Bir gün nasıl olduğunu bile anlamadan,
kentin kurşun rengi ufuklarından uzaklaşıyor bulacaksın kendini.
Kulağında Cezayir şarkıları...
Nereden geldikleri belli değil.
Kemanlar ve darbukalalar...
İçinde daha önce hiç hissetmediğin bir cesaret ve heyecan duyacaksın.
İnsan, içindeki sese doğru giderken meçhule mi gitmiş olur?
Bazı köyler ve şehirler geçeceksin.
Birbiri ardına gece ve gündüz olacak.
Yollarda köpekler,
İnsanlar,
ve yıldızlar,
bindiğin araca umarsızca bakacaklar.
Herkes kendi bilinç düzeyinde yaşar.
Sen onlar için başka düşler kuracaksın,
onlar otobüsün camından seçilen, gür kumral saçların için başka
Sonra uzun yağmurlar için kapanacak gök.
Karanlık bulutlar bir perde çekecekler,
unutmak denen illetle,
insanlar arasına.
Ve anımsayacaksın:
Hangi yenilgilerdi,
seni savaşın hiç olmadığı meçhule doğru
yola çıkaran?
Sonra hatırlayacak, yanında oturan yaşlı teyze,
aslında tüm insanların aynı ruhtan doğduğunu...
Ve soracak sana:
dünyada tüm yenilgiler kalbi sertleştirirken,
senin gözlerinin neden hala çocuk olduğunu.
Yağmur,yeryüzünün melekleşmesidir bir süreliğine
ve insanoğlu yeryüzünün sit alanıdır,yasaktır yok etmek onu,
kendine bile...
Seni intihardan vazgeçiren o rüyayı anımsayacaksın.
Bu yollara düşmene neden olan rüyayı...
Yaşlı teyze, gözlerine bakacak
ve pencereden dışarıya.
'Yağmur yağdı mı yavrum,derlerdi ki eskiler: melekler indi yine yeryüzüne.
Ben senin gözlerinden aşağıya inen şu birkaç melekten başkasını göremedim
etrafta,
ya sen? '
Gözlerinden aşağıya inen melekler çoğalacak.
Hatta sonunda tutamayıp kendini,
kucağını
ve teyzeyi
ve otobüsü
ve geçtiğin bütün kentleri meleğe boğacaksın.
Yağmur gitgide hızlanacak....
Kimdi o rüyandaki kişi?
Tam da jilet elindeyken aniden neden uyuyakalmıştın
Kimdi o,seni bin perde ötesinden yanına çağıran?
Bu dünyadan göçmeye korkmuyordun,
şimdi başka bir kente gitmeye korkuyorsun.
İnsan ne de çabuk unutuyor geçmiş çılgınlıklarını..
Seni çağıran sevgili,
ölmek istemeyen düş gücünün son bir gayretle ürettiği bir illüzyon mu?
yoksa yıllardır özlemini çeken ruhunun diğer yarısı mı acaba?
Bir seraba doğru gidiyorsan, o serap, sen yaklaştıkça uzaklaşacaktır
gökkuşakları gibi...
Yok eşruhunsa seni çağıran geliyoruz işte az kaldı.
Sıkı dur gizemli köy,
yaşlı teyze,
ıslak kedi
ve sevgili taşıyıcım
Magırus otobüs
Güneş açtı birden,
yeni bir güne merhaba derken.
Çamların iğne yapraklarında kalan damlacıklar kristallendi.
Ve geçtiğin tepelerden ince buharlar yükselirken,
çam yaprakları, birbirleriyle, renkler vasıtasıyla haberleşti
Bir mavi renk yansıdı
henüz sürgünlenen bir yaprakçıktan,
karşıdaki yaşlı yaprağa...
Yaşlı yaprak, çok çok yaşlıydı.
Ucu,neredeyse bedeninin yarısına kadar kurumuştu.
Çok su tutamıyordu üzerinde.
Bir şeyler söylemek istedi,
aynı ağaca hizmet ettikleri genç dava arkadaşına.
Fakat hiç ışığı kalmamıştı.
Çok dua etti yaratıcısına,
kendine bir eflatun rengi nasip etmesi için.
Bir eflatun herşeyi anlatmasına yetecekti.
O sırada dört beş santim yukarıda bir başka yaprakçık,
üzerine binen ağır yükten kendisini kurtarması için
tanrısına yakarıştaydı.
Çok su birikmişti üzerinde,
beli bükülmüştü ağırlıktan.
Işığı yönetemiyordu artık.
Sonra bir damla düştü yaşlı yaprağın üzerine yukarıdan.
Tüm dualar kabul olmuştu.
Her yeri birden bir eflatun rengi kapladı.
