Dilsizlerin Destanı 1D Gökte Kanat Çırpa ...

Mehmed Sarı
620

ŞİİR


8

TAKİPÇİ

Dilsizlerin Destanı 1D Gökte Kanat Çırpan Yaralı Kuş

23

Çıkıp seyran ettim dünü yarını
iki ucu kanlı feryat yaşamın..!

Ortalık yavaş yavaş aydınlanıyordu. Hava bulutlu ve ıslaktı. Baharın ilk ayı olmasına karşın insanın içini donduran ürpertici bir nemli soğuk vardı. Melbourne buz gibi bir sabahla güne başlıyordu. Doğaya bir ölü durgunluğu egemendi.
Yaşama dair ne varsa ortalıktan silinmiş duygusu veriyordu insana bu kapalı hava ve tedirgin edici atmosfer. Sanki yok olmuşluklar diyarına inecekmişsin, daha sonra da hep yapayalnız ortalıkta dolaşacakmışsın duygusuyla eziliyordu insanın yüreği...
Uçağın tekerleri ikiyüzelli kilometre hızla betona sürtündü. Pilotun firenlemesiyle inileyerek yavaşladı ve usul usul perona girdi sonunda…
Sırtında çantası, elinde kendirden örme bir torba ile uçaktan indi Cengiz. Gümrükçüler şöyle üstün körü bir göz gezdirdiler çanta ve torbasına yalnızca. Uçakta iyice hantallaşan bedenini hareketlendirmek için uzun adımlarla hızlı hızlı yürüyüp dışarıya çıktı. Çıkış kapısının önü her renkten, her ırktan, her cinsten insanlarla tıklım tıklım doluydu. Yolcu yakınları yolcularını almak için bekliyorlardı.
Etrafına bir göz attı. Oğulları görünürde yoktu. Sağa- sola bakınırken birisi arkadan kucakladı. Dönüp baktı. İlhandı. Sarılıp öpüştüler. M. Ali öteki uçta bekliyordu. İlhan ağbisine el etti. M. Ali'nin tavrı Cengiz'e çok duygusal geldi o gün. Babasına sarılırken nerdeyse ağlayacaktı.
- Araba üst katta. Hem de yukarı çıkıp birer kahve içelim baba, dedi M. Ali.
- Evde içeriz kahveyi canım.
- Biraz konuşmamız gerek baba. Boş ver evi.
Cengiz, oğlunun "konuşmamız gerek ve boşver evi" sözlerinden bir takım önemli durumların olduğunu hemen sezinledi. Mantıvar yakalanmış mıydı acaba? M. Ali bu durumu biliyordu da kendisine Melbourne'a gelene kadar söylemekten kaçınmış mıydı? Yavaş yavaş üst kata çıkıp bir kafeteryaya oturdular. M. Ali kahveleri siparişledi.
- İki buçuk ay önce de burada kahve içmiştik, dedi İlhan. O zaman da üç kişiydik. Ama o zamanki üçüncü kişi bugün yok.
- Benden saklamayın diyerek sözünü kesti İlhan'ın Cengiz. Zeynep'e ne oldu?
- Kayıp dedi M. Ali. Bir aydır yok ortada. Ben sana tatile gitmiş dedim ama o doğru değil. Ben seninle konuştuktan sonra her akşam evine gidip baktım. Yoktu. Telefonu da devre dışıydı hep. Mutlaka başına bir iş gelmiştir. Sanırım polise yakalandı.
- Polisle ne problemi vardı ki?
İlhanın sorusu karşısında M. Ali babasının yüzüne baktı. İlhan Mantıvar'ın yasal durumunu bilmiyordu henüz. Adını ise ikisi de bilmiyordu. Cengiz durumu oğullarına açıklama gereği duydu.
- Canımın içi. Mantıvar ablan kaçak yaşıyordu Avustralya'da yıllardır.
- Mantıvar mı?
- Evet. Zeynep ablanın gerçek adı Mantıvar'dı. O Zeynep adında bir bayanın kimliğini kullanıyordu hep. Onun için onu Zeynep diye çağırıyorduk.
Cengiz'in üzerine kocaman bir kederden dağ çökmüştü ki, M. Ali;
- Baba dedi, bir sorun daha var. Onu konuşmamız lazım. Sana kalacak bir yer bulmalıyız. Mantıvar'ın evi kilitli. Bize de gidemezsin bundan sonra.
- Niçin gidemez mişim?
- Baba sen gittikten ve İstanbul'da kaybolduktan sonra Mantıvar abla ile ilişkileriniz üzerine acayip bir dedikodu başladı. Annemin arkadaşları, işlerini- güçlerini bırakıp sizi konuştular. Annemi iyice sana karşı kışkırttılar. Kadın çılgınlaştı. Senin tüm eşyalarını dışarı attı. Biz toplayıp valize ve torbalara yerleştirdik. Arabanın bagajına koyduk. Kadın günde on kere oturup-kalkıp sana küfrediyor. Eve seni getirmememizi söylüyor. Gelirsen kanlı bıçaklı kavga yapacağını belirtiyor.
- Bizim olayı bilip sakladığımızı ve seni kayırdığımızı da iddia etti, diye ekledi İlhan.
- Dedikoducu takımı kimlerden oluşuyor?
- Hangisini söyleyim ki. Tüm Türk ve Kürt çevre ağzında sakız gibi sizi çiğniyor. Başta Dolunay, Hayal, Burçın, Çolpan, Necmiye, Lütfiye, Ferdane…
- Dedikodu yapacaklarını biliyordum. Bizi Mantıvar'la birlikte iki kere görmüşlerdi. Siz ne düşünüyorsunuz. Boşverin dedikoduyu ve annenizin küfür ve tehditlerini.
- Biz anneyi uyardık. Kavga yapmayı felan aklından çıkarmasını, yoksa bizim de kendisinden ayrılacağımızı belirttik. Biraz sakinleşti son günlerde. Ama seni eve getirmememiz konusunda ısrar ediyor.
- Üzülme İlhan'ım. Ben o eve gitmem bundan sonra. Kalkın gidelim.
- Nereye gideceğiz, diye sordu M. Ali?
- Mantıvar'ın evine.
- Kapı kilitli.
- Bende anahtar var.
- O zaman bizi eve bırak ve öyle git. Ben işe gideceğim. İlhan da okula gidecek. Akşama buluşur konuşuruz.
M. Ali arabayı sokağın üzerinde durdurdu. Evin girişine yanaşmadı. İndiler. Direksiyona Cengiz geçti ve doğruca Mantıvarın evine sürdü. Anahtar, daha önceden ayarladıkları zulasında duruyordu. Aldı anahtarı. Kapıyı açtı. Pencerelerin perdeleri iyice kapatılmıştı. Tek tek tüm perdeleri araladı. Soğuktu içerisi. Gaz sobasının fitili sönmüştü. Sobanın fitilini yakmaya bir hayli uğraştı. Soba epeyce eski bir sobaydı. Çakmak iyi ateşlemiyordu. Sonunda aklına kibritle tutuşturmak geldi. Soba yandıktan sonra evi incelemeye koyuldu. Mutfakta bulaşık felan yoktu. Yatak düzgün şekilde yerinde duruyordu. Çamaşır sepeti boştu. Tüm elbise ve çamaşırlar yerlerindeydi. İki deri koltuğun arasındaki antik sehpanın üzerinde Mantıvar'ın fotoğraf albümü duruyordu. Bu durumun dışında her şey kendi yerindeydi.
Cengiz albümü alıp kaldırdı. Altında beyaz kağıt. Kağıdın üzerinde bir gazeteden kesilmiş resim. Resimde 12- 13 yaşlarında gösteren bir kız çocuğu. Resmi kaldırdı. Altında Manıvar'ın el yazısıyla yazılmış başlık gözüne çarptı...

