Dilsizlerin Destanı 1B Gökte Kanat Çırpa ...

Mehmed Sarı
620

ŞİİR


8

TAKİPÇİ

Dilsizlerin Destanı 1B Gökte Kanat Çırpan Yaralı Kuş

9

Beni ben bağlarım berrak düşlere
çırpınır bir kuş gibi uçmaz kanatlarım…

Altlarından zümrüt yeşili ovalar, ak köpüklü denizler, başı karlı dağlar son hızla gelip geçiyordu. Ak bir güvercin şekline dönüşmüştü Mantıvar. Yanında kızıl kanatlı bir ant kartalını andıran Cengiz vardı. Birlikte kanat vuruyorlardı maviye. Ak yelkenli bulutlara giriyorlar... Ok gibi yarıp geçiyorlar bulutları...Yükseliyor, yükseliyor, yükseliyorlar göğün derinliklerine doğru. Denizler bitiyor altlarında,kıtalar başlıyor.. Uzanıyorlar ekvator boyu cangıl alemlerine. Dalışlar yapıyorlar avına saldıran şahinler gibi...Süzülüyorlar tropikal ırmaklar üzerinde. Gidiyorlar, gidiyorlar, bitmiyor yollar... Cengiz bir altın anka oluyor, alıyor Mantıvar'ı kanatlarına. Dağlar geçiyorlar, ovalar geçiyorlar, okyanuslar geçiyorlar... Sonunda o da yoruluyor başlıyorlar bir adaya inmeye.

Adada doğanın tüm yaratıkları cem olmuş onları bekliyorlar. Balıklar dansediyorlar sahiller boyu suların üstünde...Ağaçlar al al yemişlerle yüklü dallarını eğmişler yere... Kuşlar rengarenk tüylerini yelpazelendirerek şarkı söylüyorlar her yerde... Güneş ve yağmur, sıcak ve nem... Ekilen
tohumun üç günde ürün vereceği bir iklim... Güvercin altın ışıklı ankanın iyice yapışmış kanatlarına. Gittikçe sıkıyor kanatlarını. Nerdeyse kurşun gibi çakılacaklar yere...
Kuş sesleriyle ağır bir kabustan uyanırcasına gözlerini araladı Cengiz. Sırılsıklam ter içindeydi tüm bedeni. Mantıvar boylu boyunca üzerine uzanmış ve kollarıyla da Cengiz'i adeta kelepçelemişti.
Cengiz Mantıvar'ı üzerinden alıp, yana yatırarak yataktan çıkmayı denedi ama başaramadı. Sol eliyle güç bela pencerenin perdesini araladı. Güneş pencereden altın ışınlarını motel odasına yolluyor, ışınlar dışardaki küçücük okaliptüs ağacının rüzgarda sallanan dallarının yarattığı kırılmalardan ötürü duvarlarda dansediyordu. Ellerini Mantıvar'ın sırtına uzatıp kucakladı ve hafiften ovmaya başladı. Mantıvar mayışarak yana döndü. Cengiz toparlanıp kalktı. Önce tuvalete girip kasıklarını zorlayan sidiği boşalttı. Hemen duşu açıp altına girdi. Ter kokuları gitsin diye başını ve bağrını köpürte köpürte iyice sabunladı. Sonra ılık ve basınçlı duşun altına girip, durulanıp çıktı. Suyla üzerindeki uyuşukluk ve gözündeki uykuyu kovduktan sonra elektrikli çaydanlığa su doldurup elektrik düğmesini açtı. Su kaynayıncaya dek gidip Mantıvar'ı seyretti. Yüzü her zamanki gibi masum bir bebek yüzüydü yine. Ama ne oldugu anlaşılmayan bir değişiklik vardı bugün bu masum çocuğun yüzünde.. Bu belki bir rahatlamayı anlatıyordu, belki de derin bir uyku aleminde bedenin düşünceden uzaklaşma biçimiydi yüze yansıyan. Bu duruma kesin bir yorum getiremedi Cengiz.
Havluyla Mantıvar'ın alnındaki terlerini sildi. Eğilip saçlarını kokladı. Tatlı bir ter kokusu diye düşündü. Geri gelip masanın üzerinde akşamdan kirli kalan kahve bardaklarını yıkadı. Bardaklara kaynar su koyup yeniden çalkaladıktan sonra poşet çayları bardakların içine bırakıp suyla doldurdu. Üç- beş dakika bekleyip demlenmesi ve suyun sıcaklığının birazcık kırılması gerekiyordu. Tekrar Mantıvar'a vardı. Sol elini kızın boynunun altına sokup, sağ eliyle de belini tutup kaldırdı. Mantıvar oturur duruma gelirken uyandı. Başını Cengiz'in göğsüne koydu yine. Cengiz saçlarını okşayıp kokladı. Dudağını kızın yanaklarında gezdirdi. Dudağına bulaşan tuzlu terleri diliyle yaladı. Öteki uyuşuk gibi bir hareketsizlik içinde bekliyordu.
- Günaydın benim tomurcuk çiçeğim.
- Günaydın, diyebildi zoraki bir çabayla Mantıvar.
Cengiz Mantıvarı kucaklayıp kaldırdı. Doğru banyoya götürdü. Kızın üzerindeki pembe gül kurusu ipekli geceliği çıkardı. Suyu açtı.
- Duş al ve açıl çiçeğim. Kahvaltımızı yapıp çıkmamız gerek. Amado bizi bekliyordur şimdi. Gidip kapıyı ona açmamız ve sonra Sunshine boya mağazısına gidip boya getirmemiz gerek.
Mantıvar alelacele duşunu alıp geldi. Çabucak üzerini giyindi. Çaylarını acele içip çıktılar.
Yolda Cengiz'e;
- Ben dün gece acayip bir düş gördüm, dedi.
- Güvercin olup uçtun mu yoksa?
- Evet. Yanımda da...
- Altın kanatlı anka vardı herhalde. Ya da bir kızıl Toros kartalı.
Bir kahkaha patlattı Mantıvar. Nerdeyse kahkahanın şiddetinden arabanın camları zangırdayacaktı.
- Artık biz aynı düşü görüyoruz herhalde. Ya da sen beni düşte bile izliyorsun. Senden kurtulmak olanaklı değil anlaşılan benim için.
- O nasıl söz öyle Mantıvar. Elbette olanaklı. İstersen uzaklaşır gidersin... Bu senin elinde olan bir şey. Kimsecikler karışamaz ve engelleyemez seni. Ancak ardınsıra kanayıp durur bir yaralı yürek...
- Beni ben bağlarım berrak düşlere, çırpınır bir kuş gibi uçmaz kanatlarım...
Bu kız yine içi bir roman dolusu şairane söz etti diye düşündü Cengiz. Ne demek istiyordu acaba? Berrak düşler dediği şeyler neydi? Onu buralara bağlayan neydi? Kanatlarını neden kırık olarak düşünüyordu? Onlarca soru sorulup yanıt aranabilirdi bu kısacık tümce üzerine.
Apartmana geldiklerinde Amado'yu kendilerini bekler buldular.
- Günaydın dedi Cengiz Amado'ya. Özür dilerim seni beklettiğimiz için.
- Çok olmadı, dedi Amado. Ben de yeni geldim.
Mantıvar arabadan hiç inmedi. Cengiz, Amado ile birlikte ikinci kata çıkıp kapıyı açtı. Dairenin içerisini ağır bir küf, yağ ve sarmısak kokusu işgal etmişti. Daha önce geldiklerinde bu koku bu denli agır gelmemişti Cengiz'e.
- Burada Asyalılar oturmuş, dedi Amado.
Cengiz yanıt vermedi. Amado'ya çatlak ve kırıkları macunlayıp, zımparalamasını söyledi. Amado'da beyaz tavan boyası da vardı. Cengiz;
- Sendeki beyaz boyayı tavana kullan. Ben sana yenisini getireceğim, deyip ayrıldı.
Boya mağazasında Erik karşıladı onları. Erik mağazanın yöneticisi olmuştu yakınlarda. Cengiz'le sohbet etmeyi çok seviyordu. Kendisi Avustralya'da doğmuştu. Annesi Fransız asıllı Belçikalılardan, babası da yine Belçikalı bir Türktü. Erik çok az Türkçe biliyordu. Ama o az Türkçesiyle hep Türkçe söyleşmeyi inatla sürdürüyordu Cengiz'i her gördüğünde.
Cengiz onbeş litre saman sarısı benzeri duvar boyası, on litre beyaz tavan boyası ve iki litre yağlı boyaya ihtiyaçlarının olduğunu söyledi. Erik arka depoya gidip, tavan boyasıyla onbeş litrelik bir teneke duvar boyası getirdi.
- Bu renk nasıl size uygun mu? diye sordu Mantıvar'a.
- Çok güzel dedi Cengiz.
- Siz bunu alın litresi bir dolar. Çünkü bu yanlış renklendirilmiş bir teneke. Ben size iki litrelik yağlı boya renklendireyim.
Erik o işi yaparken Cengiz kendine ve Mantıvar'a birer boyacı kısa pantolonu aldı. Erik de hediye olarak birer tane tişört ve kep verdi onlara. Bilgisayarda Cengiz'in sayfasına hesabı kaydettikten sonra Cengiz
makbuzu imzalayıp bir yaprağını kendi aldı. Boyaları da alıp geri apartmana döndüler.
Geldiklerinde Amado duvarları zımparalıyordu. Cengiz Amado'nun elinden zımparayı alıp kendi başladı. Amado'ya tavanı boyamasını söyledi. Mantıvar ise banyo, tuvalet, mutfak ve pencereleri temizleyecekti. Herkes işe koyuldu. Cengiz kendi işini bitirince Mantıvar'a ve Amado'ya yardım etti. Öğle zamanı gidip çarşıdan kebap ve içecek getirdi. Birlikte yediler. Boya işi erkenden bitti. Amado'ya teşekkür etti Mantıvar. O evine döndü ötekiler ocak, tuvalet ve pencereleri bir daha sildiler. Yeri paspasladılar. Gün akşama kavuştuğunda dairede yalnızca taze boya kokusu vardı. Pırıl pırıl, küçücük sanki yeni yapılmış bir daire çıkmıştı ortaya. Tavan, duvar, yer, pencereler, mutfak ve banyo her şey tertemizdi.
Mantıvar Cengiz'in boynuna atıldı. Sıkı sıkıya kucaklaştılar.

