(yalnızlık sırça köşküm / cama dayanmış burnum
hava puslu, bulutlu / efkârıma çeyrek var)
Sen İstanbul gibisin sevgilim..
Bazen Sultan Ahmet Camii'nin avlusunda yemlenen
gri bir güvercinin; kursağında dil gibi
Boğazda gemiler vardı, beyazlı yeşilli
Gülcemal,adalar,her iki kavak
Bir sen bakardın.........
Bakardın............................
Gözlerin kadar derin ve ıslak
İstanbul a yağmur yağardı.
Devamını Oku
Gülcemal,adalar,her iki kavak
Bir sen bakardın.........
Bakardın............................
Gözlerin kadar derin ve ıslak
İstanbul a yağmur yağardı.
İzlemeye devam ediniz.
FAKİRİ
(16. Yüzyıl)
Der Medh-i Şehr-i Kostantıniyye
Ne şehr ol arûs-ı hûb manzar
Serîr-i padişâh-ı heft-kişver
Sevâdı melce-i kevneyn olubdur
Beyâzı mecmau’l bahreyn olubdur
Müdevver sur ile bu şehr-i şâhi
İhata eyleyübdür cümle mâhı
........
Ya bir sîmin kemerli dil-rübâdur
Ki halk-ı âlem âna mübtelâdur
Ya bir mahbûbdur bu şehr-i ziba
K’ayağına sürer yüzini derya
......
Nazîri yok güzellikde bu şehrün
Giribdür gönlüne berr ile bahrün
Bu vaz’ı götürür bunun hevâsı
Meğer taht-ı Süleymandur binâsı
Bu şehrün Ruh-ı Kudsi görse sûrun
Bulurdı Beyt-i Ma’mûrun kusurun
Çü sûrunu bu şehrün etdi seyran
Açub ağzun kapular kaldı hayran
....
İrem bağı gibi her beyt-i ma’mûr
Nesim-i hulkı eyler halkı mesrûr
Temaşa eyleyen bu şehr içini
Sanur kim Rûma gelmiş şehr-i Çîni
Naziri yok cihanda bî bedeldür
İken nazik iken şehr-i güzeldür
Derûnı elh-i diller menbâıdur
Safâ kânı zarâfet mecmâıdur
Cihan mülkünden idenler ferâğı
Galataya götürürler ayâğı
Açılmış gül-sitanı gûne gûne
İrem gülzârına olmuş numûne
Pür olmuş her tarafa lâle-hadler
Salınur gûşe gûşe serv-kadler
Kimi bülbül gibi eyler tekellüm
Kimisi gonceveş eyler tebessüm
Kimisi serv-veş olmuş hırâmân
Gül üzre sümbülin etmiş perîşân
Kimisi burc-i hüsnün mâhı olmuş
Kimi iklim-i hüsnün şâhı olmuş
Kimi dil mülküni yağmaya virmiş
Kimi âşıkları sevdâya virmiş
Kimisi serv-i nâz olmuş salınur
Kimisi ser-firâz olmuş salınur
Kiminün zülfi salmış mihre sâye
Kiminün turrası benditmiş âye
Kimi ayyâr u kimi fitne engîz
Kiminün turra-i zülfi dil-âviz
.....
Çıkub Eyyûbiler seyrân iderler
Varub âşıklarun hayrân iderler
Binince keştiye bir mah-peyker
Kıran eyler hilâle mihr-i enver
İderler nâz ile geh seyr-i sahrâ
Kılurlar gül gibi geh azm-i deryâ
Girürler gül gibi azm-ı revâna
Olub can cana vü gönlek yabâna
Talub deryâya her yana yüzerler
Deniz mâlikleri olmuş güzeller
Nazar kılsam suda her mahtâba
Güneşdür guyiya girmiş sehâba
Girüp deryaya her bir la’l-i handân
Su üzre nakşeyler sûret-i can
Soyunub girse dilberler bu suya
Dil almağa girerler san pusuya
Sanasun her biri suda şekerdür
Veyahud külçe külçe sîm ü zerdür
Saygılarımla....
''Sultanlar'ın Diyar'ı İstanbul''
Saygıdeğer şiir severler 15.yy bu yana yazılmış en güzel istanbul şiirlerinden demetler izliyeceksiniz.
AYNİ
(15. Yüzyıl)
Feth-i Mübin Münasebetiyle
Şehr-i âzam kim binası mâ ü tîndedür
Ya ânun üstündedür cennet yahud altındadur
Bu haber kim söylenür hem zâhir ü bâtındadur
Revnakı bu kâinatun Şehr-i Kostantindedür
Ger sala Sultan Muhammed Zülfikar-ı Hayderi
Misl-i Hayberdür güşâd ide yedi kişveri
Dir melekler nutka geldükçe felekler dilberi
Revnakı bu kâinatın Şehr-i Kostantindedür
Misl-i dünyadur anın içindeki camileri
Zeyn olur hem Cum’a gün huffâz ile mahfilleri
Gûşe-ber-gûşe pür olmuşdur cihan hâmilleri
Revnâkı bu kainatın Şehr-i Kostantindedür
İki alem görmegi fikr ider isen cân ile
Var Galata şehrine deryayı geç seyrân ile
Bâde vir de ömrü nûş it bade-i hûbân ile
Revnâkı bu kainatın şehr-i Kostantindedür
Şûle saldıkça zemîn üstüne mâh-ı encümen
Nergis-i râna biter hâk üzre her gûşe çemen
Dir zebân-ı cân ile sorsan bu güftârı çü men
Revnâkı bu kainatın Şehr-i Kostantindedür
Feth idüp Sultan Muhammed anda çün câ eyledi
Kâr-ı âliler yapub firdevs-i a’lâ eyledi
Değmemüş ey Aynî pür-gılman ü havrâ eyledi
Revnâkı bu kainatın Şehr-i Kostantindedür
Saygılarımla.....
''Sultan'ların Diyar'ı İstanbul''
'Sen efkarıma çeyrek kala güzelleşiyorsun'. Tebrikler. Şiiriniz çok güzel. Başarılarınızın devamını dilerim.
Suna Doğanay
anladığımda çok geçti!!!!!!!!!!
1& 2 & 3 & = 10 &
Dünyanın en güzel şehri
‘İstanbul, dünyanın en güzel şehirlerinden biridir’ sözü gerçeği ancak kısmen yansıtır. İstanbul’u bilenler, İstanbul’un ‘dünyanın en güzel şehri’ olduğunu da bilirler.
Elbette, dünyada hem tarihiyle, hem coğrafi konumuyla hem de doğasıyla ‘güzel’ sıfatını hak eden bir çok şehir vardır.
Ama, tarihin, coğrafyanın ve tabiatın İstanbul’daki kadar güzel bir terkiple biraraya geldiği bir başka şehir gösterilemez.