" Canım sevgilim,
eşim, babam, kardeşim
benim bu dünyadaki tek tutanağım,
tek sevenim, tek dayanağım
Cino'ya: "

Yazıyı okur okumaz Cengiz'in başı döndü. Gözleri dumanlandı. Sendeler gibi olup çöktü koltuğa. Ani bir ağrı başladı kaşlarının arasında. Başını avuçlarına alıp geriye yaslandı. Alnındaki damarlar zonkluyor, kulakları uğulduyordu. Yüreği acı acı batmaya başladı. Mantıvar'a bir daha kavuşamayacağı korkusu gelip taş gibi oturdu içine. Parmaklarıyla bastırarak kaşlarının üstüne masaj yaptı. Gözlerini ovdu. Ne yazmıştı acaba Mantıvar? Bir aydır eve gelmediğine göre nereye gitmiş olabilirdi? Mektup yazıp bırakmıştı. Demek ki, geri dönmeyi düşünmemiş olmalıydı ya da başına bir iş geleceği ve geri dönemeyeceği kaygusuyla mektup yazmıştı. Aklına gazeteden kesilen kız çocuğunun resmi takıldı. Peki o resmi neden oraya koymuş olabilirdi? Kimdi resimdeki çocuk? Ne olursa olsundu. Gerçeği öğrenmekten başka çare yoktu ve en doğrusu da buydu yapılması gerekenin.
Yazıları okumaya başlamadan önce gazeteden kesilmiş resmi eline alıp iyi bir incelemeye koyuldu. Kızın karakter çizgilerini bulmaya, yapısal özelliklerini incelemeye ve üzerinde düşünmeye çalıştı bir süre. O anda Mantıvar'ın bir kızının olduğu aklına geldi. Tekrar baktı resme. Altındaki yarısı kesilmiş yazıyı okudu. Kızın adı da aynıydı. Ama soyadı okunmuyordu. Aklı İskenderun'a gitti. Pencerenin önünden arkadaşlarıyla konuşarak geçip giden altı yaşındaki kız çocuğunu hayalledi.Mantıvarın çocukluğuyla kıyaslamak istedi resimdeki çocuğu. Resimdeki kız daha yaşlıydı. Orta okul ve lise yıllarını hayalledi Mantıvar'ın. Kızın resmine baktı. Bu kızın Mantıvar'ın kızından başkası olamayacağı kanısına vardı. Ve o kesinlikle kızını aramaya gitmiş olmalıydı. Tedirginlik, ürküntü ve bir garip eziklik, bir çöküntü ortamında okumaya başladı yazıyı.

" Hava alanında seni yolcu ederken yüreğimi şiddetli bir hüzün sardı. Kendimi karanlık ve sonsuz bir boşlukta hissettim birdenbire. O an seni yolladığıma, ya da gitmene engel olmadığıma derin bir pişmanlık duydum. Çok mu bencil düşünüyordum? Yokladım kendimi defalarca. Hayır. Kalbimin sızısında bencillik yoktu. Senin o gidişinin karanlıklar getireceği gibi açıkça anlatılamayan ve belirsizlik içinde boğulan bir duygu kapladı yüreğimi
Sen el sallayıp kaybolunca kapının ardında, ben yıllar önce seyrettiğim bir filmin bir sahnesini anımsadım. Hapishanede bir bayan mahkumla bir erkek mahkum evleniyorlardı. Bir de kız cocukları vardı. Bu kızı daha önce kadın başka bir erkekle evliyken gizli ilişkiyle yaratmışlardı. Sonra da kadının yaşlı kocasını öldürüp kaçmışlar, yakalanıp hapse atılmışlardı. Suçları ağırdı. İdamla yargılanıp, ölüme mahkum olmuşlardı. Ama evlenmek için de başvurmuşlardı. Yetkililer düğün ve evliliklerini onaylamıştı. Kadın gelinlik, erkek güveylik giymişti. Artık resmen evlenip, karı-koca olarak sürdüreceklerdi geri kalan günlerini.Oysa aldıkları idam cezası onaylanmış ama kendilerine bildirilmemişti asılacakları tarih. Hapishane şartlarına uygun düğün yapılıp, yenilip, içilip eğlenildikten, halaylar çekilip, türküler söylendikten sonra gardiyanlar önce erkeği içeriye aldılar. Bir zaman sonra da kadını. Kadın kapıya yaklaşınca yanında sekerek yürüyen kızını bir başka gardiyan gelip kapıp götürdü. Kadın kapıyı aralayıp adımını öbür tarafa atar atmaz, ipte sallanan sevgilisini gördü ve yığılıp düştü yere. Ayılınca kendisini de sallandıracaklardı aynı ipte.
Çocukların yanında metin olmaya çalıştım. Ama onlar gidince, yeniden koyu bir hüzne boğuldum. Attım gövdemi koltuğa... Açtım televizyonu... Ama hiç bir şekil belirmiyordu gözlerimde. Tek görüntü vardı: Senin el sallayarak kapının ardında kayboluşun ve o filmin o hazin sahnesi... Gece yarısından sonra yatağa gittim. Ürküntü duydum kendi kendimden. Yataktan çıkıp geri geldim. Çay yaptım içemedim. Midemde sızı ve kazınma vardı. Ama elim ekmeğe hiç gitmiyordu.
O geceyi bir kabus gibi geçirdim. Ben yıllar yılı kaçak ve yalnız yaşamış biriydim oysa. Ömrümde kendimi hiç böyle yalnız ve güçsüz duyumsamamıştım. O kabuslu ruh haliyle senden telefon bekleyerek geçirdim ilk üç günü. Sesini duysam sevincimden zıplayıp başımı tavana vururdum herhalde. Ama kısmet olmadı bana böylesi bir mutlu an canımın içi. M. Ali'yi aradım. Ona da senden telefon gelmemişti. Çağırdım, bize geldi. Senin durumun üzerine konuştuk birazcık. M. Ali Zeki amcasına telefon etti. Onların da senden haberi yoktu. Kardeşin Zeki'den orada avukatlar vasıtasıyla seni aramalarını istedik. Biz de burada önce uçak firmasından sordurduk. Seni İstanbul'a indirdiklerini söylediler.
Burada bölgenin federal milletvekiline gittik. Durumu anlattık. Ankara'daki büyükelçilik eliyle onlar da soruşturdular. Türkiye emniyeti ' kendilerinde o isimde birisinin olmadığını' belirtmişler. Daha sonra kardeşinin aldığı yanıt da aynıydı. Polis hep ' bizde böyle birisi yok' diyordu....
Canım benim! Bu haberleri aldıktan sonra ben kendimi tamamen tükenmiş hissettim. Seni ülkeye giriş yaparken tutup içeri aldıkları kesin olduğu halde bunu inkar etmeleri seni kaybetmeyi hesapladıkları anlamına geliyordu. Ben bu durumu başka türlü yorumlayamadım. Bende de yaşam anlamını yitirmeye başladı ve giderek de arabeskleşti iyice. Kapıp koyverdim kendimi. Demek ki, o güne kadar ben sana tutunarak yaşıyormuşum.
Sensiz bir yaşam bir hiçlik gibi geldi bana. Çıkıp yüreğimin başına seyran ettim dünü, yarını. İki ucu kanlı bir feryattı yaşamın. Hep kara bulutlar kaplıyordu düşlerimi. Saçlarım dağınık, yakam açık, sarsılarak yürüyordum hep birşeylerin üstüne... Oysa yoktu hiç bir hedef önümde ve menzilim belirsizlik... Karanlıklardan kurşun sağnakları geliyordu göğsüme. Yüreğim delik deşik...
Ben böyle bir mahşer günü arifesi yaşarken kendi içime dönük yolların yorgunluğunda. Senin şu eski işçi arkadaşın, yeni yapı patronun olan Hamido Mahir telefon edip, son işlemlerin yapılması için ısrarla beni çağırdı. Lami ile birlikte gittik ve iki gün uğraştık eften püften şeyler için. Sonunda iş bitti. Hani ödenmemiş işler vardı ya, onların parasını istedim.
- Zeynep hanım sana ödeyemeyiz, dedi.
- Ben zaten kendime istemiyorum, dedim. Şirketin adına yazacaksınız ve ben şirketin hesabına yatıracağım.
Düşündü seninki biraz. Bana öyle geldi ki, es geçiyordu söylediklerimi, ya da duymazlıktan geliyordu. Israr ettim.
- O parayı ancak bizden Cino geri dönerse alabilir, başka hiç kimse değil, deyip, kesip attı.
Cino can, adamın bu hiç de dostça olmayan tavrı çok zoruma gitti. Kavga yapmaya kendimde güç bulamadım. Paranın kölesi Hamido efendi belki de seninle bir daha yüz yüze gelmeyeceğini düşündü. Ben Lami'nin iki günlük ücretini ödedim. Teşekkür ettim kendisine yadımları için. Senin kayboluşuna çok üzüldü. Ona sarılıp ağladım uzun uzun. Lami beni teselli etmeye uğraşmasına karşın o da için için ağladı. Lami bizim buradaki biricik gerçek dostumuz. Ben buna iyice inandım.


