Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
Değerli dostlar sizlere, 'ENAM' başlıklı yeni bir 'Öykü' sunmak istiyorum, dilerim beğenirsiniz. Yorum ve değerlendirmeleriniz için şimdiden teşekkür eder, mutlulukların sizlerle olmasını dilerim.
Enam (Sayfa:1-Sıra:13)
“Uyuyorsun, istersen yerine yat anne! “
Ruhsar Hanım, şekerleme yaptığı hafif uykusundan irkilerek uyandı. Oğlunu duymamış gibi, sessiz, tenha sokağa açılan kapıya gözlerini dikerek dışarıyı dinledi bir süre. Dış kapı, birinci katın oturma odasına doğrudan açılıyordu. Hafif açık, demir korunaklı camlardan içeri dolan deniz esintisi, az da olsa odayı serinletiyordu. Ahşap dış kapının iki yanındaki penceredeki tüller üzerinde, sokaktaki ağaçtan yansımış yaprakların gölgesi kıpır kıpırdı. Tüllerdeki gölge oyunları, Ruhsar Hanım’ın ilgisini fazla çekmemiş olmalıydı ki, onun gözü başka taftaydı. Onun gözü ve kulağı, duvarla salondan ayrılan bitişikteki, narenciye deposundan gelen seslerdeydi. “Acele edin, nakliye kamyonu sabah erkenden yola çıkacak” diye bağıran Narenciye Komisyoncusu Bekir Efendi’nin, boğuk, bulanık sesine kulak kabarttı bir süre. Ses, oturma odasın kadar geliyordu. Oturduğu köşe minderinde hafifçe devindi Ruhsar Hanım. Bakışlarını, huzursuzca oğluna çevirerek, oğlunun, gençliğinin baharındaki açık tenli yüzüne, soğuk bir yüz ifadesiyle bakışlarını dikerek,
-Uyumayacağım oğlum, dedi. Daha erken!
Umursamaz bir baş hareketiyle Şahin, ertesi gün öğrencilerine anlatacağı ders kitabından başını kaldırarak,
-Sen bilirsin anne, dedi.
Depodan gelen konuşmaların kahkahalara karıştığı seslerden sıkılmıştı Şahin. Kimya kitabından bir kaç problem daha çözdü. Ama canı çay içmek istemişti. Komisyoncu Bekir Efendi’ye en kısa zamanda, gürültüden kaynaklı rahatsızlığını iletmeyi düşünerek, oturduğu sedirin üzerinde hafifçe sağa sola devindi bir süre.
Sessiz adımlarla mutfağa yöneldiğinde Şahin, huzursuzdu… Aklına, İngilizce bir sözcüğün, Türkçe anlamı takılmıştı. Mevsim yaz; gündüzler uzun, geceler kısaydı. Vakit, yatsıyı çoktan geçmişti. Ama uykusu açılmış annesinin, patlıcan moru, ince dudakları arasından hala sevecen bir gülümseme yayılıyordu. Onun yanından geçerken; “Belli ki uyumaya niyeti yok” diye, geçirdi içinden. Aklına, yine dış kapağı kırmızı şarap renkli, İngilizce- Türkçe sözlük takılmıştı. Sözlük, İtalik, yaldızlı harflerin şekillendirdiği kibrit kutusu boyutundaydı. Masanın üzerinde olmalıydı. Oysa çalışma masasının üzeri, en az bir sahaf tezgâhı kadar düzensizdi. Onu, bu karışıklıkta bulmak biraz zor olacaktı. Şahin, çayı ocağa koydu ve sedirin önündeki çalışma masasına tekrar döndü. Satın aldığı kitaplara karşılık bir kitabevinden, ona eşantiyon olarak verilen sözlüğünü bir süre daha aradı. Onu, bulamıyordu. Hışırtılı, tıkırtılı arama seslerinden rahatsız olan annesi ona.
- Deli gibi, ne arıyorsun oğlum?
Annesinin, kendisine yönelttiği soru üzerinde fazla durmadı. ”Ne aradığımı söylesem de, bilemezsin ki anne,” diye mırıldandı. Dolgunca solgun yanaklarından, hafif bir eğimle küçük, nohut burnuna kadar kızaran Ruhsar Hanım,
- Ne biliyorsun, belki bildiğim bir şeydir?
Annesinin huzursuzluğunu sesinin titremesinden anlayan Şahin,
- Bir sözlük arıyorum anne, dedi.
Bir süre başı önünde, düşünen Ruhsar Hanım, seyrek, ince kaşlarını yukarı kaldırarak,
- O, nasıl bir şeydi ki oğul diyerek, oğlunun yanıtına başka bir soruyla karşılık verdi.
- Kibrit kutusu büyüklüğünde, kırmızı şarap renginde bir kitapçıktı.
-Adı batsın(Kırmızı şarabı kastediyor) .
Bir hata yapmış gibi yüzü hafifçe kızardı ve çizgi halindeki alt dudağını ısırarak devam etti.
- Üzerinde, sarı yaldızlı yazılar var mıydı?
- Evet! Onu, gördün mü yoksa?