…o0o…

Arabayı Pasifik marketin önünde park etti Cengiz. Artık ev için alışveriş yapma zamanı gelmişti. Öncelikle temizlik malzemesi, tuvalet kağıdı vb. şeyler ve acil bekar usulü yiyecek maddeleri satın aldılar. Cengiz akşam yemeğini Vietnamlıların ucuz lokantalarından birinde yapmayı önerdi Mantıvar'a. Mantıvar ucuz da olsa lokantanın çok pahalıya mal olacağını düşünüyordu. Ama Cengiz Mantıvar’ın düşüncesine hiç kulak asmadan kızın elinden tutup yürüdü lokantaya doğru. İçeriye girip bir masaya oturdular. Elinde yemek listesi ve yeşil çay dolu termosla gelen garson kadın on yaşındaki kız çocuklarını andırıyordu. Mantıvar kadını tepeden tırnağa iyice süzdü.
- Vietnamlı kadın çok ilginizi çekti anlaşılan hemşehrim, dedi Cengiz.
- İlk bakışta ben bunu çocuk sandım. Ama yüz hatları yirminin üstünde olduğu izlenimi veriyor.
- Kırkın üzerindedir o. Asyalılar, özellikle de Çinli, Koreli ve Vietnamlılar yaşlarını hiç göstermezler. Kırkbeşlik biriyle, yirmibeşlik birini zor ayırdedersin birbirinden.
Ismarladıkları salçalı pilav üstü tavuk ızgarasıyla etli telşehriye ve reyhan çorbasını yeyip çıktılar. Motele geldiklerinde gün batmak üzereydi. Batı ufkunu koyu bir kızıllık kaplamıştı. Arabadan yiyecek maddelerini alıp motele girerken,
- Yarın çok sıcak olacak dedi Cengiz.
- Nerden biliyorsun sıcak olacağını?
- Ben çiftçi çocuğuyum. Büyüklerimiz "günbatımı kızarırsa hoş, gün doğumu kızarırsa kış olur" derlerdi
Güldü Mantıvar.
- O senin dediğin Anadolu'daydı. Burası Viktorya. Burada neyin nasıl olacağı hiç belli olmaz. Meteoroloji yarın hava çok sıcak olacak diye rapor verir, herkes denize gitmek için akşamdan hazırlık yapar, ama sabah kalkarsın ki, her yan yağmur çamur, kış kıyamettir. Melbourne'da Temmuz ayında soğutucu açıldığı, Ocak ayında soba yakıldığı çok görülmüş bir olaydır.
Cengiz elindeki naylon torbaları masanın üzerine bıraktı. Bazı maddeleri motelin minik buzdolabına koydu. Mantıvar duşa girdi. Cengiz bir kahve yaptı kendine ve yudumlamaya başladı. Kendini ağır bir yükün altında nerdeyse ezilecekmiş gibi yorgun hissediyordu. Ama öte yandan da Mantıvar'a ev bulup, evi tamir edip boyaması ve bu kanadı kırılmış kızcağıza yardım etmesinden ötürü çok mutluydu. Yarın evin taşınması ve Mantıvar'ın yeni evine tamamen yerleştirilmesi gerekiyordu. Kızcağızın tutunacağı tek dal kendisiydi.
Cengiz kahveyi yudumlar görünüp yarınki işleri düşünürken Mantıvar banyodan çıkıp geldi. O gelince Cengiz hazırlandı ve duşa girmeden önce Mantıvar'a;
- Yarın evi nasıl taşıyacağız? Düşündün mü, dedi.
- O iş tamam dedi Mantıvar. Ben şimdi yan komşuya telefonla soracağım. Eğer tehlikeli bir durum yoksa bir kamyon kiralayıp yükler getiririz.
Cengiz her şeyde olduğu gibi aceleyle ve çabucak duş yapıp çıktı. Mantıvar daha komşuyla konuşuyordu. Telefonun öteki ucundaki konuşmacıya teşekkür ettikten sonra telefonu kapattı.
- Son olarak benim ellerinden tüydüğüm günün gecesi eve girip beklemişler, ertesi gün de evin karşısında bir araba içinde evi gözetlemişler. Dün ve bugün bir belirti sezmediğini söylüyor komşu.
- Komşu bizi satmasın Mantıvar.
- Kesinlikle yapmaz o kadın öyle şeyler.
- Tamam o zaman. İşin öbür tarafını bana bırak.
Dani'ye telefon etti Cengiz. İşin çok önemli olduğunu ve ücretinin iki kat olarak ödeneceğini belirtti. Dani için önemli olan her zaman paraydı. İki kat ücreti duyunca “olur” dedi hemen. Adam ve Samo'ya da telefon edip durumu anlattı. O iş bitince Mantıvar'la birlikte Laverton'da bir garaja gidip bir mobilya arabası kiraladılar akşamdan. Arabayı motelin önüne getirip parkettiler.
Konuştukları gibi Dani tam saat beşte geldi. Cengiz Samo'ya telefon etti. Onlarsa gidecekleri adresin sokak başında bekliyorlardı. Dani kamyonu çalıştırdı. Cengizle birlikte sürdüler. Köşe başında Samo ve Adam'ı aldıktan sonra etrafı iyi bir kolaçan etti Cengiz. Etrafta in cin top oynuyordu. Sabahın ilk dakikaları... Loş bir aydınlık ve hava bulutlu. Serin bir yel esiyordu batı yönünden. Cengiz yavaşça kapıyı yokladı kapı sadece kapatılmıştı. Kilitlemeden gitmişlerdi ya da içerde nöbet tutuyorlardı. Cengiz'in içinde kuşku kabarmaya başladı. Ama kaybedecek zaman da yoktu. Bir an iki arada bir derede kalır gibi oldu. Ardından tüm gücü ve cesaretiyle daldı içeriye. Kimsecikler yoktu. Gençlere işaret etti. Dördü birden son hızla eşyaları kamyona taşıdılar. İş yirmi dakikada bitmişti. Kamyon önde, Samo'nun arabası arkada son hızla uzaklaştılar sokaktan.
Dani kamyonun arkasını merdivene yanaştırdı. Cengiz kapıyı açıp arkaya iyice dayadı. Adam, Samo ve Dani eşyaları kamyondan evin içine taşıdılar. Yatak, masa, dolap ve koltuk gibi ağır olanlarını yerlerine taşıttı Cengiz gençlere. Diğerlerini ortaya yığdılar. Samo ve Adam'a teşekkür ettikten sonra Cengiz Dani'yle motele geldi. Cengiz kendi arabasına bindi. Kamyonu garaja teslim edip, Dani’yi de alıp birlikte geri döndüler. Dani beklemedi, parasını alıp hemen ayrıldı.
Cengiz Mantıvar'ı da alıp apartman dairesine götürmek için motel odasının kapısını tıklattı. Mantıvar hemen açtı kapıyı. Çok heyecanlı saatler yaşamışa benziyordu.
- Günaydın dedi Cengiz. Nasılsın dağ çiçeği?
- Ben iyiyim. Asıl sen nasılsın? Bir terslik olmadı umarım.
- Hayır olmadı. Biz insanlar daha tatlı uykularındayken şahin gibi dalıp içeriye, senin eşyaları kapıp kaçtık yirmi dakika içinde.
- Benim eşyalarım ne ki zaten?
- Öyle deme çiçeğim. Az şey mi onlar? Kap kacak,kitaplar, el işleri. Elbise, çamaşır... Büyükleri saymıyorum bile. Neyse ben çuvalladım, gençler taşıdılar. Her şeyi yeni eve taşıdık. Yerleştirmek bize düşüyor. Gençler tüydüler. Gidip evi düzeltelim yavaş yavaş.
- Çay yapayım birşeyler atıştıralım ve öyle gidelim.
Mantıvar çay hazırladı. Peynir, domates ve salatalıkla kahvaltı yapıp, moteldeki tüm şeylerini topladılar. Cengiz anahtarı büroya teslim etti. Sürdüler Mantıvar'ın yeni evine.
Mantıvar her eşyayı çırparak, silerek hafif yollu temizledi ve yavaş yavaş özenle yerleştirdi. Cengiz yardım etti ona yalnızca. Mantıvar'a yeniden yaşama başlar gibi bir canlılık ve yaşam aşkı gelmişe benziyordu. Cengiz ise kocaman bir çelişki burgacındaydı. Dönüyor.... Düşünüyor...Dönüyor... Bir türlü burgaçtan çıkamıyordu... Ve zaman hızla ilerliyordu. Eve dönmesi gerekirdi. Onu evde bekleyen durumlar içini hançerleyip duruyordu sabahtan beri. Çıkışsızlık! Ne berbat bir şeydi bu. Boşa koyuyor dolmuyor, doluya koyuyor almıyordu...

10

Korlanmış ateş üzerinde
yalın ayakla yürümektir ayrılık
eğerki ortada çocuklar varsa…

