Bâb-ı Sânî: İlk Cemre
ATA’nın (oğlumun) Doğumu
("Bir isimle başladı hayat, bir sessizlikle büyüdü." )
Yıl 1993 — Gümüşhane’nin tenha bir sabahı
Karlı bir sabah,
annesi alnı terli, gözleri sabırlı…
Benimse yüreğimde neşe ile korku birbirine dolanmış,
bir çocuk gibi çırpınıyordum.
Oysa artık çocuk değildim,
çünkü artık bir çocuğum vardı.
İsmini ben verdim:
ATA
Çünkü o gün,
ne geçmişe sığdım ne geleceğe,
o anda doğdum onunla birlikte,
o anda öldüm de belki biraz.
“Oğlumun nefesiyle kendi suskunluğum çarpıştı.”
Ne annesiyle nikâhımız devletin defterlerinde yazılıydı,
ne oğlumun ismi nüfus cüzdanında bana aitti.
Ama bir baba, en çok yüreğinde yazılı olanda babadır.
Ve ben onu,
yüreğime kazıdım.
O gün, kalbime ilk defa bir başka kalp düştü—
ne bir kadına,
ne bir hayale,
bir adama, yani oğluma dair olan bir sevgi.
Annesi gözümde hâlâ
siyah başörtüsüyle ayazda yürüyen genç bir kızdı.
İmam Hatip’in arka bahçesinde
Kur’an’dan ayet ezberlerdi,
ben gözlerinden kalbime ayet indirirdim.
Ben ona “Leylâ” diyordum,
çünkü her aşk bir mecazla başlar
ama her mecaz,
bir gün hakikate yürür.
Doğumdan sonra sessizlik çöktü üzerimize.
Çünkü toplum bağırırdı, biz susardık.
Onlar bizim ne yaşadığımızı değil,
sadece ne kadar sessiz kalacağımızı merak ederdi.
Ve biz sustuk…
Ben mektup yazamadım oğluma.
Hiç başını okşayamadım.
Hiçbir sabah,
“Günaydın ATA’m” diyemedim.
Ama adını rüzgâra söyledim.
“ATA’m” dedim,
“Ben seni kelimelerle kurdum.
Annen beni yok sayarken,
ben seni var ettim.
Sen benim kırılmış hayalim,
ama en onurlu parçam oldun.”
Hâl Risâlesi
Oğluma Yazılmamış Bir Mektup
Ey oğul,
adını ben verdim,
ama sesini hiç duymadım.
Ben seni yüreğimle kurdum,
başını hiç okşayamadım.
Senin adını rüzgâra yazdım
ama sana hiçbir mektup yollayamadım.
Bir sabah gitti annen,
bir cümleyle yok etti yıllarımı:
“İtle evlenirim, ama seninle evlenmem.”
O cümle hâlâ içimde,
bir paslı hançer gibi.
Seni bana haram etti o sabah,
ben de kendime sustum o günden sonra.
Bâb-ı Sâlis:
Medrese ve Tarikat
“Sözün Ucu Sidre’de”
("İlimle büyür insan, ama aşk ile erir.")
Yıl 1994 — Gümüşhane, Ziyarettepe'nin eteği
Dağ rüzgârı gibi sertti hocamızın bakışı.
Her sabah ezandan önce uyanırdık.
Abdestimizi soğuk suyla değil, sabırla alırdık.
Çünkü bu tekkede su gibi olmak,
ama taş gibi durmak gerekirdi.
Oradaydık...
Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevî Hazretleri'nin
Nakşibendi Kürt Halidî Bağdâdî yolunda,
bir avuç genç derviş adayı...
Her birimiz
kelâm ile kalbimizi,
hadis ile hafızamızı,
fıkıh ile ahlâkımızı yıkıyor,
tefsir ile yeniden inşa ediyorduk.
Ama ben...
İlimle uğraşırken
bir yanım hep çocuğuma mektup yazıyordu içinden.
Her ayet bir dua gibiydi ATA’ya.
Her hadis, annesine özlemle yazılmış bir içli satır.
“Hocam bana bakmazdı, kalbime bakardı.”
Bir gün dedi ki:
“Senin alnında suskunluk var,
ama gözlerinde bir yangın.
Ne arıyorsun ey yolcu,
susmak mı, yanmak mı?”
Ben sustum.