***

Sen gideli tam yirmi yedi gün olmuş. Bu kadar zaman nasıl geçti diye hep soruyorum kendime. Sonra da sensiz geçen acı, ağıt ve burukluk dolu yaşamı düşünüyorum. Aslında her gün bir yıl gibi uzun ve uzun olduğu kadar da çekilmez geçiyor. Beynim ve yüreğim zıtlıklar otağı olmuş. Yukarıda da söyledim ya, yaşam tamamen arabeskleşti benim için. Her tür zıt duygu, düşünce ve davranış (aslında buna davranışsızlık desek daha doğru olur) varlığımı kemirip duruyor.
Canımın içi! 'Çıkmamış canda umut vardır' güdüsüyle geçiriyorum günleri. Kulağım hep telefonda. Bir yerlerden sevinçli bir haber gelmez mi diye düşlüyorum hep. Kitapları döküp saçmışım evin her noktasına. okumaya çalışıyorum. Olmuyor. İki satır sonra beynim kendiliğinden durup seni düşlüyor. Televizyon ve radyo herzaman açık duruyor. Bir haber yok mu? Gözlerimi kapıyorum. Karşımda kapının ardında el sallayarak kayboluşun ve o filmin o hazin sahnesi...

***

"Boş yuva bekleyen yoz kuşa döndüm"

Bugün seni kaybedişimin kırkıncı günü. Sık sık olduğu gibi bunalıyorum hep evin içinde. Yüreğim dışarıya itekliyor gövdemi durmaksızın. Ve ben böylesi durumlarda terki tedbir edip, yürüyerek ve toplu taşıma araçlarıyla alışveriş merkezlerine gitmeye başladım.
Bugün Westfield'e geldim. Amaçsız dolaştım mağazaları. Alacağım bir şey yok ki. Yalnızca, o da çok sık olmamak üzere yiyecek ve içecek maddeleri satınalıyorum. Genellikle sebze ve meyve. Çarşıyı dolaşmaktan iyice yoruldu ayaklarım. Orta yerdeki kahvecilerden birinde oturup bir sütlü kahve içtim. Masanın üzerinde bir günlük gazete vardı. İçimden gazeteye bir göz gezdirmek geçti nedense. Hem gazete okuyor, hem kahve içiyordum ki, gazetenin iç sayfalarının birinde bir resim çarptı gözüme. Böylesi onlarca resim vardır gazete sayfalarında der geçer insan bazan. Ama bu resim benim dikkatimi yürekten çekti. Hele resmin altını okuduktan sonra bir hoş oldum. Başladı depreşmeye yüreğimin dibinde bir özlem ve elem yüklü macera...
Herşeyim, canım, sevgilim... Bu macera durdurulmaz bir çığ gibi büyüyor durmadan yüreğimde. Biliyorum çok tehlikeli bir yolculuk gerekiyor bunun için... Belkide dönüşü olmayan.........."