Mantıvar'dan ayrılır ayrılmaz derin bir dalgınlığa gömüldü Cengiz'in beyni. Bazan ayıkıp etrafına bakıyor ama bir türlü anımsamıyordu nerde olduğunu. Kendini trafiğin akışına teslim etmişti. Yelin önünde tozan kuru yaprak gibi menzilsiz bir gidiş içindeydi. Kullandığı araba onu sürükleyip götürüyordu. Beyninde aile sorunu... Nedendi bu sorun? Eşi ve çocuklarına karşı kocalık ve babalık görevini yapmıyor muydu? Düşünüyor bir türlü kendine ait önemli bir hata bulamıyordu aile yaşamını altüst edecek. Peki ama karısı neden kendine karşı hırçındı, kavga çıkarıyordu durduk yerde ve aylar boyu, hatta yıllarca küs yaşamayı yeğliyordu.
Korna sesleriyle ayıktı. Ardındaki arabalar kendine küfrediyorlardı. Yolun ortasında durmuştu. Hemen gazladı. Kendini geçen bir kaç araba parmak çıkardı ona pencereden. Hatta birisi polise telefon etmiş olmalı ki, iki saat geçmeden polis eve geldi. Olayı sordu Cengizden. Cengiz yolda durduğunu, çünkü sol gözüne duman indiğini ve ani ve şiddetli bir baş ağrısı geldiğini, gözü açılınca yola devam ettiğini belirtip, yarın sabah doktorunu göreceğini ve kendisini hastahaneye sevk ettireceğini söyledi.
Polisler Cengiz'in samimi olduğu kanısına vardılar. Ceza felan yazmadılar. "Geçmiş olsun" ve "kendine dikkat et"deyip gittiler.
Cengiz yirmi dakikalık yolu tam elli dakikada katedip eve ulaştı. Dalgınlığından otobana düşüp Hume şosesine kadar gitti. Oradan Campberfield'e döndü ve oradan da Broadmeadows'a. Broadmeadows'un akşam trafiğini aşıp eve yetişmek sinirlerini iyice altüst etti.
Eve varınca yine aile sorunları gelip işgal etti beynini. Bu sorun trafik sorunundan bin kat kötü diye geçirdi içinden. Evle arası iyice açılıyordu. Her şeye ve evdeki yapayalnızlığına karşın ailenin dağılması çok zor geliyordu ona. Hele bu işi kendisinin başlatmasının olanağı yok gibi bir şeydi.
İçeri girdi. Karısı Feryal mutfakta bulaşık yıkıyordu. Yatak odasına geçip duş aldı. Eski çamaşırlarını çamaşır odasındaki sepete bıraktı. Salona gelip oturdu. Feryal sinirli bir atmosfer içinde odaya girdi, geri mutfağa geldi. Birşeyler söyledi ama anlayamadı kadının ne söylediğini Cengiz. Karısının söylediklerine hiç aldırış etmemeye çalışıyordu. İlk konuşmada kavganın patlayacağı kesindi. Onun bu sessizliği ise kadını daha cok dolduruyordu. Sonunda Feryal, Cengiz'in oturduğu salona girip soruyu patlattı.
- Neredeydin kaç gündür?
- Sana söyledim ya... Arkadaşlarla Echuka'ya gidiyorum diye.
- Acaba?
- Ne acabası? Sana yalan mı söylüyorum?
Yoksa o da mı Cengiz'in içini yüzünden okuyordu tıpkı Mantıvar gibi?
- Bir daha böyle gidersen bu eve geri gelemeyeceğini bil ve öyle git.
- Ne yani? Burası benim de evim değil mi? Neden gelmeyecek mişim? Beni evimden mi kovacaksın?
- Evin ise, evinde otur, ailenle birlikte yaşa...
Kavga patlamıştı bile. Susmaktan başka çıkış yolu bulamıyordu Cengiz. Ama Feryal kavgayı sürdürüyordu o sussa da, susmasa da.
Annesiyle babasının seslerini işitince odasından salona gelip kavgaya müdahale etti küçük oğulları İlhan. Önce İngilizce ve ardından da bozuk Türkçesiyle ana-babasına iyi bir söylev çekti. Henüz on iki yaşındaydı. Ama bedeni gibi zihni de erken gelişmişti. Olgun, öğüt veren bir büyük
gibi konuşuyordu.
- Biribirinize saygı göstererek ve biribirinizi severek yaşayın! Yapamıyorsanız uygar insanlar gibi, dostça ayrılın! diyerek bitirdi konuşmasını.
İlhan konuşmasını bitirmeden önce annesi çekip gitti. Televizyonda Türkçe diziler izlemeye başladı. Cengiz oğlunun konuşmasından iyice etkilenmişe benziyordu. Kalkıp sarıldı İlhan'a. İçinden bir dalga geldi. Kabardı, kabardı ve taştı dışına. Hıçkıra hıçkıra ağladı. İlhan babasını sakinleştirip koltuğa oturttu. Gidip bir kahve yapıp getirdi babasına. Kendi de yanına oturdu.
M. Ali evde yoktu. Ağbisinin nerde olduğunu sordu Cengiz. İşe gittiğini söyledi İlhan.
O gece hiç uyumadı Cengiz. İlhan ayrıldıktan sonra gidip boş odadaki çekyata uzandı. Yarın işe gitmesi gerekiyordu. Birazcık uyumak için zorladıysa da kendini nafile. Gidip Çatlak adlı romanı getirdi. Mantıvar'a gittiği gece bıraktığı yerden başladı okumaya. Kitap düzenin çatlağını inceliyor ve bu çatlağın giderek büyüyüp düzenin yıkılacağını öngörüyordu. Cengiz ise kendi ailesi üzerine yorumlayarak okuyordu kitabı... Sanki şiddetli bir kasırga kopuyordu. Şiddetli bir deprem altüst ediyordu aileyi... Üstlerindeki çatı uçup gidiyor, altlarındaki beton derin vadiler gibi yarılıyordu... Çoluk çocuk, karı koca ailenin her ferdi bir boşluğa savruluyordu. Sonrası acı, elem, sıkıntı, didişerek yok olma........
Yine her zamanki gibi kuşlar sabah şarkısına başlayınca kalktı yataktan. Gözleri acı biber tozu serpilmiş gibi yanıyordu. Banyoya girip duş aldı. Bir siyah kahve yaptı. Salona geçip kahvesini yudumladı. Kahve yarımlanınca doygunluk hissetti kahveye karşı. Götürüp mutfağa bıraktı. Evde zaman geçirmesinin bir anlamı yoktu. İşler ne durumdaydı? Erkenden çıktı. İşleri düzenlemesi, eksik ve gereksinmelerin tamamlanması gerekiyordu. Tek tek işyerlerini gezdi. İşçileriyle konuştu. Gerekli talimatları verdikten sonra yarının hazırlığına başladı. Mantıvar'a telefon etti. Evdeydi. " Evin düzeniyle uğraşıyordu herhalde daha, belki de sadece evde kendini dinliyor" diye düşündü. Ne yapacaktı, nereye gidecekti ki? Öğleden sonra kendisine uğrayacağını söyledi Cengiz Mantıvar’a.