Artık renkler
eskisinden daha parlak
Doğa,
henüz ilk yaratıldığı gün
sanki bu günmüş gibi
tertemizdi.
Otobüs büyükçe bir tepeden, aşağıya doğru yöneldi.
Uzaktan kiremitlerinin kırmızısı,
ve yosun tutmuş duvarlarının yeşili seçilen, bir sahil kasabası
görünüyordu.
O evi bulabilecek miydi acaba
ve kendisine bakıp gülümseyen o dünya güzeli sevgili var mıydı gerçekte?
Derler ki:Bütün ruhlar cinsiyetsiz olarak tekti ezelde.
Sonra ruh kendini ikiye böldü erkek ve dişi şeklinde.
İki ayrı insan olarak indiler yeryüzüne.
Ki yeniden birleşerek,
sırası gelen ruhların Berzah aleminden çıkıp
kendi vasıtalarıyla
yeryüzüne gelebilmeleri mümkün olsun diye..
Ve yine derler ki: Soğuyarak bedenleşen ruhlar,
kendi ihtiraslarının peşinde koşup tanrısallıklarını unutunca
eşruhlarını da yitirdiler.
Bu da bir zamanlar ışığının bir parçası olduğumuz Tanrı'nın
en büyük cezası oldu bize
Kasabanın üstünde bir ebemkuşağı belirdi.Güneş iyiden iyiye etrafı ısıtmaya
başlamıştı. Gitgide yaklaştıkları kasaba buharlar içinde kalmıştı.Şimdi bu
hali onu gerçeklikten koparıyor, bir masal şehrine döndürüyordu.Bir ara
evler ve tarlalar gerçekten gözden kayboldu.Bir rüyaya giriyorum sandı
kendini, otobüsün şöförü.Bu sakın bir serap olmasın dedin sen.Şaşkın şaşkın
bakındı etrafına yaşlı teyze.İnanılmaz bir toprak kokusu sardı her yanı.Bir
yenilenmeninn kokusuydu bu.Ki sen bu kokuyu kentte hiç bilmedin.Derin
sessizliği birden, binlerce serçenin sesi bozdu.Sanki biryerlerden emir
almışlar gibi, bir anda koro halinde ötmeye başladılar.Oysa henüz az
önce,hiç birinden ses seda yoktu.Kasabaya girilen düzlüğe çıkıldığında, 20
metre bile ilerisini görmeye izin vermeyen buhar yükselmeye başladı.Şimdi
artık toprak kokusuna,denizin keskin tuz kokusu ve tezek kokuları da
karışmaya başlamıştı.İlk önce evlerin taş duvarları görüldü ve etrafta
yalpalayarak dolaşan, bir kaç yaşam sarhoşu kuzu.Sonra biraz daha yükseldi
buhar.Artık evlerin pencereleri,pencerelerindeki hanımelleri ve erken çiçek
açmış şeftali ağaçları da görülebiliyordu. Otobüs, kasabanın ilk evlerinin
arasından geçerken incecik bir yel çıktı, Buhar, haniyse tümden ortadan
kalkmış,bütün kasaba billur bir Çin işlemesi gibi ortaya çıkmıştı.Ellerinde
sapanla iki hınzır çocuk,yolu boydan boya geçerek dar bir sokağın arasında
kayboldu.Biraz sinirlenen meltem, henüz çiçeklenen ağaçları sarstı.Birkaç
beyaz erik çiçeği salınarak yola düştü.Sıtlarındaki rengarenk yelekleriyle
iki yaşlı kadın,iki büklüm yürüyorlardı yola paralel.Taşlık yoldan yavaş
yavaş kasabaya giren otobüs onlar için belki vardı,belki de hiç
yoktu.Onlardan biri elindeki bastonla,sürekli uzaktaki belirsiz bir noktayı
işaret ederek ne anlatıyordu kimbilir,yanındaki ahretliğine.Başlarında
dalgalanan allı morlu poğ,uzak gençlikleri kadar silik ve yaşlı bedenleri,
milyonlarca yıldır ayakta olan evrenimizden sanki çok daha dingin ve
mütevekkil.
Otobüs küçük bir mescidin yanında durdu.Burası,içinde bir iki tane eski
model minibüsün beklediği,kasabanın mütevazı otogarıydı besbelli.Yolcumuz
otobüsten indi.Sanki, yıllar önce geldiği bir sokağı tanımak istercesine
etrafına bakınarak, ürkek ürkek yürüdü.Kasabanın meydanını geçer geçmez sağa
doğru kıvrılan yolu takip etti.Aşağı doğru inen bu yol, kasaba meydanından
daha çamurlu.Kaldırım diplerinden bulanık yağmur suları küçük bir derecik
olmuş akıp gidiyor. Bu geçici ve kirli dereyi takip etti meçhul yolcu.Yürüdü
yürüdü ve kasabanın bitiminde, denize bakan dik bir yar üzerine inşa edilmiş
eski evin geniş cümle kapısı önünde durdu.Ağır mandala yüklenerek kapıyı
açtı,taşlığı geçti ve ardına kadar açık dar kapıdan içeri girdi.Çizmelerini
çıkardı.Karşıdaki büyük pencereden denizi gördü ve onu....