Oğlunun, sorusunu yanıtlamadı Ruhsar Hanım. Duru beyaz yüzü gölgelendi. Bağdaş kurarak oturduğu minderinde, ayakları uyuşmuş gibi devindi bir süre. Başındaki, mor gonca güllü, beyaz yemenisinin yaşmağını çözdü ve yere dayadığı ellerinden güç alarak ayağa kalktı. Oyalı yemenisinin kenarlarını, yüzünün, iki yanından kulaklarının arkasına geçirdi ve yönünü, ansiklopedi boyutlarındaki, sarı, pirinç çerçeveli aynaya çevirdi. Şahin’in, merakı geçmişti. O, şaşkınlıkla annesini izliyor, parlak, yuvarlak, kahverengi gözlerini, onun üzerinden ayırmıyordu.
Besmele çekerek, duvardaki aynanın arkasına ürkekçe elini soktu Ruhsar Hanım. Duvara, yan yana çakılmış iki çivinin üzerine oturtulmuş; üstten bir çiviye sicimle tutturulmuş aynanın arkasında aradığını bulmuştu. Yüzü aydınlandı, onu aynanın arkasından yavaşça çıkarttı. Naylon korunaklı, duman renkli elindeki nesne, parlak, mavi bir ibrişim iple enine, boyuna bir kaç kez dolandırılarak bağlanmıştı. Şahin’in, oturduğu sedire doğru yürüdü ve elindeki nesneyi masanın üzerine özenle koyarak,
-Aradığın bu mu oğlum, diye sordu.
Ne diyeceğini bilemez haldeydi Şahin. Karşısında, suç işlemiş gibi mahcup, ayakta duran annesinin; saf, mahzun tavırlarını izlerken, şaşkınlığını gizlemeden ona,
- Bu ne annem?
Özene bezene naylonla sarıp, sarmaladığı nesneden bakışlarını ayıramıyordu Ruhsar Hanım. Onun, küçük, kahverengi gözlerinde oğluna, cevabını veremeyeceği bir sorunun mahcubiyeti belirmişti. Şahin’in oturduğu sedire; onun yanına yavaşça ilişti. Uzun yılar önce, genç yaşta ”Üzerine gül koklamam” dediği kocasının; ölümünden sonra parmağından hiç çıkarmadığı incecik, altın alyansıyla oynamaya başladı. İrili, ufaklı, kahverengi benekli elleri kucağında, merakla oğlunun gözlerinin içine bakarak,
- Bu naylonun içindeki şey, senin dediğine benziyor oğlum, dedi.
Demli çayın buruk kokusu, salonu doldurmaya başlamış, onların burun mukozalarını yavaş yavaş okşamaya başlamıştı artık. Naylona sarılı nesneyi açmadan önce Şahin, mutfağın yolunu tuttu. Kısa bir süre sonra, Mersin işi büyük boy, sarı kuşaklı bardaklara koyduğu çaylarla birlikte salona girdi. Onlardan birisini, annesinin, diğerini kendisinin önüne koydu.
Bafra sigarası paketinden çıkarttığı iki adet sigarayı yakan Şahin, sigaralardan birisini, her an gözlerini üzerinde hissettiği dudak tiryakisi annesine uzattı. Ruhsar Hanım, ince, mor dudaklarına parmakları arasında tuttuğu sigarayı ustalıkla yerleştirdiğinde, kahverengi gözleri hafifçe parladı. Vazgeçilmez bir alışkanlık haline getirdiği dudakları arasındaki sigarasından, önce bir nefes çekti. Arkasından, bir yudum çay aldığı bardağı masanın üzerine koyduğunda Şahin, elinde tuttuğu nesnenin üzerindeki mavi ibrişim ipliği kırdı. Sargıyı açtıkça, içindeki nesne daha da netleşiyordu. Şahin şaşırmadı… Zira naylona sarılı nesnenin, kırmızı kapaklı, sarı yaldızlı eşantiyon, sözlük olduğundan emindi artık. Ama annesinin, ne diyeceğini merak ettiği için ona.
-Bunu, niye naylona sardın anne?
Oğluna, gözlerinde beliren utangaç bir ruh haliyle karşılık verdi Ruhsar Hanım.
- Ben onu, ‘Enam’ sandım oğul.
-Üzerindeki harflerden, yeni yazı olduğunu anlamadın mı?
- Aynı, eski yazı gibi kıvrık, birbiri içine girmiş, kırmızı kapağın üzerindeki şu, sarı, yaldızlı yazıları görünce...
-İyi ama niye, naylonla sardın?
-Enam, açıkta bırakılmaz oğul, dedi. ‘Günah olmasın’ diye, yedi kat naylona sardım.
Yuvarlak, güzel yüzü hafifçe kızararak sözünü bitiren Ruhsar Hanım, oğlunun yanında daha fazla durmadı. Hızlı adımlarla oğlunun yanından uzaklaşarak, kendi köşesindeki mavi çiçek desenli, krem rengindeki kalın minderine yavaşça oturdu. Salonda, sinek vızıltısından başka çıt yoktu. Her ikisi de sessizce çaylarını yudumladılar bir süre. Çayını bitiren Ruhsar Hanım, boş çay bardağını yanındaki sehpanın üzerine bıraktı. Uyumak her ikisinin de, uzun süre aklına bile gelmedi. Ruhsar Hanım, eline aldığı doksan dokuzluk, sedef boncuklu tespihini, mırıltılı dualarla çekerken; ‘İngilizce- Türkçe’ eşantiyon sözlüğü masanın üzerine bırakan Şahin, unuttuğu kelimenin karşılığına bakmadan, ertesi gün öğrencilerine anlatacağı ders kitabına tekrar geri döndü.
ERGİN BİNGÖL
17-MART-2016
Ergin Bingöl