Mantıvar'ın yazısı hiç bir sonuç söylemeden, umulmadık bir yerde bitiverdi. Cengiz kağıdın arkasına baktı. Yazı mazı yoktu. Kağıtları yeniden istifleyip kontrol etti. Hayır. Yazı bitmeden bırakılmıştı. Neden? Acaba o yazıyı bitirmeden polisin eline mi düşmüştü? Yoksa kaçmak zorunda mı kalmıştı? Evin tertip ve düzeninden bu olasılıkların olmadığı anlaşılıyordu. Bir baskın veya kaçış sonunda terkedilen ev bu denli düzenli şekilde bırakılamazdı.
Zonklayan başının ağrısını dindirmek için bir çay yapıp, aç karnına da olsa üç tane panadol tableti içti. Midesi kazınıyordu. Dolapta bisküvit buldu. Bir kaç parça bisküviti çayla yemeyi denedi. Bisküvitler hep ağzının içine sıvanıyordu.İlkini çayın zoruyla yolladı midesine. İkinciyi hiç denemedi. Başını ovdu uzun uzun. Gözlerini kapattı dinlensinler diye. Gözlerinin önünde Mantıvar. Bedeni hantallaşmış. Yakası açık. Saçları dağınık. Yürüyor karanlıklara doğru...
Mantıvar'ı düşledikce kedere büründü. Kederlendikçe gücünü yitirdi. Gücünü yitirdikçe küçüldü. İyice ezildi yaşam denilen zorbanın zulmü altında... Yüregi acıyla dolmaya başladı. Kabarıp taştı acılar. Hıçkırarak boşaldı. Ağladı uzun uzun. Yüreği bir yandan boşalıyor, bir yandan doluyordu. Ağlayıp sakinleşiyor, tekrar bir hıçkırık nöbeti geliyordu. Bu durum bir saatten fazla sürdü.
Bir hayli sakinleşmişti. Tüm evi aramaya karar verdi. Mantıvar başka bir şeyler yazmış olabilirdi. Kalktı. Önce kitapları tek tek kontrol etti. Yoktu hiç bir yazı. Yatak odasına geçti. Çamaşır dolaplarını, çamaşırların aralarını, elbiselerin ceplerini iyice yokladı. Paltonun cebinde bir tomar para vardı. Parayı getirip sehpanın üzerine bıraktı. Geri yatak odasına girdi. Yatağı açtı. Yastıkların kılıflarını kontrol etti. Bir miktar para da orada buldu. " Kahretsin, elime hep işe yaramaz kağıtlar geliyor. Ben para değil, yazıları arıyorum" diye zokurdandı.
Mantıvar'ın evden ayrıldığında yatak çarşafıyla yastık ve yorgan kılıflarını değiştirmediğini farketti. Eğilip kokladı çarşafı. Ten kokusu duydu. Yorganı topladı. Yatağın ayak ucunda yarı saydam mor gecelik duruyordu. Geceliği alıp kokladı, öptü, yüzüne sürdü. Yine yüreği kabardı. Başladı hüngür hüngür ağlamaya.
Halsiz ve moralsiz yığılıp kaldı yatakta. Uyumuyordu. Düşünmüyordu. Hareket de etmiyordu. Kapı çalınmasa belki daha saatlerce öyle kalacaktı. Yavaşça kalkıp yorgana yüzünde kuruyan yaş izlerini sildi. Sarhoş gibi sallanarak kapıya yöneldi. İlhan ile M. Ali gelmişlerdi. Kapıyı açıp oğullarını içeriye buyur etti. Demek akşam olmuştu.
- Niçin karanlıkta oturuyorsun baba, diye söylendi M. Ali.
- Yatakta birazcık kestirmişim, yanıtını verdi.
Lambaları yakan İlhan babasını şöyle bir süzdükten sonra;
- Baba, dedi. Senin gözlerin uyumuş gözlere değil, ağlamış gözlere benziyor. Böyle kendini bırakma. Biraz güçlü ol. Yaşlı başlı bir adamsın sen. Duygusallığı bırak bir yana.
- Haklısın canım, dedi Cengiz. Ben de senin yerinde olsam, tıpkı senin gibi konuşurdum. Ama ne sen benim konumumdasın şu an, ne de ben senin konumundayım. Güçlü ol, duygusallığı bırak demek kolay, ama bırakmak ve olmak o kadar kolay değil.
M.Ali babasının boynuna sarıldı. Biraz bekledi. Sonra yavaş yavaş konuşmaya başladı. Sesi titrek ve karıncalı çıkıyordu. Belli ki o da ağlıyor ama gözyaşını içine akıtıyordu. ' Ben de gençliğimde böyleydim' diye iç geçirdi Cengiz.
- Ben anlıyorum seni. Acın büyük. Babanı göremedin. Tutuklanıp bir yığın eziyet gördün. Sevgilin kayıp, ailen dağıldı. Büyük bir yıkımı yaşıyorsun şu an. Fakat yaşam devam ediyor. Babamız öldüğü için biz de kendimizi öldüremeyiz. Sevgilimiz kayboldu diye intihar edemeyiz. Acılar yıpratır insanı. Ama insan acılara katlanmasını bilir hep. Acıyı yener ve unutur günün birinde...
Çocuklar babalarını alıp lokantaya götürdüler o akşam. Cengiz bir kase çorba içti güç bela ve bir dilim de lahmacun yiyebildi. Çarşı pazar kapalıydı o saatte. Oralarda fazla eğleşmeden geri eve geldiler. M. Ali Mantıvar'ın demliğinde çay demledi. İlhan ile Cengiz evde yazılı kağıt aramasını sürdürdüler. Kenarda, köşede, zulada bulabildikleri hep paraydı. Bir yığın para vardı. Cengiz kabaca bir hesap yaptı. Mantıvar evden ayrılırken en fazla beş bin dolar yanına almış olmalıydı. Belki de daha az.
O akşam geç zamana dek konuştular. Cengiz İlhan'a beş bin dolar verdi.
- Ne olacak bu para?
- Evde parasal sıkıntı olursa annenize verirsiniz.
- Annemin paraya ihtiyacı yok, diye atıldı M. Ali. Üç tane evin kirasını alıyor. Ben de veriyorum. Senin paraya gereksinimin olur. Kendine sakla onları.
- Benim param var, dedi Cengiz. Israrla vermek istedi.
Çocuklar karşı gelmediler bu kadar ısrardan sonra. Oğullarına getirdiği hediyeleri verdi. Bir de anneleri için, halı örgü turistik bayan çantası. Çantanın içine bir de not yazıp bıraktı. " Biliyorum beni düşman görüyorsun. Ama ne yapabilirim ki. Ben senin hakkında hiç bir kötü şey düşünmüyorum. Herkesin düşünce ve davranışı kendisini bağlar elbette. Bu çantayı senin için alıp getirmiştim. Ondan ötürü sana yolluyorum. Bu konuda çocuklara kızma lütfen. İstersen bir düşman hediyesi diye saklarsın, istersen de kaldırıp çöpe atarsın. Senin bileceğin bir iş. Hoşça kal."
