Ekmek parası denirmiş eskiden,alınteri,emek denirmiş...
Ekmeğini kazanmak için iş dünyası denen arenaya çıkan herkes az çok bilir. O ekmek, eşit şartlarda savaşmadığın halde yenmek zorunda olduğun, aslanın ağzında da değil artık. Midesinde diyenleriniz de vardır eminim,hani son zamanlardaki klişe tabiriyle yani. Bana göre o ekmeği sindirmiş oluyorlar.Siz bir gladyatör olarak dövüşü kazansanız dahi ekmeğiniz çoktan elinizden gitmiş aslanın hücrelerinde karbonhidrat yani enerji olarak yerini almış oluyor,başka savaşlara daha da güçlü başlayabilsinler diye sanki.
Ne mi demek istiyorum? İş dünyası diş dünyası olmuş yazık ki demek istiyorum. Hak,hukuk tanınmıyor,entrikalar,iblislikler ortalıkta cirit atıyor demek istiyorum. Ne kadar 'gladyatör' olursanız olun, ne kadar 'cesur yürek','kara murat','malkoçoğlu' olursanız olun, o arenadan kucağınızda helal kazançla çıkamıyorsunuz dürüstlük işe yaramıyor demek istiyorum.Erkekseniz bile... Peki ya kadınsanız?
Öte yandan ne kadar çok entrika üretebiliyorsanız, ahlak anlayışınızı ne kadar genişletebiliyorsanız, ne kadar iblislik varsa ruhunuzda o kadar kazanıyorsunuz(!) diyorum. MIŞ GİBİ patronlar için geçerli bir formül var bu diş dünyasında. Ne kadar yalakalık yapabiliyorsanız patronunuza yapın. Yapın ki SİZ ONUN İÇİN VAZGEÇİLMEZ ÇALIŞAN olun. Ee, laf aramızda nerde bulacak sizin gibi 'aman efendim, peki efendim,buyurduğunuz gibi ben akılsızım efendim, ayaklarınız da yıkanacak mı efendim' diyen,el pençe divan duran köleyi :)
Zamane aşkları adına çok şey yazılıp söylendi biliyorum. Bir tane de ben söyleyeyim de 'Kıyı Yazılarıma ' ilk konu aşk olsun..Romantik kişiliğinden taviz vermeyen birinden de başka ne beklenirdi ki? Bahsedeceğim aşk aslında adına yakışır bir şey değil.Ya da artık aşklar bu hale geldiyse benim bildiğim o muhteşem duygunun adı aşk değil. Aşkları teknolojiye kurban mı veriyoruz ne? Online aşklar,GSM aşkları diye yeni aşk kategorileri mi olucak artık? Karşılıksız aşk, kara sevda gibi varyasyonlarını bilirdik de… Böylesi makbul artık bu günlerde sanırım. Cep telefonuyla başlayan, sonu gelmeyen geyik muhebbeti tarzı aşkların zamanı mı şimdi? GSM operatörlerinin gençleri cezbeden bir yığın tarifesi, kampanyası saatlerce gece sohbetleri yapma imkanı veriyor gençlere. Peki ne oluyor? Nostaljik aşklar çöpe gidiyor. Pencereye çıksa da yüzünü görebilsem diye sokaktan elli defa geçen delikanlılar devri bitiyor hızla. Pastanelerde kafeteryalarda, gözünün içine baka bakakonuşmalar, ruhunun derinliklerine girmeyi denemeler bitiyor. Özlemler bile bitiyor. Sabah ezanı okunuyor ama eldeki telefonlar hala bırakılmıyor. Herkes her istediğinde birbirine ulaşabiliyor artık.Düşünceler netleştirilmiyor konuşurken, akla ne geldiyse pat diye söyleniyor. Zaman tanınmıyor ilişkilere. Hemen başlıyor hemen bitiyor. Tüketiliyor aşklar artık. Aşkta en gerekli şeylerden biridir sabır. Ama kimsenin sabrı yok birbirini tanımaya, anlamaya, dinlemeye,şans tanımaya. Gece yarılarına kadar online artık aşklar. Bir ekran bir web kamerası bir mikrofon bir klavyeden ibaret artık.
