Hangi zamana hangi mekana ait olduğumu bilmiyorum. Zamansızlık ve mekansızlık ağırlaştırırken ruhumu bir o kadar da hafifletiyor beni. Kim olduğum, ne olduğum ve ne olacağım öylesine anlamsız ki bu ucu bucağı görünmeyen karmaşık, gürültülü dünya içinde. Bir ses, bir nefes, bir gürültü, sıradan bir günah abidesi... Bizden geriye kalan; her şey ya da hiçbir şey... Bir gün dokunulabilecek mi bu dizelere gözler, kulaklar... Yoksa hep bir yabancı olarak mı kalacağız?
Ağır bir bedeldi içimde yankılanan sevdalı yalnızlığım.
Anlamsızlığın ve karmaşanın boyunduruğunda
Hiç kimsenin ulaşamayacağı yitik bir cennetti
Tanrısız bir cennet, benimle kirlenmişti.
Hep aynı acıyla kavrulan yok oluş cehennemine atılmıştı
Çalakalem duygulara, yarım kalmış anılara sürülmüştü
Bir solukta her şey yaşanıp bitmiş gibi… Her şey ama her şey… Geçmiş, kuytu bir yerlere hapsolmuş, geçmiş inşa ettiğim kendimle yüzleşmişliğim. Oysa, anlatacak, yazacak o kadar çok şey var ki… Birçok şey dilimde bir düğüm olsa da, satırlar yazılmayı bekliyor. Yaşadıklarımın bir düş olduğunu sayıklayıp durmanın bir anlamı yok. Bu kendimi bulma yolculuğumun sahteliğine aldanmanın da. Sahte bir şeyler yoktu benden yana. Kendimi bulma yolculuğum tastamam burada sona erdi işte. Kendimi buldum ve her şey bir nihayete erdi.
Birçok şey bölük pörçük olsa da; her deneyim, her anı bir araya geldiğinde büyük bir resmin parçaları gibi. Zaten bu yaşamda tam olan ne vardı ki… Bu belirsizlik içinde, kaybolmuş hikayelerimi gün yüzüne çıkararak, geleceğe dair umutlarımı yeşertiyorum. Ama bir umudun içinde bin çaresizlik… Her yaşanmışlık, ruhumda derin izler bıraktı ve belki de bu izler, beni ben yapan unsurlardı.
“Şeyler” hep bir “şeyler” vardı tamamlanmayı bekleyen, bir o kadar eksik ve bir o kadar da tamamlamaya çalıştıkça eksilen. Hayatın karmaşasında kaybolmuşken, her an bir şeyler peşinde koşmak işkenceye dönüşüyor. Artık hiçbir şeyi aramıyorum, derin düşüncelerin ve duyguların içinde yitip gitmiş bir ruhu sürüklüyorum benliğimde. Olmayan bir yaşamın içinde belki de hepten düş olduğuna inandığım bu sayıklamanın pençesinde hiçbir şey yok… Yalnızca zamanın geçişini izlemekle yetiniyorum, bu sessiz çığlıklarla dolu varoluşumun anlamını bulmak artık imkansız geliyor. Ama içimde bir umut kırıntısı, belki bir gün yeniden “şeyler” anlam kazanır diye fısıldıyor ve öte yandan da biliyorum ki hiçbir şey sonsuza kadar benimle olmayacak, hiçbir şey sonsuza kadar içinde beni taşımayacak…
Neden kendimi bu kadar yalnız hissettim bilemedim hiçbir zaman…
Düşünüyorum da satırlara dökülmeyen ne çok şey var dilimde…
Ve eksik kalan birçok parça ve ben yine karanlığa gömülen bir sözcük oldum.
Ne yalnızlıktan ne de bu karanlıktan çekip çıkarabildim kendimi.
Peki sebebi neydi bunun?
Oysa en çok sana anlattım bu karanlığı, bu yalnızlığı…
Duygularımı koparıp koparıp attığım bu satırlarımdan başka hiçbir şeyim ya da hiç kimsem yok belki de.  Ne kadar kussam da benliğimin yaralarını hep acıya çıkan bu sözcüklerle, belki de bir anlama kavuşamayacağım ya da daha da anlamsızlaşacağım. Anlamsızlık, yoklarken durmadan beni, gitgide kayıp ve sefil bir yolculuğun kıyısında demir alacağım. Uzatırken elimi inatla, çırpınırken tüm iyi niyetimle dipsiz bir boşluğun içine düşeceğim. Ruhum büyük bir boşluğu sahiplenirken mutsuzluğu demleyeceğim. Belki de bundan sonra hep bitimsiz bir yasın içinde kendimi tüketeceğim.