Çünkü o an, bir ârifin yanında
söz söylemek
çamura su katmaktan başka bir şey değildir.
Zikir halkaları vardı orada.
Gözlerimizi kapatır, kalbimizi açardık.
Dilimiz “Allah” derdi,
kalbimiz bir kadını özlerdi.
İkisini birden taşımak,
zordur dervişe.
Ama ben hem taşıdım,
hem taştım.
İlmi yudum yudum içtim,
ama o ilimle aşkımı da yoğurdum.
Ben fıkıhta guslü öğrendim,
ama asıl temizlik Songül’ün gözlerinde olacaktı ileride, bilmiyordum.
Sonra bir gece…
Hocalar uyuyordu.
Gökyüzü kurşuniydi.
Ve ben ilk defa
kalbimi açıp Mevlâ’yı çağırdım.
“Ya Rab,
bana bu ilmi aşk için veriyorsan
sabrımı da ver.
Ama bu ilim beni aşkımdan uzaklaştıracaksa
al benden her şeyi—
ATA’yı, onu, kelâmı...
ama SEN kal kalbimde.”
Hâl Risâlesi
Tekkede Gece Duası
Ey Gönüllerin Sahibi,
Ben sana cami avlusunda değil,
annesiz doğmuş oğlumun suskunluğunda geldim.
Her zikirde adını anarken,
kalbim bir kadını unutamadı—affet.
Her dersin arasında
onun gülüşü geçiyor önümden.
Ben onu sevdiğim kadar
seni sevmeyi öğreniyorum.
Ve her “La ilahe” de,
bir kadını bırakıyorum içimden.
Ama her “İllallah”ta,
seninle kaldığını fark ediyorum.
Bâb-ı Râbi: Gölgenin Şehveti
("Gölge, ışığın yetmediği yerde büyür.")
Haziran 1997 — Ankara'nın bozkır kokan sıcağı
O yılın yazı uzun sürdü.
Geceleri daha koyu,
ten daha suskun,
ama arzu daha yüksek sesle konuşuyordu.
O’nu gördüğümde anladım:
Şehvet, aşkın dilsiz kuzeniydi.
Konuşmuyordu ama çok şey söylüyordu gözleri.
Hemşirelik öğrencisiydi.
İnsana dokunmayı öğreniyordu okulda,
bana dokunmayıysa yaz boyu sürdürecekti.
İlk gün:
Göz göze geldik.
Konuşmadık.
Ama ben kalbimde bir “günah çanı” çaldığını duydum.
Korkmadım.
Çünkü o çan,
beni uyandırmıyor,
kendime çağırıyordu.
O yaz boyunca ne medrese aklı işledi,
ne zikir kalbimi sarstı.
Sadece ten vardı.
Sadece ter.
Ve sadece gecenin sıcağına karışan çıplak dualar.
Her gece bir başka secdeydi.
Ama kıblemiz şaşmıştı.
Secde ederken kalbimiz değil,
bedenimiz eğiliyordu birbirine.
“Seviyorduk.
Ama sevgi mi?
Belki değil.
Belki sadece yakınlık,
belki bir yarayı öperek iyileştirme çabası.”
Ben onun içindeki kırığı gördüm.
O da benim yorgun gözlerimi fark etti.
Ve bu yorgunluk birbirimizi çekti.
Temmuz ortası bir gece:
Bana şöyle dedi:
“Seninle evlenmek istiyorum.”
İçimden bir çocuk “evet” diye bağırdı.
Ama içimdeki derviş sustu.
Çünkü o sessizlik,
bana bu aşkın gölge olduğunu fısıldadı.
Evlenemedik.
Ve sonra
1997 bitti.
Ama o kalbimin köşesinde,
bir yaz sıcağı gibi hep kaldı.
2001'e kadar ilişkimiz sürdü.
Ne tam beraber, ne tam ayrı...
Her seferinde azaldık,
her seferinde biraz daha sustuk.
Sonunda, 2004’te
başkasının torununa gelin oldu.
Ve ben bir daha,
onu yalnız rüyalarımda gördüm.
Ama her rüyada,
o hâlâ bana “evlenmek istiyorum” diyordu.
Ben hâlâ susuyordum.
Hâl Risâlesi
Gölgenin İçinden Bir Dua
Ya Rab,
Senin adını anarken,
onun adını da anladım—bağışla.