Boğaziçi, denizin ve yeşilin yeryüzünü güzelleştirmek için yarıştığı muhteşem bir coğrafyadır. Dünyanın ‘Altın Boynuz’ adıyla tanıdığı Haliç gibi nefis bir deniz kıvrımıyla ikiye bölünen Avrupa yakası, bir şehir için düşünülebilecek en güzel konumdur.
Tarih, İstanbul’un bu güzelliklerine adeta tabii bir uzantı gibi eklenmiş ayrı bir güzelliktir. Bizans, Ceneviz ve Osmanlı mimarları, elbirliğiyle İstanbul’u güzelleştirmek için çabalamışlardır. İstanbul’un güzelliğine yapılan katkılarda aslan payı, hiç kuşku yok ki Osmanlı’ya, özelde de mimarinin zirvesini teşkil eden büyük mimar Sinan’a aittir.
Grek metinlerinden bugüne
İstanbul’un güzelliğinde, sanatçıların, ediplerin, şairlerin payı da inkar edilemez. İstanbul için yazılmış şiirler, İstanbul’u yazan seyahatnameler, İstanbul’u anlatan hikayeler, romanlar da, tıpkı boğazdaki renk renk yalılar, İstanbul’un tepelerine serpilmiş büyük küçük camiler, sokak aralarına kondurulmuş çeşmeler, sebiller gibi İstanbul’un eşsiz güzelliğinin birer parçasıdır.
Grek metinleri, Bizans ve Osmanlı vekayileri, İstanbul’la ilgili en eski yazılı kaynaklardır. Grek metinlerinde, daha çok efsanevi bir anlatım vardır. Asıl konusu İstanbul olmayan bu metinlerde, tanrılar, tanrıçalar ve bir takım efsanevi varlıkların yolu kimi zaman İstanbul’a uğrar. İstanbul’un kuruluşuyla ilgili efsaneler bu metinlerdendir. Bu tür metinlerin bir çoğu, gerçek olaylardan yola çıkmışsa da zaman içinde insanlar tarafından süslenmiş, efsaneleştirilmişlerdir.
Seyyahların gözüyle
Başka ülkelerden gelen insanların meraklı anlatımlarını içeren seyahatnameler, tarihi metinler arasında en ilginç olanlarıdır. 12. Yüzyıl seyyahlarından Odon de Deuil Bizans dönemi İstanbul’unu en ayrıntılı şekilde anlatan yazarlardan biridir. Aynı yıllarda İstanbul’a gelen İspanyol Yahudisi Benjamin de şehrin zenginliklerini anlata anlata bitiremez. 1220 yılında, Kudüs’e giderken İstanbul’a uğrayan Rus Papazı Anton’un yazdıkları da, Bizans dönemiyle ilgili önemli bilgiler içerir. Anton, özellikle kiliseleri ve diğer dini mekanları ziyaret etmiş ve bunlarla ilgili ayrıntılı bilgiler vermiştir.
12. yüzyıl sonu ile 13. Yüzyıl başları, Doğu Akdeniz’de tutunmaya çalışan Haçlılar’ın, yolları üstündeki İstanbul’u adeta harabeye çevirdiği yıllardır. Frenk savaşçı Geoffroy de Villehardouin ve bir başka Haçlı yazar Robert de Claire, İstanbul’un o zamanki harap halini anlatan yazılı metinler bırakmışlardır.
Arap Seyyah Ebu’lfida ve İspanya Kralı tarafından Timur’a elçi olarak gönderilen Ruy Gonzales de Clavijo’nun seyahatnamelerinde de İstanbul’a ait bölümler geniş yer tutar. Ebu’l Fida ve Clavijo gibi Cristoforo Buondelmonti de İstanbul’u 15. Yüzyıl başında ziyaret etmiştir. Bizans’ın son yılları olan bu dönemde de İstanbul’un hali iç açıcı değildir.
Şairler ve İstanbul
İstanbul’un şiirimizde de önemli bir yeri vardır. İstanbul, belki de, üzerine en çok şiir yazılan dünya şehridir. Sayısız şair, mısralarında bu şehrin güzelliklerini terennüm etmiş, şiirleriyle İstanbul’u daha bir süslemiştir.
Başta İstanbul’un Fatih’i 2. Mehmed Han olmak üzere divan şairlerimiz onun her köşesine çiçekler gibi beyitler düşerek, İstanbul’un rengini Boğaziçi’nin erguvanları gibi açmışlardır. Takdir edileceği gibi, İstanbul şiirlerinin zirvesinde, Lale Devri’ni ölümsüzleştiren büyük Şair Nedim vardır.
Nedim, sadece “Bu şehr-i Stambul ki bi misl ü behadır/Bir sengine yekpare acem mülkü fedadır” mısralarıyla değil, Sa’dâbâd’ı, Göksu’yu, Küçüksu’yu ve güzel İstanbul’un şipşirin mevkilerini bütün canlılığıyla yüzyıllar öncesinden bugüne taşıyan bir çok gazeli, kasidesi ve şarkısıyla tam bir İstanbul şairidir.
Ve Yahya Kemal
Divan Şairleri ile 20. Yüzyıl şairlerinin arasında duran şairimiz Yahya Kemal Beyatlı da İstanbul’un taşına toprağına, her köşesine meftun büyük bir İstanbul şairidir. “Sade bir semtini sevmek bile bir ömre bedel” mısraının sahibi Yahya Kemal, şiirlerinde İstanbul’u semt semt, sokak sokak nakşetmiştir.
Sanatını daha çok bir ‘mesele’yi, bir ‘dava’yı dillendirmek üzere icra eden İstiklal Marşı şairimiz Mehmed Akif Ersoy’un şiirlerinde, sokak sokak İstanbul vardır. İstanbul’u anlatmak gibi bir hedefi olmasa da, Akif’in şiirleri, İstanbul’u en çok anlatan şiirlerden sayılabilir.
Son devir şairleri arasında, neredeyse bütün şiirleri buram buram İstanbul kokan Necip Fazıl Kısakürek’in müstesna bir mevkii vardır. “Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar/Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar” mısraları, Necip Fazıl’ındır.
“İstanbul’u düşünüyorum gözlerim kapalı” ya da “Urumeli Hisarı’na oturmuşum/Oturmuş da bir türkü tutturmuşum” mısraları hemen aklımıza gelen Orhan Veli de iflah olmaz bir İstanbul şairidir.
Türkiye’de yaşayan, ya da İstanbul’u gören hiçbir şairin, bu şehrin güzelliğine yakalanmaması mümkün değildir. Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan Nazım Hikmet’e, Ziya Osman Saba’dan Behçet Necatigil’e, Sezai Karakoç’tan Cemal Süreya’ya bir çok şairimiz, İstanbul’un güzelliğine şiirleriyle eşlik etmişlerdir.
İstanbul, bugün de ‘şiir gibi bir şehir’ olarak, şiirle yaşamaya, şiirlerde yaşamaya devam etmektedir.
