ne kadar dert var hayatımızda
çözümlenmesi gereken...
oysa;
bir şiir aktı usulca yüreğime
aldım onu işledim kalemimle…
önce,
zaman sükut zamanı...zaman koskaca “hiç” zamanı... iç sesimin titrek tınısını bile yansıtmaya çekindiğim şu günlerde ne mi düşünüyorum?..."hiç"...koskoca bir “hiç”... birisi size "hiç" dediğinde es geçersiniz değil mi?... “hiç”lik insanın ruh halini dışa yansımasına son nokta koyar niteliğindedir, ama değildir aslında...
"hiç"; var olanın içindedir. önemli olan beklide önemsenmemek ya da kimsenin gözünde hiçbir şey olmamak...
var oldukça yok olmak mesela… çıkmaz sokağa girmek bile bile… günlerini, aylarını boşlukla doldurmak… kendini bir yere ait olduğunu hissetmemek…”hiç”lik duygusu insanın kendisini birebir boşluğa bırakmasından çok kendisini dışlaması aşamasında durum kötü hal almıştır. Psikiyatri dayanışmasına girilir, eninde sonunda bir iç hesaplaşma sonucu oluşur ve devalar aranır, duygular uyuşturulur… çevrenizde ne kadar negatif insanlar varsa onlar bizi bulacaktır, nasılsa “hiç” oluşumuz bizleri birbirine çekecektir.
yaşaman “hiç”lik… ha bugün, ha yarın… şimdiden ölü sayılırsın… oldum olası hayatıma giren herkes içimde “hiç” bir şey olmamaya çalışıyor… gitsende, kalsanda kimsenin umurunda değilsin…
delikanlı, Erzurum’da üniversite de okuyordu...kız ise Antalya’da rehber...
kader onları bir İnternet oyun sitesinde karşılaştırdı...briç oynarken başlayan yazışmalar esprilere dönüştü...şakaları, sohbetleri, şiirleri, düşünceleri onları birbirlerine iyice yaklaştırdı...
artık oyun sitesi onlar için buluşma yeri olmuştu...başka kimseyi gözleri görmüyordu...hatta oynadıkları oyun da onlar için sadece bir araçtı; “gönül sohbet ister, briç bahane” demişti delikanlı...
zaman bitiyor… hayat bitiyor… üşüyorum… kelimelerim sahte mutlulukları terk etme çabasında… sözcüklerim donuk, hüznü giydiriyorum üşüyen kalemime…
kapatıyorum gözlerimi… tek tek takılıyor ayağıma serzenişlerim… acılarım…
açıyorum gözlerimi bugünden başlayarak… ağlıyorum… aldanışlarımı, iç çekişlerimi yerleştiriyorum gözlerime…
sigara gibi içime çekiyorum hüznümü…
ilk başlarda ağız tiryakisiydi benim kisi… hüzün çekilir mi hiç? diye sormayın bana… çekilir…çekilir ki bir kere tadını aldıktan sonra yapışır kalır sana imge gibi…
hüzün en anlaşılır duygudur…en güzel şarkılara bel bağlarken, yağmurda ıslanırken, gözlerimizdeki ışıltı sönerken tutunuruz bu duyguya…
bir söz okumuştum; “ insanın yarası neredeyse kalbi de oradadır” diye… kendime şöyle tercüme etmiştim “ çok sevdim, en güzelini onunla yaşadım ve en büyük kırgınlığı onunla tattım”… kalbim yarama değdi…
bir sigara yakıyorum… zaten hep sigara yakarım ben… gülmeyin… tiryakiyim acı tada…
ağlamalarımı, hıçkırıklara salmadan, yatağımda sırtımı dayayacak duvar arıyorum… duvar soğuktur ve sırtınızın dayandığı yeri ısıtmak için epey zaman gerekir…ne diyorum ben şimdi… saçmaladığımı düşünmek istemiyorum… ama gerçek; saçmaladığımın farkında olma olasılığını kaldırmak, diğer yandan beyin fırtınası yaparsam neden duvara sırtımı dayadığımı unutmamak için saçmalamaya devam diyorum… sigaramın külü yatağıma düştü… öyle simsiyah, un ufak savruldu… yatağımı kirlettiğine mi yanayım duvarla aramıza girdiğine mi… ağlıyorum…
kaybettiM yağmurda gözleriNi,
kaybettiN yağmurda gözleriMi...
farkında mısın...? bilmem...!
sahil kenarında oturduğum kafenin bahçesinde martılarla konuştum da; özgürce uçabiliyorsunuz ve eminim ki beslemek zorunda olduğunuz bir yavrunuz var... gözünüz havaya atılacak bir simit parçasında... yakalayabilirseniz ne mutlu, yakalayamazsanız balıklar bayram edecek diyorum...
herkes birine muhtaç... muhtaç olanlar; ya küçük ya da maneviyata el açanlar...
benim maneviyatım sevgi... el mahkum muhtaç olanı doyuruyorum açlığını ve maneviyatını... ya benim maneviyatım? ... eminim ki verdikçe karşılığını gün gelecek alacağım...
Tebrik ederim şiirleriniz herbiri birbirinden güzel yüreğinize sağlık