Her şey bu kadar basit mi olmalı? Onu gördüğünde kalbin ağzına varırmış gibi atarsa aşk aşka benzer. Dizlerin titrerse.. Elini tutmak için bahaneler yaratmak, saçlarını çaktırmadan koklamak, kokusunu yanında hissetmek için kullandığı parfümden alıp evin her yerine sıkmaktır biraz da aşk. Hani kim yapıyor bunları? Hala aşkını açıklayamayanlar var görüyorum. Onu kaybetmekten korkup aylarca hislerini içinde tutabilenler var. “naber abi ya” gibi sözler kullanan sevgililer bir yana, hala sevdiği kıza “sen” diyemeyip bir cümleye “sen” öznesiyle başlayıp “siz” yüklemiyle bitirenler var. Soyları tükenmekte olsa da..Hala aşka değer veren gençler var.
Aranansa bulunan, biraz cesaret, biraz sabır, aşkı yakalamayı sağlayacaktır. Biraz irade ölçü ve saygı gerekir ki,o değer kaybedilmesin. Kolay bulunmuyor güzel insanlar,değeri bilinmese de...
Ve temennim, online aşklar gibi bir resetle bitmesin gerçek aşklar.
Bir yıl daha geldi geçti işte. Yürüyerek, koşarak; kimin işine hangisi geliyorsa o dolmuşa binerek, dolduruşa gelerek; 'yok ben dolduruşa gelmem, dolmuşa da binmedim binmem, sera gazından bana ne 4x4 le gezerim, arazi mi asfalt mı bakmam' diyerek, yolsuzluğa hırsızlığa kırmızısından yeni donlar biçerek, KÜRECEK bir ısınıp, bir krize girerek; “açılsak mı açılmasak mı”diyerek, yeni bir hayvan türü griple daha tanışarak, tanışmaktan kaçarak; kocaman sene geçti gitti.
İstemek başarmanın yarısıysa; özellikle politikacıların barış, sağlık, huzur, bol kazanç isteklerinin temenniden öteye geçmemesine ne demeliyiz? Bu olumsuzluğun; ya isteyenler, ya istenen şey ya da isteyenlerin istedikleri yerleriyle bir ilgisi olmalı. Yürekten mi istediler, böbrekten, dalaktan mı, ya da dil ucuyla mı! ... Sorun isteyenlerde veya istenen şeylerde olsaydı, isteyenlerin kendilerinin de dahil oldukları 'istedikleri kesim' nasıl ihya olurlardı?
Güle güle eski yıl hoşgeldin yeni yıl sloganlarıyla, herşeye rağmen umutla bakarız yeni yıla ve ilk umudumuz ilk yenilgimize dönüşürse endişesine rağmen piyango biletimizi de alırız. Yeni yılın ilk dakikalarına 'ya milyoner olursak' hayaliyle girebilmek için alınan biletler, şanslı bir kaç kişinin dışında kalanların elinde patlayacaktır ve ilk hayal kırıklığımızla yolumuza devam edeceğizdir. Öldürmeyen acı güçlendirir diyerek bu talihsiz olayla yeni seneye daha bir güçlü başlamamız bile olası! Beslenme biçimimizden ve türkülerimizden de bellidir ki biz acıyı seven bir milletiz.
Ayrıca biz milletçe pırıltıları, simleri, alları, pulları da severiz ki bunu anlamak için de padişahlarımızın kılık kıyafetlerine bakmak kafidir. Genlerimizde var. Ama iyi ki genlerimizden gelen bu al pul merakı padişahların giysi tarzlarını günümüze taşıma biçiminde sürmemiş. Düşünsenize kırmızı spor arabasından elinde dizüstü bilgisayarıyla inen bir iş adamı ve üstünde sim işlemeli bir kaftan!