Nesirde de ‘şiir gibi’
İstanbul, sadece şiirimizde değil, nesrimizde de ‘şiir gibi’dir.
Edebiyatımızda neredeyse yegane türün şiir olduğu dönemlerde, resmi belgelerden, seyahatname ve hatırat kitaplarından başka tanık bulmamız güçtür.
Gördüğü her şehri, her kasabayı, kendisinden önce ve sonra görülmemiş şipşirin bir üslupla adeta yeniden kuran Evliya Çelebi, İstanbul denilince ilk akla gelen müelliflerden biridir.
İstanbul’un edebiyat metinlerinde yaygın olarak yer aldığı dönem, gazetelerin, mecmuaların çıktığı, roman, tiyatro, hikaye gibi türlerin çokça yazılmaya başlandığı, kısacası, nesir’in bir yazma şekli olarak daha çok kabul gördüğü 19. Yüzyılda başlar. Özellikle 19. Yüzyılın ikinci yarısında, doğrudan İstanbul’u konu almasa bile, İstanbul’u mekan olarak içeren sayısız edebiyat ürünü meydana getirilmiştir.
Bu yazarlar arasında Ahmet Rasim’in özel bir yeri vardır. Bir bakıma, şiirde Yahya Kemal neyse, nesirde Ahmet Rasim odur. Bir farkla ki, Yahya Kemal şiirlerinde İstanbul’u tabir caizse idealize ederken, Ahmet Rasim alabildiğine realisttir. Ne gördüyse, ne yaşadıysa, ne yaşanıyorsa onu yazar. Bunu yaparken, son derece renkli, zengin bir üslup kullanır. Yahya Kemal’in ‘baktığı’ bir çok şeye bakmayı ihmal etmişse de, İstanbul’u en çok yazan yazarlarımızdan biridir, Ahmet Rasim.
Tepeden tırnağa İstanbullu bir yazar olan Refik Halit Karay’ın, doğrudan doğruya İstanbul’u konu alan müstakil yazıları çok azdır. Ancak, Refik Halit’in yazılarının çoğunda mekan, İstanbul’dur.
Refik Halit’i okurken, en siyasi makalelerde, en ‘entipüften’ konu başlıkları altında, İstanbul’u görürsünüz. Bu yüzden, edebiyatın İstanbul’la ilişkisinden sözederken, Refik Halit Karay’ın ihmal edilmesi düşünülemez.
Ahmet Vefik Paşa, Ebuzziya Tevfik, Musahipzade Celal, Rauf Yekta, Rıza Tevfik, Reşat Ekrem Koçu gibi yazarlar, bu bağlamda adı anılması gereken yazarlarımızdan birkaçıdır.
Yine, daha çok bu dönemdeki ‘kayıtlar’dan günümüze ulaşan Orta Oyunu, Karagöz, Tuluat diyalogları, mizah edebiyatımızın kıymetli ürünleridir.
Ve Cumhuriyet
Cumhuriyet döneminde devletin merkezi Ankara olunca, İstanbul’da da bir çok yazar yüzünü Ankara’ya çevirmiştir. Yine de bu durum, İstanbul’un edebiyattaki yerine halel getirmemiştir. Çünkü İstanbul, sanatçının ruhuna, dünyadaki bütün şehirlerden daha çok hitap etmektedir.
Türk hikayeciliğinin başta gelen isimlerinden olan Sait Faik (Abasıyanık), İstanbul’u en çok yazan ediplerimizden biridir. Ahmet Rasim’le Yahya Kemal arasında yaptığımız karşılaştırmaya benzer bir karşılaştırmayı, Orhan Veli ile Sait Faik arasında yapmak mümkündür. Sait Faik’in hikayelerindeki İstanbul, Orhan Veli’nin şiirindeki İstanbul’un bir benzeridir. Haldun Taner de, İstanbul’u çokça yazan hikayecilerden biri olarak anılabilir.
Peyami Safa, Halit Ziya Uşaklıgil, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi romancılarımız da, İstanbul’u eserlerinde yaşatan ustalarımızdan birkaçıdır. Özellikle “Fatih Harbiye” romanı, Cumhuriyet sonrasında İstanbul’da vaki olan hayat tarzlarını Peyami Safa hassasiyetiyle ele alan büyük bir eserdir. Tanpınar’ın ‘Huzur’u, ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’, İstanbul’da yaşanmış –veya yaşandığı varsayılan- büyük romanlardır.
Bu ve benzeri romanlardaki ‘İstanbul’ zaman zaman buruk, zaman zaman sıcak bir nostalji hissine sebep olurken, mesela Attila İlhan’ın romanlarındaki İstanbul (şiirlerindeki İstanbul’un tersine) neredeyse ‘kirli’ bir İstanbul’dur. Yani, İstanbul’u güzellikleriyle ya da ‘trajedi’siyle ele alan sanatçılarımız olduğu gibi, İstanbul’un ‘kir’ini görmeye, hatta onu büyütmeye çalışan sanatçılarımız da eksik değildir.
İstanbul farkı
Bir açıdan bakıldığında, sanat ve edebiyatın İstanbul’un güzelliğine ekleyebileceğimiz, İstanbul’u daha da güzelleştiren bir unsur olduğunu söyleyebiliriz. Bir başka açıdan baktığımızda da, İstanbul’un sanata ve edebiyata çok şeyler verdiği görülecektir. İstanbul’da geçen bir hadise ile, Türkiye’nin başka yerlerinde geçen bir hadise arasında daha baştan bir tür ‘klas’ farkı vardır. Türkiye’nin en tanınmış romancılarından Yaşar Kemal’in yazdığı romanlar arasında mekanı İstanbul olanların (mesela ‘Kuşlar da Gitti’nin) diğer romanlarına nazaran daha ‘şehirli’ olmak zorunda kaldığı gözden kaçmayacaktır.
Bu sayfalarda, İstanbul’u değişik formlarda yazan bütün ediplerimizin bir listesini sunmamızın, hele hele onların herbirinin eserleri hakkında değerlendirmeler yapmamızın imkanı olmadığı mutlaka takdir edilecektir.
İstanbul, yazıla yazıla bitirilebilecek bir şehir değildir. Bütün hayatını İstanbul’a adayan (Yahya Kemal gibi) sanatçılar bile, İstanbul’da yazılacak çok şeyler bırakarak bu âlemden göçüp gitmiştir. İstanbul, günümüz yazarlarının eserlerinde de, şiir olarak, hikaye olarak, roman veya deneme olarak varolmaya devam etmektedir.
Mustafa Kutlu’dan Dr İbrahim Necati Günay’a, Salah Birsel’den Murat Belge’ye ve Mustafa Armağan’a kadar, isimlerini burada sıralamamıza imkan olmayan bir çok edip ve şairimiz, dünyanın en güzel şehrinin güzelliklerini eserlerine yansıtmışlar, bir bakıma, İstanbul’dan aldıklarını eserleriyle İstanbul’a vermeye çalışmışlardır.
