu, quş dilidir, bunu Süleyman bilir ancaq.
Bu ne adetdir, ey türk-i perizad,
Qeminden olmadım bir lehze azad.
Siyehdil gözlerin qan tökmek içün
Çekibdir tiğini manend-i cellad.
Bu bidadı mana eşqin qılıbdır,
Cahanda qılmadı Nemrudü Şeddad.
Reva mı, könlümün şehrinde senden
Feraqü qüssevü qem tuttu bünyad.
Gel, ey Şirindehen, eşqin yolunda
Menem ol kuhken biçare Ferhad.
Nezer qılgil bu viran könlüme, şah,
Qılır sultan olan viranı abad.
Bir eyü ad edin fani cahanda,
Ululardan cahanda qaldı bir ad.
Nesimi’nin kelamından eşitgil,
Vefasızdır cahan, sen qılma bidad.
Ay ile gün sücud eder suret-i canfezayine,
Ay ile gün nedir kim, ol düşmeye hak-i payine.
Cam-i cahannümadur ol, sende iki cahanı gör,
Çün göresen sen olmusan can-i cahane ayine.
Fail-i mutlak-i yakin kim ki, diler göre bugün,
Baksın anın cemaline, hakkı görer bu ayine.
Aşık-i sadık oldurur hak yoluna şehid ola,
Hak deyeni alır anun durmuş anun behayine.
Yusuf-i Misri canü dil, yani ki Fezl-i Zülcelal,
Geldi sefai zevk ile şehr-i beden serayine.
Kıldı fena vücudumu kül kerim ile kelam,
Zerg-i hasen budur ki, şah sandı bugün gedayine.
Her ki Nesimitek sücud Fazl-ı ilahe kılmadı,
Div kimi bugün anı belke bu yolda dayine.
İmameddin N esimi
10.07.2010 - 13:59
Kalbe nasıl düşerse süveyda, öylece düşüverdin içime, toprağına sevdalı sarmaşık gülü gibi.
07.07.2010 - 19:35
NE KAÇARSIN BENDEN EY YÜZÜ MÂHIM
Ne kaçarsın benden ey yüzü mâhım
Seni seven var mı benden ziyâde
Rûz u şeb durmayıp alırsın âhım
Âşıkım ağlatma bundan ziyâde
Gece gündüz bir visâle ermedim
Bülbül olup gonce gülün dermedim
Bu cefâlar nedir ben de bilmedim
Var mı ki bir zâlim senden ziyâde
Söyle murâdını ben de bileyim
İnsaf eyle çok ağlattın güleyim
Kabul eyle sözüm kurban olayım
Haddim yoktur sana bundan ziyâde
Hercâisin gonce gülüm kokulmaz
Geçer gider hatırcığım sorulmaz
Der Gevherî mâh yüzüne bakılmaz
Yakar hüsnün beni nârdan ziyâde
----Gevheri-------
06.07.2010 - 21:00
Bir Aşk Hikayesi
Geceleri balkonda ışığın etrafını alan pervane böceklerini fark etmiş miydik hiç?
Ya onların aşk uğruna yaşadıklarını bilir miyiz? Yani pervanenin mum ışığıyla yaşadığı aşkın hikayesini…
Aşk bir farkına varış, bir idrak seviyesidir… ‘Aşk odu önce ma’şuka, andan âşıka düşer.’ derler, malum. Yani aşk ateşi önce sevilene ondan sonra sevene düşer. Önce sevilende bir ateş yanmalı ki pervane onun etrafında dönsün, pervane o ateşi görsün, sonra aşkının farkına varsın… Pervane aşkını ispat edebilmek için gördüğü anda ışığı, etrafında dönmeye başlar. Bir cezbedir bu. Bu cezbenin gittikçe daralan bir çemberi vardır. Işığın etrafında döner, döndükçe biraz daha yakından dönmek ister. Işığı gördüğü anda aşkı ilmel yakin olarak tanıyan pervane, onu aynel yakin bilmek istediği için gittikçe mumun etrafındaki çemberi daraltıyor. Çember daraldıkça pervanenin aşkı artıyor, şevki artıyor, coşkusu artıyor. Coşkusu arttıkça da cesareti artıyor. Aşk cesaret işidir, neticede. Ve pervane cesaretle kanadını şöyle bir değdirir ateşe. İlk lezzettir işte o acı. Acı verir, yakar içini. Ama ona verdiği acı o kadar hoşuna gider ki, daha fazla dönmeye başlar. Acı ve lezzet… Birbirine zıt bu iki duygunun bir arada olması nasıl mümkün… İşte bu noktada, azabın ve acının lezzet olmasındaki sırrı yakalamak gerek.
Azap kelimesi azp kelimesinden türüyor. Azp lezzet demek. Azabın ne olduğunu buna göre ölçün ve düşünün. İşte kanadının ucunu bir defa yaktığı zaman pervane ilk azabı duyar; fakat öyle bir lezzettir ki o azap… Bu azap ve ondan alınan lezzet, insanı yavaş yavaş nefsinden sıyırıp vuslatı mümkün kılar. Bu sefer daha büyük bir cesaretle kendini ateşe atarcasına gider ışığı kucaklar.
Ve burada ateş pervaneyi yakar kavurur. Bir buğday tanesi gibi toparlayıp yere düşürür. Artık pervane ‘hakkal yakin’ biliyordur vuslatı. Bu fenadır. Bu canını verdiği noktadır. Mumun bundan haberi bile yoktur belki. Olmasına da gerek yoktur. Bu pervanenin aşkıdır çünkü. Aşkı uğruna can veren pervanenin aşkı. Ama öbür taraftan mum da yanar. Onun aşkı da, acısı da kendincedir. Önce can ipliğine bir ateş düşer ve yanmaya başlar mum… Sonra içindeki o yangını söndürmek için gözyaşı döker. Ateşi su söndürür çünkü. Ama mumun gözyaşları onun ateşine daha da bir güç verir, elemi arttıkça artar. Ve erir can ipi, sevgilinin yolunda yok olana dek…
İskender Pala
05.07.2010 - 22:46
Gitme Kal Diyemedim
Bir sevda dudağında tutsak kaldı özlemim
uzun kara trenler alıp götürdü seni
hasret boyu uzayan raylara döküldü gözlerim
bütün insanlar ağladı sen giderken.
bütün istasyonlar gözyaşlarına boğuldu
bir ben ağlamadım inanki, bir ben
ince bir duman gibi kaybolup gittin
oysa seni sevdiğimi söylememiştim daha
sensiz yaşamayacağımı,
sana aşkımı anlatamamıştım
gitme kal, giden ben olayım
gitme kal diyemedim
kahrolası gururum, kahrolası dilim
arkanı dönüp giderken
hıçkırıklar düğümlendi boğazıma
kızdım,bağırdım, haykırdım, isyan ettim
yine de seni sevdiğimi söylemedim
ardında ağlayan bir çift göz
paramparça bir yürek
ve dalları kırılmış bir ağaç gibi baktım
ama gitme kal diyemedim
kahrolası gururum, kahrolası dilim
gittin hayallerim ardında yaprak yaprak düşüyordu
bir çocuk üşüyordu elleri cebinde
dalında bir gelincik ağlıyordu
bir dağ yanıyordu içimde
gitme, gidersen baharda git
sonbaharda gitme
yapraklar düşmesin ardında
diyemedim
kızdım,bağırdım, haykırdım, isyan ettim
yine de seni sevdiğimi söylemedim
kahrolası gururum, kahrolası dilim
gitme kal diyemedim
.../
bir rüzgara açarım şimdi kalbimi
bir de sulara
alıp getirsinler diye sevgimi sana
bir tutam sevgiydi yaşam kalbimde
bir yudum hasret oldu
döküldü gözlerimde tane tane
gittin,
bir tren garında
ömrümü rayların arasında götürdün
oturdum bir köşede
öylece ağladım, kahroldum
bir sessiz çığlığın yarayla buluşmasıydı gidişin
ardından gitme kal, gözlerin yaralarımın tek merhemi
diyemedim
dizlerim, ellerim, yüreğim paramparça şimdi
suları çekildi canağacımın
asitli yağmurlar döküldü dallarıma
acılar topluyorum takvim yapraklarından her gece
gözlerime kan oturdu ey yar! ..
her gece bekleyişler öldürür beni
gelmeyişler
bir de eriyişler hasretinden her gece
ah! gurbet ah! sen olmasaydın
ayrılık olmasaydı
hasret olmasaydı
ben olmasaydım
sen olmasaydın
aşk olmasaydı
kahrolmasaydım...
