Sokrates’in Duruşu Şiiri - Hüseyin Erdinc

Hüseyin Erdinc
116

ŞİİR


12

TAKİPÇİ

Sokrates’in Duruşu

Sokrates’in Duruşu

Atina’nın taş sokakları…
pazarın kalabalığında satıcıların bağırışları,
balıkların tuz kokusu,
şarap testilerinin ışıldayan bakırı,
fırınlardan yükselen sıcak ekmek nefesi.
Bir şehir gürültüsünde
insan sesleri birbirine çarpıyor,
her köşe başında ayrı bir masal,
her taşta ayrı bir gölge uzuyor.

Ve işte o gölgelerin arasından
bir adam çıkıyor.
Ne omzunda kalkan,
ne elinde kılıç,
ne de kalabalığı büyüleyen şairlerin süslü dilleri.
O yalnızca bir soru getiriyor.
Ve soru,
bazen en büyük silah,
bazen de en ağır yük oluyor.

O adamdır Sokrates.
Adımlarında telaş yoktur,
ama bakışlarında bir davet vardır:
“Kendi içine bak.”

Sorardı:
“Adalet nedir?
Cesaret nedir?
İyi olmak, başkasının sözünü dinlemek midir,
yoksa ruhunun sesine boyun eğmek mi?”

Bir çocukla konuşur gibi sorardı.
Bir köleye de aynı,
bir tüccara da,
bir aristokratın gözlerinin içine de aynı kararlılıkla.
Çünkü hakikat,
bir sınıfın malı olamazdı.

Mitler hâlâ dilden dile dolaşıyordu.
Zeus’un şimşeğiyle korkutulan çocuklar,
Athena’nın gözlerindeki bilgelikle avutulan yürekler…
Ama o sorardı:
“Tanrılar varsa,
onların istediği gerçekten kör itaat midir,
yoksa düşüncenin kendisi midir?”

İnsanlar sustu.
Çünkü cevap yoktu.
Ve Sokrates,
cevapsızlıkta hakikatin kokusunu buluyordu.

Ama şehirler,
böyle soruları uzun süre taşımaz.
Bir düzen kurulmuşsa,
o düzenin duvarlarında çatlak istemezler.
Ve sorular,
çatlağın en sessiz,
ama en güçlü habercisidir.

Kalabalıklar kendi huzurunu korumak için
bir bilgeyi taşlamaktan çekinmez.
Ve Atina,
bir gün kendi bilgesini mahkemeye çağırdı.

Mahkeme meydanı…
Sütunlar göğe doğru yükselmiş,
gölgeleri zeminde ağır bir haç gibi uzanıyor.
Her taş,
sanki kendi içinde bir fısıltı saklıyor:
“Adalet burada mı?”

Kalabalık toplanmıştı.
Kimisi meraktan,
kimisi öfkeden,
kimisi de korkudan bakıyordu.
Bir esnaf,
“Bu adam oğlumu yoldan çıkarıyor” diye homurdanıyordu.
Bir asker,
“Devlete itaatin altını oyuyor” diye hırlıyordu.
Bir şair,
“Tanrılara karşı gelmek küstahlıktır” diye fısıldıyordu.

Ve Sokrates yürüdü kalabalığın içinden.
Bir suçlu gibi değil,
bir şölen alanına çıkan bilge gibi.
Omuzlarında ağırlık yoktu.
Alnında ise çıplak bir ışık:
Hakikatin ışığı.

Suçlamalar yükseldi:
“Gençleri bozmak.
Tanrılara karşı gelmek.
Şehrin huzurunu bozmak.”

O ise gülümsedi.
“Ben şehri değil,
uykuyu bozuyorum.
Gençleri değil,
zihinlerini zincirlerinden kurtarıyorum.
Ve tanrılara gelince…
Eğer hakikati sevmiyorlarsa,
benim sözüm onlara da fazla gelir.”

Meydan bir uğultuya boğuldu.
Kimi başını eğdi hayranlıkla,
kimi yumruğunu sıktı öfkeyle.
Çünkü hakikat,
herkese aynı anda dokunmaz.
Kimi ondan cesaret alır,
kimi ondan korkar.

Ve hüküm verildi:
Ölüm.

Gece indi şehre.
Sokaklarda fısıltılar dolaştı.
Kimi “Yazık oldu!” dedi,
kimi “İyi oldu!”
Ama hepsi biliyordu:
Bir bilge yarın baldıran içecekti.

Dostları hapishanede yalvardı:
“Gel, kaç!
Kapılar açık, yollar uzun,
seni saklarız.”
Ama o başını salladı:
“Hayır.
Kaçarsam sözümden dönerim.
Şehrin yasalarına yıllarca boyun eğmişken,
ölüm gelince kaçmak,
bütün ömrümü inkâr olur.”

Ve kadeh geldi.
Taş bir tabak üzerinde,
sessizliğin ortasında parlayan bir kadeh.
Baldıran dolu.
Ama yalnız zehir değil,
bir şehrin bütün suskunluğu doldurulmuştu içine.
O kadeh,
bir adamın değil,
bir toplumun imtihanıydı.