--------------------
M E T İ N Ö R N E K L E R İ
REFİK HALİD KARAY
BOĞAZİÇİ, OLDUĞU GİBİ
Bu sabah uyandığım zaman içimde güzel bir rüyanın keyfini duydum; zihnimde bir alaimisema açılmış gibiydi; peri masalı dinlemiş bir çocuk kafası nasıl renk, ışık, hayal ile dolu ise benim yaşlı başım da öyleydi, batan ve çıkan al güneşlerle, kayıp giden mor sularla, kucağında ay yüzdüren havuzlarla, silkindikçe yaprak yerine yıldız serpen ağaçlarla süslü idi.
O kadar ki başımın yerinde bir Japon feneri sallanmaktadır sandım. Hülyadan ve masaldan ibarettim.
Bu, niçin böyle diyordum, ne rüyası gördüm? Sonra hatırladım: Dün akşam Boğaziçi'nde bir gezinti yapmıştım, hala onun tesiri altında, lezzeti içinde idim.
İstanbulu her güzel gününden istifade ederek bir teviye gezmekteyim. Evvelki hafta Büyükada'ya gittim. Ayayorgi tepesinde yemek yedim. Geçenlerde sandalla Haliçte bir gezinti yapmış, Silahtarağaya kadar uzanmıştım. Moda ve Kadıköyünden, eskidenberi hoşlanırım. Kalamış çok sevdiğim bir yerdir. Erenköy civarı zaten çocukluğumun ve gençliğimin hatıralarla dolu bir semtidir. Tabii Florya'yı da unutmuyorum. Hulasa, hiçbirinin zevkinden kendimi mahrum ettiğim yok.
Fakat bütün bunların içinde, daha evden çıkarken yüreğimde tatlı helecanını, kavuşma sabırsızlığını duyduğum yer Boğaziçi'dir. Boğaziçi dahi şair dediğimiz tabiatın Cihan isimli şiir kitabında rastlanan iki şaheser mısradır. Yazık ki otuz seneden beri yeni nesiller kübist ve fütürist modasına kapılarak o iki mısraın tam kıymetini veremiyorlar, tam zevkini sizimiyorlar. Açık deniz ve geniş plaj merakı Boğaziçinin arabesk ve oyuncaklı güzelliğini ihmale uğrattı. Şiir, heykel, mimarlık bugün, iki tarafına beton rıhtım çekilmiş bir kanal; dosdoğru, dümdüz ve çok yavan bir su cetvelidir; kaprisli, zikzak, yılankavi Boğaziçi değildir.
O moda devrini ikmal etmek üzeredir, tekrar eski tarza, eski üsluba dönmek zamanı yaklaştı. İstanbul halkı da, kırak ve kurak tarlalardan bezip yakında Boğaziçinin her dönemecinde bir başka güzellik gizlenen manzarasına avdet edecektir ve herhalde kübik kulübelerini buraya taşımayacaktır.
Eskiliğin en çok yaraştığı ve yeniliğin hiç de hoşlanmadığı yer Boğaziçidir. Orada çimento kalıbı modern inşaatı yasak edecek bir kanun maddesini bakalım hangi zevk ehli ve tabiat sahibi devlet adamımız başaracak... Nevyork sergisindeki Türk üslubu güzel paviyonumuzun resmine bakarken düşündüğüm şu oldu: Onu, mesela Emirgan kıyısına kurmak! Suadiye ve Floryaya yakıştıramadım.
Evet, Boğaziçi harap bir haldedir, yıkık ve yanıktır, hazin ve boştur. Eski devirlerin büyük ailelerinden kalma kocaman yalılar çöküktür; bahçelerinde tarhlar silinmiş, yerlerini otlar ve sarmaşıklar kaplamıştır; mermer aslan ağızlarından akan sular kesilmiş, havuzlar kurumuştur; denizin dili törpüden daha keskin ve hain çıkmış, kalın meşe direkleri yemiş, binaları çökertmiştir. Kayıkhane kapıları ile rıhtım parmaklıklarını rutubet çürütmüş, taşları küf, demirleri pas kemirmiştir. Korularda yıldırım yeyip devrilmiş, bakımsız kalıp kurumuş agğaçlar vardır; tepelerde yetim kalmış köşelere, koylarda dizüstü düşmüş evlere rastgeliyoruz.
Fakat Boğaziçine bu hüzün, bu melal, bu mazi ve bu geçmiş zaman ne kadar yaraşıyor! Tenhalığı ne dinlendirici, bikesliği ne hoş! O tenhalık sayesindedir ki suların taş kovuklarındaki fısıltısını ağustos böceklerinin kırlarda ötüşünü ve geceleyin bülbüllerin ormanlarında serenadını daha rahat, daha vuzuhla işitiyor ve dinliyoruz.
-Dinle ve dinlen!
Diyor. Ve orada insan denizi dinliyor, rüzgarı dinliyor, aydan ve yıldızlardan bile birşey dinliyor; hep tatlı mırıltılar, fısıltılar, hışırtılar ve şıkırtılar dinliyor ve kulağı bunlarla dinleniyor, gözü yeşillikler ve maviliklerle dinleniyor, vücudu gibi ruhu da dinleniyor.
Gölge, ışık, su oyunlarının en sanatkaranesini, en çeşitlisini ancak orada seyredersiniz: Akşam üstü veya seher vakti bir köy manzarası bir (feeri), bir Hint ve Çin masalıdır. Ya mehtapta? Zaten ay bana, İstanbulda sırf Boğaziçi körfezleri için doğar da başka semtlerde hatır için dolaşır zehabını verir. Körfezde tek bir kandil ışığı bile sihirlidir, manalı, derin ve düşündürücüdür.
Güneş ışıkları ise oralarda dokunsan ses çıkaracak ve çarpsan kırılacak kadar billurlaşmıştır. Koru gölgeleri her yerdekinden daha koyu, basınca gömüleceğinizi sandıran bir yumuşaklıktadır; bir nevi kuş tüyü yastık gibi çekip başınızın altına koyacağınız gelir. Kıyılarda sarayların fağfur kaseler gibi nazik, narin bir duruşu, tepelerde fıstıkların avize gibi asılıp bir renkten renge girişi vardır, başlıbaşına bir seyrandır. Mermer bedenli zarif çeşmelerini yaşlı, saltanatlı koca çınarlar ne hırsla, ne zevkle kucaklarlar... Bana bir taze cariyeyi kürkünün içine saran, sarmalayan iri kavuklu ve samur cüppeli yeniçeri ağasını hatırlatır!