Nuri CAN
28.06.2010 - 13:30
Bercesteler
Gönül ne gök ne elâ ne lâciverd arıyor
Ah bu gönül bu gönül kendine derd arıyor
* * *
Ne tende cân ile sensiz ümmîd-i sıhhat olur
Ne cân bedende gam-ı firkatinle rahat olur
* * *
Ne şeb ki kûyine yüz sürmesem ölürüm
Ne gün ki kaametini görmesem kıyâmet olur
* * *
Mecnun ne bilir kaaide-i nâz u niyâzı
Aşık mı sanır kendin o meczûb-ı muhabbet
Nefi
25.06.2010 - 17:19
GAZEL
Ben umardım ki seni yâr-ı vefâ-dâr olasın
Ne bileydim ki seni böyle cefâ-kâr olasın
Hele sen kaaide-î cevrde eksik komadın
Dostluk hakkı ise ancağ ola var olasın
Reh-i âşkında neler çektüğüm ey dost benim
Bilesin bir gün ola aşka giriftâr olasın
Sözüme uymadın ey asılası dil dilerim
Ser-i zülfüne anın âhiri ber-dâr olasın
Sen ki cân gül-şeninin bi gül-i nev-restesisin
Ne revâdır bu ki her hâr ü hasa yâr olasın
Beni âzâde iken aşka giriftâr itdin
Göreyim sen de benim gibi giriftâr olasın
Bed-duâ etmezem ammâ ki Huda'dan dilerim
Bir senin gibi cefâ-kâra hevâ-dâr olasın
Şimdi bir hâldeyüz kim ilenen düşmanına
Der ki Mihrî gibi sen dahi siyeh-kâr olasın
ANİ HATUN
GAZEL
Her seherde Kâbei kûyında estikçe nesim
Âşıka zülfi siyahından gelir anber şemim
Naveki müjgânı gönder sinei mecruhuma
Kûşei gamda dili mahzunuma olsun nedim
Kalim bu aşk ile yanmaktan ey meh ruzüşeb
Yok bana derdü elemden başka bir yârı kadîm
Şiddeti düzahla korkutma beni gel zahida
Aşkıma nisbet benim bir şey midir narı cahim
Kûşei cennet dahi olsa safayab olmayız
Aşk ile olduk hele külhan bucağında mukim
Zulmu çok ettin bugün Leylâ'ye ey şahı cihan
Ruzi mahşerde seninle eylesin bahsi azîm
Leyla Hanım
25.06.2010 - 12:12
Sen Uyuyordun
Çığlıklar saplandı geceye
Derin uykulardan uyandılar
Uzun yollarda tay gibi
Soluk soluğaydılar
Günebakan türküler söylüyorlardı
Altlarında kilimler
El emeği göz nuru
Alın teriyle dokunmuş ilmekler
Haram lokma geçmemişti boğazlarından
Sofraları yerde
gönülleri darda
Derin uykulardan uyandılar
kıl çadırlarda
Toprak gebeydi
Koynunda sızlayan sancısıyla yakıyordu ayakları
Sonra yılan,
çıyan,
börtü,
böcek
Hiç konuşmuyorlardı o sabah
Güneş kan rengi doğuyordu
Kızıl aleviyle boyuyordu kenti
Ve ağaçlar
Binlerce yaprağıyla titriyorlardı
Rüzgar
Kehribar peteklere bal taşır gibi
İhaneti,
yalanı
ve bütün rezilliğini ölümün
Toprakta çürüyen ten gibi
Ağır ağır dağıtıyordu semaya
Ve kuşlar
Korkunç bir depremden kaçarcasına
Sarı, kurşuni kanatlarını çırparak
En derin yeşili gibi kör bir kuyunun
Gökyüzünü kendi renklerine boyayarak
Göçüyorlardı kuzeye...
Sen uyuyordun...
Rüyanda en güzelinde cennet bahçelerinin
Ebedi bir huzura dalmışçasına
Yanağında gülüşün
Zümrüt yapraklarıyla süslenmiş saçların
Ve baş ucunda meleklerin beklediği bir yatakta
Çırılçıplak, saf
ve el değmemiş çiçekler gibi tertemizdin...
Bense gece vardiyalarında
Boş bir tren istasyonunda
Emekli bir şimendiferin hüznü gözlerimde
Bedenimde dolaştığım şehirlerin yorgunluğu
Ağır, aşınmış ve pas tutmuş yüreğimle
Üzerinde yol aldığım raylara hasret
Yanağıma vuran dallardan ayrı
Bir başıma ve alabildiğine yorgun
Gelen sabahı karşılıyordum
Ayak sesleriyle aralanıyordu sabah
Yanakları ıslak,
Makyajı akmış bir kadın
Ağlamış
Belli kırık kalplerle dolu valizi
Yürüyordu istasyonun soğuk yolunda
Dudaklarında yalan sevişmelerin izi
Gözlerinde hüzün bulutları
Ve ardından koşup gelecek birini beklercesine
Ya da “gitme” diyecek bir ses duymak için
Sessizce atıyordu adımlarını...
Geceden yıldız yağıyordu sabaha
Sen uyuyordun...
Ilık bir Çukurova gecesinde
İki yataklı bir otel odasında
Bambaşka bir kentin rüyalarına dalıyordun
Bense çok uzak bir ülkede hayal ediyordum aşkı
Prag’da
Bir son bahar yaprağı gibi düşüyordum sevdaya
Taş binaların koridorlarında uyuyordum
Vitava’nın iki yakası gibiydik
Sen Nove Mesto’da bir katedral
Ben Stare Mesto’da üçüncü sınıf bir otel odası
Ellerimi umudunla ısıtıyordum...
Hiç bir köprünün kaldıramayacağı hasretler
Nehirler boyunca ayırıyordu ikimizi
Kendi yüreğine küsmüş şehirler gibiydim
Karanlık yağmurlar altında
gri duvarlara çiziyordum aşkı
Adım başı bir tanıdığa rastlıyordum
Ama hepsiyle küstüm
Sessiz merhabaları içime gömüyordum
Yüreğim yarım kalmış sevdalarla dolu
Yüreğim şehir dışında kimsesizler mezarlığı
Ve sen bu derde düştün düşeli
Bütün dermanları bilsen bile
Bulutlarda mavi bir bakışa sarılmış
Ateşler içinde günün güneşin
Çaren aynalarda ince bir gülüş
Öylece uyuyordun...
Ve ne kadar sızlıyorsa gülüşün
Bir o kadar yanıyordun...
Ali Haydar Timisi
23.06.2010 - 14:53
*
'Ey şaşkın,
..bendeki hazineyi bulmak için beni terk ediyorsun;
bütün zenginliğin bende mahfuzken
aç ve yalınayak nereye uzaklaşıyorsun...'
