Doğup büyüdüğüm ilçem, bir dağın eteğine kurulmuştu. Küçük, şirin bir ilçeydi. İsmini eteğine kurulduğu dağın üstünde kalıntısı kalan tek kale ve kardeşi olan diğer dört kalenin birleşiminden almıştı. Yani Beşkale. Zamanla bu beş kaleden dördü yıkılmış, bir tanesi ayakta kalmıştı. Beşkale ismi Başkale’ye dönüşmüştü. Başkale tam İran sınırındaydı. Çocukluğumda ziyaret ettiğim bazı köylerimiz ile İran köyleri arasında sadece bir tel örgü vardı. İran köylerinde öten horozların sesi ile uyandığımız sabahlar da oluyordu bazen. Sınırdaki komşularımızla hısımlık bağları da oluşmuştu. Birçok evde İranlı gelinler vardı.
Başkale serin havası, soğuk sularıyla ülkemizin en yüksek yerleşim birimiydi. Bu yüzden burada kendimi hep ülkenin çatısında oturuyor gibi hissederdim. Bu durum nedense çok hoşuma giderdi. Bir gün öğretmenimiz derste “Başkale, Türkiye’nin en yüksek yerleşim birimidir.” dediğinde farklı bir gurur yaşamıştım sebepsiz.
Doğduğum ev, dağın eteğindeki mahalledeydi. Bu nedenle Kale Mahallesi olarak adlandırılmıştı... Bu mahalle tüm ilçeye hâkim bir konumdaydı. Mahallenin yaşlıları yokuş aşağı inerlerken veya yukarı çıkarlarken bir hayli zorlanırlardı.
Evimiz İki katlı, tipik bir Van Eviydi. Evimizin ahşaptan yapılma büyük bir kapısı vardı. Kapısında biri büyük biri küçük olmak üzere iki tokmak bulunuyordu. Büyük tokmak kaba tok bir ses, Küçüğü ise daha kibar bir ses çıkarırdı. Büyüğü ile kapı çalınınca kapıdaki kişinin bir erkek, küçüğü ile kapı çalınınca kapıdakinin bir kadın olduğu anlaşılırdı. Dış kapının hemen üstünde dışarıya doğru çıkık ahşap bir cumba vardı ki zamanımın büyük bir kısmı burada geçerdi. Bu cumbanın ahşap tabanına annem bir hasır sermişti. Burada oyun oynarken hasırın altındaki tahtada bir göz büyüklüğünde bir delik keşfetmiştim. Evin giriş kapısı tam da bu deliğe denk geliyordu. Kapıyı çalanlar cumbanın alt kısmında durdukları için pencereden görünmezlerdi, bu delikten baktığımda; kapıdakileri net görebiliyordum. Ahşap kapı büyük bir salona açılıyor, salonun sağında ve solunda iki büyük oda, odalarda da büyük ve küçük şömineler vardı. Büyük şömineler ısınma amaçlı kullanılıyordu. Bunalar yerden en fazla iki karış yüksekte olurlardı. Bu şöminelerde yakılan odunların evin içini aydınlatması, alevlerin ahenkli dansı ve yanan odunların cızırtısı, çatırtısı inanılmaz bir huzur verirdi. Titrek alevlerin sıcaklığı yüzünüzü adeta yalar geçerdi. Küçük şömineler ise yemek pişirme amacıyla kullanılıyordu. Bunlarda yerden yüksekliği yaklaşık bir metre civarındaydı. Burada pişen yemeklerin güzel kokusu mahalleyi sarardı. Odaların duvarında üzerlik denilen yöresel süsler bulunurdu. Üzerlik; kırlarda toplanan nohut büyüklüğünde bir bitkinin tespih taneleri gibi ipe dizilmesi ve aralarına renkli kumaşların yerleştirilmesi ile yapılan ve uçurtmaya benzeyen el yapımı yerel bir süs eşyasıydı. Bu süsün, evleri nazardan ve hastalıklardan koruduğuna inanılırdı. Sinüzit hastaları bu bitkinin tütsüsünü yapar derin derin koklarlardı. Ayrıca her evde olduğu gibi duvarda asılı, beyaz patiska üzerine rengârenk işlenmiş; kafası insan, ayakları ve kuyruğu yılan olan Şahmeran resmi vardı. Uzun kış gecelerindeki sohbetlerde şahmeran efsanesinin anlatılması kaçınılmazdı. Salonun orta sağ kısmında ikinci kata çıkan ahşap bir merdiven ve arkasında mutfak, kiler, banyo ve tuvalete açılan bir kapı vardı.