Boğaziçinin en seçme güzelliği, zaten, hal içinde daima mazi kalmasındadır. İnsan sadece dünyanın en hayret verici tabiat manzaralarını görmeye gitmez, eski zamanları da yad için vesile bulur. Boğazda yalnız bugünün zevki sürülmez, biraz da dünkü hayatın, tarihin keyfi de tadılır.
Onun içindir ki iki kıyısına kübik evler ve gazinolar kondurulmuş bir boğaziçi, üzerine badana vurulmuş bir mozaik tavan kadar çirkin görünebilir, san'ate bir zulüm teşkil eder. Mimarlıkta kübizm nedir? Damsız, şehnişinsiz, cumbasız, sundurmasız, bu başı kuyruğu, kanadı, gagası kopmuş kuş üslubu. Nasrettin Hocanın leyleğini akla getiren bir komik inşa tarzı değil midir?
Boğaziçinde yükseklere tırmanmak isteyenler için sırtlar arkanızda ta yanınızda hazırdır; düz yolu sevenler içinse rıhtım boyu önünüzdedir. Avların en eğlencelisi olan balığa Boğaz geniş bir akvariomdur; hatta yalınızın penceresinden bile oltanızı atabilirsiniz!
Boğaziçi her yaş, her meslek, her hilkat için bir hususi güzelliğe haizdir, onun büyük mikyasta, yepyeni, boya kokusu üstünde ve kireç kuyusu önünde bir imara da ihtiyacı yoktur.
Boğaziçi şimdiki haliyle, olduğu gibi, yarı hara, yarı mamur, yarı mahzun, yarı şen her zamanından, her devrinden daha güzel, daha cazibelidir; onu bu şekilde sevelim. Çok keser sesi, çok çimento kokusu istemez: Perileri kaçırmayalım!
--------------------
ABDÜLHAK ŞİNASİ HİSAR
BOĞAZİÇİ MEDENİYETİ
Bu asrın ilk yıllarında Boğaziçi -en çok hatıra getirdiği eski Venedik gibi- sanki bir göl tarzında kendi üstüne kapanmış ve kendine mahsus adetleri ve zevkleri olan büsbütün hususi bir alemdi. Barındırdığı birtakım ananeler kendine has tabiatın hususiyetine takılarak ona, birçok kısımlarıyla eş bulunduğu İstanbul medeniyetinden bile ayrılan, hususi bir medeniyet kurmuş oluyordu.
Her sene zamanı gelince; İstanbul'un mahallelerinden Boğaz'ın köylerine göçler başlardı. Boğaziçi'nin kenarlarına yapılmış ve hala kısmen olsun eski erkan sedirleri, kerevetler üstünde şilteler ve halılar üstünde yer minderleri gibi eski eşyalarla döşenmiş geniş odalı ferah gönüllü yalılara taşınırlardı.
Boğaziçi'nde bilhassa sularla ışıkların oyunları esrarlı bir canlılıktadır. Yalıların Boğaz'ı seyretmeye ayrılmış ön odalarında sulara çarpan ışıkların içeriye sıçramış akisleriyle birdenbire oda duvarının bir parçası bir vücudun derisi gibi ürpermeğe ve başımızın üstünde, tavanın da bir parçası, bir nehrin altın sularıyla akmağa başlar. Karada temelleri üstünde sabit duran yalılar sularda, başları aşağıda, temelleri havada yüzmeğe koyulurlar. Yosun kokulu kayıkhaneler, denizin mırıldanan sularını yalının, bir kısım zemin kat odalarının altlarına getirirler. Arada bir küçük dalgaların kah gülüştükleri, kah ağlaştıkları duyulur.
Burada yalıların gezen birer parçası, birer yavrusu gibi olan kayıklar ve sandallar, gezintileri özler gibi bekleşirlerdi. Böyle hususi kayıkları olmayanlar için de iskele başlarında, Venedik'te olduğu gibi Boğaziçi'nde de, arabaların yerini tutan ve ikide bir de öteye beriye gitmek için binilen kira sandal ve kayıkları bulunurdu. Birçok yerlerde deniz kenarında yalıların önlerinden geçen yollar ancak kendilerinin daracık ve hususi ahşap rıhtımlarıydı. Yalının kayıkhanesi önünden bitişik bir yalının rıhtımına altı desteklenmiş bir tahtanın teşkil ettiği küçücük köprüden geçilirdi. Bir sahil, karşıki sahile bir bahçe gibi görünürdü. Şirket vapurları, bir şarkının nakaratı gibi ikide bir geçerlerdi. İçlerinde oturanların konuşa konuşa bu sahilleri, bu suları seyrettikleri bu vapurlar İstanbul'a gidip gelirken Boğaz'ın seyrine mahsus seyyar salonlara benzer, Boğaziçi köylerinde oturanların birbirleriyle buluşmaları için zikzak vapurlar işlerdi. Vapurlar Boğaz'daki burunların önüne gelir gelmez bir işaretçi, boğa güreşlerinde olduğu gibi fakat vapuru kızdırmak için değil yolun açık olduğunu bildirmek için kırmızı bir bayrak sallardı. Her gün İstanbul'a inip esnafın ve mahalle halkının şehirden toptan aldıklarını taşıyan ve kocaman küreklerinin her birini bir kayıkçının iki eliyle tuttuğu ve ayağa kalkıp yavaş yavaş oturarak çektiği beş altı çifte gedikli pazar kayıkları gider gelirlerdi. Süslü, hususi birçok, bazan şişkin karnının iki tarafında faaliyet halinde birer su değirmeni taşır gibi bir yandan çarklı çatanalar geçer, bazan badi badi bir ramorkör sıra sıra halatlarla arkasına taktığı inanılamayacak kadar kalabalık bir sürü halinde mavnaları, yelkenleri, kayıkları, sandalları sürükliyerek çekerdi. Tarihten evvelki acaip şekilli mahluklara benziyen bazı yelkenliler kahraman edalarıyla gelir, yalıların rıhtımlarına yanaşarak, sadece onlara mevsimlik meyvalarını, senelik soğanlarını, kışlık odunlarını ve kömürlerini getirirlerdi. Yalıların önlerinden daha nice satıcı kayıkları geçer ve içindekiler sattıklarını kendilerine mahsus şiveler ve seslerle haykırarak, balıkçılar daha canlı balıklarını, mısır satanlar da kazanlarda kaynayan mısırlarını ve dondurmacılar tenekelerinde donan dondurmalarını methederlerdi ve söyledikleri basit şeyleri duymakla aynı zamanda ırklarını, milliyetlerini, memleketlerini, yaşlarını, talihlerini ve sanki ahlaklarını da duyar, anlardınız. İkindi sularında hanımlar ve beyler için sandalla gezinmek adetti. Cuma ve pazarları Küçüksu, Göksu, Kalender, Çubuklu gibi incesaz yerlerine, mesirelere gidilirdi.