Cengiz'in geleceğini öğrenince Mantıvar yeniden evin düzenine yöneldi. Koltukları, masa ve sandalyaları yokladı, masaya bir dantelli örtü yerleştirdi. Mutfaktaki birkaç bulaşığı yıkayıp kuruladı. Banyoya bir göz attı. Yatak odasına geçti. Yatağın örtülerini düzeltti. Bir an kendini yatakta Cengiz ile birlikte düşündü. Bedenini hafif bir sıcaklık sardı. Çok sürmedi hayali, dönüp çıktı yatak odasından. Tuvaletin sifonunu çekti. Su duru akıyordu. Sabunluğu karıştırdı. Eskiden kalma bir tuvalet sabunu buldu, su deposunun içine yerleştirdi sabunu. Oturup kendi suyunu döktü sonra. Sifonu yeniden çekti. Masmavi bir su boşandı ve dezenfekteli sabun kokusu sardı tuvaleti.
Her şeyi yeniden elden geçirdikten sonra yemek hazırlamaya koyuldu. İlk kez çok sevdiği bir adamla, bir can dostuyla,gönül ortağıyla kendi pişirdiği yemeği yemenin heyecanını yaşıyordu. Gözü pencerede kulağı kapıda bekliyordu misafirini...
Cengiz Dulux'ın Sunshine deposuna geldi. Boya ve çeşitli malzemeler satın aldı. Bunların bir kısmını geri işyerlerine dağıttı. Bir kısmını ise yarın kendisi kullanacağı için arabada bıraktı. Gün sağa- sola koşturmakla geçmişti. Mantıvar'ın mahallesine geldiğinde güneş batıya iyice eğilmiş, hava serinlemişti.
Kapıyı çalmak için elini kaldırırken kapı açıldı.
- Selam dedi Cengiz.
- Hoş geldin
Kucaklaştılar. Yanak yanağa öpüştüler. Cengiz Mantıvar'ı bağrına iyice bastırıp saçlarını uzun uzun kokladı. Bir süre yapışık gibi kaldılar. Sonra parmaklarını Mantıvar'ın saçlarına gömüp, okşadı.
- Sen benim yüreğimi yüzümden okuduğun gibi gelişimi de kapının ardından görüyorsun herhalde.
Hafif bir kahkaha attı Mantıvar.
- Kapının ardından değil, pencereden gördüm geldiğini. Kapının ardına gelişini de ayak sesinden anladım.
- Benim ayak seslerim ve yürüyüşüm çok ilginç olmalı. Memlekette kaçak yaşadığım yıllarda polis beni yakalamak için ilginç bir yöntem kullanmıştı. Gençleri ve çocukları tutup işkenceye alıyor ve "Cengiz'in yerini söylersen seni bırakırım, yoksa ölürsün" diye tehdit ediyordu. Gençler ise tanımadıklarını, tanısalar yerini söyleyeceklerini belirtiyordu. Bunun üzerine polis: "Çarşıya git, bir köşede bekle. Gelip giden insanlara yürürken arkalarından bak. Eğer diğerlerinden değişik yürüyen biri varsa hemen bize haber et" diye tembihliyordu onları. Bazı gençler gelip durumu bana anlatmışlardı da çok garibime gitmişti. Daha sonra ben kendimi tanınmaz hale getirmek için giyim kuşam ve yüzümde gözümde bir hayli değişiklikler yapmıştım. Ve beni kimse tanıyamıyordu kolayca. Bir gün bir köyün içinden geçip bir başka köye giderken köy kahvesinin önünde oturan gençlere sadece başımla selam verip yürüdüm.
Kimse bana bir şey demedi. Anladım ki beni tanımadılar. Yoluma devam ettim. Yüz metre kadar ilerlemiştim ki, içlerinden birisi "hocam nereye gidiyorsun böyle selamsız, sabahsız" diye bağırmaz mı? Şaştım kaldım. Gelip bana yetiştiler. "Selam verdim ya" dedim onlara. "Ama biz seni tanıyamadık. Ancak bizden uzaklaşınca yürüyüşünden sen olduğunu anladık" dediler.
- Gerçekten de çok ilginç bir şey diye güldü Mantıvar.
Mantıvar'ın penceresinden apartmanın parkına giriş yolu çok net gözüküyordu. Salonda otururken giren çıkanı kontrol edebilirdi.
Cengiz tuvalete gitti. Elini yüzünü yıkadı. Kurulayıp, saçlarını Mantıvar'ın tarağıyla düzeltip geri salona geldi.
- Duş alsaydın iyi ederdin dedi Mantıvar.
- Sağol. Akşama alırım duşumu. Şimdi duş almamın pek bir yararı olmaz. Terli ve kirli çamaşırları geri giyince ha duş almışım ha almamışım fazla farklı olmaz. Değişmezsem rahat edemem.
- Benimkileri giyerdin dedi Mantıvar. Benim sıkı ve geniş çamaşırlarım da var. Zaman zaman kullanmak zorunda kalıyorum. Belki seni biraz sıkar ve terletirdi.
- Sağ ol, gelecek sefere giyerim.
- Masaya otur da yemek yiyelim. Ben çok acıktım. Sen de acıkmışsındır mutlaka.
Mantıvar yemekleri masaya taşırken kokusu Cengiz'in midesini deli ediyordu. Kendi karısı da böyle tatlı olsa ve böyle tatlı yemekler pişirse dünyanın somu mu gelirdi? En basit malzemeden çok leziz yemekler çıkarmada herhalde bu kız kadar bir başkası gelmemişti daha dünyaya. Yemekleri de kalbi ve dili gibi tatlıydı Mantıvar'ın. Cengiz sövdü saydı içinden bekar bir kişi olmama durumuna...
Yemekten sonra kendi deyimiyle bir "yorgunluk atma çayı" demledi Mantıvar. Çayları yudumlarlarken Cengiz'e birden bire soru yöneltti.
- Evden ne haber? Umarım kötü bir durum olmamıştır.
- Senin kötü durum dediğin nasıl bir şey?
- Eşinle aranda söz kavgası, kırgınlık, küskünlük felan....
- Bunlar dedi Cengiz, bizde her zaman mevcut. Son on yılın yedisi küskünlük içinde ve ayrı yataklarda geçirilmiş. Aramızda hiç bir zaman dostça bir söyleşi, konuşma, tartışma, danışma havası olmadı. Tek yanlı bir sevgi ve o sevgiyi öteki tarafın sevene silah olarak kullanması belirliyor esas olarak bizim aile yaşamımızı. Ya da karşı tarafı şımartmama hesabıyla sevgisini sevgisizlik ve giderek saygısızlık olarak sunma felsefesi işliyor aramızda.
