Sonbahar akşamıydı, diğer sonbaharlardan farksız hüzünlü bir akşam. Dışarıda ıslatmayan bir yağmur, insanın içini ısıtan bir rüzgâr vardı.
Kapı açıldı, O belirdi.
Yere kadar uzanan şalı, kırmızı bluzu, siyah eteği ile her akşamkinden farksız oradaydı.
Farklı olan bir şey vardı aslında; göz kapaklarındaki pudra ve yanaklarında ki belirgin makyajı. Ne yaptıysa saklayamadığı bir şey vardı, ağlamıştı, gözlerine oturmuş kan yalanını örtmesine engeldi.
Muhakkak sonu yaşamak ağırdı, ağlaması doğaldı. Yadırgamamıştı bu kızarıklığı.
Her zaman oturdukları masaya oturdular. Birer sigara yaktılar, sonra bir tane daha. Konuşmuyorlardı.
Hâlbuki evden ayrılırken anlaşmışlardı; bitirilmesi gerekenleri konuşacaklardı. Sebepler, yanlışlar; sonra çekip gideceklerdi. Ayrı yönlere ilerleyecekler bir daha karşılaşmayacaklardı.
Boyuna onu düşünürdüm,
Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Niksar'da evimizdeyken
Küçük bir serçe kadar hürdüm.