Alt kattaki odalar genelde misafirler için kullanılırdı. Üst kattaki odalar ise aile bireylerinin kullanım alanıydı. Ön giriş kapısının önünde yaklaşık bir buçuk metre yüksekliğinde taştan yapılmış üst kısmı beton ile sıvanmış bir balkon vardı. Bu evde beton kullanılan sadece iki yer vardı. Birincisi geniş pencerelerin iç kısmı ki; bu alan bir boruyla dışarıya bağlanırdı. Bu pencerelerin bazıları aynı zamanda el yıkama lavabosu işlevini de yerine getiriyordu. El yıkamak için alt kata inmenize gerek kalmazdı. Bu derin pencereler aynı zamanda rengârenk saksıların da konulduğu alanlardı. Saksıların en gözdesi küpeli çiçeğiydi. İkinci alan ise; dış balkonun yüzeyi idi. Çünkü dışarda yağmura çamura en fazla maruz kalan yerdi.
Balkonumuzdan Başkale’nin tamamını görebiliyordum. Van’dan gelen ve keskin bir yol ayrımından sonra dümdüz olarak Hakkari’e doğru giden, etrafı buğday tarlaları ile kaplı olan yolu da görüyor; bu yoldan belirli saatlerde geçen şehirlerarası otobüsleri izliyordum. Kendimi o otobüslerin içinde hayal eder, şehir şehir dolaşırdım.
Evimizin önünde bir bahçe, bahçenin bir köşesinde tandır evi, bir köşesinde de kümes vardı. Bahçe duvarının çevresini sıra sıra dizilen kavak ağaçları ile zerdali ağaçları süslerdi.
Başkale’ye bahar geç gelirdi hep, kış da erken. Uzun ve bunaltıcı kışlardan sonra gelen ilkbaharda zerdali ağaçlarını görmeliydiniz. Sanki gizli bir el bu ağaçları nakış nakış işlerdi. Ağaçlar Rengârenk açan çiçekleriyle gelinler gibi sallanırlardı rüzgârda. Ve sonrasında mahalle çocuklarına inanılmaz bir ziyafet sunarlardı ki anlatamam...
Bahçe duvarının biraz aşağısında doğal bir kaynak suyu vardı. Etrafı eşelenmiş küçük bir gölet haline getirilmiş, suyun çıkış kısmına iki adet demir boru takılmıştı. İlginçtir ki bu kaynak su yazın buz gibi kışın ise ılık akardı. Tüm mahalle bu sudan doya doya içer, kadınlar en koyu muhabbetlerini bu suyun başında gerçekleştirirlerdi. Aynı zamanda mahallenin haber bülteni gibiydi bu doğal kaynak. Kadınlar, İlçede Olan biten her şeyi bu suyun başında öğrenebiliyorlardı. Öğrendikleri dilden dile dolaşır, başkalaşır en sonunda çeşmenin başına yeni bir haber olarak geri gelirdi…
*****
Bir yaz günü evimizin bahçesinde oynarken makine sesleri duymuş, koşarak avludan dışarı çıkmıştım. İlk defa gördüğüm bir araç kocaman tırnaklarıyla yeri kazıyor, kanallar açıyordu. Öğrendim ki evlere şebeke suyu bağlanacakmış. Artık insanlar kaynak suyun başında sıra beklemeyeceklerdi. Çok heyecanlanmıştım. Evimizin bahçesinde hatta evimizin içinde bir çeşme olacaktı. İnanılmaz güzel bir şeydi bu. En çok da annem için sevinmiştim. Artık su taşımak zorunda kalmayacaktı.
