Bir şehir geçtim içinden sen geçerken,
Bir sokak sustu, adını bilmeden.
Bir zaman vardı, ellerin kadar ince,
Şimdi ne takvim var, ne de dünlerden iz.
Anladım ki aşk, bazen sadece susmak,
bir kuş sürüsü gibi dağılan kalbin arkasında,
göğe fırlatılmış paslı çiviler,
her çivi bir hatıra,
kanayan boşluklar tutuyor duvarları.
ayna kırıklarına benzeyen kelimeler,
Sen,
mor lavantaların kirpiğinden düşen
ilk gözyaşıydın…
Tütün gibi sarıp sarmaladın beni;
ben, kül olmuş bir halk masalının
ağzı yanık eşek arısı.
Güle baktıkça gözyaşı döken bülbülün ahı mıydı ruhu yakan?
Yoksa o bülbüle baktıkça hatıralar mıydı akılda kalan?
Bir kesişim kümesi gibi, kendi derdine ortak arayan,
Suni kaygılardan sıyrılmak için aşktı benliğimi saran.
Lavanta kokusuna aldanmak için bir bahane gerekirdi,
Bir mevsim bıraktım eski defterlerin arasında,
Adını unuttum, belki sonbahardı,
Belki de kıyamadığım gümüş kordonlu saatti.
Şehir, sesini içime dökerken
Ölü güvercinlerin kanatlarıyla süslenmiş bir balkonum oldu.
Çöle bir fidan diktim, kurak topraklara inat,
Güneşin kavurduğu umutlarıma merhametle kanat gerdi.
Dallarına rüzgâr değil, yalnızlık sarıldı,
Ve ben her gün başında dualarla durdum.
Susuz geçen yılların bağrında büyüdü,
Gökyüzü, ağır bir perde gibi çöküyor üstüme,
Günler, ince çatlaklar bırakıyor tenimde.
Zamanın içinden süzülen bir sisim artık,
Ne tam varım, ne de yokluğa aitim.
Düşlerim incecik bir ipte sallanıyor,
yüzümde heyecanlı bir tebessüm,
kalbimde umut dolu bir parıltı,
ve elimde bir demet çiçekle
beklemenin hayalini kurduğum
dutlu çıkmazında...
koca bir düğüm boğazımda,
Sabırsızlıkla beklenen gün geldi.
Asılmış yakalara siyah beyaz fotoğrafları
Eş, dost, hısım, akraba herkes toplanmıştı.
Bir ısırıkla devrildi gök kubbe,
Yasak meyve mi dediniz?
Oysa sadece güneş tadı vardı üzerinde,
Ve biraz da merak insan kadar masum.
Yılan mı kandırdı bizi?



Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!