Kulaklarım uzaklardan cılız bir ses duyacak. Umudun cılız sesini. Ama biliyorum ki umut devasa bir hayaldi artık. Mutluluk, uzak bir düştü. İnandığım her şey yok olmuş, öldürmeyen acılarla bir başına kalmış bir cehennemdi kanıksadığım. Ben, büyük bir suç işlemiş de kefaretimi mi ödetiyordum kendime. Vicdanım giymişken kefenini, benliğime bir suçlu olduğumu nasıl söyleyebilirdim? Hakikaten bir suçlu muydum ben? Yoksa asıl vicdanına kefen giydirenler arasında kaybolup kim ya da ne olduğunu kavrayamayan bir zavallıya mı dönüşmüştüm? Tüm güzel şeyler, tüm sevgiler, tüm umutlar bir karanlığın içine hapsolduğu için mi suçluydum? Günahkar olan ben miydim?
Hep fazlası olduğum bu yaşamda ayrık otu olup durdum. Bir yabaniydim ya da anormal mi? Belki de başkaları gibi sevmesini de bilmiyordum, benim değerlerimin esamesi de okunmuyordu. Ben yaşama konusunda diğerleri gibi hesap kitap yapmayı da beceremiyordum. Bunların hepsi bir suç muydu? Bir oyuna dönüştürülen bu hayatın içinde aslında ne istediğini bilmeyen körler ve sağırlar arasında kalmış bir ucubeden başka neydim ki? Her şey sevgisizliğe ve ahlaksızlığa kurban edilmemiş miydi?
Uzak, kimsesiz ama tanıdık bir şehirde kalakalmış
bıkkın ve hüzünbaz bir bedenim şimdi.
Geride bırakılmış, bırakılmaya zorlanılmış bir yığın an kırıntıları…
Hiçbiri de acılı gölgelerini silemiyor ensemden.
Şu an hangi zamanı yaşıyor yüreğim?
Kendimi terk ettiğim yoksul, umutsuz, yitik zamanları mı?
Bu şehir ve bu gece,
her zamankinden farklı ağarıyor bıkkın içimin karanlığında.
Loş ışıklar, gecenin sessizliği, belli belirsiz uçarı silüetler,
kulağıma çalınan ezgiler, bir alçalıp bir yükselen mırıldanmalar,
elimdeki bir kadeh rakının anlayamadığım acımsı tadı,
bir türlü susmak bilmeyen iç sesim,
Yorgun gözlerimi dolaştırdığım şu
suskun gecede ben olmayan,
benim olmayan ne çok şey var…
Ben sandığım bir yığın yabancı heyyulalar,
bir eğreti gibi üzerime yapışan benliğime sinmiş
peşimsıra gelen fahişe günahlar,
Zaman zaman beni yoklayan karanlık duyguların birindeyim yine. Ruhum çekilmiş gibi, hiçbir şey yapmak istemiyorum, içimde hiçbir istek yok. Yaptığım şeyler bile belki “mış gibi yapmak” tan öte bir şey değil. Adeta zamanını doldurmaya çalışan ölü bir bedenim. Hayatın bir avuntu, bir oyalama ya da kendini kandırma – artık her ne boksa – olduğu hissi üzerime çöküp duruyor. Hayatın gerçeği bu olamaz diyorum ama günbegün ansızın bu düşünce benliğimi sarmalıyor. Ve hayatımın geri kalan birçok anında ne yaparsam yapayım ya da her kime dönüşürsem dönüşeyim bu duyguyla yüzleşeceğimi, en çok da bu duyguyla savaşacağımı biliyorum. Mutlu bir anımı yakalayıp o anda donsam… O anın içinde kaybolsam, tüm karamsar duygularımı silip atsam… İçime bir zehir gibi bu karamsar duyguları akıtıp giden her kimse/neyse lanet okusam… Ben lanet okumayı bilmiyorum ki… Biliyor muydum?