Akıntı burunlarına gelindiği zaman böyle sandalların geçmesini bekleyen bir yedekçi karadan onlara bir ip atar ve ucunu omuzuna alıp yürüyerek kayıkları çekerdi. Böylece Boğaziçi hayatında suların ve üstündeki nakil vasıtaları olan kayık, sandal, yelkenli ve vapurların büyük ehemmiyeti vardı.
Karaya çıkıldığı zaman eski tarihimiz içinden gelen daracık, yamrı yumru, lezzetli bir meyva gibi yavaş yavaş olgunlaşmış ve bazı yerleri belki çürümeğe yüz tutmuş, o kadar yosunlaşmış, tadı okadar taşmış, uslanmı halli, yüksek duvarlı ve görünüşleri akrabalarımızın yüzleri, gözleri gibi manalar almış yollar, her geçen yolcuyu, Anadoluhisarı, Rumelihisarı gibi İstanbul'un fethinden eski bir mahalleden alır, onu yalnız Körfez ve Kanlıca gibi, Baltalimanı ve Emirgan gibi, diğer bir eski mahalleye değil, eski tarihimizin içine de götürmüş olurdu. Bu yolların şiiri gözle görülür bir hal almıştı. Geçen yelkenlilerin isterlerse halatlarını takarak konaklayabilmeleri için iki sahil boyunca rıhtımın müsait olduğu noktalara hayrat olarak dikilmiş top ağzı şeklinde ince, uzun, yuvarlak taşlar vardı. Önlerinden geçilen mezarlıkların ayakta duran bekçileri, kökleri ahrete varan hisli, içli, yüksek ve güzel servileri ikide bir başlarının titreyen uçlariyle sanki boyun eğerek teessürlerini söylerdi. Sağa ve sola sapılınca korulardaki, kalbimizin bizi hayatla barıştıracak yollarını insanlardan iyi bilen ihtiyar ağaçlar kendilerine gelenlere kucak açar ve muhtaç oldukları teselliyi ve gönül rahatlığını gölge, koku ve sessizlik halinde bol bol sunarlardı.
Bu günler ve geceler içinde güzel sesli meyzinler gönüllere göklerin merhametini, rahmetini, şefkatini, şefaatini ve şiirini döker, ezan sesleri, beş kerre geniş ve açık ufukları ve ruhları doldururdu.
Gece olunca fenerlerde Anadolu sahilinin kırmızı ve Rumeli sahilinin yeşil gözleri açılıp kapanmağa, parlayıp sönmeğe başlardı. Geceleri gezerken bazan sular üstünde çalı çırpı yakarak suları tutuşturmakla meşgul sihirbazlara benzemiş, ateş balığı avlayan balıkçılara rastgelinirdi. Bazan gecenin koynunda menekşe rengini alan titrek bir servinin serildiği ve güya teessüründen titreyerek parıldadığı görülürdü.
O zamanlar Boğaziçi'nin, hatta kendine mahsus ıstılahları bile vardı. Mesela 'mehtap' demek, mehtaplı bir gecede Boğaziçi'nde dolaşan bir kayıkta bir saz takımı peşinden onu dinleyerek yapılan gezinti demekti. 'Valde Paşanın mehtabı' demek, bu saz alemini onun tertib ettiğini söylemekti. 'Mehtapçılar' demek de bu gezintiye iştirak edenler demekti. 'O mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler!' Biz de bu yalı, kayık, boğaziçi hayatını o kadar tabii bulurduk ki, bunların hususiyetleriyle alakalanmak aklımızdan geçmezdi. Fakat, bir kaç şehir genişliğindeki İstanbul'un başka semtlerinden bize misafir gelmiş akrabalarımız bizim mesela mehtapta denize denize çıkarak bir saz takımı arkasından dolaşmak gibi adetlerimizin birçoğunu esrarlı bulurlar ve kendileriyle beraber mehtaba çıktığımız geceler kayığın devrileceğinden korkarlar ve bu tılsımlı ışıklar içinde esrarlı bir haz ile mırıldanan suların üstünde bir nevi periler diyarına girmiş olduklarını sanırlar ve belki di bu güzelliğin kendilerini çarpacağından korkarlardı.
O zamanlarda Boğaziçi'ndeki harem ve selamlık eski sarayların, eski büyük vükela yalılarının, eski büyük korularda gizlenen köşklerin, limonlukların, servilerin, kameriyelerin birçokları yıkılmış, yıkılmağa yüz tutmuş bir çok yalıların da ancak harabeleri ve hatıraları kalmış, yahut bu bile kalmamıştı. İçlerinde artık bir daha dönmiyecek geçmiş servet ve saadetlerin hatıraları tüten eski bir çok yalılar ve köşklerse büyük hulya mahlukları ve sükut mabedleri gibi, şimdi sazları ve sözleri susmuş olmakla beraber, yine yerli yerindeydi.
Gerçi çaresizliğin ve imkansızlığın doğurduğu bakımsızlık ve sefalet eski tabiatlerin ve adetlerin birer ifadesi olan yüksek ve kıskanç duvarları aşarak bu duvarlarda zamanın eskitip aşındırdığı ve açılmasını güçleştirdiği ahşap ve harap kapılardan girerek, yabani otlar gibi, bir çok koruları, köşkleri kucaklıyor, birçok yalıları alt katlarından sarıyordu. Akrabalarımızla bunların içinde oturanları görmeğe gittikçe çocukluğumuzun neşesiyle içlerinde koşup oynadığımız bütün bu büyük yalıların alt katlarında taşlıkların ve sofaların hep böyle harap olmağa yüz tutmuş, mermer kurnalı çeşmelerin muslukları kırılmış, çeşmeleri kurumuş, eşyaları kaldırılmış, hasırları eskimiş, sofalarla odaları daima birbirinden ayıran birer ikişer yayvan basamağın tahtalarını çürümüş, mahun, ceviz dolaplarında kuyruklu saatleri geçmiş bir zamanda durmuş, bütün bu alemi tozların bürümüş olduğunu görürdük.
Artık tedavilerine imkan olmayan bu yalılar, ölüme razı olmayan bütün vücutlar gibi, bilinmez neyi, bilinmez şeyleri bekliyor gibiydiler. Bu eski yalıların birçoklarının görünüşlerinde, yüzlerinde artık ihtiyarların o için için durgun, dalgın, fersiz, hep maziyşi sayıklıyan, geçmiş bir devirden arta kalmış, şikayetli, somurtkan ve ölgün yüzlerinde ve gözlerindeki manalar peyda olmuştu. Bunlar, belki köklerinden başlayarak için için kurumağa yüz tutmuş o susuz kalmış, ihtiyarlamış, ömürlerini tamamlamış ağaçlar gibi ta temellerinden sızlayarak için için göçmeğe koyulmuşlardı.