Tenine secde ederken,
kalbimi unuttuğum geceler oldu—unutma.
Ben ona aşk demiştim,
ama sen suskun kalmıştın.
Belki aşk değildi;
belki sadece karanlıkta bir sıcaklıktı,
donmamak için tutunduğumuz.
Biliyorum,
ışık olmadan gölge olmaz.
Ama ben artık,
ışığı değil, gölgeyi sevdiğimi fark ettim.
Bu da bir imtihan mıydı, bilmiyorum.
Bâb-ı Hâmis: Neyin İlk Sesi
("Her terk ediliş, içimizde bir ney başlatır.")
Yıl 2001 — Sessiz bir sonbahar
Bir sabah haber geldi.
Evlenmiş.
Başkasının soyadını almış,
başka bir evde, başka bir adamın yanında uyanmış.
O an hiçbir şey hissetmedim.
Ne ağladım, ne bağırdım, ne dua ettim.
Sadece sustum.
Çünkü içimde bir şey kırılmadı o an,
o şey çoktan kırılmıştı.
Ve artık, sadece susuyordu.
Sonra bir gece,
bir rüyada,
onu gelinlik içinde gördüm.
Ama yüzü bana dönük değildi.
Bir çiçeği kokluyordu.
Ve ben, arkasından bakıyordum.
Seslenemedim.
Çünkü rüyada bile,
bir kadının mutluluğunu bölecek kadar zalim değildim.
Sonra bir gün…
Kendime bir ney aldım.
İlk kez dudağımı bir deliğe yasladım,
ve o delikten içime bir rüzgâr üfledim.
Hiç ses çıkmadı.
Ama ben o sessizliğin içinde
ilk kez kendimi duydum.
“Ayrılık deyip geçme ey gönül,
Her ayrılık, bir makamdır.
Ve her terk,
bir ses bırakır ardında.”
Benim neyim, onun yokluğuydu.
Her üfleyişimde
onu çağırmadım,
ondan kalan boşluğu konuştum.
Bu aşk değildi artık.
Bu bir yas değildi.
Bu, aşkın bedenimi terk edip,
kalbimin kıyısında dervişe dönüştüğü ilk sessizlikti.
Ve o sessizlik,
beni bir adım daha yaklaştırdı Rabbime.
Çünkü artık insan değil,
hiçlik konuşuyordu içimden.
Hâl Risâlesi
Neyin Sessiz Notası
Ey Rabbim,
Ben bir kadını unuttum sanırken,
sen beni kendime hatırlattın.
Bir ses değildi içimde çınlayan,
bir suskunluktu.
Herkes bir şeyler anlattı,
ama sen,
bana susmayı öğrettin.
Ve ben,
işte o suskunlukla
ilk kez "Sen" dedim.
Bâb-ı Sâdis: Ölüm ve Işık
Müzik Öğretmeni Songül
("Bazı kadınlar bizi sevmez, bizi tamamlar.
Bazı ölümler bizi öldürmez, bizi yeniden doğurur.")
Eylül 2001 — Bir okul koridorunda tanıştık.
Müzik öğretmeniydi.
Saçları güneş gibi değildi ama
gözleri hep güneşi özlüyordu sanki.
Bozkırdan Songül’dü adı.
Söylediği her nota biraz hüzün, biraz sabırdı.
Kanserdi.
Ama öyle bir yaşama arzusu vardı ki,
benim ölü yanımı utandırdı.
Bir sabah bana dedi ki:
“Ölüyorum galiba…”
Ben de dedim ki:
“O zaman birlikte ölürüz.”
Gülümsedi.
Ve o gülüş,
bütün hayatı susturdu içimde.
Çünkü o anda anladım:
Ben bu kadına âşık değildim.
Ben bu kadında kendimi bulmuştum.
O bana acıdan kaçmayı değil,
acıyla yaşamayı öğretti.
Her kemoterapi sonrası gülümsediğinde
sanki melekler raks ederdi gözlerinde.
Ve ben, ne Kur’an’da ne de Tefsir kitaplarında,
onun gözlerinde bulduğum kadar ilahi bir nur buldum.
22 Mayıs 2002...
Bir gün önce bana dedi ki:
“Beni unutma, ama bana ağlama.
Işık olurum sana, gölge değil.”
Ve gitti.