İki, üç gün boyunca sabah erken kalkar; kazılan kanallara bakardım. Suyun evlere bağlanmasını sabırsızlıkla beklerdim. Yine bir sabah kanallara bakmaya gittiğimde kanalın birinde bir ses duydum. Hırıltı gibi bir ses. Merak edip, sesin geldiği yere yöneldim. Kanalın içinde bir köpek vardı. Sırt üstü düşmüş bir vaziyetteydi, ağzında köpükler vardı. Acı acı ve hırıltılı nefes alıp veriyordu. Ayakları kuru bir ağaç gibi dimdik ve kaskatı duruyordu. Gözleri ile beni takip ediyor sanki yardım istiyordu. Çok üzülmüştüm. Hemen evimizin bahçesine koştum. Bahçedeki bakracı kaptığım gibi kaynak suyun başına vardım. Bakraca su doldurup köpeğin yanına geri döndüm. Suyu sırt üstü yatan, dili dışarda olan köpeğin ağzına doğru yavaş yavaş döktüm, döktükçe köpeğin ağzından küçük parçalar halinde ciğere benzer bir şeyler çıkıyordu. Bu işlemi birkaç kez tekrarladım. Bunu neden yaptığımı da bilmiyordum. Sanırım hastalara, korkanlara bir bardak su verilmesinden kaynaklı bir içgüdü ile yaptım. Ne yaptığımı merak eden komşumuz Filit Amca yanıma geldi. Filit Amcanın başında üç köşeli bir kasket, paçaları dar ve çıtçıtlı üst kısmı yarım şalvar şeklinde bir pantolon vardı. Beline bir puşi dolamış üstüne de ceket giymişti. Ayağında da cizlavit dediğimiz içi kırmızı astarlı, üstü parlak, siyah renkte lastik bir ayakkabı vardı. Zamanın en fiyakalı ayakkabısıydı bu. Mahallede saygı duyulan, pala bıyıklı bir amcaydı. Yanıma yaklaşınca merakla sordu: “Ne yapıyorsun?” diye. Cevap vermeme gerek kalmadan su döktüğüm kanala baktı, köpeği gördü. “Vay vicdansızlar! Zavallı köpeği zehirlemişler! Boşuna uğraşma evlat bu zavallıcık ölecek!” dedi, başımı okşayıp söylene söylene uzaklaştı. Çok üzülmüştüm. Zararsız bir hayvanı kim neden zehirlemişti ki… Hem de en sevdiği yiyecekle kandırarak. Bazı insanlar hayvanları, ağaçları, çiçekleri neden sevmezdi ki? Bunları sevmeyen insanları sever miydi ki?