-md-uykusuz düşler
23.06.2010 - 13:19
ÇIRPINIP İÇİNDE
Çırpınıp içinde döndüğüm deniz
Dalgalanır coşar rüzgarından
Mevce gelir coşar inleyen aşkım
Ah çektikçe kaynar gelir derinden
Derya coşar inci saçar kenara
Aşk ehli dayanır ateşe kara
Bülbüller gül için giyinler kara
Seherler uyanır gülizarından
Dert ile mihnete dalmayan aşık
Ne yemiş ne doymuş eli bulaşık
Kınama Veysel'i fikri dolaşık
Ayrılmış yarinden yar diyarından
AŞIK VEYSEL
ÇOK YALVARDIM ÇOK YAKARDIM (36177 Hit)
Çok yalvardım çok yakardım
Uyanmadı kara bahtım
Şansım küsmüş etmez yardım
Uyanmadı kara bahtım
Uyur uyanmaz ikbalim
Nic olacak benim halim
Boynuna olsun vebalim
Uyanmadı kara bahtım
Kader kadere eş oldu
Ağladım gözüm yaş oldu
Uzun boylu savaş oldu
Uyanmadı kara bahtım
Tecellim bozuk temelden
Gitti gençlik çıktı elden
Aşka mahkumuz ezelden
Uyanmadı kara bahtım
Kısmet beni diyar diyar
Dolandırır bilmem ne var
Veysel oldu candan bizar
Uyanmadı kara bahtım
AŞIK VEYSEL
EĞER GÖRSE İDİM GÖZ İLE SENİ (35590 Hit)
Sen bir ceylan olsan ben de bir avcı
Avlasam çöllerde saz ile seni
Bulunmaz dermanı yoktur ilacı
Vursam yaralasam söz ile seni
Kurulma sevdiğim güzelim deyin
Bağlanma karayı alları geyin
Ben bir çoban olsam sen de bir koyun
Seslesem elime tuz ile seni
Koyun olsan otlatırdım yaylada
Tellerini yoldurmazdım hoyrada
Balık olsan takla dönsen deryada
Düşürsem toruma bez ile seni
Veysel der ismini koymam dilimden
Ayrı düştüm vatanımdan ilimden
Kuş olsan da kurtulmazdın elimden
Eğer görse idim göz ile seni
AŞIK VEYSEL
21.06.2010 - 14:33
yürek neden morarmaz.............
Bahisi olmaz sevda koşularının
Kısrağı olmaz
Koşusu olmaz
Gönül gözüyle görülen bir davanın kırgınlığı olmaz
Olmaz kötü ya da anlamsız davranışları
İyi günlerin gökkuşağıdır sevdanın gönül gözü
Yağmur kâr etmez
Kar da kâr değildir zaten
Güneş vursa ne olur aydınlık
Ne olur gözümün, yüreğimin feri
Ne olur yani dünyayı kazansam
Ne olur bir bahar çiçeğini kokluyorken yanımda sen olmadıkça
Geçiyorken vapurla karşıdan bir başka karşıya
Yanımda sen oturmuyorsan
İskemlenin simidin martı sesleri arasında martılarla paylaştığım simidin lezzeti de olmaz
Olmaz lezzeti sen yokken Türkü’nün
Olmaz, olmaz lezzeti sen yokken halayın
Aman ha aman bunu da hiç unutma
Olmaz lezzeti sen yokken sevginin taa kendisinin
Bilmiyorum nasıl anlatılır gönül gözüyle görülen sevdalar
Bilmiyorum gönül gözüyle gördüğün bu sevgimi senin yüreğin nasıl algılar
Ama gülüm, ama gülüm düşünüyorum bazen
Hatta bazı anları bolca kendime ayırdım
Ve dedim ki;
Mihribanım, türküler aşk için yazılıyorken tabiatin bütün kanunları dize gelir
Kanunlar dize geliyorsa eğer sevda üstüne
Günün her zamanı aşk için çiçek açar
Unutma ki, unutma ki karanlığın korkacağı tek unsur aydınlıktır
İşte o aydınlığın adı aşktır
Eğer o aşkı tanımıyor ya da tanımlamasını bilmiyorsanız karanlıklar size yâr olacaktır
O zaman suç aydınlığın değil, karanlığa gönül verende olacaktır
Yani görülmesi gereken bir değer vardır
Bu dengeyi korumasını beceremeyenler ben ben ne yapmışım diye dizini döverler
Ama bilinmesi gereken, diz dövüle dövüle yar bulunsaydı
Bugün hepimiz yüreğimizin yerine dizimizi dövüyor olurduk..
hüseyin karakuş
20.06.2010 - 22:32
Hoş vakit o ki çiçeğin yari şebnem gibidir
diyelim ki bu hemdemliğin ömrü bir dem gibidir
Nitelikli yaşamak nicelikli yaşamaktan iyidir
ki çiçeğin ömrü az, sunduğu güzellik alem gibidir
Dertsiz kimselerle bizim işimiz yoktur
ki onları cennette görmek cehennem gibidir.
Anısı aziz ve ruhu şad olsun
Mohammad (Sasan) Rejebi
(Sanat ve şiir eleştirmeni)
Çeviri Farsçadan: Behruz Dijurian
20.06.2010 - 14:21
Ve ben ve Tanrı
ve ben Tanrıdan istedim ki bana güç versin
ve O yoluma sıkıntılar çıkardı ve sabır verdi ta ki dayanayım.
ve ben Tanrıdan istedim ki bana ayrıcalık tanısın
ve O acıyı verdi vede yalnızlığı ta ki tadayım
ve ben Tanrıdan istedim ki bana akıl versin
ve O önüme meseleler bıraktı ta ki çözeyim.
ve ben Tanrıdan istedim ki bana para versin
ve O bana fikir verdi ta ki daha iyi bir refah için çaba sarf edeyim
ve ben Tanrıdan istedim ki bana AŞK versin
ve O acı çekmiş insanları yoluma çıkardı ta ki onlara sevgimi göstereyim
ve ben Tanrıdan istedim ki en karlı olan çıkayım
ve O aşkı verdi vede yolunu ki içinde yolcu olayım
ve ben Tanrıdan istedim ki bana değer bilmeyi öğretsin
ve O ölümü verdi ve de ayrılığı ta ki ders alayım.
ve ben Tanrıdan istedim ki bana cenneti versin
ve O karşılıksız vermeyi verdi ve verdi ki vereyim
ve ben Tanrıdan istedim ki bütün çıkmazların çıkışını göstersin
ve O kalbimi verdi ve işaret etti ki içine bakayım
ve ben Tanrıdan istedim ki bana sonsuzluğu bağışlasın
ve O seni verdi ve sevmeyi vede şiiri ki yazayım..
’’ve ben Tanrıdan istediğim hiçbir şeyi alamadım
ama ihtiyacım olan her şeye vardım..’’
Behruz Dijurian
20.06.2010 - 01:13
İkimizde acemi birer aşıktık o zamanlar
Sen yollarda eski bir aşka ağlıyordun
Bense kendimi usta sanıyordum bu işlerde
Ve yağmur gibi akıp giden yıllardan
Geriye ne kaldığını bilmiyordum seni tanıyana kadar
Ama farkındaydım yinede
Ne zaman seninle olsam
Tanıdık bir kuş cıvıltısıyla uyanırdım her sabah
Şimdiyse kırılgan mektuplar yazıyorum
Hangi adrese göndereceğimi bile bilmeden
Malumun olsun ben sende ülkemi sevdim
Hüzün dolu yağmurlarla taşan boynu bükük nehirleri
Ben sende yolları sevdim
Dallarına hiçbir kuşun konmaya bile yanaşmadığı ağaçlarla
Kaplı yolları
İkimizde acemi birer aşıktık aslında
Ne yapacağımızı bilmeden serseri dolaşırdık yollarda..'
