— Asla gelmeyecek olanın ağıtlarla çağrıldığı bir zamanın ardından...
Leyl’im...
Sen artık gelmeyecek kadar uzak,
ve ben artık bekleyemeyecek kadar ölüyüm.
Bütün umutlar söndü göğsümde,
ve sen,
yüzünü asla dönmediğin o karanlığa
bir kere daha yoksunluğunu ilikledin.
tüm kandiller söndü...
Her dua,
göğe değil cenazemin ardından affım için yükseldi.
Her nida,
boşlukla konuştu.
Artık biliyorum;
gözlerin,
hiçbir çağrıda bakmayacak bana.
Ben,
sana doğru yola çıkmış
ama hiç varamayacak yitik bir gölgeyim.
artık sevdam sırtında bir yük olmayacak...
Benim göğsüme düşen en eski çöküntü sensin,
ve kalbimde saklı duran tufan...
Çünkü senin gelişin,
sadece efsanelerde kalan
bir kurtuluş muştusuydu.
kurtuluşum sendin.
şimdi yeniden yıkılışım, yine sensin...
Leyl’im,
dedimya
ben artık seni beklemiyorum,
çünkü beklemek bile bir umut ister.
Ve umut,
senin yanağındaki o küçücük "ben'in" üzerinde;
benim kurduğum bir yurttu...
şimdi harabeler kadar sefil
bir ülke artık...
Her gecem,
bağrımın ortasına oturmuş bir devin
beni ezişiyle geçiyor artık.
Ben seni,
benim ol diye sevmedim;
ama o yüzünü hiç dönmedin ya
işte o yüzden sustum.
Kelimelerim,
sana değil;
senin yokluğuna yazıldı hep.
Artık biliyorum,
hiçbir şiir senin yerine geçmeyecek,
çünkü sen şiirin ta kendisisin artık.
Leyl’im...
Ben seni bu kalpte değil,
bir yıkıntının içinde taşıyorum artık.
Seninle değil,
senin asla gelmeyecek oluşunla
yaşıyorum artık.
Sen ki,
ne Musa’nın asasında sır,
ne İbrahim’in ateşinde serinlik oldun.
Sen hep yoktun...
Ve bu yokluk,
bir varlıktan daha ağırdı bana
varlık mefhumunun kütlesi değil
'yokluğun' ağırlığı eziyor beni.
Ve şimdi,
göğsümdeki o eski lahitin
çatlamış taşlarına
şunu kazıyorum:
“Leyl, asla gelmedi.
Ve ben,
ona kavuşamadığım tüm çağların
susmuş sesi olarak kaldım.”
Ve yıldızlar sönerken,
son kez sesleniyorum sana:
Ey Leyl’im...
Sen asla gelmeyeceksin.
Ben de asla gitmeyeceğim.
Çünkü bu,
ne vuslatın önsözüdür,
ne de bir vedanın son sözü...
Bu sadece,
bir bekleyenin
kendisi için kazdığı
kayıp bir mezardır.
Ey Leyl’im...
Sen ki gelmemek üzere doğdun.
Ben, sana varamamak için yaratıldım.
Bu kader, bir dua değil artık;
sensizliğin kendisinden biçilen bir kefen.
Sana seslenen her harf
kendi kendini imha eden bir dize şimdi.
Çünkü senin yokluğun,
şiirin özüne sirayet etmiş bir zehir gibi
dolaşıyor damarlarımda.
Yüzünü bana çevirmedin,
çünkü yüzün; hakkım değildi benim.
Her bakışın
bir başka evrende kırıldı,
her ihtimal bir boşlukla kesişti
bir başka yüzyılda sustu.
Seninle aynı çağda soluklanmadım ben.
Sen,
zamansız bir hayalin yansımasıydın belki,
ama ben
zamana zincirli bir mahkûm olarak
yalnızca beklemeyi öğrendim senden.
Ve kalbimin her atışı;
sadece; Leyl...
Ey Leyl’im,
ben seni değil,
sana giden yolları gömdüm önce.
Çünkü yollar bile
gelmeyeceğini biliyordu senin.
Kendimi ne kadar aramış olsamda
hep senin boşluğunda buldum sonunda.
Ve o boşluk,
senin adınla çınlıyordu hep:
Leyl...
Bir idamın mührü vuruluyordu infazıma...
Görüyorsun işte,
bu bir ayrılık şiiri değil,
bu bir kavuşamazlığın şiiri.
Bu bir veda değil,
çünkü hiç tutamadım ellerini.
gömleğine yüz süremedim
Ben şimdi,
gökyüzünün unuttuğu yıldızlar gibi
sönüyorum adım adım.
Ve her sönüşümde,
senin yüzünü hiç görmemiş olmamın
bütün ihtimalleriyle
bir kez daha parçalanıyorum.
Artık senin olmadığın her şeyin
adını biliyorum:
suskunluk,
tuz,
küller,
çöl rüzgarı...
boşa akıp giden zaman...
boşa harcanmış bin ömür...
sürgünlük..
hüsran...
ve zamanın unuttuğu eski bir dilde
tek bir sözcük kalıyor sonunda:
“Leyl...”
Ve o sözcük
bütün evrenin
en yıkıcı çığlığına dönüşüyor içimde.
Kayıt Tarihi : 21.7.2025 18:53:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!