Yerimde duramıyordum. Saatte bir gidip köpeğin durumuna bakıyor, tekrardan su veriyordum. Her gidişimde köpeğin biraz daha iyi olduğunu, hiç hareket ettiremediği ayaklarını kıpırdatabildiğini gördüm. İçimde bir ses yaptığım işin doğru olduğunu ve devam etmem gerektiğini söyledi. Köpeğe su verme işlemini birkaç kez daha tekrarladım. Akşam olmuştu. Eve gittim. Gece bir türlü uyuyamıyordum. Köpeğin acı durumu, gözlerimin önünden gitmiyordu. Sessizce Allah’a yalvardım; “Ne olursun Allah’ım köpek ölmesin” diye…
Sabah uyanır uyanmaz dışarı fırladım. Doğruca köpeğin yanına gittim. İçimden: “İnşallah ölmemiştir!” diyerek kanalın başına vardım. Sırt üstü ters düşen köpeğin normale döndüğünü ve oturur vaziyette olduğunu gördüm. Hastasını ameliyatla kurtaran bir doktor sevincini yaşadım. Ne güzel bir duyguydu, bir canı tekrar yaşama döndürmek. Yaptığım şey işe yaramıştı. Köpek beni görür görmez kuyruk sallamaya ve mırıltıyla hırıltı karışımı bir ses çıkarmaya başladı. Çok bitkindi. Hemen eve koştum. Bir kap yoğurt alıp getirdim. Yoğurdu şefkatle köpeğe uzattım. Köpek yalayarak yoğurdu yedi. Aynı kaptan su getirip içirttim. Akşama kadar birkaç kez köpeğe yoğurt, ekmek ve de kemik verdim. Annemden duymuştum yoğurdun zehirlenmelere karşı en etkili gıda olduğunu…
Ertesi gün köpeği ayağa kalkmış bir durumda gördüm. Artık hareket edebiliyor, yürüyor hatta koşabiliyordu. Mutluluktan uçabilirdim. Köpek peşimden geliyor, ayaklarımın dibine uzanıyor, çok tatlı hareketler yapıyordu. Sanki yaptıklarım için teşekkür ediyordu. Eve doğru yöneldim, köpek peşimde. “Bu köpek benim olabilir miydi?” diye geçirdim içimden. Annem ve babam müsaade ederler miydi bu duruma?
Annem tandır evinde ekmek pişiriyordu. Büyük bir ustalıkla açtığı hamurları mezirgenin (ince ağaç dallarından yapılmış, üstü kalın bir bezle kaplanmış, alt kısmında ağaçtan bir tutma yeri bulunan üstüne lavaş halindeki Hamurun konulup tandıra yapıştırılmasında kullanılan bir araç) üstüne yerleştiriyor, tandırın kızgın duvarına yapıştırıyordu. Tandırdan çıkan sıcak, mis kokulu ekmekleri; ekmek teknesinin içine atıyordu. Ekmeklerden birini aldım. En kıtır tarafından ısırmaya başlamıştım ki annem: “Yoğurdu kime götürdün? diye sordu. Çok mahcup olmuştum. Yoğurdu alırken izin almamıştım. Demek ki annem yoğurdu aldığımı görmüştü. Olanı biteni olduğu gibi anlattım. Annem başımı göğsüne doğru çekerek: “Aferin benim merhametli oğluma!” deyip yanağımdan öptü. Annem yaptıklarım için kızmamıştı bana. İçim rahatlamıştı. Cesaretlendim ve köpeğin benim olması için bir hamle yaptım. “Anneciğim bu köpek benim olsun mu?” dedim. Annem: “Baban izin verirse neden olmasın.” dedi.
Babam, annem gibi değildi. Çok sertti. İnanılmaz disiplinli bir kişiliği vardı. Hepimiz çekinirdik ondan. İşten eve gelirken, avluya yaklaştığında yüksek sesle öksürür, kapıda birkaç dakika bekler öyle içeri girerdi. Bu, “Ben geldim kendinize çeki düzen verin.” mesajıydı. Hemen toparlanır, ortalığı düzeltirdik. Disiplinli olduğu kadar da şefkatliydi ama şefkatini, disiplini kadar göstermezdi bize. (Babama hep sarılıp öpmek isterdim ama disiplinli kişiliğinden dolayı bunu çocukluğumda hiç yapamadım ta ki üniversiteyi kazanıp Trabzon’a doğru yola çıkana kadar. O gün otobüs terminalinde babam bana sarılmıştı. Hiç unutamayacağım bir şaşkınlık yaşamıştım. Ben de sarılmalı mıydım acaba? Sarılsam kızar mıydı? Karmakarışık duygular içinde babama sarılmış uzun bir süre bırakmamıştım…) Şimdi, böyle disiplinli bir babaya köpeği nasıl anlatacaktım? Vazgeçtim anlatmaktan. Köpeğe sahip olma hayalini bir kenara attım.