19.06.2010 - 00:29
Palyaço
her sabah yüzümü boyayıp
çıkarım yeni bir gösteriye
güldürmeliyim seyredenleri
dünya denen bu geniş sahnede
yüzümü boyarken en güleç hallere
gizlerim dudağımın kıvrımlarına
içimden dışarı taşan hüzün izlerini
seyredenler için
sadece bir palyaçoyum ben
gülmeliyim
güldürmeliyim
ruhum ölse bile
bir düşünen yoktur iç dünyamı
duygularımın varlığı ya da yokluğu
ilgilendirmez seyircileri
bir köpeği okşarlar da şefkatle sokakta
uyuz bile olsa
bana çamur atarken eğlenirlerdi
gülerler üzerimdeki çamurun izlerine
öyle ya
onlar için sadece bir palyaçoyum ben
sadece bir palyaçoyum ben
her gece dört duvar arasında
dört çarpı dört odamın yalnızlığında
kapadığımda kapımı
çıkarırım çekmecemden hüzünlerimi
bana en yakışan halleriyle sarılırlar boğazıma
silmek için makyajımı beklemezler bile
bir anda biriktirdiğim inciler dökülürler
gün içinde gözlerimden ellerime
sıcacık bir şekilde avuçlarımın buzuna
ısıtırlar bedenimi
o anda
işte bu sıcaklıkta bile
onaltı metrekare odam
bir anda cendere olur
sıkmaya başlar beni
daralır da daralır
açmak isterim kapımı
dışarı kaçmak isterim
ayaklarım gitmez üç adım öteye
dermanım kesilir
yürüyemem, düşerim
ve bunlar kimsenin umurunda bile değildir
öyle ya
onlar için sadece bir palyaçoyum ben
her gece yatınca çivili yatağıma
bir parça sevgiyle
bir okşayış, bir öpüş ile kuştüyü olacak
o çivili yatağıma
yalnızlığımın sonunu düşünürüm
kendime sorarım
‘’böyle kaç zaman daha gider ki? ’’ diye
zaten yaş kemale ermek üzere
ne kaldı ki elden ayaktan kesilmeye?
hafiften uyku bastırır
bu halde dalarım rüyalar alemine
bir sevgilim olur, bir kadınım
severim sevilirim
mutlu olurum, sevinirim
uyanmak istemem rüyadan
hep orada kalmak isterim
derken
penceremde bir taş sesiyle sıçrarım
rüyamın mutluluğu bile çoktur
vakit gelmiştir
artık palyaço sahneye çıkmalıdır
öyle ya!
nasıl da unuttum?
sadece bir palyaçoyum ben onların nazarında
rüyalarda bile olsa
mutluluk çok bana
bugün palyaço son kez sahnede
karar verdim kendime
bugün son kez güldüreceğim herkesi
sonra ineceğim sahneden
artık ben de bir seyirci olacağım
seyredenlerin arasına ben de katılacağım
kimbilir? Belki benim de bir sevgilim olur!
belki çok mutlu olurum
kimbilir?
belki
belki de hep tek kalırım
ve yalnız ölürüm
ama bildiğim tek şey
bundan sonra palyaço değilim
ne oldu?
bu sözler bile güldürdü mü sizi?
inanmadınız mı yoksa?
sıyrılamaz mıyım makyaj ve kostümlerimden?
sizlerden biri olamaz mıyım?
öyle ya
siz de haklısınız
kırk yıl önce palyaço doğmuşum
kırk yıl sonra bile palyaço kalacağım…
_______ siz hiç makyajsız palyaço gördünüz mü?
_______ ben her gece aynada görüyorum…! ! !
17.06.2010 - 21:50
Kaç gecenin imanını solukladı maviyle. Mecnun’un sözündeki Leyla’ydı o. Ona bakan, nurdan bir aydınlığa bakardı sanki. Gözleri kömür karası değildi ama doğu masallarından çıkmış bir peri gibiydi. Gülünce yüzünde güller açar, yürüyünce ardına güller saçardı. Taze bir bahar çiçeği gibi büyülü yüzünde, baharın her rengi en berrak haliyle vardı. Yüzünde açan bahar, yüreğinden esen bahardı. Kızıla çalan saçları toplandığında bir başka güzel, savrulduğunda bir başka güzel eylerdi onu.
Ruhun ve bedenin kemale erdiği zamanın en muhteşem edasıyla o peri yüzlünün, gönül bohçasında mavi bir sır vardı. Ve o mutluluğun verdiği hafiflikle gül bahçelerinde sekerken, her zıplayışta canı yanıyordu sırların. Onun gönül sarayında Leyla vardı, Şirin vardı, bazen de Züleyha’nın imanlı hali vardı.
Bir gün bu peri, gönül sarayından çıkarak mavi bir barakaya sığındı. Kaderi nasıl çizilmişti bilmiyordu ve hayatı dümdüz olduğu haliyle yaşıyordu. Ki o sarayın kızı, barakanın sultanıydı. O barakaya ölmek için mi olmak için mi sığınmıştı bilinmez. Muhabbeti her geçen gün artacak mıydı azalacak mıydı bilinmez. Geleceğe ait hayalleri yoktu. Damla damla gözyaşlarını içine akıtıp inci gibi büyüttüğünü gördüler yüreğinde. İncileri maviydi. Ve bir kez daha sevildi mavi tarafından...
Rüyalarına mavi sızılar yürümüştü perinin. Rüyaları da dâhil, yerden göğe kadar her şey maviydi ona. Ve bu dünya ayrı bir dünya gibiydi ona.
Sığındığı mavi baraka hayali Yusuf’undu. Bir Züleyha teni kadar uzaktı Yusuf’una. Bir Züleyha gibi değil ama saf, masum berrak bir sevdayla sevdalanmıştı Yusuf’una. Züleyha kadar şanssız olmadığını düşündü kimi uykusuz gecelerde. Yanında olduğu ama hayalinde her gün biraz daha süslediği, asalet verdiği, masumiyet verdiği Yusuf’una, yine her gün biraz daha meftun oluyordu.
Her şeyini paylaşmaya başladı Yusuf’la zaman içinde. Tenlerden uzak, nice gecelerin teheccüdünü solukladı maviyle beraber. Dualar uçurdular güzelliğin tüm renklerine dair, yıldızların bağrına. İnancın derin özgürlüğünü yaşadılar teheccüdün dudaklarında. Birbirlerine sevgiyle bakıyorlar, çoğu zaman da sessiz konuşmalar geçiyordu aralarında. Yalnızlıklarını unutuyorlardı gönül barakalarında. Hayallerini, umutlarını, sevinç ve mutluluklarını, ara sıra da hüzünlerini paylaştı Yusuf’la.
Ve bir gün geldi pembe bulutların gizemli dünyasından çıkıp, gökyüzünde süzülen bir şahin gibi süzüldü hayatın bağrına. İçinde kutsal neşideler mırıldanarak süzüldü. Gözyaşlarıyla süzüldü. Yusuf’uyla süzüldü.
Ve hayatın kalbine yürüdü. Hayatın maviliğine doğru yürüdü. İçinde hissettiği, gördüğü mavi bir sızıydı. Onun ten derdinde olmadığını sezdi. Ne kadar yürüdüyse de hayatın kalbine, dişiliği duygusallığının önüne geçemedi. Ve maviye gönlünü, gönlünce sundu.
Mutluydu peri. Bezen bu mutluluğu hak etmediğini düşünüyordu. “Rabbim diyordu peri, benim yerim Yusuf’un yanında nedir ki? ’’ Onu görüyor, onu seviyordu ama onun ikliminde yaşaması imkânsızdı. Nilüfer çiçeğine âşık olmuş papatya gibiydi.
Hani gölün ortasındaki nilüfer çiçeğine âşık olan papatya çiçeğinin aşk hikâyesi vardır. Papatya; gölün kıyısından seyrine meftun olduğu nilüfer çiçeğine âşık olmuştu da ona kavuşamamanın hüznünü yaşıyordu. Nilüfer çiçeğinin ortasında açan beyaz çiçeklerin yerinde olup, nilüferle beraber olmak istiyordu. Biri papatyaydı, biri nilüfer. Nilüfer suda yaşıyordu kendisi toprakta. Nilüfer çiçeği papatyasına, “Gözlerini kapat ve yalnızca benim yanımda olmayı iste.’’ dedi. Papatya gözlerini kapattı ve istedi, istedi. Ve gözlerini açtığında nilüfer çiçeğinin ortasındaydı. Ve nilüfer çiçeğinin kendisiydi artık.
İşte böyle, papatya ve nilüfer çiçeği gibi ayrı iklimlerin ve ayrı zamanların insanıydılar periyle Yusuf. Ayrı dünyalarda ayrı iklimlerde yaşayan iki çiçek gibiydiler. Ve perinin içinden sessiz konuşmalar geçiyordu, papatya çiçeğinin serzenişi gibi:
“Dokunsam dokunamam, elimi uzatsam tutamam. Bu kadar yakın olmama rağmen, o kadar uzağım ki ona. Oysa ona yakın olmayı o kadar çok istiyorum ki. Ey benim gül kokulu, gül yüzlü Yusuf’um seni seviyorum ama sana nasıl ulaşacağımı bilemiyorum. Yakınlık içinde uzaklardayım. Evet, sessizce de olsa konuşmak, yüzünü görmek yetiyor bana ama istiyorum ki düşlerimdeki gibi sarılayım sana. Gözyaşlarına dokunayım.’’