İlhan ile M. Ali babalarını da alıp evlerine getirdiler. Cengiz oğullarını teker teker öptü. Sık sık görüşme dileğinde bulundular karşılıklı. Cengiz içi tıka basa boya ve malzeme dolu olan minibüsü çalıştırıp geri geldi. İçeriye girdi. Kendini mezara girmiş sandı. Yatağın çarşaflarını değiştirdi. Eskileri toplayıp bir torbaya kaydu. Kokladı yeniden uzun uzun. Kokusu kaybolmasın diye torbanın ağzını sıkıca bağladı. Mor geceliği eline alıp yorganı başına çekti.
Olanaklı mı uyumak? Hep kabus. Kabus görecek kadar bile dalamıyordu geceler boyu. Beyni uyu emrini unutmuş olmalıydı. Göz sinirleri gerilip, öylece kalmıştı. Dalıp gidiyor, beyni ve yüreği gelip Mantıvar'a saplanıyordu. Başka bir şey yok. Başı ağırlaşmıştı iyice. Ağrı felan duymuyordu. Acıkmayı da unutmuştu. Üçüncü günün akşamı M. Ali geldi. Babasını o durumda görünce korkuya kapıldı. Arabaya koyup hemen kliniğe götürdü. Doktor sakinleştirici, uyku verici ve acıktırıcı ilaçlar verdi.
M. Ali o gece eve gitmedi. Babasıyla kaldı. Sebze çorbası pişirdi. Zorlayarak birazcık yedirdi babasına. İlaçları da içen Cengiz sabaha karşı uyudu. M. Ali işe giderken babası uyuyordu. Babasına not yazıp bıraktı.
" Ben işe gidiyorum. İkindiye doğru gelirim. Uyanınca duş al ve tenceredeki çorbayı ısıtıp ye. Haplarını içmeyi sakın ihmal etme. Ayrıca dolapta mısır gevreği var. Cezvede süt ısıt ve sıcak sütle karıştırıp ye. Ama kesinlikle ye. Rahatsızlık felan duyarsan beni hemen ara."
Bir haftadır toplam üç- beş saat dahi uyuyamayan Cengiz ilacın etkisiyle derin bir uykuya daldı. Uyur uyumaz da başladı bilinçaltı serüvenleri. Karanlıktı her taraf. Çok uzaklarda yanıp batan ışıklar gözüne ilişiyordu arada bir. Ürkütücüydü ortalık. Ve yer- gök hep ıslak. Yürüdü kendine hedef seçtiği bir ışık kaynağına doğru. Gökten bir jet indi nasıl olduysa ışık yanıp sönen alana. Jetin içinden kara gözlüklü, kara giysili, kara kasketli bir takım adamlar çıktılar. Ayaklarında kara renkli, ipleri çapraz bağlı çizmeler vardı. Bellerinde kara saplı bıçaklar. Işık direğinin ardından iri yarı dört sivil bir genç bayanı sürüyerek getirip kara giysili, mafya çetelerine benziyen adamlara teslim ettiler. Işık direğinin uzağında yere yüzükoyun uzanıp, meydanda olup biteni gözetlemekte olan Cengiz bütün gücüyle ayağa kalkıp, " Mantıvar! " diye bağırarak koşmaya başladı jet uçağına doğru. Cengiz uçağa gelene kadar uçak havalandı. Ortadaki ışık direğine bir yumruk savurdu. Işık söndü. Her taraf karanlıklar içinde kaldı.
Cengiz parmaklarının sızısıyla uyandı. Başucundaki yatak mobilyasına kuvvetli bir yumruk indirmişti. Tüm bedeni ter içindeydi. Parmaklarının eklem yerleri sıyrılıp hafif kanamıştı. Yataktan çıktı. Gün kuşluğu geçmişti. Banyoya girdi. Mantıvar'ın parfümüyle yaralı parmaklarını dezenfekteledi. Üç parmağının eklem yerini de yara bandıyla sardı. Eline bir naylon torba geçirip bağladı. Duşunu alıp giyindikten sonra çorbasını ısıtıp, ağır ağır yedi. İlaçlarını aldı. İçinden bir sesin, " kuvvetli ol, Mantıvarın kavgasını sürdür" diye bağırdığını duyumsadı.
M. Ali İlhan ile birlikte, elinde halı çanta içeriye girdi. Sarılıp öpüştüler. Yemekleri kontrol eden M. Ali;
- Aferin baba, dedi. Yaşamaya karar vermişsin. Bizi çok sevindirdin.
-Yüreğimden bir ses geldi, "kuvvetli olup, mücadele etmelisin" diye...
- Eline ne oldu?
İlhan'ın sorusuna gülümseyerek yanıt verdi babası.
- Düşümde kavga yaptım. Düşmana bir yumruk salladım. Ama yumruk yatağın tahtasına çarptı ve elim yaralandı.
- Doktora gidelim, dedi M. Ali.
- Doktorluk bir şey yok. Hafif sıyrık. Parfüm ile yıkayıp bantladım. Çantayı geri getirdiniz ha.
- O gün eve vardık. Biz daha bir şey demeden, annem " o elinizdeki çantayı derhal getirdiğiniz yere geri bırakacaksınız" diye kükredi. Biz de alıp getirdik. Belki bir arkadaşına verirsin. Hiç olmazsa bir işe yarar o zaman.
Çocuklar erken kalktılar. Cengiz ertesi gün bölgenin federal milletvekilinin bürosuna gitti. Orada kendisini İbo karşıladı. İbo milletvekilinin Kürtleri temsilen bürosunda ücretli çalıştırdığı bir görevliydi. Kürt asıllıydı. Ama Kürtçe bilmeyen, hatta kürtlüğünü bile zaman zaman inkar eden bir kişiydi. İboya vekille mutlaka görüşmesi gerektiğini bildirdi. İbo ise, sorunu kendilerine anlatmasını ve kendilerinin halletmesini istedi.
- Anlatayım, dedi Cengiz. Ama bu olay sizin boyutunuzu aşar.
- Aşarsa başka çare ararız.
- Ben vekille mutlaka görüşeceğim.
- Ama şimdi olmaz. Randevu talebinde bulunmalıyız.
- Bulunalım hemen.
- Tamam ağbim. Ben milletvekili gelir gelmez senin görüşme talebini iletirim.
Bunun üzerine Cengiz konuyu açıkladı. Mantıvar'ın yasal konumundan dolayı Göçmen İşleri Dairesinin mutlaka haberinin olması gerektiğini, Federal polis örgütünün de Mantıvarı tutuklamış olabileceğini dile getirdi. Milletvekili veya muhalefet partisi tarafından bu makamlara sorularak kayıp kişinin akibetinin öğrenilmesini istedi.
-Bu durumu milletvekiliyle konuşmak zorunayız Cengiz kardeş!
-Kesinlikle!
-Randevu alır almaz sana bildiririm. Bana telefonunu bırak yalnızca.
Cengiz cebinden iş kartını çıkartıp İboya verdi.