Yine umutları diriltme mücadelesiyle geçecek bir zaman dilimi başlıyordu. Yine 'belki bugün' diye hayallere sarılma, gitmek isteyen umutları kalmaları için zorlama vaktiydi. Bazen kalple, bazen ruhla veya akılla yapılan savaşlardan bir kaçını daha yapma ihtimaline bir yolculuktu bu başlayan.
Şöyle bir baktım pencereden sonra. O da neydi? Kar yağıyordu. Hem de bir yere geç kalmışçasına hızla... Esen rüzgâr kar kristallerini cama doğru uçuruyordu. Kar tanelerinin hiç biri bir diğerine benzemezmiş diye duymuştum bir yerlerden. Gökyüzünden gelişigüzel yeryüzüne inerken, yolda birbirine çarpıp birleşme veya bir şekilde dağılma olasılığı olan bu taneciklerin farklı desenler meydana getirmesi doğal görünüyordu bana. Asil hayrete düştüğüm nokta, buna rağmen hepsinin altı köseli ve danteli anımsatan biçimlerinin olmasıydı. İşte isin mucizevî yani da buydu. 'Bir mikroskop olsaydı keşke' dedim. 'Aman Tanrım bu da farklı' diye heyecanla inceleyebilseydim keşke onları o an.
Bir kaç ay önce Kanal 1 ve daha sonraki günlerde de atv'de yayınlanan bir belgeselden bahsetmek istiyorum sizlere. 2006 en iyi belgesel ödülü alan 'İmparatorun yolculuğu' adlı bu belgeseli izleyen hemen herkes o süre zarfında başka boyutlarda dolaşmışlar, içinde bulundukları yaşamlarından sıyrılmışlardır diye düşünüyorum. İzleyenlerin ortak görüşü bu belgeselin kendilerine muhteşem hisler yaşattığı. Bırakın hayvan sevgisini, penguenlerin o sevimliliklerini bi yana, Antartika'da verilen bu yaşam mücadelesi filmin içine çekiveriyor insanı. 'işte bu hayatın ta kendisi' dedirtiyor insana. Penguenler artık anne ve baba olma zamanları geldiğinde, kendilerine besin sağlayan okyanusu bırakıp, o minik adımlarla haftalarca yürüyerek buzulların ortasındaki o korunaklı bölgeye ulaşıyorlar.Ulaşamayan gruptan kopan kaybolanlar da oluyor ne acı ki. Binlerce imparator pengueni kendilerine o sene için sadece tek bir eş seçiyorlar. Filmde 'düğün dansı' şeklinde yorumlanan bir tür törenle birbirlerine sanki eş olma sözü veriyor gibi hareketler yapıyorlar. Tabi belgeselin müziği ve seslendirmesi de ayrı bir güzellik katıyor görüntülere. Bir anne, bir baba penguen kişileştirilerek belgesel onların ağzından anlatılıyor. anne bedeninde aylarca duran bir yumurta dış dünyaya çıktıktan sonra da aylarca süren bir kuluçka dönemi başlıyor. bu süre içinde anne ve baba penguenler okyanustan bu bölgeye gelmeden önce depoladıkları besinlerle yaşamlarını sürdürüyorlar. Yaklaşık üç ay annenin yumurtlama süreci sürüyor.Anne penguenlerin bedeninde oluşan o yumurtalar,annenin yumurtlamasıyla dış dünyayla tanışıyorlar. Anne ortalama üç aydır aç ve karnında oluşan yavruyu besledi. Artık beslenmeye gitme vakti gelmişti. o dondurucu buza değdirmemeye özen göstererek yumurtayı kendi ayakları üzerinden baba penguenin ayakları üzerine veriyor ve o haftalar süren yolu geri giderek okyanusa ulaşmak için yola koyuluyor. Tabi diğer anne adayı