Yusuf’u karşılıksız bırakmadı perinin gönül sesini. “Bir şeyi istiyorsan mutlaka olur, dedi. Ve bir şeyi istiyorsan gönülden iste yeter, dedi. Çünkü her isteyiş bir duadır Rabb katında. Sevgi; ne mekânı, ne zamanı, ne de mesafeleri dinler. Sevgi, konuşmaya başladı mı her şey susar onu dinler. Sen ki aşkınla benim güzelliğime güzellik katmadasın. Yalnızlığımı örtbas etmedesin. Benim ve senin var olduğumuzu haykırmadasın evrene. Şimdi gözlerini kapat, yalnızca sevgini ve kavuşmayı düşle. Yanımda olduğunu düşle. Göreceksin mesafeler çaresiz kalacaktır.’’
Peri Yusuf’unun dediğini yaptı. Gözlerini kapadı ve onun yanında olmayı istedi. Yalnızca onun kendi içinde güzelleştirdiği halini istedi içinde. Onun hayalini doldurdu tüm benliğine. Kendini güzeller güzeli Yusuf’unun yanında hayal etti peri. Etti... Etti...
Şimdi gözlerini aç, dedi Yusuf’u perisine. Peri gözlerini açtığında, sevgili Yusuf’unun yüreğindeydi ve Yusuf’un kendisiydi artık. Ve masmaviydi peri.
Mavi onun yüreğinin tadıydı
Mavi onun sevgisinin adıydı
Çok geçmeden mavinin en gizemli rengi oluverdi. Artık mavi ve mavilik adına ne yazılıyor ve söyleniyorsa hissediyor ve duyuyordu. Mavinin nazenin bir gizemi olduğunu gördü. Mavinin, mavi bir kalbi olduğunu gördü. Mavinin kalbinin içinde olduğunu gördü sonra.
Her ne kadar kavuşsa da mavisinin yüreğine, dünyalık kavuşmaların rengi yoktu bu kavuşmada. Esas kavuşma için kalp vasıtasında yerini almaydı bu kavuşma.
Diğer kalplerden sürgün edildiğini anladı ilkin. Mavinin kalbinde büyürken, maviyi de kalbinde bir çocuk gibi büyütüyordu. Ve artık bütün bu mavilik içinde; Leyla’yı düşünüyor ağlıyor, Züleyha’yı düşünüyor ağlıyordu. Ve maviye inciler yağıyordu. Bu kadar mavinin içinde olup da maviye dokunamamak... Dokunduğunda bütün sihrin bir anda toprağa boşalan yıldırım gibi boşalıp yok olacağını bilmek... İçinin mavi çöllerinde Leyla’yla acı çekmek... Nil’e gözyaşlarını döken Züleyha gibi içine gözyaşlarını dökmek... Aşkın kılcal damarlarında olup da aşkın kendisi olamamak... Nice acıydı ki...
Ve bir gün maviyi solarken gördü. Bir gece maviyi siyaha çalarken gördü. Maviyi ölürken gördü...
İnsanlar toplandılar, maviyi kutsadılar. Ve o perinin bütün hayatına rengini veren maviyi, hayatın bütününden toplayıp bir tabuta doldurdular. Sonra bütün maviliğini yıkayıp, ak pak eylediler. Teni mavisinden arınmış, yüreğine doldurulmuş Yusuf’unu omuzlara alıp sürgün eylediler, bir ikindi üzeri dünyadan. Üzerini toprakla doldurup bir de gül diktiler mezarına.
Perinin gün ışığı saçlarının arasından bir yıldız kaydı o gece. Gece ve gün asıl rengine döndü. Dal yeşil, gül kırmızı, kar beyazdı artık. Bir gök kalmıştı maviden yana. Ve göğe bakmaya korkuyordu peri. Bir yandan mavi şehzadesine el sallıyor, bir yandan şehzadesinin bıraktığı maviliğin beşiğini sallıyordu yüreğinde.
“Ölüm asude bir bahar ülkesidir bir rinde
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her gece bir gül açar her seher bülbül öter ”
Peri, her seher Yusuf’unun toprağına gözyaşlarını dökmeye gitti. Yusuf’un toprağına dikilen gül açmıştı. Her şey renginceydi, ama gül maviydi. Perinin gözlerinden damlalar düştü gülün dibine, damlalar maviydi.
Bunu ben gördüm...
Arif AKPINAR
16.06.2010 - 16:19
Ağıt
yüreğimde estirdiğim,
en toz koparan fırtınaya
yakıyorum bu ağıdı.
üzerinde her şey yazılı
bu kağıdı
atarken denizlerime.
kökümden koparılmış
bir ağaç gibi,
ellerini
sarı yaprak misali
düşürürken üzerimden.
yarınlar şimdi;
üzeri silinmeyecek izlerle çizili
yaşanamayacak
mahkumiyetler
olacak,
anlaşıldığı gibi.
dünler, dünün boyutlarında
gittikçe gözlerden
uzak
bir yelkenli, bir senfoni,
kaybolacak.
bugün ise;
hiçbir gömleği giymemiş üzerine,
çırılçıplak bir ölü.
sahnenin son perdesini çekiyorum
üzerime.
ben içerde ve
dizlerimin üstünde..
sizler en rahat koltuklarınıza
gömüldüğünüzde.
dinlerseniz,
dinlersiniz....,
dalgalar üzerinizi örttüğünde.
Cevat Çeştepe
08.06.2010 - 15:22
Şiraze'ye mektuplar(1)
Bıraktığım hiçbir şeyin bıraktığım gibi olmadığını
olmadığını kendimin bile o şehirdeki gibi...
biliyorum
zaman tepeleyip geçiyor her şeyi; beni, seni, kaf dağı’nı, anıların her an’ını...
zaman ilerledikçe netleşiyor geçmiş, geçmişin satıraraları canlanıveriyor
isimler yüz hatlarına bürünüp çıkıyorlar karşıma, ‘bak’ diyorlar bana, ben de bakıyorum
tanıdık gelen çok çizgi var yüzlerinde, onlarda bir parça benden harf görüyorum
‘zaman’ diyorum bir potin gibi ayağımda, koncu uzun mu uzun, dolanıyor... dolanıyor... dolanıyor...
ürperiyorum
zamandan yapılma potinler her geçen gün biraz daha sıkıyor beni
sen yoksun diye belki
sen hiç olmadın diye belki
sen hiç olmayacaksın diye belki
sen hiç...
oysa seni şarkıların en manidar kelimelerinde gizledim
oysa seni ebrulî hayatların penceresinden seyrettim
oysa seni bir resim atölyesinin en karanlık köşesindeki ışık belledim
oysa...
bana yakıştırılan gitmek oldu Şiraze, sen kal ben gideyim şimdi
sen kal ben gideyim şimdi
eğer biri gitmek zorunda ise ille de, sen kal ben gideyim şimdi
bir kere gitmeyi başarmış olan, artık sürekli gidebiliyor çünkü
bir kere gittim Şiraze, sen kal ben gideyim şimdi
ben ürkek yaşadım hep, ürkek dolaştım yollarda, ürkek baktım dağlara, ürkek konuştum insanlarla
ürktüm hep
farkederler varlığımı diye
farkederler de gözlerime bakarlar diye
hani gözlerime baksalar seni görürler diye
seni görür sorarlar diye
‘kim’
ben ürkek yaşadım hep, ürkek boyadım resimlerimi, ürkek yazdım, ürkek çıktım evden dışarı
ürktüm hep
adımı sorarlar diye
‘sorsalar ne çıkar’
ben adımı bile unuttum Şiraze, ben adımı bile unuttum
ben ürkek yaşadım hep, ürkek giydim eteklerimi, ürkek baktım aynalara, ürkek okudum şiirleri
ürktüm hep
beni fotoğraflarına hapsederler diye
beni ak yeleli, hırçın atın sırtından alırlar diye
ne desem az, ne desem çok
ne desem boş, ne desem yersiz ve yetersiz
Aşk’ına vurdum başımı, iflah olmam; ne kadar su verirsen ver, artık susuzluğumu gideremezsin
ne kadar ışık tutarsan tut, artık karanlığımı ışıtamazsın
içimde hiç dinmeyen bir fısıltı olarak kalacaksın
Şiraze... seni kaybetmek bir daha bulamamak demekti, geç anladım
Şimdi gölgemizi de alıp yanımıza, ‘ufuk’ dedikleri yeri hedefleyelim gel seninle
gel seninle Şiraze...