- Zor! dedi Mantıvar. Aranızda diyalog yoksa, karşılıklı oturup sorunlarınızı tartışamıyorsanız, sorunlar çözülmek bir yana giderek büyür ve sonuç çözümsüzlüğe dönüşür. O zaman tek yol kalır geriye. Ayrılık. Ama çocuklar var. Ayrılık korlanmış ateş üzerinde yalınayak yürümektir eğer ortada çocuklar varsa...
- Aynen öyle dedi Cengiz. Ben bu sorunu Demokles usulü bir kılıç darbesiyle çözmesini de bilirim, acı ve sıkıntılı da olsa. Ama çocuklar boynumu büküyor. Yıllardır kendi kendimle kavgadayım. Boşa koyuyorum dolmuyor, doluya koyuyorum almıyor.
- Şu an, diye söze girdi Mantıvar. Sana hiç bir öneride bulunma hakkı göremiyorum kendimde. İnsanlar çok zalim ve aynı zamanda düşüncesiz. Bencillik toplumda kangren olmuş bir yaradır. Her kötülüğü yaptırtıyor insanlara. Sevgi ve saygı küçücük bir kibire, gurura kolayca kurban ediliveriyor. Pireye kızılıp yorganlar ateşe veriliyor. Sonuç nereye varır hiç kimsenin umurunda bile değil. Yeterki egomuz tatmin olsun.
Kendi aile sorunu ve bu sorunun çözümsüzleşip kanaması gün be gün Cengiz'i iyice rahatsız etmeli ki, Mantıvar'ın hafif duraksamasından yararlanarak söze girip konuyu değiştirdi. Mantıvar da sezinledi durumu. Ama hiç oralı olmadı. Israr etmedi aynı konu üzerinde konuşmaya.
- Sana bir iş ayarlamamız gerekiyor can. Sen nasıl bir iş yapabilirsin?
- Toplumla temasa fazla gelinmeyen, göze batmayacak bir iş olmalı. Ama böylesi işler neler olabilir o konuda da kafam pek açık değil doğrusu.
- Lokantada, mutfak içi bir iş olabilir mi? Örneğin yemek hazırlığı, bulaşık, temizlik vb. Müşterilerle temasa gelinmeyecek olanaklı oldukça, servis yapılmayacak.
- O benim uzun zamandır yaptığım iş. Elbet olur. Ama öylesi bir işi buralarda bulabilir miyiz?
- Sen buraları dağ başı sandın herhalde.
- Öyle değil mi?
- Bence değil. Buralarda şehir havası yok ama, dağ başı da sayılmaz. Merkezi alış veriş yerlerinde her şey vardır.
- Öyleyse çok iyi.
- Senin ehliyetin yanında mı peki?
- Benim ehliyetim yok.
- Nasıl olur Mantıvar? Biz seninle birlikte Güney Avustralya'ya araba sürmedik mi bir zamanlar?
- O zaman vardı. Ama daha sonra?
- Süresi bitti. Nasıl olsa araba kullanmıyorum diye yeniletmediniz.
- Hayır bilemedin. Yenilettim ama geçersiz şimdi.
- Mantıvar neden geçersiz senin ehliyet? Ben anlayamıyorum bunu. Benim bilmediğim durumlar var anlaşılan.
- Evet senin bilmediğin durumlar var. Benim öyküm bitmedi biliyorsun.
- Bunun öyküyle ne ilişkisi var ki?
- Çok ilişkisi var. Benim evimi basanları sen mafia çeteleri anladın herhalde.
- Ya kimlerdi? Sen eski eşinin adamları olduğunu söyledin yanılmıyorsam.
- Evet söyledim. Ama onun adamlarından kastım devletin adamlarıydı.
- Asio mu?
- Evet.
Derin bir iç çekti ve soluk aldı Cengiz. Kendine mi, yoksa Mantıvar'a mı kızacağını kestiremedi. Bekledi birazcık. Sinirleri yatıştıktan sonra;
- Biz yanlış bir iş yaptık. Keşke sen öyküyü sondan başa doğru anlatsaydın. Senin eve hiç dokunmazdık. Yeni bir ev kurardık sana.
- Korkma bir şeycik olmaz.
- Ya bizi izlediyseler?
- Ne yapalım dedi gülerek Mantıvar. Kadere kırkbeş. Yiğidin alnına yazılan gelir demiş senin deden Karacaoğlan. Bizi izlediklerine hiç ihtimal vermiyorum ben. İzleselerdi burayı çoktan basarlardı.
- Umarım dediğin gibi olur. Ben, eğer uygun bir iş bulamazsak fırçayı vermeyi düşünmüştüm senin eline.
- Nasıl yani. Kendinle çalışmamı mı istiyordun?
- Zorunlu kalırsak. Ama bu çok tehlikeli görünüyor şu an. Eğer polis senin telefon konuşmalarını ve telefondaki numaraları almışsa beni izleyerek seni çabucak yakalayabilir.
- Polis sorguda yalnızca ilişkilerimin kimler olduğunu ısrarla sordu, ama hiç bir kişinin adını vermedim. Ben hep başkasının adına açılmış, sözleşmesiz telefon kullandım. Yakalandığımda tesadüf bu ya, telefonum bozulmuştu. Kartı cebime koyup eve geldim. Ertesi gün yeni telefon alacaktım. Polis merkezine varınca aklıma düştü. Hemen tuvalete yolladım.
- Eğer öyleyse bir sorun yok benimle çalışmanda. Hatta daha iyidir restaurantdan. Daha az insanla karşılaşırsın. Daha kontrolsuz alanlardır yapı alanları. Ve daha çok önlem alma, gerektiğinde kaçma olanağın vardır.
- Ben de çok isterim seninle çalışmayı, birlikte olmayı ama...
- Aması ne?
- Senin aile durumundan dolayı sıkıntılanıyorum. Onun için derim ki, olanaklı oldukça ben yine başka işlerde çalışayım.
Cengiz'in morali yeniden bozulmuştu. Bir iş başardım diye mutluluk duymaya başlarken herşey alt-üst olacağa benziyordu. Mantıvar'ı kucaklayıp öptü. Aklı orada kalarak ayrıldı. Aile sorununun üzerine şimdi bir de Mantıvar'ın sorunu binmişti. Demek bu kız Avustralya'da kaçak kalıyordu. Ama neden? Bir subayla evlenip gelmemişmiydi o buraya? Çocuğu vardı ve elinden alınmıştı. Sonra da oturumu elinden alınmış olmalıydı. Ehliyeti bile geçersizdi. Araba da kullanamazdı. Peki nasıl işe gelip gidecekti bu dağ başı sayılacak kenar mahallede? Oralarda toplu ulaşım sistemi yok gibi bir şeydi.