penguenlerle birlikte.Bu devir işlemi sırasında yerde kalan yumurtalar buz tutup çatlayabiliyor ve anne ve babanın o seneki çabaları boşa gitmiş oluyor. soylarının devamı için o seneki şansları sona ermiş oluyor. Tek bir yumurta şansları var ve onu da yitirebiliyorlar. Bu arada kar fırtınalarından yumurtalarını korumak için baba penguenlerin binlercesi yumurtaları ayaklarının üstünde tüyleriyle örterek ve birbirlerine iyice sokulup ısınmaya çalışarak anne penguenlerin geri dönmesini bekliyorlar. O manzarayı izlerken 'o canlılar için mahşer yeri burası sanki' diye düşünmüştüm. donduran soğuk, açlık, sorumluluk, kar fırtınası... Ve bunlara dayanmaya çalışan fedakar bir canlı türü. İnsanların ibret alması gereken bir durumdu bu. Bu fedakar penguen babaların insan babalara öğreteceği çok şey olmalıydı. Anne penguenlerin okyanusa gidip beslenmeleri içinse haftalarca süren o yolculuktan sonra o kalın buz tabakasının altındaki okyanusa açılan ufak bir kapı görünür ki, tüm anne adayları sevinçle suya dalıverirler. Karınlarını iyice doyurmaları gerekir ki döndüklerinde yumurtayı kırıp çıkmış olacak yavrularına yemek götürebilsinler. Ve o sularda da vahşi hayat varlığını gösterir. Nasıl penguenlerin beslenmesi gerekiyorsa, o penguenlerle beslenecek başka canlıların olduğu da ortada. Ve bazı anne adayları sudan çıkma imkanına sahip olamıyorlar. onları bekleyen bir baba ve bir yumurta varken geri dönemiyorlar.
Öte yandan yumurtalar çatlıyor, içinden minicik beyaz tüylü yavrular çıkıyor. tabi o yavrular hala babalarının ayaklarının üzerinde ve babalarının tüyleriyle soğuktan korunuyorlar. Baba penguenlerse annelerin bir an önce dönmesini bekliyorlar çünki onlarda açlığa daha fazla dayanamayacaklarını biliyorlar. sakladıkları bir kısım yiyecek parçasını kendi midelerinden çıkararak yavrularının ağzına veriyorlar. Anneler gelmezse bir süre sonra o yavruları orda bırakıp, yani ölüme terk edip okyanusa gitmek zorundalar. Gitmezlerse, hem yavruları ölecek hem kendileri. Ama giderlerse en azından kendi hayatlarını koruyabilecekler. Ve bir sonraki seneye soylarının devam şansı olmuş olacak. Biz insanlar için bunları izlemek, öğrenmek, anlamaya çalışmak çok daha zor sanki. Onlar iç güdüsel olarak böyle olması gerektiğini biliyor ve davranıyorlar. Oysa bizler, şuurlu yaratıklar olarak durumun acı tarafında takılıp kalıyoruz. İçimiz acıyor. Bir babanın yavrusunu ölüme terk etmesi fikri biz insanlar için çok acı çünki. Diyorum ya ibretlik diye. Doğadan ders alınması gereken çok şey var ve maalesef insanlık insanlığa yakışmayan davranışlar da gösterebiliyor bazen.
Anne penguenler zorlu yolculuğu bitirip döndüklerinde seslerinden eşlerini ve yavrularını tanıyabiliyorlar. o manzara tam bir mutluluk hali. onlar sorumluluklarının bilincinde olan muhteşem bir aile çünki. Geri dönemeyen anneler ve onları bekleyen yavrular doğanın diğer bir yüzü. Soğuğa dayanamayan ve ölen yavrular da öyle.