Aradan on gün geçmişti ki, İbo Cengiz'i arayıp milletvekiliyle görüşme gününü bildirdi. Görüşmede İbo da bulundu. Cengiz olayı enine boyuna milletvekiline aktardı. Milletvekili notlar aldı ve olayı göçmen bakanlığı ve emniyet yetkililerinden araştıracağını belirtti.
Cengiz bir hafta bekledi. Hiç bir haber yoktu milletvekilinden. İki hafta bekledi, yine yok. Üçüncü haftanın sonunda İbo'yu arayıp sordu. Kaygılı olduğunu bildirdi. İbo ise, haberin daha gelmediğini, gelir gelmez kendisini arayacağını söyledi. Bir ay geçti, haber yok. İkinci ayın ortasında milletvekiline bir mektup yazıp, vermeleri için büroya bıraktı.
Cengiz'in mektubundan tam bir ay sonra İbo telefon etti. Cengiz'i büroya çağırdı. Milletvekiliyle görüşeceklerdi. Cengiz Mantıvar'dan kesin bir haber alacağı umuduyla gitti millet vekilinin bürosuna. Ama hayır. Milletvekiline göçmen bakanlığı ve emniyetin verdiği yanıt ürküntü vericiydi. Emniyet örgütü kendilerinin bilgisi içinde bu adlı bir kişinin olmadığını bildirmişti. Göçmen bakanlığı ise adıgeçen kişinin ülkede kaçak yaşadığının sanıldığını ve kendilerinin de bu kişiyi aradıklarını belirtmişti. Yani her iki kurum da haberimiz yok diyorlardı.
Cengiz tamamen yıkıldı bu olumsuz yanıttan sonra. Nasıl çözebilirdi bu sorunu. Mantıvar sağ ve serbest olsa mutlaka ilişkiyi koparmaz, arardı. Kaybolalı dört ayı geçmişti. Ya polisin elinde esirdi, ya da sağ değildi.
Aklına polis kayıplar bürosuna başvurmak geldi. Mantıvarın birkaç fotoğrafıyla polise gitti. Polis başvuruyu aldı. Kayıp hakkında etraflı bilgi istedi. Yakınlık derecesini sordu Cengiz'den. Cengiz gerekli bilgiyi ve ilişki telefonunu verdikten sonra, yakınlık durumuyla ilgili soruyu " yaşam arkadaşımdı" diye yanıtladı.
Durmadan düşünüyordu. Mantıvar mutlaka kızını bulmaya gitmiş olmalıydı. Başına ne iş gelmişse bu yolda gelmiş olabilirdi. Bu kızı bulmalıydı. Ama nasıl bulacaktı? Resmin altında kızın okuduğu okulun adı vardı mutlaka. Ah Mantıvar! Neden kesip attın gazetenin gerisini. Gazetenin adı da yoktu. Gazetenin adı olsaydı... Düşünce zincirleri birbirini izleyip gidiyor, sonunda dolanıp başa geliyordu hep. Resmi eline alıp gazete bürolarını dolaşmaya karar verdi.
İşi- gücü bırakmıştı. Yaşamı bir dertli dervişten farksızdı. Saç- sakal biribirine karışmıştı. Ceset gibi dolaşıyordu ortalıkta. Tek kendini boşaltma yolu sisteme bol bol küfretmesiydi. "Takdir olan gelir
başa" anlayışına kapılmıştı. Karşılaştığı her duruma açık tavır alıyor, kişilerle konuşurken hep aykırı davranışlara giriyordu. Şer ve bela arıyorum der gibiydi her davranışı. Psikolojisi giderek iyice bozuluyordu.
Tüm gazete bürolarını dolaşıp arşiv yetkililerine elindeki fotoğrafı gösterdi. Tahminen fotoğrafın basılmış olduğu tarihi söyledi. Ama hiç bir gazete kendilerinin bu resmi bastıklarını kabul etmedi. Hepsi de yerel gazetelere sormasını tarif ediyorlardı. Her gazeteyi yalancılıkla suçlayıp çıktı. O fotoğrafı basan gazete yerel olamazdı. Ne yazmıştı Mantıvar: " Bir günlük gazete......" Ve bu kız büyük ihtimal Sydney'de yaşıyor olmalıydı. Resmin ulusal gazetelerin birinde yayımlandığı kesindi.
Polis, basın, hükümet hep elbirliği içindeydi. Durmadan içi kanıyordu ve içi kanadıkça da sövüyordu yukarıdaki güçlere...
Bir gün çantasını hazırladı. Giyeceklerini, bazı kitaplarını, digital basit fotoğraf makinasını alıp, arabayı sürdü Hume otobanına. Sydney'e gidiyordu. Koca Sydney'in liselerini tek tek dolaşıp yetkililerden Mantıvar'ın kızını soracaktı. Tam bir ay sonra geri döndü. Bu eli boş bir dönüştü. Hiç bir okuldan elindeki resimde görülen kız çocuğuna dair bilgi alamamıştı.
Son olarak insan hakları örgütünü arayıp bir mektup verdi. Olayı açıkladığı mektupta kız arkadaşının mutlaka devletin elinde olduğunu veya devletin gizli güçlerince yok edilmiş olabileceğini belirtti.
Başladı beklemeye. Başka ne yapabilirdi? Mantıvar kaybolalı on aya yaklaşıyordu. Kendini aynada bir hortlağa benzetiyordu Cengiz. Yüz yıllık dağ yaşamındaki bir ihtiyara benzetiyordu. Saçlarının ve sakalının beyazlık oranı iyice artmıştı son aylarda.
Mantıvar'ın eve zulaladığı para suyunu çekmek üzereydi. Bankada ne var ne yok, bilmiyordu. Banka bildirimleri eski adresine geliyordu ve kendi eline geçmiyordu. Bildirimleri getirmesi için M. Aliyi tembihlemeyi düşünüyor ama her görüşmesinde söylemeyi unutuyordu. Aklına Hamido'daki
alacağı para geldi. Mahir efendinin Mantıvar'a ödemediği altı tane dupleks evin parası. Defterleri bulup kontrol etti. Daha önce faturayı yazıp, verdiğini gördü. Faturanın postahanede bir fotokopisini aldı. Ayağına iş botunu giydi. Pantolununun paçalarını botun içine sokup, botun bağcıklarını sıkıca bağladı. Çeket giymedi. Bir siyah balıkçı kazağı geçirdi sırtına. Onun üzerine de kaba, kara paltosunu giydi. Sapı delikli ekmek bıçağını aldı. Delikten bir kırnap geçirip boynuna taktı. Arabasını çalıştırıp sürdü Hamido Mahirin bürosuna.
Hamido ağanın arabası yoktu dışarıda. Demekki iş yerine daha gelmemişti. Bekledi bir saat kadar. Mahir kırmızı arazilisiyle gelip, Cengiz'in yanında durdu. Göz ucuyla yanındaki camları karartılmış arabaya bakıp yürüdü. Doğruca çalışma odasına girip döner koltuğuna gömüldü. Mahirin ardından Cengiz de arabadan inip, faturanın kopisi elinde kapıyı tıklatmadan büroya girdi.
- Günaydın!
Başını kaldırıp, içeriye yel gibi sokulan, üstü başı dağınık, bektaşi dervişi ya da ortodoks papazı kılıklı ihtiyarı iyice süzen Hamido Mahir;
- Günaydın babacığım, dedi. Bir isteğiniz mi vardı? Buyrun oturun şöyle.
Cengiz elindeki faturanın kopisini Mahirin önüne, masanın üstüne bırakıp, gerisin geri gelip sandalyeye oturdu. Mahir faturayı okuyunca başını kaldırıp Cengiz'i süzdü. O anda Cengiz'in boynunda asılı bıçağı gördü. Duraksadı biraz. Ardından tedirgin bir şekilde konuştu:
- Ustam hoş geldin. Nerelerde kaldın bunca zamandır. Özlettin kendini be. Tanıyamadım seni yahu. Bu kılık kıyafet ne böyle.
Mahir hiç bir şeyden habersizmiş gibi konuşuyordu. Oysa her olup bitenden haberliydi. Cengizin uzun zamandır Melbourneda olduğunu da biliyordu. Cengiz, " iki yüzlü yalancı" diye bir küfür savurdu içinden karşısındakine. Yanıtlamadı Mahiri. Yalnızca "beyler bizi öldü sanmış biz bu yerlerden gideli" deyip kesti. Duruş şeklini hiç bozmuyor, yalnızca gözlerini dikmiş Mahire bakıyordu. Mahir masasının çekmecesinden çek defterini çıkartıp hızlı bir şekilde yazdı. Çeki defterden kopartıp Cengiz'e uzattı.
- Buyrun ustam çekinizi. Güle güle harcayın. Siz görmüş geçirmiş bir adamsınız. Kendinizi kapıp koyvermeyin. Yaşam devam ediyor, daha çok görecek günleriniz olacak…
- Sağ olun!
Başka hiç bir söz etmeden kalkıp yürüdü...