Mantıvar'ın oturduğu semtte, onun evine aşağı- yukarı yaya yirmi dakika çeken bir Türk lokantasına uğrayıp, bir bayan için iş sordu Cengiz. Mutfak içi bir iş istedi. Yemek hazırlığı, bulaşık yıkama felan...
- Haftaya ırgatımız tatile gider, dedi lokanta sahibi Kıbrıslı bayan, Rum şiveli bozuk bir Türkçeyle. Altı ay sonra döner bizimki. O süre seninki işler buraşta.
- Teşekkür ederim. Hangi gün getireyim bizim bayanı?
- Gelecek bugüne getiriver.
- Oldu. Görüşmek üzere. Tekrar teşekkürler.
- Bye bye!
İşin bulunmasına çok sevindi Cengiz. Artık Mantıvar eve hapsolmazdı. Hafta sonları gündüzleri de beraber olacaklardı zaten. Zavallı kızcağız bir nebze yalnızlıktan kurtulurdu böylece. Mantıvar'a telefon edip iş bulduğunu bildirdi. O da birazcık sevinsin diye düşündü.
- Can bir lokantada iş buldum. Ama iş geciçi ve sen işe bir hafta sonra başlayacaksın. Bu zamana kadar benimle gelir misin?
- O nasıl söz. Elbet gelirim. Hem de seve seve.
- Yarın sabah yedide ben sana uğrarım. Birlikte çıkarız, tamam mı?
- Tamam. Ben kahvaltı hazırlarım.
- Zahmet etme. Boşver kahvaltıyı.
- Olur mu öyle şey? Ben mutlaka hazırlarım kahvaltıyı. Karnını doldurmadan doğru buraya gel. Bir memleket kahvaltısı yapalım birlikte.
- Olur çiçeğim. İyi geceler sana. Sabah görüşmek üzere.
- Sana da...
Cengiz sabahın yedisinde Mantıvar'ın kapısı önündeydi. Hafifçe kapıyı çaldı. Mantıvar hemen açtı. Hazır bekliyordu. Masaya kahvaltıyı yerleştirmişti. Geleneksel Anadolu çaydanlığında çay yapmıştı. Beyaz şortu, tişörtü, beyaz keten ayakkabısını giyinmişti. Hatta kasket bile başındaydı.
Cengiz tepeden tırnağa bir süzdü kızı. Gülümsedi. Sonra içeri girip kucakladı.
- Bu kıyafet sana çok yakışmış Mantıvar.
- İşçiye ne yakışmaz ki.
- Bu gece uyuyabildin mi bari?
- Niçin uyumayayım ki?
- Bilmem, belki gece kıtalararası uçuşlar yapmışsındır.
Mantıvar güldü. Cengiz de katıldı bu gülüşe. Oturup kahvaltılarını yaptıktan sonra işe gittiler. Ustasının gösterdiği işleri usta bir işçi disipliniyle yapıyordu Mantıvar. Bu kız gerçekten özü ve biçimiyle gerçek bir proleterdi. O hafta hergün çalıştılar. Dört tane dupleks evin macun, zımpara,kapı ve duvar astarıyla, tavanını bitirdiler.
Mantıvar hafta boyunca çok mutlu göründü. Toz, kir, boya içinde kalmasına karşın neşesini hiç bozmadı. Nedendi acaba? Cengiz ile hep bir arada olduğundan mıydı, yoksa çalışıp ekmeğini kazandığı için miydi bu mutlu görünüm? Belki de her iki durum da kızı mutlu ediyordu.
Cuma günü iş bitimi Cengiz arabayı komşu semtteki alışveriş merkezine sürdü. Önce bankaya uğradı. Elindeki çeki paraya çevirdi.
- Burda ne yapacağız dedi Mantıvar?
- Biraz alışveriş yapalım can, diye yanıtladı onu Cengiz.
Marketlere girip çıktılar. Bir ev için ne gerekliyse aldı Cengiz. Mantıvar ise fazla alışverişten kaçınmaya çalışıyordu hep. Akşam yemeğini de Kıbrıslının lokantasında yediler. Mantıvar için iş konuştuğu kadın yoktu. Kocasına durumu anlattı ve Mantıvarı tanıştırdı.
- Tamamdır o iş dedi adam.
- Peki ne gün bu bayan işe başlayabilir ustam?
- Çarşamba gününe geliverin. Ben veya hanım buraşta oluruz.
- Sağ olun. Çarşambaya görüşmek üzere.
Yemekten sonra doğruca Mantıvar'ın evine geldiler. Marketi içeriye taşıdılar. Mantıvar’a beşyüz dolar para bıraktı Cengiz. Erken gitmesi gerektiğini belirtip, yarın sabah görüşme dileğiyle ayrıldı. Mantıvar önce marketi yerleştirdi. Sonra soyunup duşa girdi. Cengizin verdiği parayı çantasına koyarken saymıştı. 'Çok para' diye geçirdi aklından. 'Herşeyimi zaten kendisi karşılıyor. Bu kadar paraya gerek yoktu.' Sıcak suyun altında biraz bekledi. Sonra başını ve bedenini okaliptüs aromalı yeşil sabunla köpürte köpürte yıkadı. Duştan sonra kendine bir "yorgunluk çayı" demledi. İki paşabahçe fincanı çay içip bıraktı. Yalnızlıkta çayın da neşesi olmuyor diye geçirdi içinden. Cengiz'le yaşam arkadaşı olmayı düşledi. Ne iyi olurdu. Gece gündüz birlikte olurlardı. Birlikte çalışırlar, birlikte yorulurlar, birlikte ağlar, birlikte gülerlerdi. Yaşam tatlı olurdu. Ekmek de... Çay da...
Cengiz eve varınca hemen duş alıp değişti. İlhan ile dışarı çıktılar. İlhan'ın yemeklerini çok sevdiği Portekiz lokantasında yediler o gün akşam yemeklerini. Çarşıyı dolaştılar. İlhan kitap almak istedi. Cengiz ise, ne istiyorsa almasını söyledi oğluna.
Gılgamış destanı ve Odısseyi satın aldılar.