Anne penguen yavrusunu babadan devralıyor ve baba penguen diğer baba penguenlerle beraber yola çıkıyor bu defa. okyanusa... beslenmesi gerekiyor ve daha sonra yine geri dönecek, dönebilirse tabi. Buzullardaki bu zorlu şartlar güneşin kısa bir an yüzünü göstermesiyle bile olsa neşelendiriyor bu fedakar canlıları. yavrular ilk adımlarını atıyorlar. tüy yumağı gibi halleriyle buz üzerinde yalpalayarak yürümeye çalışıyorlar. Kendi yavruları ölen anne penguenler başkalarının yavrularını çalmayı bile deniyorlar. Anne ve babalar nöbetleşe gelip giderek beslenmelerini südrüyorlar. Bu süreç aylarca sürüyor. Okyanustan uzak o korunaklı bölgede ortalama dokuz ay gibi bir süre bu durumu devam ediyor. Bazen anne ve babalar bir diğeri gelmeden de yavrularını artık yürüyorlar diye bırakıp gidebiliyorlar. bebek penguenler de hepsi birbirine yapışırcasına bir arada gruplar halinde durarak soğuktan korunmaya ve bir diğer ebeveyninin gelmesini bekliyorlar. Bir kreş ortamı gibi. tabi her yerde olduğu gibi burda da tehlike anları oluyor. yırtıcı kuşlar yalnız gördükleri yavrulardan hangisini tutabilirlerse kendilerine besin temin etmeye uğraşıyorlar. O yavruların kaçışmaları, bazısının yakasını zor kurtarıp yaralanması bazılarınınsa yem olması kaçınılmaz. Bunları izlerken daha önce izlediğim bir belgesel aklıma geldi. çayır köpekleri denen sincaba benzeyen canlılarla ilgili bir belgesel... Onlar tüneller kazıp oralarda yaşıyorlar ve tehlikelere karşı nöbetçileri oluyor hep. Hatta beslenmeye giden anne babaların yerine o gruptan bir kaç bebek bakıcısı yavrulara bakıyor. Onları koruyor. Penguenlerde bunu göremedim. Kendi yavrusu ölen bir anne başkasının yavrusuna sahip olmaya çalışırken, öte yandan yavru sahibi olamayan anne ve babalardan bazıları ailelerinin bırakıp beslenmeye gittiği anlarda 'kreş'teki bu yavrulara sahip çıkmıyordu mesela. Hatta bir kaç yavru bir yetişkine sığındığında sonradan gelen bir kaç yavruyu o yetişkin iterek uzaklaştırıyordu. Bunların cevabını bilemiyorum. Belgesel de bunları yanıtlamıyordu. Daha çok film niteliğinde bir belgeseldi ne de olsa.
Kaç asır gördün,
Kaç imparatorluk, kaç sultan?
Kaç kez yara aldın surlarından?
Teslim oldun Fatih'e,
Ruhu dolaştı güzelliğinde Osmanlı'nın
Donatıldın saraylarla, camilerle.
Canım acıyor babacım...
Sarıp sarmalardın saklardın prensesim derdin ya hani,
Kalbi parça parça prensesinin
Hayat ne çok yerden vurdu bu küçük kızı
Kanatlarını her açtığında uçabilmek için,
Kırdılar kopardılar acımadan
Şu medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar aşkların, sevgilerin, dostlukların, kısaca insan ilişkilerinin içine girdi gireli tadı tuzu kalmadı bağlılıkların. Suçu, medeniyet olgusuna yüklemek doğru olmaz elbette. Medeniyeti işine geldiği gibi yorumlayan ve uygulayanlara yüklemek lazım…
Yabancı filmleri izleye izleye özümüzü mü unuttuk ne sahiden de? Bir özentidir gidiyor Amerikan ailesi modeline. Eşler özgür, çocuklar özgür… Boşanılan eşlerle, hali hazırdaki eşler aynı masada yemek yiyor, artık nasıl bir dostluk kurduysalar ve hangi konularda yardım aldı bilinmez; yeni koca eski kocanın sırtını sıvazlayıp “teşekkürler George” gibi sözlerle evden uğurluyor. Ah, ah, ah! Fatih’in, Kanuni’nin, Yavuz’un kemikleri sızlıyordur öbür taraftan izliyorlarsa dünyayı. Kükrer gibi “ Sizler ki Osmanlı soyundan olasıız, bu kâfirlere (mi) gıpta edersiiiz? Bre melunlar, bre kâfirler, yıkılasıız karsumdan“ benzeri cümlelerle bugünün “medeni Osmanlı torunlarına” verip veriştiriyorlardır eminim. Ah o filmdeki kadın ben olacaktım ki; midesi geniş kocama bir Osmanlı tokadı patlatacaktım ki, öbür dünyadan koro halinde “helal” sesi gelecekti ki, bu sefer Viyana kapısını da kırıp geçip dünyaya hakim olacaktık.