Gece güzel hayaller kurarak uykuya daldım. Hayallerimde tabii ki köpeğim de vardı. Sabah erken uyandım. Kaynak suyun başına gidip elimi yüzümü yıkayacaktım. Gözlerime inanamadım, köpek avlunun dış kapısında iki ön patisini uzatmış, kafasını da patilerinin üstüne koymuş vaziyette bekliyordu. Allah’ım nasıl şirin bir şeydi görmeliydiniz. Beni fark edince hemen ayağa kalktı. Yine aynı tatlı hareketler ve tatlı tatlı bakmalar… Başı ayrı oynuyordu kuyruğu farklı. Çeşmeye doğru yürüdüm. Köpek beni takip ediyor, bekliyor ve geri döndüğümde yine bana eşlik ediyordu. Bir yandan seviniyor bir yandan da benim olamayacağı için de üzülüyordum. Avlunun kapısına geldiğimde köpek aynı vaziyette oturarak beklemeye başladı. Anneme köpeğin kapıda olduğunu ve acıkmış olabileceğini söyledim. Annem yiyecek bir şeyler hazırladı ve köpeğe götürmemi istedi. Yiyecek götürme, köpeği besleme işlemi birkaç gün sürdü.
Bir akşamüstü babam işten dönerken kapıda köpeği görmüş: “Kim alıştırdı bu köpeği kapıya? Bir daha bu köpeği kapıda görmeyeyim” diye haykırmıştı. Korkudan sesimi çıkaramamış, Annemin gözlerine bakmıştım, o da ses çıkarmayınca derin bir nefes almıştım.
*****
Babam her gün sabah namazı için camiye giderdi. Geceleri Kurtlar mahalleye indiği için babam yanında hep silah taşırdı, hem Başkale’de silah taşımayan da yoktu. Yine bir gün babam, sabah namazına gitmiş ancak silahını yanına almayı unutmuştu. Namaz dönüşünde evimize yakın bir yerde iki kurdun saldırısına uğramıştı. Babam tam zor durumdayken köpeğim, babamın imdadına yetişmiş, kurtlarla boğuşmuş ve onları kaçırtmıştı. Babam da fırsattan eve koşmuş, silahını alıp dışarı fırlamış ve kurtların olduğu yöne doğru birkaç el ateş etmişti. Köpeğim bir kahraman edasıyla kapıda bekliyordu. Hepimiz telaşla dışarı çıkmış ne olup bittiğini öğrenmeye çalışırken babam; “Bu köpek olmasaydı kurtlar beni parçalayacaktı. Bu köpeğe sahip çıkalım.” dedi. Kulaklarıma inanamamıştım. Korkudan babama söyleyemediğim şeyi şimdi babam söylüyordu bana. Avlunun kapısını açıp köpeği içeri aldım. Artık köpek avlunun dış kapısında değil bahçenin içindeydi. Bunu rüyamda görsem inanmazdım.
Bahçede köpekle oyunlar oynuyor onu dilediğimce besliyordum. Bir gün bahçede köpeğimle oynarken babam çıkageldi. “Köpeğine ne isim koydun?” diye sordu. Çok şaşırmıştım. Evet, bu şimdiye kadar aklıma neden gelmemişti. Köpeğimi hep “kuçu kuçu” diye çağırıyordum. Aklımdan daha hiçbir isim geçmeden babam; “ismi Kahraman olsun” dedi. “Neden Kahraman?” diye sordum babama. Bu köpek beni kurtlardan kurtardı. Bu bir kahraman değil de nedir? Bu cümle çok hoşuma gitmişti. Benim köpeğim kurtlardan daha güçlüydü ve babamı kurtarmıştı. Artık o benim gurur kaynağımdı, adı da Kahramandı…
Kahraman, büyük bir sadakatle evimizi, bahçemizi koruyor, babam namaza gittiğinde camiye kadar onu takip ediyor; namaz bitinceye kadar bekliyor ve eve dönüşünde bir muhafız gibi onu uzaktan izleyip, koruyordu. Diğer zamanlarda da bana oyun arkadaşlığı yapıyordu.