M. Ali yine evde yoktu o akşam. İşe gitmişti. Akşamları bir pizza lokantasından evlere pizza dağıtımı yapıyordu. Okulu bırakmıştı. İşi tembelliğe dökmüştü. Arada bir böylesi oyuncak işler buluyor, bir zaman çalıştıktan sonra usanıp okula dönüyor, yeni bir kurs alıyordu. Ama kursu bitirmeden yeniden okuldan ayrılıp yeni bir iş arıyordu. Her altı ayda veya her bir yılda M. Alinin bu kısır döngüsü yinelenip duruyordu. Hiç istikrar yoktu bu oğlanda. Hevesi ve zevkleri çabucak değişiyordu. Kız arkadaşlarını da çok sık değiştirmekteydi. Cengiz oğlunun bu durumuna çok üzülüyor ama bir çözüm de bulamıyordu. Ne yapsındı koskocaman adama. Darılsan olmaz, bağırsan olmaz...
M. Ali işten dönünceye dek salonda bekledi Cengiz. Bir haftadır görüşememişlerdi. Derin bir özlem basmıştı yüreğini. Zaman geçmek bilmiyordu. Oğullarının geleceğini düşledi. Hep iyimser, başarılı gelecekler düşlüyordu. Ama gerçek yaşam bir yerde düşlerini durduruyor, yüreğini buruk bir boşluğa yuvarlıyordu.
M. Ali eve geldiğinde saat gecenin ikisiydi. Kapıyı açıp odasına yönelecekken ışık yanan salona kaydı gözü. Işığı söndürmek geçti içinden. Baktı babası oradaydı.
- Sen daha yatmadın mı baba!
- Seni bekledim!
- Niye bekledin beni?
- Özledim de onun için.
Bunun üzerine M. Ali gelip babasına sarıldı. Ufak tefek biriydi. Boyu babasından daha kısaydı. İş ve uykunun dışındaki zamanını sürekli jimnastik yaparak geçiriyordu. İyice zayıflamıştı. Bu durum onu daha da ufak gösteriyordu. Oysa kardeşi daha oniki yaşında olmasına karsın babasından da ağabeyinden de daha uzundu. M. Ali konuşmayı hiç sevmiyordu. İki söz etmeden çekip gitti.
O gece yatağa gitmedi Cengiz. Koltukta kestirdi arada bir. Düşlere daldı çıktı. Eşinden ayrılıp tek başına yaşamaya girişti. Olmadı. Mantıvar'ı düşündü. Yeryüzünde en iyi yaşam Mantıvar'la yaşanan yaşam olabilirdi ancak. Ama Mantıvar yasa dışıydı. Kaçak sürdürülen bir yaşam özgür bir yaşam olamazdı. Aklına Marx'ın özgür köle diye tanımladığı işçiler geldi. Nihayet kendisi de bir işçiydi. Yani özgür bir köle. Yani işin, ekmeğin kölesi. Evde durumu daha kötü değil miydi sanki. O buz gibi küskün yıllar... Bıçak ağzı konuşmalar... Neredeydi özgürlük? Belki de Mantıvar çok daha özgürdü kendisinden.
Makam koltuğu olmasa da koltuklar bayağı çekiciydi artık. Evde koltukta uyuyanların sayısı ikiye çıkmıştı. Odalardaki boş duran yataklar ise buz gibi soğuktu. Cengiz üşüyerek uyandı. Saat sekize geliyordu. Kahvaltı yapmadan günlük giydiği sade pantolon ve gömleğini giydi. Gocuğunu üzerine geçirip işe gider gibi çıktı evden. İş minübüsünü çalıştırdı. Oysa işe gitmiyordu. Arabasını ters yönde sürdü. Dallas alışveriş merkezine geldi. Fırından iyice kızarmış iki Türk pidesi, bir kutu petekli bal, bir kutu bülbül yuvası aldıktan sonra süper markete girdi. Bu süper markette genellikle doğrudan çevredeki çiftliklerde üretilip getirilen taze sebze ve meyveler satılırdı. Taze domates, biber ve acur satınaldı. Gözüne şalgam suyu ilişti. Uzun zamandır hiç içmemişti. Tadı nasıldı acaba? Çocukluk yıllarındaki gibi güzel miydi, yoksa her şey gibi şalgamın da tadı bozulmuş muydu? Bir şişe şalgam suyu, kuşburnu reçeli, yaz helvası, Yunan yoğurdu ve dodoni marka Yunan peyniri aldı.
Evin anahtarının birisini de Cengiz'e vermişti Mantıvar. Cengiz yavaşça anahtarı deliğe soktu, çevirdi. Kilit açıldı. Kolu çevirip içeriye doğru itekledi, fakat kapı açılmıyordu. Arkasından sürgülenmiş olmalıydı. Mantıvar daha uyuyor muydu yoksa? Kapıyı çalıp çalmama kararsızlığı arasında bir an bocalama gelip geçti Cengiz'in beyninden. O ara sürgü çekildi. Gerçekten de Mantıvar uyuyordu daha. Ama uykusu çok sığ olduğundan anahtar sesine uyanmıştı.
Mantıvar kapıyı açtı. Cengiz elindeki torbalarla "günaydın" deyip içeriye yürüdü. Torbaları mutfağa bıraktı. Mantıvar ise daha uyku ortamındaydı. Üzerinde, ilk gün Brimbank'te, Wuhanlı bayan Weng'in butiğinden satın aldıkları yarı saydam mor geceliği vardı. Baharın ilk gününde, doğanın kuytu bir yerinde, yaşam iksiri gibi açılmış bir mor zambağa benziyordu Mantıvar. Geceliğin altından belli olan teni petekten taşmış püren balı kıvamındaydı.
- Uyku tutmadı dün gece dedi Mantıvar. Gelip Cengiz'e sarıldı. Kollarını boynunda kelepçeledi yine.
- Ben de uyuyamadım çiçeğim.
Cengiz Mantıvar'ın saçlarını derin derin kokladı. Hafiften zambak kokusu aldı. Bu kız gerçekten zambak parfümü mü kullanmıştı, yoksa kızı zambağa benzeten Cengiz hayali zambak kokusu mu alıyordu?
- Ne parfümü kullanıyorsun Mantıvar? Zambak kokusu var sende.
- Hiç bir parfüm kullanmadım. Sen zambak kokusunu özlemişsin anlaşılan. İlk çarşıya çıkışımda zambak parfümü alır, sürerim kendime senin için.
- Gerek yok, yanıtını verdi Cengiz. Ben yapay kokudan çok gerçek kokuyu, çiçeğimin kendi öz kokusunu tercih ederim.
Cengiz Mantıvar'ı uzun uzun kokladı. Saçlarını, boynunu, nefesini, koltukaltlarını... Sonra kucaklayıp kaldırdı. Yarı açık duran yatak odası kapısını ayağıyla itekleyip yürüdü…