İşte yine bir bayram daha geldi. Bu defa ki “şeker” tadından çok “et” tadında malumunuz. Yemek kültürü ot oburlardan çok et oburlara hitap eden canım memleketimin, senede evine bir kg et almaktan aciz insanları da, mecburen et oburluktan ot oburluğa yatay geçiş yapar oldular. Bu oburluk adı altındaki beslenme biçimlerine yenilerini de eklemek mümkün hatta. “Ekmek obur”,” hamur obur”, organik gıda almaktan da aciz halkımızın kesesine uygun olduğu için göz göre göre aldığı hormonlu sebzelerden de yola çıkarak “hormonlu sebze obur”, genleriyle oynanmış 'GDO'lu besin obur gibi sınıflara ayırmak mesela…
Açlık sınırının 1000 YTL civarında olduğu, asgari ücretinse 500 YTL dolaylarında seyrettiği ülkemizde, kebapçıların önünden geçerken kebap kokularıyla nefsini köreltmeye çalışan sözde et oburlar da bol miktarda var elbette.
Şimdi gelelim bayrama… Çocukluğumdan bu yana o masum hayvancıkların toplu katliam yapılırcasına bayram adı altında kurban edilmelerine ve sokaklarda çöp kutularının kenarlarının mezbaha görüntüsü oluşturmasına içim sızlar durur. Anlam veremediğim kısmıysa,kurban ve kurban bayramı tanımlarının anlaşılamaması veya işine gelenin işine geldiği gibi anlaması nedeniyle çarpıtılması. Çocukluğumda sorgulayıp çözemediğim şeyleri zamanla araştırarak, vicdan ve mantığıma oturtarak öğrenmeye çalıştım.
Kurban sözcüğünün kelime manası gereği “yaklaştırmak, kaynaştırmak, yardımlaşmak ve dolayısıyla hediye etmek” anlamına geliyor olması; bayramda kesilen hayvanların Allah’a armağan edilmesi, Allah için kan akıtılması gerektiği gibi yanlış öğretilerle çarpıtılmış. İslamiyetin başlangıç dönemlerine ilişkin çeşitli rivayetlerle de bu düşünceler desteklenmiş. Ancak aydın zihniyetler bunu kabul etmemişler. Düşünebiliyor musunuz, cansız varlıkları bile hoş kullanmamızı öğütleyen taşa bile merhamet eden Yaratıcı, yarattığı akıldan yoksun, dolayısıyla da masum hayvanları kendisine hediye edilmesi için yok ettirsin! Evreni yaratan bu Yüce Varlığın dünyaya armağan ettiği hayvanları bizler de parayla satın alıp O’na geri hediye edeceğiz öyle mi? Tereciye tere satmak gibi bir şey olmuyor mu bu? Böyle birşeye ihtiyacı mı vardır Yaratıcımızın? Amaç Allah için kan akıtmak mıdır öyleyse?