Şiraze'ye mektuplar(2)
Az zamanda öyküler biriktirdim içimde, sen öyküleri bilir misin Şiraze?
Ben bildiğini bilirim, ben bilirim bildiğini...
Anaforlarına takılıp dönenlerin öfkesinden sakınmak adına sığındığım karanlık dere
ve
yarık kaya’nın uğuldayan dik yamaçlarının çevrintisiyle titrediğim gece...
Şiraze bir tek sendin dizinde dinlendiğim.
Öyle bakma dedim kaç kez, öyle pencerelerden gece vakti salınışın yollara
ve bir gölge gibi süzülüp duvar diplerinden kayışın köşebaşlarına
beklediğimdin sen
sen bir ömür beklemeyi seçtiğimdin.
Bir dahası olmasın görmeyeyim gözlerini,
bir dahası olmasın dolunaysız gecelerde tutmayayım elini,
bir dahası olmasın ‘yaş gidiyor’
anmaktan başka güzelliği kalmadı senliliğin.
Sen ile ben Şiraze, öğrenmeliydik yalnızlığın kaç bucak olduğunu... Ve bir... ve iki... ve üç... ve dört Şiraze.
Sen ve ben, ömür son demine vardığında ‘yaşandı bitti’ diyebilecek gücü şimdiden toplamalıydık.
Geç mi kaldık?
Geç kaldığımızı anlamak için bile mi geç kaldık?
Yok böyle bir şey; biz her şeye arası kapatılamayacak mesafelerce çoktan geç kaldık.
Bitmek varsa eğer, geçmişi ak sayfalara kaydedecek zaman bitti Şiraze.
Artık onları hiçkimse okuyamayacak, artık onları hiçkimse dost bilip sarılamayacak, artık onları hiçkimse çantasına doldurup yanında taşıyamayacak... ve bir sürü artık işte.
Biz zamanın tellerinden her birine asılı kaldık.
Bir an’da, hiç olmayacak bir vakitte; nedir bu kalabalık bir kumpanya edasında? Ellerinde pankartlar: ‘Aşk bir ihtilâldir! ’ – ‘Aşk bir arayıştır! ’ – ‘Aşk bir tutunuştur! ’ – ‘Aşk bir başkalaşımdır! ’ – ‘Aşk bir yitiştir! ’
Sarmışlar bin yanımı; elini uzat Şiraze, uzat elini... ben kendi ihtilâlimden endişedeyim.
‘Buralardan her kim geçerse iz bırakır, aşk’ına dideban olup asrın engebelerinde kaybolur’
edasında kol kola sevdalılar; ‘aşk bir ihtilâldir’ derken gözyaşından nehirlerde boğulur
bak nihan bakışlı şebnemler oynaşıyor yapraklarda
yapraklar ki, bahar kadar taze...
ben her dokunduğumu inciten, ben her uzandığımı dumura uğratan; bir felaket kadar felaket
bir afet kadar afet...
o nihan bakışlı şebnemlerin oynundan çok ırak mekanlar seçmişim kendime Şiraze.
Bir tebessüm et yeter; yıkılsın mefhumu şiddetin
Ben seni gecelerde aradım, yıldız gibi
Ben seni denizlerde aradım, inci gibi
Ben seni türkülerde aradım...
Şiraze! Ben seni içimde, görülmemiş rüya gibi yaşadım
Aşk belki, ağlamaktır...
Nasıl da yumuşatır gözyaşı insanı; nasıl da eritir, inceltir...
Gel seninle bir daha ağlayalım; yaşanmışlara, bir de yaşanmamışlara, bir de hiç yaşanamayacaklara
Ağlamak güzeldir Şiraze, ağlamak yüreğin temizlik eylemidir
Bilir misin, lale’ler de işte böyle şebnemlenir
Şiraze'ye mektuplar(3)
sabahları yağmur düşerdi yollara
ben düşerdim yağmur damlalarına, bir başka hoşluk içimde
tanıyan tanırdı, tanımayan tanımazdı
bir dokundular mı bir dahası olmazdı
kaçardım ya ben, ya kaçarlardı benden
bir günah koşardı peşimden
korkardım...
Çok eskidendi sanki şiraze. Bundan kırk asır mı öncedeydi, yoksa bin asır mı geride yaşandı bitti. Hiç bilmiyorum, bilemiyorum. Birbirine giriyor yaşanmışların tümü. Çözemiyorum düğümlerini, çetrefilleşen dönemleri ayıramıyorum birbirinden. Beceremiyorum şiraze. Yaşandı bitti’ler hep öyle kenetlenmiş duruyorlar sayfaların üzerinde. Belli ki istemiyorlar dokunulmayı, belli ki onlar da küsmüşler birşeylere, belli ki terkedildikleri yerde kalmak arzuları şiraze. Ben de anlıyorum ki birileri hep küsüyor. Birileri hep kızıyor. Birileri hep çekiliyor hayatımdan.
Her şeyi kaybediyoruz şiraze. Sen beni, ben seni... her şeyimizi zamanın “geçmiş” safına bırakıyoruz. Kimileri eskiyor şiraze. Kimiler yitiyor şiraze. Kimileri kayboluyor şiraze. Ne kadar da üzülsek, ne kadar da dövünsek, ne kadar da devirsek yüzümüzü... eskiyen, yiten, kaybolan gelmiyor şiraze. Boynumdaki fular uçuyor rüzgara kapılıp. Bir acip bakıyorum uçuşuna, nasıl böyle deli divane. Rüzgara aşık olmak zordur şiraze. Bilir misin rüzgar acıtır hep. Ne hızına yetişir sevdalı, ne dokunabilir tenine, ne görür güzelliğini, ne de aşk cümleleri duyar dilinden. Bir deli hırçınlıktır onunkisi şiraze, eser geçer. Sevdalı kanatlanır ardısıra. Rüzgar umursamaz, rüzgar dönüp bakmaz şiraze. Hep haşin, vurur yerden yere, yetmez alır yerinden yurdundan fırlatır uzak ve alakasız yerlere, yetmez savurur da savurur. Şiraze ben rüzgarın girdabında, ıslıkları kulağımda, içimde o titreten hep üşüten soğuğu, durmak nedir bilmez yorgunluktayım.
Yağmur da yağıyor üstelik.
Eskimeyen bir fistan üzerimde, az kala sona döküyor çizgilerini.
Bir çilek en kırmızı haliyle yanaşıp, “ye beni” diyor.
“Ben çilek severim.”
Elimi uzatıyorum tutayım diye.
Avucuma düşer düşmez yakıyor elimi.
Bir çığlık bırakıyorum havaya, karşımda asılı kalıyor.
Çığlık çığlık bağırıyor, çığlık çığlık bağırıyor; kulaklarım acıyor, içim bulanıyor.
Avucumda kalan bir çilek acısı, bir de karşımda çığlıklarım; yağmur da yağıyor üstelik.
Eskimeyen fistanım en çizgisiz haliyle, üzerimde.
Bir delinin arta kalan yanıyım şiraze.
Bir delinin en deli haliyim.
Neredesin şiraze?
Şiraze sen arayıp bulamadığım, şiraze sen sesini duyamadığım; şiraze sen en uzağım, en yakınım, en telaşım, bir de en aşkım. Yağmur da yağıyor üstelik. Aşk bu anlatılmıyor işte. Yaşansa farkına varılmıyor, bulunsa tanınmıyor, yakalansa hemen kaçıyor, ben “mor” desem yeşil çıkıyor. Yeşil de aşk’a bence şiraze hiç yakışmıyor. Üstelik yağmur da yağıyor. Islak bütün yeni çiçeklenmiş ağaçlar. Islak bütün şemsiyesi olanlar. Islak bütün şarkılar. Islak şiraze. Bir ıslandım mı bitiyor, ne acı ki uçamıyorum şiraze.
sen beni bırak şiraze, nasılsa ben hep seninleyim...