***

İnsan Hakları Örgütünün konuyla ilgilenmeyip savsaklaması ve sonunda Cengiz'in araması üzerine sahte bir mektup yazıp, "..... Mis Sarıyar ile ilgili hiç bir bilgiye sahip olamadık. Başvurduğumuz tüm yetkili yerler böyle birisini tanımıyor.Üzülerek söyleyelim sana yardım edemiyoruz Mr. Ayetos....." demeleri Cengiz'i zıvanadan çıkardı. Mektubun üzerine "siz insan hakları örgütüne değil, hükümet ve polis örgütlerine benziyorsunuz" diye yazıp geri postaladı.

Mantıvardan ayrılışının birinci yılı dolmuştu. Mahallenin alışveriş merkezine indi. Çarşıda amaçsız dolaştı biraz. Mantıvar'ın "kahve içtim" diye yazdığı büfelerden birisine oturup kahve içti. Mantıvar'ı hayalledi uzun uzun... Dalıp gitmişti. Yanına oturan bayanın elindeki gazeteyi açıp okumaya başlamasıyla ayıktı. Mantıvar burada mı bulmuştu acaba kızının resmini yayınlayan gazeteyi diye düşündü. İçinden, bayandan rica edip gazeteyi karıştırmak geçti. Sonra bir gülümseme belirdi dudaklarında. Acı acı gülümsedi kendi haline. Aradan bir yıla yakın zaman geçmişti o resim yayınlanalı. Hergün yayınlanacak değildi ki... Kalkıp, köşedeki kırtasiyeciden kalın bir günce defteri satın aldı. Kahve midesini kazımaya başlamıştı. Acı acı geğirdi. Eve gidip yemek yapması ve karnını doyurması gerektiğini düşündü. Çarşılarda satılan yemekler midesinde asit yapıyor, yanma ve acıdan kıvranıyordu her yeyişinde. Eve giderken Maryrose caddesi üzerindeki bir içki dükkanına uğradı. Burada ucuz Yunan şarapları satılırdı genellikle. Cengiz'i görünce dükkan sahibi Kos adalı Despina "hoş geldin aziz peder" diye ayağa kalktı. Bayan Cengiz'i bir ortodoks papazına benzetmişti.
- Bir şişe reçina alacaktım küçüğüm, dedi.
Bayan Despina hemen rafların birinden bir şişe şarap alıp getirdi.
- Buyrun aziz peder. Yemek pişirmek için en iyi şarap budur.
- Kaç dolar bu küçüğüm?
- Para istemez.
- Parasız kabul edemem.
- Yedi dolar.
Parayı ödeyip çıktı.
Kendini yapayalnız görüyordu her alanda. Dünyası iyice ıssızlaşıyordu gün be gün... Doğruca eve geldi. Pirinç pilavı pişirip, yanına da bir yeşil salata yaptı. Oturup yedi. Yemek boğazından zor gidiyordu aşağılara.
Kışın ilk ayı olmasına karşın havalar ılımandı daha. Ama o gövdesinde derin bir üşüme duydu. Kalkıp sobayı açtı. Sobanın başına oturdu. Üşüme devam ediyordu. Sobayı nerdeyse bir sevgiliyi kucaklarcasına kucaklayacaktı. Şarabın kendisini ısıtacağını düşündü. Kırmızı reçinayla ince su bardağını yarıya dek doldurdu. Sobanın önüne oturup yudumlamaya başladı. Reçina bitince yeniden doldurdu. O da bitince bird aha, bird aha… İyice ısınmıştı gövdesi. Üzerindeki kalın paltoyu çıkartıp koltuğun üzerine fırlattı. Gidip kitaplıktan bir kalem alıp geldi.Mantıvar'ın anısına notlar yazmak amacıyla aldığı güncenin ilk satırlarını yazmaya başladı.
" Çiçeğim! Senden ayrılalı dünya güneşin etrafında tam bir tur döndü ve ben de esrik bir derviş gibi dünya ile birlikte döndüm. Bugün sevgilimden ayrılışımın birinci kahroluş yıl dönümü. Kimbilir daha nice kahroluş günleri karşılar beni. Kim bilir nasıl biter bu kahroluşların sonu. Umarım uzun sürmeye bu kahroluşlar. Ya çiçeğim tozup gele yeller ile yeniden, ya da ben de gidem karışıp karanlıklara çiçeğimin peşinden..."

Alkolün de etkisiyle iyice dalgınlaşmıştı. Mantıvarı hayalliyordu kesintisiz. Yaşam aşkı suyunu çekiyordu yüreğinden yavaş yavaş. Bu yaşama son vermeye bir hazırlığın başlangıcı mıydı yoksa. Zaten yaşam anlamını yitirmiyor muydu günden güne. Bardaktaki reçinayı kafaya dikti. Yeniden günceye yazdıklarını okudu. Daha birşeyler yazmayı arzulayıp yüreğini dürtükledi. Hayır, ne yürek kabarıyor, ne de beyin işliyordu. Dalgınlığı giderek arttı. Gözünün önünden renkler silindi. Her yer karanlık ve tüm eşyalar koyu gri bir görünüm içindeydi.
Ürküntüyle ayıktı. Kapı çalınıyordu. Yüreği güm güm atmaya başladı.Kalkıp yalpalayarak kapıya yürüdü. Yavaşçacık kapıyı açtı. Kapının önünde bir bayan dikiliyordu. Bayanın boynuna bıraktı kendini.