Ne bir feryat bıraktı ardında,
ne bir vasiyet…
Sadece gözlerimi açtı.
Ve ruhumda,
bir pencere açıldı göğe doğru.
Onun mezar taşına şunu yazdım:
“Gözümüzden gönlümüze aktı.
Mekânı gönüllerimiz oldu.
Başımız sağ değil,
kalbimiz hâlâ onunla meşgul.”
Hâl Risâlesi
Işıkla Gelen Dua
Ya Rab,
Onun ölümünü bana hayat kıldın.
Ben bir kadını toprağa koydum,
ama onu kalbimden hiç çıkaramadım.
O bana nefes değil,
son nefesin ne kadar kıymetli olduğunu öğretti.
Sen onu alırken,
beni ona teslim ettin.
Ve ben artık her notada onu,
her dua aralığında seni arar oldum.
Bâb-ı Sâbi: Teğmen Songül
Sevda ve Şehadet Arasında
("Aşkın en yücesi, can vermektir.")
Ekim 2002 — Sessiz bir kasım akşamı
Teğmen Songül…
O, idealist, cesur ve sevgi dolu bir kadın.
Bana sevgisini verirken,
ben ona yaşam umudumu yedim.
Yıllarca süren yalnızlık ve yitik aşklar
yerini ona bırakmıştı.
Her karşılaşmamızda
bir dua eder gibi bakardı bana.
Ve ben onun gözlerinde
hem dünyayı hem ahireti görürdüm.
Bir gün dedi ki:
“Benimle yürür müsün,
zor yollarda, can yoldaşı olarak?”
Elimi tuttu,
ve ben, o an ellerinde
hem dünya hem de ölüm korkusu vardı.
2020 yılı geldiğinde…
Bir haber düştü yüreğime,
teğmen Songül şehit olmuştu.
Bir mermi, bir silah sesi,
dünyanın en zalim ayrılığıydı.
Onun ardından yazdığım dua:
“Ey Rabbim,
Can veren canlar bizim için nurdur.
O benim için bir alemdi;
bir sevda deniziydi,
ve şehadet kıyısıydı.
Şimdi o, senin katındadır.
Ben ise burada,
onun hatırası ile yaşarım.”
Hâl Risâlesi
Şehit Duaları
Canım yandı, can verdim,
canımda can olanları sevdim.
Gözlerim dolu, kalbim şehit,
yüreğimde dua kaldı sadece.
Ey Rabbim,
Beni onun yolunda daim kıl.
Ve şehitler gibi ölmek,
aşkın en yüce nişanesi olsun.
Bâb-ı Sâdis: Baykan Yılları
Karanlıkla Barış
("En derin karanlık, en parlak sabahın habercisidir.")
2001–2004 — Doğu Anadolu'da bir dağ köyü
Köy yolları toz, geceler uzun,
yüreğim yorgun,
ama umut hâlâ kırılmamıştı.
Öğretmenlik yaparken
hayatlar kesişti, hikâyeler birleşti.
Ben aşık olmadım ama bana aşık olanlar vardı.
Batmanlı savcı, Malatyalı doktor,
ve daha niceleri…
Hepsi, birer gölge gibi
kalbimin kıyısına kondu.
İmam nikahlı evlilikler,
çoklu hayatlar…
Bir derviş gibi olmayı arzuladım,
ama nefsim sık sık fani âlemin sularında boğuldu.
Her kadın,
bir ders, bir sınav,
bir kapı oldu bana.
Her ayrılık, bir veda,
her kavuşma, bir hayal.
Gece olduğunda,
kendi karanlığımın içinde
sessizce kendimle hesaplaştım.
Ve anladım ki:
Karanlıkla barışmayan, ışığı göremez.
“Benim gönlüm,
hem geceyi hem gündüzü taşır.
Hem ayı hem güneşi barındırır.
Ve ben,
bütün o karanlıklarımla
bir gün mutlaka barışacağım.”
Hâl Risâlesi
Karanlıkla Barış Duası
Ya Rab,
Beni karanlıkla baş başa bıraktın,
Ama o karanlık,
aslında bir nurun gizli örtüsüymüş.
Ben şimdi anlıyorum,
En çok ışığı görmek için,
önce kendi karanlığını kucaklamak gerekmiş.
Kayıt Tarihi : 3.8.2025 21:01:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!