Şiraze'ye Mektuplar(4)
Gök âşık olmasaydı, göğsü de pâk olmazdı
Güneş âşık olmasaydı, parıldayan ışığı olmazdı” *
şimdi ah nöbetimin gecelerinden birinde, semada raks eden sitarelerin en mes’ud anlarına şahid olan gözlerimde birikir yokluğunun acısı. şimdi şiraze, anladım ki yokluğundur beni aşka aşık, deli divane eden. olmasaydın hep böyle, keşke olup olup olmasaydın böyle. ben Anka, her seferinde yanıp kül olmayacaktım, kendimi yakıp yeniden yanmaya koşmayacaktım. belki şiraze, seni sevmekle buldum ayinelerin gerisinde meftûn oluşu. belki şiraze, seni herdem yitirmekte buldum bengisuyu. belki şiraze hep belki...
“Aşk denizi bir çömlek gibi kaynatır
Aşk dağı kum gibi ezer eritir
Aşk gökyüzünü çatlatır
Aşk sebepsiz yeryüzünü titretir” *
aşk şiraze, bir köşede sıkışıp duvara ince çizgiler atmak zorunda kalışımdır.
aşk şiraze, tozlu sokakları bir başıma geçip ruhumu hüzzam besteler ile zenginleştirişimdir.
aşk şiraze, hep var olduğuna inandığım sevgiliye bir türlü kavuşamama bilincini kabullenemeyip açan her bahar çiçeğine küsüşümdür.
aşk şiraze, aradan geçen yılları umursamaz aşkıma bir nokta koyamayışımın insafsız virgülüdür.
süzsem diyorum seni, gecenin kesifliğinden sehere sır ile. bu sır ile denk tutuştur, yakamozların dansıyla bakışlarından damlayan pusu. bu kadar olma şiraze. bu kadar derunî, bu kadar bediî, bu kadar berkî; duhanî tebessümlerin beyza ertesinde. bütün sırlara karışıp sır üstüne sır olma şiraze.
kar yağar üzerime, ben üşürüm. karsız kış buralarda siyah şiraze. desen ki siyah ve beyaz iki zıt kutup. zıtlar arasında en tezat bir ben şiraze. kendimle hemhal olayım diye bir hücreye kapansam da temrin etsem aşkı beş vakit. ellerim mi ağlar, saçım mı; gözlerim mi ağlar, ruhum mu şiraze. saysam her damlayı bir bir, bağlasam birbirine bir bir ve bir bir şiraze, akar mıyım eşiğine?
belli ki yol dirayet ister, bende yok.
belli ki yol metanet ister, bende yok.
belli ki yol hep ister şiraze. karşıma çıkanlardan suya, kurda, kuşa, bir de taşa, toprağa hüzün bırakırım. her yerde izim şiraze, her yerde izin şiraze.
şimdi bir yanım Orhun de, bir yanım Selenge; bir yanım Dinyeper de, bir yanım Dinyester; bir yanım Dicle de, bir yanım Fırat... çevriliyim, göz hapsindeyim. yandıkça sularıyla serinler, yandıkça onlarda soğuturum yangınlarımı. ol derde düşeli o nehirden o nehre şiraze. o nehirden o nehre...
bırakma beni bana
beni bana bırakma şiraze
(Şiraze)
06.06.2010 - 13:12
'Sonra farkettim ki
Su akıyor rüzgar esiyor
Yağmur yağıyor.
Herşey yine ve aynı şekilde oluyor.
Öyle bir yere geldim ki sıcak ve soğuk aşk ve nefret,
savaş ve barış, üşümek ve sonra ısınmak gibi.
Gitsem ayrılık oluyor.
Kalsam çöl
gidersem bende hasret olur ve belki beni sevenler de özler
ama anladım ki özlemden de hiç kimse ölmüyor
ama ben ölüyorum.
Nefes alıyorum önemsiyorum ve gitmek istiyorum.
Anladım ki hasret yeni bir aşka kadar sürüyor
sevdiklerim ve beni sevenler bağışlayın
su akıyor ve ben gidiyorum.'
şiir biter ve şarkı başlar:
'Bir nehir ki ömrüm
Taşır bin yıllık kavgasını
Yurtsuz aşklarımın
Bir nehir ki ömrüm
Yüreğim baş eğmez bir haylaz
Bir nehir ki ömrüm..
Buzun ateşe değdiği zaman
Terin toprağa
Gülün yaprağa
Işığın suya değdiği zaman
Dudaklarım gözlerinde
Aşkı içeceğiz..
Bir mavzer buğusunda loy
Gözlerim kıyısında
Hazarın büyüsünde
Soğan kırıp zafere
Aşkı içeceğiz.'
usulca akan bir suyun kıyısında
seni düşünüyorum
üşümüyorum.
sevgin yetiyor ve inancın
ki biliyorum sen geleceksin
gökkuşagından bir merdivenle göğe çıktım
bilmiyorsun
sen yoktun
düştüm
bir kıyıdan geçiyordun
akarsuydun
ve farkında değildin
kıyı bendim
herşeyine kapıldım
kendimi terk ettim
seni anlatmaya çalıştım
bütün aşklara sevgilere
güzelliğini sığdıramadım hiçbir şarkıya
anlamaktan vazgeçtim yalnızca sevdim
ve yemin ediyorum yoluna sereceğim bütün yıldızları...
işte yine gidiyorsun
ak köprülü dağlarına
geçit vermez zap suyuna
sevdamızın diyarına
git nefesim, toy rüzgarım
hozatta açan çiçeğim
aşk dediğin su munzurdan
sevdamızdan selam getir
ne yoldaşlarım oldu
izleri gökkuşağı
yıldız tozları ömrümün gecemi aydınlatan
sevgileriyle doldum
sana sunuyorum...
şu dersimin yarasını
zulüm geçmez düşler sarar
o düşlerin diyarına
kanat açmış yiğit sarar
binip yanık ezgisine
gül nefesli bir türkünün
doruklarda ağıt yakan
dağ yürekli yiğit saran
seni bilgelerin sonsuz yürüyüşünde buldum
kaybedemem
yoldaşlarımın izleri ve senin herşeyindeki kutsallık adına
söz veriyorum
seni asla kırmayacağım
yoluna sereceğim bütün yıldızları
şu dağlarda gezer oldum
yoluna gül dizer oldum
kim unutmuş sevdasını
varlığından bezer oldum
27.05.2010 - 08:38
Sıcak İklim
Kalk ey kalbim!
Gidelim bu diyardan.
Gidilecek ne bir dost...
Dertleşecek ne sırdaş var.
Aşığın sazından dinlenecek türküler,
Çobanın kavalından...
Bizi anlatacak ezgiler duyacağımız ellere gidelim.
Akan gürül, gürül ırmaklardan...
Koyun kuzu meleşen ovalardan...
En derin koyaklardan,
Yemlik kokan çayırlardan...
Kışı olmayan iklimlerde dinlenelim.
Bir dağ masalı anlatalım birlikte...
Bir hüzün portresi çizelim seninle.
Bizi anlatan ak bir kağıda rengarenk tualler...
Ve yine bizi anlatan mavi beyaz zamana sığmayacak düşler...
Öyle çok olsun ki;
Çizeceğimiz bu hüzünler, düşler...
Zaman bizimle yarışsın.
Galibi biz olalım her anın,
Yüzü kızarsın yenik düşsün
Ve en güzel günlerin habercisi olsun...
Muştularla karşılayalım.
Ozan sazından dinleyelim sevda türkülerini...
Çoban kavalından kulağımız duysun en üzel tınıları...
Dert ortağımız olsun suya koşan yavru ceylanlar...
Çaybaşlarıında beklesin bizi peri peri kızları...
Vazgeçmeyelim çizmekten bu tualleri.
Bak!