24

Nakışladım anılarını
acıların yalımlanan dağıyla
yüreğimin duvarlarına…

Mantıvar değil, Lami gelmişti. Lami'yi içeri buyur etti neden sonra. Lami'ye bir bitkisel çay yaptı, kendisine de çaydanlıktaki sıcak suyu soğuk suyla karıştırıp ılık su doldurdu. Mantıvar'ın tekli koltuklarına karşılıklı oturdular.
- Nerelerdeydin, diye söze girdi Lami.
- Buradayım, dedi Cengiz. Dokuz aydır çiçeğimi arıyorum.
- Sen şaka yapmıyorsun değil mi?
- Halimden anlaşılmıyor mu ne olup bittiği. Zeynep onbir aydır kayıp. Tüm gerekli yerlere başvurdum. Sydney'e gittim. Dokuz aydır izine rastlayamadım. Yok ettiler çiçeğimi Lami! Yok ettiler.
Sesi boğuldu. Ağlamaya başladı ağır ağır.Gözlerinden aşağıya damlalar süzüldü aniden. Lami kolunu Cengiz'in boynuna atıp, başını bağrına yasladı. Gözlerini sağ eliyle kapattı. Cengizi ana gibi kucaklayarak teselli etmeye çabalıyordu.
- Korkma, bir şey olmaz. Sen de kaybolmuştun. O zaman da Zeynep seni öldürdüler diye ağlayıp duruyordu. Bak işte sen geldin. Yaşıyorsun. Bakarsın o da çıkıp gelir birgün bir yerlerden. Yaşam devam ediyor. Ölenle ölünmez ki. Benim de annem öldü. Sekiz aydır ben Hersek'deydim. Tam yedi ay anneme baktım orada. Kardeşlerimin karıları hiç bakmamışlar kadıncağıza. Perişan olmuştu fukara.
- Başın sağ olsun.
- Senin de. Babanı görememişsin. Zeynep söylemişti babanın öldüğünü.
- İnsanlığın göçüdür bu Lami. Gelen gidecek mutlaka. Bizler de öleceğiz günün birinde.
- Ama sen şimdiden ölüm iklimine girmişsin Cino. Bizim orada Sırp ortadoks papazları vardı. Seni ilk görünce onlara benzettim. Saç sakal bağrına inmiş. Karalara gömülmüşsün. Böyle olmaz. Yaşama geri dön. İşe güce sarıl yeniden.
- Elim ayağım hiç işe gitmiyor... Zeynep'in acısı kurşun bir külçe gibi oturdu yüreğimin üstüne. Altından kalkamıyorum bu acının. Yaşam benim için her gün biraz daha hiçleşiyor.
- Yanlış düşünüyorsun. En kısa zamanda yaşama sıkıca tutunmalısın. Ben seni telefonla aradım. Yanıt vermedin. Zeynep'i aradım telefonu iptal olmuştu. Çıkıp evi yoklamak için geldim. Senin burada olacağın da içime doğmuştu. Benim oğlan Mirko bir kişinin evlerini yapıyor. Boyacı arıyormuş adam. Benden, sana söylememi istedi. Gidelim işi al ve birlikte yapalım yavaş yavaş. Eski arkadaşları da çağırırsın. Gelip seninle çalışırlar eğer kendileri iş kurmamışlarsa. Hem de benim ekonomik durumum çok kötü. Eğer olanaklıysa bana bin beş yüz dolar borç ver. Çalışır öderim yakında. Ben Hersek'e gittikten sonra oğlanlar benim arabanın taksitlerini yatırmamışlar. Borç birikmiş. Onları hemen ödemem gerekiyor.
Laminin içtenlikli konuşması,ana şevkatiyle ona yaklaşması Cengizi yerinden kıpırdattı. İşten çok Lamiye para vermek, yıllar yılı yanından ayrılmayan bu cefalı yaşlı kadına yardım etmek duygusu Cengizin dizlerine derman getirdi.
Kalktılar. Önce bankaya uğrayıp para çekti Cengiz Lami için. Sonra da işe bakmaya gittiler. Bulla deresini inip yokuşu tırmandı Cengiz. İş yerine ulaşmaları çok sürmedi. Verilen adrese vardıklarında Mirko evlerin kapılarını takmakla meşguldü. Lami ve Cengiz gelince onları ev yapımcısıyla tanıştırdı. İşi konuşup anlaştılar. Evin birisi hazırlanmıştı. Ertesi gün işe başlamaya karar verdiler.
Lami o günden sonra Cengiz'i hiç boş bırakmadı. Eski işçileri teker teker telefonla aradılar. Amado kendine iş kurmuştu. Gelemeyeceğini belirtti. Dani bir başkasının yanında çalışıyordu. İki hafta sonra kendisi arayacağını söyledi. Sabo ise boştu o an. Gelip çalışacağını belirtti.
Günler geçtikce ve işler hızlandıkça yaşamın akışı kendi yoluna giriyordu. Kış bitti. Bahar bitti. Yaz geldi. Son altı ay yoğun bir çalışma temposuyla geçti. Bu zaman zarfında da Mantıvar'dan hiç bir haber çıkmadı. Yavaş yavaş Cengiz'in yüreği Mantıvar'ın kayboluşunu sineye çekmeye başladı. Giderek kabulleniyordu bu yokluğu ve Mantıvar'ın geri dönmeyeceğini.
O yaz Cengiz bir başka yere taşınmaya karar verdi. Mantıvarsız, Mantıvarın anılarıyla iç içe yaşamak ona korkunç bir acı veriyordu. İşten eve dönüp, içeriye adımını atar atmaz beyni Mantıvara takılıp kalıyor, hiç bir etkinlik göstermiyordu. Cengiz her şeyi bırakıp kara kara düşlere saplanıyor, yüreği giderek sancımaya başlıyordu. Dünya sanki başına yıkılıyor, koltuğa çöküp dalıp gidiyordu.
Bütçesini kontrol etti. Bir ev depozitine yetecek kadar parası vardı. Ev acantalarını dolaştı bir kaç hafta, ama olmayıp bir uygun ev bulamadı. Acantacılar yalan dolan üzerine iş yürütüyorlardı. Kimi Cengizin verdiği fiatı ev sahibine ileteceğini bildiriyor ama, aradan günler ve hatta haftalar geçiyor acantacılardan hiç bir haber gelmiyordu, kimi açık artırmayı beklemesini söylüyordu. Sonunda Lami'nin yardımıyla Keilor tepesinin vadiye bakan tarafında bakımsız, yıkık dökük bir satılık ev buldu. Laminin memleketlisi ve tanıdığı yaşlı bir kadının eviydi bu. Kadıncağız uzun yıllar yalnız yaşamış, yoksulluktan evin bakımını yapamamıştı. Ölünce çocukları evi satılığa koymuşlardı. Acantacının söylediği fiatı olumlu bulan Cengiz, bir yığın pazarlık sonucu, satış memuruna da bir cep harçlığı vererek açık artırma öncesinde evi satın aldı. Evi oldukça ucuza almıştı ama çok da masraf gerekiyordu evin yenilenmesi için.
Cengiz tüm yaz ve güz ayları boyunca, işten artan zamanını evin tamiriyle geçirdi. Mutfağı, perdeleri, fayansları, banyoyu, su tesisatını, elektrik aksamını, lambaları ve halıyı değiştirdi. Evin içi ve dışını toptan onarıp boyadı. Yer tahtalarını cilaladı. Bahçedeki ağaçları ve gülleri budadı eski bahçe atıklarını temizleyip, toprak getirtip, bahçeyi yeniden düzenledi. Mantıvar'dan ayrılışının ikinci yıl dönümünde eski evden taşındı.Yeni evine taşındıktan sonra Mantıvar'ın tüm eşyalarını alt kattaki büyük odaya yerleştirdi. Odayı bir müze haline getirdi. Anadoludan getirdiği mantıvar buketlerini odanın çeşitli yerlerine astı. Bazı fotoğrafları fotoğrafçıya büyülttürüp, çerçeveletti. Kendisinin bir fotoğrafının sol bağrına Mantıvarın gülen bir baş fotoğrafını montajlattı ve altına da küçük bir şiir yazdı. Mantıvarın anısını temsilen yüreğine işlediği bu tabloyu çerçevelettiği öteki resimlerle birlikte odanın duvarlarına astı...

Nakışladım anılarını
acıların yalımlanan dağıyla
yüreğimin duvarlarına
Hatçe ananın kızı.
Kanar acımasız çıplaklığında
gelecek kavgamızın,
Yanar göğermemiş umutların bağrında,
Kalbim attıkça batacak bu sızı!


Haziran 2008 Melbourne

Mehmed Sarı
Kayıt Tarihi : 5.8.2013 09:52:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Mehmed Sarı