Fakat biz onların, yorgun ve durgun bile olsa, düzgün ve heybetli hallerini görüyor ve şüphesiz ki artık içlerinde çürüdüklerini hissedemiyorduk. O zamanlar gözlere çarpan, bu gizli göçüş değildi. Bu yalıların daha bir çokları harap olmamış, önlerindeki rıhtımlar bozulmamış, bahçelerindeki süslü parmaklıklar kaldırılmamış, saksılar kırılmamış, çiçekler solmamış, mezarlıklardaki serviler ve korulardaki ağaçlar kesilmemiş, gece, bazı açık mezarlıklarda, kımıldamayan ateşböcekleri gibi, fenerleri içinde yanan mumlar sönmemiş, yüksek duvarların taşları dökülmemiş, bunları hepsi de daha ayakta, sıra sıra, omuz omuza, yerli yerindeydi.
Bunlar gelip bir çok ağaçlar yeşil, beyaz ve pembe renklere bürününce, erguvanlar kırmızı alevlerini tutuşturunca, Boğaz'ın nazlı çiçekleri kokularını havaya katınca, hayat lezzeti mavimtrak akşamları gözlerinden gönüllere süzülünce, bütün bu cennet diyari, bütün Boğaziçi, Tophane'den Salıpazarı'ndan, Rumelifeneri'ne ve Harem İskelesi'nden, Salacak'tan Anadolufeneri'ne kadar bir çok yangın yerleri ve harabeler saklamakla beraber, yine yalı, rıhtım, bahçe, çiçek, yol, ağaç, kayıkhane, kayık, duvar, parmaklık, iskele, merdiven, hülasa saatlerce süren bir mesafede hala bir büyük refah hissini veren dünyanın belki en geniş olduğu gibi en güzel demek emsalsiz bir caddesi sayılabilecek muntazam ve muhteşem bir haldeydi.
(.....)
SAİT FAİK ABASIYANIK
MAHALLE KAHVESİ
Yazın bu küçü mahalle kahvesinin bahçesine sık sık gittiğim için, karayelin, tipinin çılgınca savrulduğu akşam, içeriye girdiğim zaman yadırganmadım. Kahve sapa bir yerdeydi. Yapraklarını dökmüş iki söğüt ağacı ile üzerinde hala üç dört kuru yaprak sallanan bir asmayı kar öyle işlemişti ki bahar akşamları, yaz geceleri pek sevimli olan bahçenin mora kaçan beyaz bir ışıkla dibinden aydınlık haldeki güzelliğine şöyle bir göz attığım halde, camın kenarına yerleşip de buğuları silince uzun zaman daldım, hem sevdalandım. Bu mor ışık o kadar çabuk koyulaştı ki, kahve daha ışıkları bile yakmamıştı. İnce belli çay bardaklarının en güzelini bırakıp giden kahveci:
-Kışın da güzel değil mi bahçe? dedi.
Bahçedeki mavi boyalı kasımpatılarının üzerine birikmiş karları gösterdi.
-Morukların söylenmeyeceğini bilsem, ışıkları daha yakmazdım ya -dedi- neredeyse homurdanmaya başlarlar.
Kahve, ışıklarını yakınca dışarıdaki karın ışığı söndü. Sekiz kişi ya var, ya yoktu. Küçük kapağının içinden alevler atarak yanan saç sobanın sağ tarafının neredeyse kıpkırmızı kızaracağını biliyor, bekliyor, bekliyordum. Yanımda tavla oynayanlar vardı. Bir zaman onlara daldım. Ara sıra camı silerek alnımı cama yapıştırıp dışarıyı seyrettim.
Evimden çıkınca ortalığın sessizliğini, bu sessizliğe lapa lapa kar yağdığını görmüş, yürümek hevesine kapılmış; ana caddeleri, arkadaş tesadüflerini, malum kalabalık yolları bırakmış, karın daha tez, daha temiz biriktiği, insanların az geçtiği bir semte gitmek üzere tenha tramvaylara atlamış, buraya gelmiştim. Ama ben gelirken yarım saat içinde hava değişmiş, karayel kudurmuş, lapa lapa yağan kar, küçücük küçücük soğuk darı taneleri halinde kaynaşmaya başlamıştı.
Kahveciye:
-Bugünkü gazete var mı? -Diye sordum.
Elime bir gazete tutuşturdu. Bir taraftan kafamdaki havadislere dalmaya çalışıyor, öte yandan kahveciyi dinliyordum. Maişet derdi münekeşelerinden öte insanlar bir şey konuşmuyorlardı. Bir ara kahvenin kapısı rüzgarla, bir adamla beraber açılıyor, avuçlarını üfleyerek o adam içeriye dalıyor, sobanın önünde karnını, göbeğini, göğüslerini, dizini iyice ısıttıktan sonra bir tarafa ilişiyor, ya kendi kendine hülyaya dalıyor, yahut da bir tavla partisinin iki ikişilik eğlencesine, oyuncuların itirazlarına rağmen bir üçüncü olarak katılıyordu.
Sedirde oturan ihtiyarların yanına da orta yaşlı, ciddi adamlar gelip oturdu. Benden uzakta idiler. Ne konuştuklarını duyamıyordum, ama yüzlerinde hüzünlü bir şeyler vardı. Uzun uzun susuyorlardı. Artık epey bir zamandır kahveye insan gelmediğini farkettim. Küçücük yuvarlak saat kahveciden yana dönük olduğu için saatin kaç olduğunu kestiremiyordum. Epey bir zaman geçti. Bir çok insan gitti. Kahveci nihayet saatini benden yana çevirdi. On buçuktu. Öyle bir uyuşukluk içinde idim ki kalkıp gidemiyordum. Gitmek ister gibi kımıldandığımı sezen kahveci:
-Eviniz yakınsa acele etmeyin -dedi-. Biz, bire kadar açığız. Buradan iyi yer mi bulacaksınız?
-Ya -dedim-. Bana bir çay daha yap öyleyse... Bir de limon.
Tam bu sırada içeriye birisi girdi. Kaşına, kirpiğine kar dolmuş, üstüne beyaz bir ceket giymişti sanki. Gelen adam sobaya doğru yürüdü. Üstünü başını süpürdü. Bir sandalyeye çöktü. Genç, çok genç bir adamdı. Yüzündeki karlar eriyince, beyaz, yuvarlak bir yüz meydana çıktı.
Kahvede o gelmeden evvel konuşmalar oluyorken, o girince herkes susmuştu. Kenarda tavla oynayanlar da tavlalarını şakırtı ile kapatıp çıkıp gittikten sonra bu sükut büsbütün arttı, uzadı.
Genç adama baktım. Bir sandalyenin üzerinde oturmuş, önüne bakıyordu. İhtiyarlar sakin, ciddi, adeta haindiler. Kahveci, başını iki eli arasına almış, kahve ocağında oturuyordu. On dakika bir mecliste insanların susması korkunç bir şeydir: Dehşetli bir sükut uzuyordu.
