Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
Değeri grup arkadaşlarım sizlere, 'Çek Bir 'ONDAN' başlıklı yeni bir öykümü, görüş ve değerlendirmelerinize sunmak istiyorum, dilerim beğenirsiniz.
Mutluluklar sizinle olsun, sevgi ve saygılarımla...
Çek Bir ‘ONDAN’ (S:1-Sıra:13)
Gözlerinden uyku akıyordu. Kasaba pazarında satacağı erzaklarını, yaşlı boz eşeğinin sırtına yüklediğinde şafak sökmek üzereydi. Emektar eşeğini fazla yormamak için parantezi andıran çarpık, kısa bacaklarıyla tabana kuvvet yola çıktı. Evlerin üzerinden güneş bir mızrak boyu yükseldiği saatlerde kasabayadaydı Musa Ağa. Kasabanın pazarına, uzun zamandır gelmemişti, acemi bakışlarla etrafı gözden geçirdi bir süre. İş başa düşmüştü. Bir zamanlar oğluyla birlikte tezgâh açtıkları pazardaki, yerlerine doğru yöneldi, boştu… Kasabanın meydanına açılan yolun ağzındaki; genç akasya ağacının altına rengi solmuş mavi, çiçek motifli bir bez yaygıyı yavaş yavaş açtı. Yere serdiği bez yaygının üzerine, gelini ve karısının el emeği ürünlerini özenle yerleştirdi. Halı desenli heybesini de, tezgâhının yanı başına düzgünce koydu. Romatizması vardı; az bir iş yaptığında beli ağrıyordu. Yorgundu ve tezgâhı açmak belini ağrıtmıştı. Belki ağrısını hafifletir umuduyla, arkaya doğru birkaç kez kaykıldı. Az da olsa rahatlamıştı… Heybesinin üzerine yavaşça bağdaş kurdu. Almanya’ya oğlunu, daha yeni gönderen Musa Ağa, orta yaşı çoktan geçmişti. Onun eline bakan ailesini, gördüğünden eksik bırakmamak için pazara gelmek zorundaydı artık. Geliyordu da…
Her sokaktan, elleri fileli, sarı kamış örgülü, samsun sepetli kasabalılar pazara akın etmeye başlamışlardı artık. Her ürünün en iyisini ve ucuzunu arayanlar, sanki gezintiye çıkmış gibiydiler. Musa Ağa’nın gözü ise, yıllar önceki eski müşterilerindeydi, ama tanıdığı kimse görünürde yoktu. “Eli kulağındadır, daha erken...” diye mırıldanırken; kavruk yüzüne, derin bir hüzün perdesi çöktü.
Musa Ağa, sıkıntılıydı… Yakınındaki incir ağacından, tezgâhına üşüşen sinekler rahatsız ediciydi. Derinden bir “Of “çekti ve elini rastgele tezgâhının üzerine bir iki defa salladı. Ceket cebinden çıkardığı kehribar ağızlığına, birinci sigarası paketinden bir tane takarak, gazlı, muhtar çakmağı ile sigarasını yaktı. Bir kısmını içine çektiği dumanın, kalanını huzursuzca havaya savurdu. Nasırlı, küt parmaklarını, şapkasının üzerinden başında gezdirdi bir süre. Tereği yamulmuş şapkasını, sıkıntılı bir tavırla başından çıkartarak, ağarmış, kısa, terli saçlarını karıştırdı ve huzura ermemiş gibi oturduğu yerde devindi. Rahatlamak için daha sonra, yakası yağlanmış, kol uçları eprimiş soluk, gri ceketini sırtından çıkartarak yanı başına koydu.
Musa Ağa’nın, pazar yerine açılan, az ilerdeki sokaklardan birisine gözü takıldı. Karşısına düşen sokakta eskiden, ‘Odun pazarının’ kurulduğunu anımsadı. Köylülerin, eşek ve katırlara yükledikleri odunlarını sattıkları o sokak, eskisinden daha kalabalıktı. Kimi insanların ellerindeki, transistorlu radyo, kasetçalar ve elektrikli ev araçlarını evirip çevirdiğini gördüğünde; “Orası, alamancı pazarı denen yer olmalı” diye, geçirdi içinden. Oraya gitmek istedi, ama tezgâhını bırakmayı göze alamadı, iş bitimine bıraktı. Önünde beliren bir gölge ile başını yukarı kaldırdığında, kavruk yüzündeki hafif bir gülümsemeyle başında duran adama,
-Hoş geldin İdris Bey, dedi.
Ayağa kalkmaya yeltendi. Onu, omzundan bastırarak yerine oturtan İdris Bey,
-Sende hoş geldin Musa Emmi, nerelerdesin yahu?
-Köyde, çit çubukla uğraşıyorum. İş başa düştüğü için buradayım İdris Bey.
-Hayrola emmi, oğluna ne oldu ki?
Biraz kasvetli, biraz gururlu bir ifadeyle yanıt verdi.
-Allah’ın izniyle, Almanya’ya işçi gitti.
-Oh maşallah, çok iyi etmiş emmi, dedi. Birkaç yıla kalmaz, köşe olur gelir vallaha.
-İnşallah, inşallah! Ama gel gör ki, bende derman kalmadı bey.