Bütün bu sözlerin ardından şunu söylemek lazım. İslamiyetin başlangıç dönemlerinde sefalet içinde yaşayan,yiyecek ekmek bulamayan insanların yanı sıra çok zengin tüccarlar da vardı ki hemen her gün sofralarında kuzu çevirmeler yemelerine rağmen yoksulları düşünmezlerdi. Zaten kesilen ve hatta şaraplarla beraber ziyafet sofralarında yenen hayvanların, belli bir zamanda ve bir bayram dahilinde kesilip buna da kurban yani hediye denilip yoksullara hediye edilmesi oldukça vicdani ve mantıklıcaydı. Sizce Yüce Yaratıcımızın kendine hediye amaçlı kurban kesilmesi gibi bir isteği var mıdır? Buradaki amaç O’nun rızasını alabilmek, bencillikten arınabilmek ve yoksullara yardım edebilmek dolayısıyla da sosyal ilişkilerin sevgi ve ilgi ile devamlılığının sağlanabilmesidir. Sizce de bu açıklama vicdanınıza ve aklınıza daha uygun gelmiyor mu?
Farklı ülkelerin kültürlerinden geçen birçok sözcükle aynı kaderi paylaşır entelektüel sözcüğü de. Fransa’dan başlamıştır yolculuğuna Türkiye’deki, benim deyimimle gurbetçi sözcükler sınıfına girmiştir.
Türkçe karşılığı olan aydın kelimesindeki ciddiyet ve ağırbaşlılıktan sıyrılıp kendine daha modern ve popüler bir üslup edinmiş gibidir.
Aydın denince aklıma; bir kısım yazarlar, gazeteciler, akademisyenler ve sanatçılar gelir. Dünyanın sorumluluğunu sırtına yüklenmiş vefakar kimseler gelir hep. Araştıran, öğrenen ve öğrendiklerini defalarca mantık ve vicdan süzgecinden geçiren, çıkan sonucu geniş kitlelere ulaştırmaya çalışan kişiler gelir aklıma. Bu uğurda canlarından olan nice “uğurlu” aydınlarımız gelir gözlerimin önüne; tarihin tozlu sayfalarındaki yüzlerce düşünür gelir.Hayata bakış ve duruşumuzla “onlara layık olabiliyor muyuz? ” diye düşünürüm, içim sızlar.
Bir de günümüz popüler kültürünün aydın anlayışı var tabi. Entellik deniyor buna da... İyi bir kariyeri olan, yaşam standardı yüksek bir çok insana entelektüel sıfatı yakıştırması yapılıveriyor. Mesleği ve akademik eğitiminin dışındaki alanlarla ne kadar ilgili, dünyanın ve insanlığın haline ne kadar duyarlı, ne konuda ne kadar bilgi sahibi, bildiklerini kendi fikirleriyle yoğurup çevresine ışık tutabiliyor mu demeden hem de…
Bir de genellikle gençlerin dilinde dolasan entelektüellik var. Standartların dışında ve adi entel giyim haline dönüşmüş olan giyim stilleriyle, takıları, saç ve sakallarıyla, yeni tip tabirle takıldıkları mekânlarla tarif edilen bir entelektüellik tipi…
Tanıyorum diyebileceğiniz biri olmadığı gibi, tanıdıkça tanıyasınızın geldiği, güzel yanlarının terazide oldukça ağır geldiği, sürprizlerle dolu, ruhu keşfedildikçe daha çok seveceğiniz biri. Bir gün kişiliğine yakışan, tarzıyla 'işte bu' dedirtecek bir kitap yazmasını, kanal kanal dolaşmaktan yorgu ...
Burnumun ucundaki sövalye!
Orda durman ne sana fayda verir, ne bana.
Görüs açimda olmadigin kesin,
Bari önümü kapatma.
Ya yer degistir görebileyim,
Ya da çek git.
Ya ask olsun ya dostluk kalbindeki
Olma aralarda kalanlardan.
Ve bil ki,
Kampanyada ...
Değerli arkadaşım.şiirlerini ve yazılarını sewerek okuduğum birisin.bu tür ortamlarda kişilere iltifat etmesini sewmem.duyguların insanı olarak şunu söyleye bilirimki.insanların sadece gözleriyle görmesi gerekmiyor.bazen sözleri yüreğinden süzdüğün zamanda insanları anlaya biliyorsun.NİLGÜN BUDAK.şi ...