Sokrates aldı onu eline.
Eli titremedi.
Çünkü korkmuyordu.
Çünkü ölüm,
onun için yalnızca yeni bir bilgiydi.

“Bilmiyorum,” dedi,
“ölüm nasıl bir şeydir.
Ama bilmediğimden korkmak,
en büyük cahilliktir.
Belki ölüm,
derin bir uykudur.
Belki de yeni bir diyara yolculuktur.
Orada Homeros’la konuşmak,
Orpheus’un şarkılarını dinlemek,
eski bilgelere sorular sormak vardır.
Ve eğer öyleyse,
ölüm bir şölenden başka nedir ki?”

Bir yudum aldı.
Oda sessizliğe gömüldü.
Her kalp ağırlaştı.
Her nefes taş duvarlara çarpıp geri döndü.

“Üzülmeyin,” dedi,
“ben kaybetmedim.
Ben kazandım.
Çünkü hakikatin yanında ölmek,
yalana boyun eğerek yaşamaktan büyüktür.”

Baldıranın soğukluğu
ayaklarından yukarı yürüdü.
Bedeni ağırlaştı.
Ama yüzünde bir gülümseme vardı.
Ölümle değil,
sonsuzlukla konuşan bir gülümseme.

Ve ruhu başka bir kapıya yürüdü.
Bir sessizlikten sonra,
bir ışık belirdi.
Bir meydanda buldu kendini.
Gökyüzü sonsuz,
zaman durmuştu.

Homeros yaklaştı.
“Elinde defne dalı,
‘Ey bilge,’ dedi,
‘sorularını bize getir.
Ben insanların hayalini anlattım,
ama sen onların gerçeğini sordun.’”

Orpheus lirini çaldı:
“Ben şarkılarımla taşları bile ağlattım,
ama sen sözlerinle yürekleri uyandırdın.
Şimdi söyle,
hakikat müzik mi,
yoksa sessizlik mi?”

Sokrates gülümsedi.
“Belki hakikat,
müziğin ve sessizliğin arasındaki boşluktur.”

Thales dedi: “Her şey sudur.”
Herakleitos dedi: “Her şey akar.”
Pythagoras dedi: “Her şey sayıdır.”
Sokrates döndü:
“Ve sizce,
her şey sorudan ibaret olamaz mı?”

Sonra tanrılar belirdi.
Zeus şimşeğiyle geldi,
ama gürlemedi.
Athena gözleriyle baktı,
ama sustu.
Apollon lirini bıraktı.
Dionysos’un kadehi devrildi yere.
Tanrılar bile bir an için
bir insanın soruları karşısında
sessiz kaldı.

Ve Sokrates eğilmedi.
“Ben sizi küçümsemem,” dedi.
“Ama bilirim ki,
insanın görevi hakikati aramaktır.
Bulamasa bile aramaktır.
Çünkü aramak,
insanı tanrıya yaklaştırır.”

Bir ses yankılandı sonra.
Ne tanrıların,
ne şairlerin,
ne de filozofların sesi.
Kendi sesiydi.
Kendi ruhundan yükselen bir yankı:

“Bildiğim tek şey,
hiçbir şey bilmediğimdir.”

Bu kez savunma değil,
sonsuzluk yeminiydi.
Çünkü bilmemek,
sonsuzluğun ilk kapısıydı.

Ve yürümeye devam etti.
Artık Atina’nın taşlarında değil,
düşüncenin yollarında.
Arkasında mitler sustu,
tanrılar geri çekildi,
bilgeler başını eğdi.
Ama o hâlâ soruyordu:
“Adalet nedir?
İyi nedir?
Hakikat nerede?”

Bu sorular büyüyerek
bizim kulaklarımıza ulaştı.

Ey dinleyen,
ona bakmayı unutma.
Çünkü bir adamın duruşu,
bazen tanrılardan,
bazen mitlerden,
bazen de bütün şehirlerden daha büyüktür.

Ve o duruş hâlâ taş sokaklarda yürür.
Sokrates’in adıyla,
soruların yankısıyla,
hakikatin ağır sessizliğiyle.

Ey dinleyen,
sana yalnızca bir yol gösterdim.
Sana yalnızca bir kapı araladım.
O kapının ardında ne olduğunu
ben bilemedim,
çünkü bilmediğimi bildim.

Ama sen,
bir gece kendi kendine sustuğunda
ve yüreğinin en kuytu köşesinden
şu soru yükseldiğinde:
“Ben kimim?”

Bil ki,
Sokrates yine yanındadır.
Sana ellerini uzatmaz,
ama sorusunu bırakır avuçlarına.

O soru ağırdır.
O soru uykunu kaçırır.
O soru huzurunu bozar.
Ama hakikat,
daima huzursuzluktan geçer.

Unutma:
Hakikati suskunlukta aramayan,
yalanların gürültüsünde kaybolur.
Ölümsüzlük,
baldıranla değil,
sorularla başlar.

Şimdi söyle bana ey dinleyen:
Sen sorunun ağırlığını taşımaya hazır mısın?

Hüseyin Erdinç

Hüseyin Erdinc
Kayıt Tarihi : 12.9.2025 05:25:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!