Genç adam ayak ayak üstüne atıyor, sonra ayağını değiştiriyor, bir türlü oturduğu yerde rahat edemiyordu. Belinden yukarısı, imtihan olan bir talebeyi andırıyordu, korkak korkak bakıyor, ayakları ise imtihan heyeti masa altından ayak ayak üstüne attığını göreceklermiş korkusu içinde gibi, bir inip bir kalkıyordu. Ayağının birisine altında kırmızı yamalar sallanan bir lastik artığı geçirmiş, bunu da iple bağlamıştı. Ötekisinde torik ağzı gibi açılmış, altından hala ızgaraları sallanan bir futbol ayakkabı eskisi vardı.
Kahvede sessizlik uzadıkça uzuyordu. Neredeyse birinin, ya:
-Şeytan geçti!
Yahut da:
-Kız doğdu!
Diyeceğini bekliyordum. Hepimiz gülüşecektik.
Hala kimse bir şey söylemiyordu. Tekrar gözüm adama ilişti. Yüzünü değil, geniş alnını görüyordum: Kırışıksızdı, manasızdı. Üstünde ceket yoktu. Yalnız siyah çizgili, beyaz bir mintan vardı. Kirli beyaz renkli bol bir kazağa bürünmüştü. Kazağın ön zaviyesini bir çengel iğne ile tutturmuştu.
Meraklanmış, şaşırmıştım. Bir hareket bile yapamıyordum.
Bu sırada kahvenin kapısı açıldı. İçeriye bir adam girdi. İhtiyarlara doğru yürüdü:
-Sizi çağırıyor -dedi-. Aklı yerinde ama, sabaha çıkamayacağıma kalıbımı basarım. Ara sıra fena dalıyor. Seni istedi Aili Ağa. Seni de Mahmut Çavuş. İstersen sen de gel hasan. Seni çok severdi.
Arkada oturan üç kişi ayağa kalktılar. Soba kenarında oturana en küçük bir göz atmadan, ama ona dik dik bakarmış gibi bir halde geçip gittiler. Sanki gözlerini mahsus ondan çeviriyorlardı. Genç adam, büyük gözlerini açmış, gidenlere yalvarır gibi bakıyordu.
Kahveci, yeni gelene bir çay olsun getirmiyordu. Az sonra yerinden kalktı. Önümdeki fincanı kaldırırken:
-Şu zavallıya da, benden bir çay yap -dedim.
Bana, yalnız gözkapaklarını kaldırıp indirerek bir tuhaf baktı. Çay getirmeye gittiğini sandim.
Önümden geçerken çocuk birden ayağa kalktı. Kahvecinin önüne dikilmişti. Kahveci farkında değilmiş gibi yan dönerek uzaklaşırken:
-Babam, değil mi? -dedi-. Ölüyormuş değil mi?
Kahveci susuyordu. Bu hain, kötü, acı bir sükuttu. Sonra sanki buzlar erimiş gibi oldu. Ama cevap yine benim için manasız, çocuk için de acı idi:
-Senin baban değil o.
Genç adam bir şey söylemedi. Bir şeye karar vermiş gibi hızla yürüdü. Kapıyı bir türlü açamıyordu.
Kahveci:
-Sakın eve gideyim deme. Kapıda teyzenin oğlu bekliyor, gebertir seni!
Çocuk düşündü. Bütün kararları uçmuştu. Yüzünde iradesiz hatlar belirdi. Kendisini içeriye iten rüzgarı deler gibi gitti.
Bir zaman birşey soramadım. Kahvecinin arkası bana dönüktü. Gürültü ile birşeyler yıkıyordu. Yüzünü benden yana döndürmesini bekledim. Ama bir türlü işini bitiremiyordu. Nihayet döndü.
Ben:
-Nedir bu Allah aşkına? -dedim.
Belindeki önlüğü çıkarmaya uğraşıyor, cevap arıyor gibi düşünüyordu.
Kapı açıldı. Bir ihtiyarla beraber deminki adam girdi. Daha kapıdan girerken:
-Ruhunu teslim etti -dedi-, öteki savuştu mu?
Kahveci, elleri önlüğünün arkadaki bağlarında donmuş gibiydi. Onu çözeceğine tekrar bağladı. Masam doğru geldi. Sanki bana açıklaması lazımmış gibi:
-Arabacı Kamil Ağa -dedi-, öldü de... O deminki it, oğlu idi. Kız kardeşini kötü yola sürükledi diye babası reddetmişti.
Sonra öteki adamlara döndü:
-Namussuzum -dedi-, pişmanlığından değil, miras vururum diyedir.
İhtiyarlardan biri, bu söze taraftar olmadığını gösteren bir yüzle:
- Pişman olsa da affedilmez o! -dedi.
Ben, dudaklarımın ucuna gelen bir suali nasıl sorduğumu, niçin sorduğumu bilmiyorum. Bu tesiri yapacağını hiç düşünmeden budalaca sordum:
-Kız ne oldu?
Tuhaf bir şey oldu. Birbirlerine bakmadan, halleriyle bakar gibi yaptılar. Ses seda çıkmadı. Deminki sükutun bir başka türküsü içine düştük.
Hatta gözlerle değigl ama, sükutta ve sükutun hareketsizliğinde:
-Bunu niye sordun?
-Ne lüzumu vardı?
-Başka soracak şey yok muydu?
-Ne de meraklı imişsin!..
Diyen bir hal vardı.
Kimse cevap vermedi. Parayı masanın üzerine bıraktım. Kahveciye baktım. Başı önünde düşünüyordu. Sapsarı idi. Elleri hala önlüğünün bağlarını çözmeye çalışıyordu. Kapıyı açtım. Çekip gittim. Kızın ne olduğunu öğrenemedim ama, onu kahvecinin kötü hayattan çekip aldığını mı anladım nedir?
Sultan'ların Diyar'ı İstanbul
Saygılarımla.......
Kutluyorum.
Şiirlerde simitten de geçilmiyor amma
Üstündeki susamın kokusu
Adamın da burnunda tütmüyor değil hani...
Ahmet Nural Öztürk
sevgili şair kardeşim.
tebrik ederim.
baki selamlar
İstanbul'u şiirle anlatmak gerçekten çok zor, nekadar güzel anlatmışsınız, tanımayanlar ve görmeyenler bile İstanbul'umuzu tanıyor artık sayenizde. Ama efkar bulmak isteyenlerin uğrak bayii yılların eskitemediği ünlü Beyoğlu 'Çiçek Pasajı'ndan, Nevizade'den kimse söz etmemiş, bence bu bir eksiklik, yine de yüreğinize sağlık sevgili şairim ! Başarılarınızın devamını diliyorum.
Halil Pazarlı arkadaşım.
Sizi candan tebrik ediyorum.
Daha büyük başarılar diliyorum...
Çok güzel şiirinizi kutluyorum sayın pazarlı.....
sevgilerimle...
Bu şiir ile ilgili 65 tane yorum bulunmakta