*****
Bir gün annemlerle dayılarıma misafirliğe gitmiştik. Dayım bahçede fasulye ekmişti. Fasulyelerin yanına halk arasında mertek denilen sırıklar dikilmiş, fasulye fidesi bu sırıklara sarılarak büyümüştü. Boşta kalan uzunca bir merteği elime almış ve bahçede dolaşmaya başlamıştım. Dayılarımın bahçesinin az aşağısında muhtar Fettah Amcanın evi ve ahırları vardı. Fettah Amca Kış boyunca bu ahırlarda hayvanlar besliyor, baharın gelmesi ile de “zozan” dediğimiz yaylalara çıkarıyordu. Bu hayvanları kurtlardan koruyan çok iri ve güçlü köpekleri vardı. Konuşmalar arasında hep duyardım “Fettah Amca’nın köpeklerinin pek de yaman olduğunu.” Bu köpeklerden birinin ismi Makaryos idi. Herkes bu köpeğin iriliğinden ve korkunçluğundan bahsederdi. Bu köpekler ahırların önünde zincirle bağlıydılar genelde. Bunu biliyor olmam o civarlarda serbestçe, korkmadan dolaşmama sebebiyet vermişti. Kahraman yani köpeğim de evimizin avlusunda kalmıştı.
Elimdeki merteği kâh at yapıp biniyor kâh kılıç gibi savuruyordum. O esnada arkamda bir köpek hırıltısı duydum. Aklıma hemen köpeğim geldi. Heyecanla “o mu?” diye dönüp baktım. Aman Allah’ım! Herkesin ödünün koptuğu Makaryos tam da arkamda duruyordu. Korkudan küçük dilimi yutmak üzereydim! Şimdi ne yapacaktım! Koşup kaçmamın imkânı yoktu. Olduğum yerde dona kalmıştım. Elimdeki mertek aklıma geldi. Onu bir kılıç gibi sımsıkı tuttum. Koca köpek, dişlerini göstere göstere adım adım üzerime doğru geliyordu! Ben de onun her adımına karşılık bir adım geri gidiyordum. Makaryosla birkaç saniyelik bakıştık. Niyeti çok ciddiydi. Merteği daha sıkı tutmamla köpeğin üzerime saldırması bir oldu. Elimdeki merteği var gücümle onun boynuna vurdum, güneşte kupkuru bir hale gelen mertek ortadan ikiye bölündü. Yarısı köpeğin boynunda yarısı elimde kaldı. Bu hareketimle Köpek birkaç saniye durdu ve saldırmak için ikinci bir hamle yapmak üzereyken; şimşek hızında beyaz bir yumağın köpeğe değdiğini ve ikisinin birden yere yuvarlandığını gördüm. Bu benim kahramanımdan başkası değildi. Kahraman yerden kalkıp bana ters istikamete doğru hızla koşmaya başladı. Makaryos da peşinde. Kahramanın, Makaryosla baş etmesi mümkün değildi. Çünkü Makaryos Başkale’nin en iri ve en güçlü köpeği idi. Yaylada tek başına üç kurdu birden boğduğundan söz edilirdi. Bu nedenle Kahramanın, Makaryos karşısında hiç şansı yoktu. O da bunun farkında olacaktı ki Makaryos’un bana saldırmasını engelledikten sonra hızla ters istikamete doğru koşmaya başladı. Amacı Makaryos’u benden uzaklaştırmaktı galiba. Ben de bunu fırsat bilerek hızla oradan uzaklaşmaya başladım. Dayılarımın evine varıncaya dek durmadan koştum. Köpekten kurtulmuş, büyük bir tehlike atlatmıştım. Ya Kahraman? Acaba o ne durumdaydı? Ya Makaryos onu yakalamışsa! Onu parçalamışsa! İçim ürperdi birden…
Kahraman, Makaryos’a göre daha hafif, daha çevik ve daha hızlıydı. Eğer hiç durmadan koşmuş ise kurtulma şansı vardı. Heyecan ve korku içerisindeydim. Bir iki saat sonra dayılarımdan ayrılıp eve gelmiştik. Avlunun kapısını açar açmaz Kahramanın bahçede sapasağlam oturduğunu gördüm. Nasıl bir çığlık attım bilemezsiniz! Kahramanım karşımda sapasağlam duruyordu. Makaryostan kurtulmayı başarmıştı.