Ne de güzel dizdik ardarda...
Yaşayacağımız en güzel günleri.
Hadi tut elimden sımsıkıca bırakma beni.
Bekliyor bizi evrenin yedi renk gökkuşağı rengi.
Perçinleyelim...
Mor dağlarda, yemyeşil ovalarda büyütelim sevdamızı.
Ola ki; bir an kaybedersek yolumuzu,
Kekik kokusundan buluruz mekanımızı.
Nergisler toplarız sarp kayalardan...
Çiğdemler bölüşürüz güneşli gündüzlerden.
Yanımızda bizi terketmeyen ozanımız;
Türküler söyler...
Çoban kavalından koyunlar suya iner.
Geceler ayazında ne üşür...
Ne de karanlığa gizleniriz.
Ayışığı ve yıldızlar olanca heybetiyle...
Üzerimize doğar, gecemizi aydınlatır.
Biz ozan ve çoban güneşli sabahlara...
Kurumayan ırmaklara...
Solmayan çiçeklere...
Dile gelen türkülere...
Kuzulayan koyunlara...
Suya koşan yavru ceylanlara...
Ve dağlrın doruklarına sevdalandık.
Bir türküyü çoğaltıp bir sazın telinde...
Yüzlerce ezgi dinledik.
Ey kalbim!
Anlattım bir tuale çizilen en güzel düşleri.
Yorduysam; çağır ozanı dinlendirsin ezgileri...
Uyutsun, seni çobanın dertli kavalı.
Ben buradayım, beklerim seni bu sıcak iklimdeyim...
Yaramın sağaldığı, gönlümün tazelendiği yerdeyim.
Nazlı AKIN
26.05.2010 - 21:17
Bu Gün De Akşam Oldu...
Bu gün de akşam oldu
Yorgun kanatlarında kuşların
Bu gözlerini görmediğim kaçıncı gün
Bilmem yüreğimde solan
Kaçıncı mevsim...
Kimsenin haberi yok içimdeki talandan
Sustukça beynimde büyüyor hasretin
Sustukça içimde gemiler yanıyor
Ve dönüş ihtimallerinin boynu bükük
Karanlığa suretimi kazıyor gözlerin
Gece her çöküşünde omuzlarıma
İçimde bir şeyler soluyor
Çiçeklerin boynu bükük
Yıldızların hepsi yaralı
Ve hala aynı saatte ötüyor bahçedeki kuş
Ama
Yoksun yanımda...
Bu yalnızlık bana fena koyuyor...
Bilmem şimdi ne yapıyorsun
Hangi yalanın peşinde düşlerin
Hala her ayrılık şarkısında ağlıyor musun?
Yoksa sen de yüreğindeki ateşle
Yanıyor musun?
Bu gün de akşam oldu
Yorgun uykularında İstanbul’un
Satıcılar çoktan topladılar tezgahlarını
Evin yolunu tuttu tüm sevdalar
Sen hala çarşaf gibi serilisin denizin üstüne
Hala bütün sokakları sen aydınlatıyorsun
Bu şehirde ne varsa senden kalan
Hepsi ağlıyor ardından
Yürüdüğüm yol
Isındığım güneş
Her şey seni anlatıyor...
Bütün meyhaneler seninle dolu
Dokunduğum her kadehte dudaklarımı yakıyorsun
Bütün kadınlar senin gözlerinle bakıyor
Bütün dilenciler seni dileniyor
Oysa cebimde bozukluk da olsa
Bir kuruşluk mutluluğun yok
Bendeki sen bana yetmiyor
Ve bu yoksulluk bana ağır geliyor...
Kiliselerinde sana yalvarıyor insanlar
Yolların hepsi sana çıkıyor
Kiminle konuşsam aklımda sen
Kiminle karşılaşsam seni soruyor
“İyi” diyorum
“Selamı var...”
Evin içi sana getirdiğim selamlarla dolu
Yüreğimse hasretinle...
Bu hasretler bana ağır geliyor...
Bu gün de akşam oldu
Sevda bilmez oyunlarında çocukların
Bu sesini duymadığım kaçıncı gün
Bilmem kaçıncı ayrılık
Tam söküp atmışken yüreğimden seni
Bir şarapnel gibi gelip gelip saplanışın niye
Defol git istemiyorum artık seni!
Kokmuş bir yürekse derdin
Söküp atacağım önüne bir gün
Yaralı sevdana saracaksın sonra cesedimi
Alıp yangınına götüreceksin
Bu ayrılık bana ağır geliyor...
Elini tuttuğum kimse sen değil
Koynuna girdiğim sevdalar yalan
Yalan söylüyorum bu şehrin tüm kadınlarına
Hepsinin dudaklarında seni öpüyorum
Hepsinin saçlarında seni kokluyorum
Hepsine seni sevdiğimi söylüyorum
Ve bil ki benim gül yüzlüm
Bu yangınlar beni fena yakıyor
Kimse anlamıyor halimden
Sustukça beynimde büyüyor hasretin
Bunu bir tek sen anlarsın...
Bu sensizlik bana kahır geliyor
Bu gün de akşam oldu
Yorgun ağlarında balıkçıların
Her geçen gemi seni götürüyor
Uçan her kırlangıç sana göçüyor
Sen beni yoruyorsun
Ben şarkıları
Başımdan gitmiyor hasretin
Bu şarkılar beni fena tüketiyor
Bilmiyorsun...
Oysa ölüm olsa sen değil miydin “gelirim” diyen
Daha dün omzumda ağladığın yaşlar kurumadı
“Seni ölene kadar seveceğim” diyen kimdi?
Bu yalanlar bana ağır geliyor
Görmüyorsun...
Oysa çaresizliklerin içinde değilim
Elimde altın anahtarı bütün hayallerin
Ve ben bile bile çekip gideceğini
Açıp girmiyorum o rezil kapılardan
Zehir zemberek geceler batsa da tenime
Seni sormuyorum anılardan
Çünkü sende biliyorsun gül yüzlüm biliyorsun
Bu iki yüzlülük bana ölüm geliyor
Bu gün de akşam oldu
Yanan bakışlarında ayrılığın
Bu kaçıncı düşen yaprak
Bahar bilmez dalımdan
Bu yitişler bana sağır geliyor
Beni en çok sen saklarsın
Bir de yanan uykular biliyor
Söyle daha ne istiyorsun benden
Dört yanlışın bir doğruyu götürdüğü sınavlarda
Bir yanlışa kestik bu aşkın hükmünü
Artık ne yana gitsem çare ölüm
Kimi sevsem sen değilsin
Taşları kum eden rüzgar gibi
Al savur yüreğimi sevdanın çöllerine
Bu talanlar beni benden ediyor
Yüreğimin her yanı mayın
Kim yaklaşsa can veriyor
Ve her mezar bir ölümü aklarken
Benim yüreğimdeki cesetlerden
İğrenç kokular geliyor...
Gel artık üzerime ey sevgili!
Gel artık topunla tüfeğinle
Terinle,
emeğinle,
etinle!
Gel de görelim hesabını bu aşkın
Ve bu meydanda kalsın yenileni
Bu üç kuruşluk sevdanın...
Bu savaşlar bana oyun geliyor!
Ali Haydar Timisi
26.05.2010 - 11:21
Ayrılık
Başladı ayrılık çanları çalmaya...
Ritimsiz bir müziğin,
Kulaklarımı tırmalaması kadar korkunç bir ses...
Bölüyor idelerimi.
Oysa ki; senfoniler eşliğinde sana,
Aşk besteleri sunmak isterdim.
Olmadı...
Bozuk bir gitarın kopuk tellerinden,
Serzenişlerimin güftesini yazıyorum.
Ben senin diğer yarındım...
Sen ise beni tamamlayan.
Yoksun ya;
Gözlerimde çığlıklarındır saklı kalan...
Gittin ya;
Ruhumdur yarım kalan...
Şiirlerimdir kanayan...
Ezgilerimdir suspus olan.
Gittin ya;
Yaralı sinemdir kavrulan...
Gittin ya;
Yok artık beni tamamlayan.
Nazlı AKIN
Toplam 96 mesaj bulundu