Günler sanki hep böyle geçip gidiyor. Birbirinin aynı olan günler… Gün artıkları mı demeliyim yoksa? Bir iyi, bir kötü günler… Bir tarafta her şeyi bir kenara bırakıp ayağa kalkan ve hayata devam etmek zorunda olduğunu bilen benliğim; bir tarafta beni boğup duran, üzerime karabasan gibi oturan başka bir benliğim. Nihayetinde hiçbir şey yapmak istemeyen, hayatın içinde asılı bir ben…
Hiçbir şeyi boş veremiyorum, hiçbir şey yokmuş gibi davranamıyorum, yaşadıklarımı unutamıyorum. Ben bir insandım, insan müsveddesi değildim ki bunları başarabileyim. Bir kalbi kırıp hiçbir şey olmamış gibi davranamazdım; bir insanı mutsuzluk içinde bırakıp hayatıma kaldığı yerden devam edemezdim; birini sömürüp, kullanıp vicdanım yokmuş gibi yaşayamazdım; birine yok yere en ağır sözleri söyleyip iyi bir insanmışım gibi nefes alamazdım; beni seven, değer veren birini manipüle edip psikolojisini zorlayıp terk edip gidince kendimi haklı çıkaramazdım. Haksız yere bunların herhangi birini olurladığımda ben bir insanmışım gibi nasıl ortalıkta dolaşabilirdim? Bunların hiçbiri haklı olunsa da nasıl yapılabilirdi? İnsan olma gururuna/onuruna sahip biri, iyi bir insan kalbi bunları yapamazdı ki.
Hiç kimsenin olmadığı karanlık ve dar sokaklarda yürüyorum ve bir o kadar da kirli ve sahipsiz sokaklar ve yabancısı olduğum bir yığın hayal ve hakikat sürüyor ayak izini ruhumda. Bu karanlık, yalnızlık ve günahlar çıkmaz sokaklara sürüklüyor beni. Öyle bir boşluk alıyor ki koynuna, umudu nefesimin son bulmasında arıyorum. Bu tarifi imkânsız tükenmişliğin sokağı, hayatım benim. Düşlerini kırık kalemlerde arayanım ben, hayallerini masum bir çocuğun yitirilmiş tebessümüyle yok eden, hüzne boğulanım ben. Ben kendini hayallerle avutmaktan yorulan biçare, ben özgürlüğünüzü bedeninizde hapsetmiş sizlerin görünen yüzü. Ben o kadar çok şeyim ki aslında. Kim duyabilir, kim görebilir bu beni daha önemlisi kim bulabilir bende kendini?
Bu yürüyüşün ne kadar sürdüğü meçhul, bir ömür mü yoksa bir adam boyu mu? Neden hayatınızı kendinizde olmayanı başkasında görmeye adarsınız ki?
Yüreğimin karanlıkta kalmış kısımlarını aydınlığa çıkardım bu gece. Sorgulamalar, itiraflar geceyi yırtarcasına usulca sokuldular yalnızlığıma. En güçsüz zamanımı kollarlar, en onulmaz anımda. Suskunluğum bölünür, umarsız bir çığlık kaplar içimi. Işımaz karanlıklar, inat edercesine tutunur en kimsesiz, en hoyrat yanıma. Aydınlığa çıkacağımın avuntusu dolar yasak odama, hep karanlıkta kalırım, yaşadığım kendini aldatılmışlık acısıdır oysa. Var olan en büyük gerçek budur hep yoluma çıkan. Ben kendimi aldatırım. Hayatı kimsenin önemsemediği ya da anlamadığı sözcüklerimde ararım, böyle bir hayat yoktur oysaki.
Yıllardır karanlık diye biriktirdiğim bir yığın başıboş sömürülmüş duygular, korkakça ertelediğim hakiki benliğim sürer hükmünü. Oysa hiçbir anlamı yok asıl kimliğimin. Zamanla her şey nasılda anlamını yitiriyor. Hiç bilmediğim bir yerde, hiç bilmediğim bir zamanda, tanımadığım ya da istemediğim biri olup çıkmışım, ne çıkar? Ne çıkar var olmamış biri olmam? Tükenmişliğimin, yorgunluğumun ne önemi var? Her seferinde var ettiğim yitik ve ölü benler dizili önümde. Ben karanlıkta var olan küçük bir gün ışığıyım. Ölü kuşlarımın yasını tutmaktan vazgeçen berduş bir gece bekçisiyim. Kendini aramaktan azat edileli ne çok zaman geçti? Kim olduğumun peşinde değilim, hoyratça iç çekişlerim, nefesimi tuttuğumda içimde boğulan sahipsiz bir deniz var.
Korkular, pişmanlıklar ve yalnızlık değildi beni karanlık dediğim bilinmeyene hapseden, yaşayamadıklarımdı, söyleyemediklerimdi. Yarım kalmış hikâyeler biriktirdim hep, benden başka kahramanı olmayan ve karamsar öyküler ve ölümün bile yatıştıramayacağı yazılmayacak hikâyeler.



Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!