-Sen de kimsin?
Ne denilebilir? İntihar, rüya,İstanbul,otobüs.Bir an dili tutulur gibi
oldu.Korkunç bir arzuyla geri dönüp kaçmak istedi.Fakat bu oydu.Aynı
rüyasındaki kişi.O uzun boy,o karakterli omuzlar o küçük fakat anlamlı
yüz.Ne yapmalıydı? Ne demeliydi
-Şey ben.....ben...
Direnmenin anlamı yok diye düşündü bir an.Evet rüyasında çağıran kişi, şimdi
onu tanımamıştı.Şaşkın ve soru dolu gözlerle öylece bakıp duruyordu
yüzüne.Ama buradan geriye dönüşü yoktu.Bu kasaba,bu ev ve bu yüzüne gölgeler
vuran insan onun son durağıydı.
-Burada kalacağım
-Neden?
-Çünkü çünkü....
Zihni bulandı.Olduğu yerde sallandı,sallandı.Rüyasındaki kişinin onu
tuttuğunu anımsadı ve bir yatağa uzanmasına yardımcı olduğunu.Sonra
çocukluğunu görmeye başladı.Bostancı'da küçük bir bahçede sırtındaki kırmızı
hırkasıyla koşuşturmasını anımsadı ve kendinden daha küçük yaşlardaki o
bembeyaz kız çocuğunun bir su birikintisinde çömelmiş oyuncak ördeğini
yüzdürdüğünü anımsadı
-Yeter Muzaffer çok sigara içtin
Gözleri iyice karardı.Hiç tanımadığı ya da çok iyi tanıdığı birisinin
kollarındaydı.Dışarıdan keskin,çok keskin bir deniz kokusu geliyordu.Bir
koşuşturma bir telaş sezinledi.Sanki bu odada yalnız ikisi değillerdi.Birden
gözlerinde bir projektörden çıkanlar gibi beyaz,kuvvetli ışıklar
hissetti.Başını sanki bir mengenede sıkıştırılıyormuş gibi hissetti.Birşeye
direniyordu.Bayılmaya mı, bayılmamaya mı kestiremedi.
-Hayır ölme,ölme
Sonra ilk gençlik günleri geldi aklına.Gideceği liseyi ilk gördüğü gün
duyduğu heyecanı anımsadı.Bütün bunları gerçekten yaşayıp yaşamadığına bir
karar veremedi.Bostancı'da o bahçede oynamış mıydı gerçekten,ya da o lisede
okumuş muydu? Ya da burada bu tanımadığı yerde olmuşmuydu, yoksa olacak
mıydı? Bütün bu anımsadıklarını gerçekten yaşamamıştı sanki.Sanki bunlar
ileride,çok daha ileride yaşanacak şeyler gibi geldi ona.Doğuyor
muydu,ölüyor muydu karar veremedi.
Yıl 1974,27 Kasım İstanbul Zeynep Kamil Hastanesi
-Müjde Muzaffer Bey, nur topu gibi bir oğlunuz oldu
Muzaffer Bey ve ailesi çok sevindi.Sağlıklı bir erkek çocukları olmuştu.Hiç
kimseye güvenemedikleri için,doktorların itirazına rağmen çocuklarını alıp
Bostancı'daki evlerine geri döndüler.
28 Kasım İstanbul
28 Kasım günü çıkan ulusal gazetelerde,Çanakkale'nin bir kasabasında işlenen
cinayetle ilgili haberler vardı.Büyük bir ithalat-ihracat şirketinin sahibi
olan Sami Bey'in 21 yaşındaki kızı Tuba,Çanakkale'de bir kasabada Mehmet
Sabri ismindeki katil tarafından boğularak öldürülmüştü.Konu ile ilgili çok
yönlü soruşturmalar devam etmekteydi.Sanık Mehmet Sabri suçunu inkar
etmiş,adı geçen kızın evine aniden girdiğini ve bir süre sonrada fenalaşarak
kendilinden öldüğünü iddia etmişti.Muzaffer Bey haberi, üzüntü içinde
okuyordu.Sami Bey'i tanır ve çok severdi.Olaya bir türlü inanamadı.O sırada
imam, yeni doğan çocuğa tekbirlerle 'Musa' ismini veriyordu.
10 Ocak 2002
Musa YeşiltaşKayıt Tarihi : 15.4.2013 20:43:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!