Her geçen gün birbirimize daha çok bağlanıyor, birlikte daha çok vakit geçiriyorduk. Evet, ben onu zehirden kurtarmıştım ama O, hem babamı hem de beni kurtarmıştı. Bir köpeğin vefası ve dostluğu böyle güzeldi işte…
*****
Sıcak bir yaz günüydü. Dağdan kopup gelen rüzgâr az da olsa serinletiyor, zerdali ağaçlarının yapraklarını hafiften sallıyordu. Gözüm Kahramanı aradı. Balkonun tam altıda, gölgede boylu boyunca uzanmış; sıcaklığın da etkisiyle ağzı açık, dili dışarda hızlı hızlı soluklanarak yatıyordu.
Annem bahçede üç büyük taşın üzerine kurulu, altında ateş yanan kara kazanın içinde kaynayan suyu, bir maşrapa ile leğenin içine döküyor; yeşil bir sabunla çamaşır çitiliyordu. Çamaşırların üzerinde kar beyaz köpükler birikiyordu. Hep merak ederdim yeşil sabundan nasıl beyaz köpükler çıkardı diye. Her zaman yaptığım gibi köpüklerden bir avuç alıp balkona çıktım. Kahraman, gölgede uyumanın; ben de köpüklerle oynamanın tadını çıkarıyorduk. Üflediğim köpüklerden baloncuklar oluşuyor, baloncuklar havada biraz uçtuktan sonra sönüyordu. Uçan baloncukları yakalamak ve patlatmak inanılmaz zevkli bir oyundu. Uçan baloncuklardan birini yakalamaya çalışırken dengemi kaybettim ve aşağıda uyuyan Kahramanın tam da karın boşluğuna düştüm. Zavallı Kahraman neye uğradığını şaşırdı ve şimdiye kadar hiç duymadığım bir şekilde acıyla bağırdı! Şoktaydı ve birden hırlayarak üzerime atladı. Dişleriyle elbiselerimden tutup çekiştirmeye ve hırpalamaya başladı. Durumu gören annem, köpeğin beni parçaladığını sanarak bir çığlık attı ve yanında bulunan boş margarin tenekesini büyük bir gürültüyle Kahramana fırlattı. Kahraman hala kendine gelememişti. Çünkü canı çok yanmıştı. Kahraman şoku atlattıktan sonra canını acıtanın ben, tenekeyi de fırlatanın annem olduğunu fark etti. Sanırım hayatının en büyük hayal kırıklığını yaşıyordu. Sevdiğim bu insanlar neden canımı yaktılar diye boş boş bakıyordu. Aslında ona anlatmak isterdim, bir kaza olduğunu, dengemi kaybettiğimi ve istemeden üzerine düştüğümü ama nafile…
Kahraman kulakları düşmüş, kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırmış bir vaziyette; arkasına bakmadan avlunun dış kapısına kadar gitti. Sonra dönüp son bir kere baktı ve hızla uzaklaştı.
Bu son bakış aslında bir vedaydı.
Bir daha da Kahramanı gören olmadı…
Kayıt Tarihi : 22.10.2025 10:21:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!