Alış veriş sırasını bekleyen tanıdık tanımadık simalar, tezgâhın önünü doldurmaya başlamıştı. Keyiflenen Musa Ağa’nın çenesi, daha da açıldı. Güneş iyice eğilmiş, vakit akşama sarkmaya başlamıştı artık. Kimi köylüleri ürünlerini satmışlar, tezgâhlarını toplamışlar; çaylarını içmeye kahvehaneye veya kasabanın birkaç lokantasından birinde, rakı içip demlenmeye koşmuşlardı çoktan. Onun derdi de bir an önce, ‘Meydan Lokantasına’ kapağı atmaktı. Ama elinde kalan bir kilo kadar peynirini satmadan, gitmeye hiç niyeti yoktu. Kirli sakallı yüzünden süzülen ter, Musa Ağa’nın boynuna iniyor, beyaz, yakasız işliğinin içinde kayboluyordu. Cebinden, dörtkenarı teyellenmiş beyaz bezden peşkirini çıkardı ve elini, yüzünü iyice kuruladı. Onu, uzun süre tezgâhın başında oturmak yormuştu. Daha fazla bekleyemedi; tezgâha ilk gelen müşteriye, fiyatını indirmek zorunda kaldığı peynirini sattı. Alelacele toplandı ve her şeyini allı, morlu halı desenli heybesine soktu.
Kamburlaşmış bedeni, hala ağrıyordu. Ellerini beline koyarak, bir iki kere arkaya kaykılmaya çalıştı. Özlediği oğlu düştü aklına. Durdu ve kasabalının ‘Alamancı pazarı’ dedikleri yeri gözledi bir süre. Ama oraya gitmekten vazgeçerek, kasabanın parke taşlı yolundan lokantaya doğru yürüdü. Oldum olası, tandır kebabının yanında, çoban salatasıyla birlikte bir kaç kadeh rakı içmeyi çok severdi. Ama ”Kafayı çekmek için, daha erken” diye mırıldandı. Hararetini düşürmek için, önüne ilk gelen kahvehanede çay içmeye içeri girdi. Oyuncusundan çok, seyircisi olan kahvehane, iğne atılsa yere düşmeyecek kadar kalabalıktı. Boş bir sandalye bulmak için etrafına bakınırken, yeşil çuha örtülü, yuvarlak bir oyun masasında aradığını bulmuştu. Ortalık yerde dolaşan, bitirim garsona çekinerek el etti Musa Ağa. Biraz geç olsa da garson, az ilerdeki sandalyeler arasından yavaş devinimlerle yanına geldi. Uzun boylu, ince yapılı, bıçkın garson kalabalığa çay yetiştirmekten yorulmuş gibiydi. Başını ustalıkla yana yatırarak, “Buyur ağam” diye mırıldandı. Garson sipariş beklerken; Musa Ağa yan masadaki, içi sarı renkli, sıvı dolu bardaklara baktı bir süre. Garsonla göz göze geldiğinde parmağını, pişpirik (pişti adlı iskambil oyunu) oynanan masaya uzatarak, ona sarı renkli sıvı dolu bir bardağı gösterdi.
-Bana, ‘Ondan’ getir, dedi.
O anda herkesin gözü diğer masadaki, ‘Oralet’ dolu bardaklara kaydı. Yumuk, çakır gözleriyle alaycı gülümseyen garson,
-Çek bir ‘Ondan’ usta diye, ocağa seslendi.
Söyleneni anlayamayan ocakçı, şaşırmıştı... Kendisinden istenenin, ne olduğunu anlamak için garsona,
-Nedir be ‘Ondan’ dediğin senin?
Garson, daha da keyiflendi. Ağzı kulaklarında ocakçıya,
-Oralet usta! Oralet, limonlu olsun, diye bağırdı.
-Hay Allah layığını versin senin emi. Bildiğimiz limon özü oralet, ne zamandan beri ‘Ondan’ oldu, dedi ocakçı.
Bir çay bardağını sıcak su ile dolduran ocakçı, iki kaşık sarı, kristalize limon özü kattığı sıcak su dolu bardağı garsona verdi. Musa Ağa, etrafında olan bitene aldırmadı, hiç oralı bile olmadı. Ne güldü, ne de somurttu. O sadece, tepesinde dönen vantilatörün yaydığı serinlikte oyunu izledi.
Herkesin kendi havasında olduğu kahvehanede, sigara dumanından göz gözü görmüyordu. Nükteli, vurgulu konuşmalar, giderek kahvehaneyi doldurmaya başlamıştı. Oralet içecekleri yoksa bile, kimi müşterilerde bu furyaya katıldı. Kahvehanede, “Garson bana bir ‘Ondan’ getir” diyenlerden geçilmiyordu. Satış çoğaldıkça, ocakçı ve garson daha da keyiflendi. Ocakçı, ‘Alamancı pazarından’ satın aldığı teybine, oynak bir oyun havası kaseti koydu. Yorgunluğunu unutmuş, ocağa sürekli sipariş ulaştıran garson,
-Ustam, 5 tane ‘Ondan’ çek!
Aradan çok geçmeden garson,
- Müessesemizin ikramı olsun ağama, benden bir adet daha ‘Ondan’çek diye, bağırdı ocağa.
Yorgunluğunu unutmuştu Musa Ağa. Garsonun, ‘Ondan ’dediği oraletten bedava, üç bardak içti. Karnı guruldamaya başlayınca, ancak acıktığı aklına geldi. “Kalmam gerektiğinden de fazla kaldım” diye mırıldanarak, masadakilerden gitmek için izin istedi. İstemese de; kendisini uğurlamak isteyen garson ile birlikte kapıdan çıktı. Musa Ağa, ‘Meydan’ lokantasına girinceye kadar önünden geçtiği kahvehanelerden garsonların, yüksek tonda “Çek bir ‘Ondan’ ” deyişini duydukça, keyifle güldü. Salaş bir meyhanenin masasında o gün, hiç beklemediği kadar dostları oldu. Musa Ağa, mutluydu, gelecek haftanın pazarını çoktan özlemeye başlamıştı bile.
. ERGİN BİNGÖL
11-TEMMUZ-2010
Ergin Bingöl