11

Ve bir gün bardak taştı,
adam bana kişisel ve ulusal anlamda
hakarette bulununca
dört cephe içinde koptu kıyamet.
Elime et bıçağı geçti.
Salladım iki kere ve seninki
dibinde dinamit patlatılmış
gökdelen gibi yığılıp kaldı yere…

Öğle yemeği yerine yediler kahvaltıyı o gün.
Ve kahvaltıda başladı Mantıvar öykünün geri kalan kısmını anlatmaya.
- Sonunda Johny'ye evet dedim. Beni buna iten, belki de kendimi tamamen ailesini yitirmiş, tek başına olan, kimsesiz, yetimhanede büyümüş bir kişi gibi görme duygumdu. Ve bir de subay bildiğim Johny'de babamı aramamdı.Kendimi hep yalnız hissediyordum. Gerçi yaşam boyu bu yalnızlık duygusu yakamı hiç bırakmadı. Ben evet dediğimde görmeliydin adamdaki sevinci. Aldı beni çiçek gibi taktı yakasına.
- Fakat o güzel tomurcuk çiçeği soldurmaya girişmiş pis Johny dedi Cengiz.
- Hemen konsolosluğa gittik. Konsolosluk sekreteriyle özel konuştu Johny. Yapılması gerekli şeyleri bir hafta içinde formaliteden yapıverdiler. Benim pasaportu da konsolusluk hallediverdi. Konsoloslukta nikah yaptık. Bir ay içinde herşey bitti. Atlayıp uçağa geldik Avustralya'ya.
- Bu ne hız böyle Mantıvar, diye sözünü kesti Cengiz. İnsanlar Avustralya'ya eşini ve çocuklarını getirirken bile en az üç ay, altı ay ve hatta bir yıl uğraşıyorlar. Bazı insanlar bir yıl içinde bile getirtemiyorlar. Avustralya makamları insanları canından bezdiriyor.
- Ama bu adam devletin ajanı. Elbet devlet kendi adamını kayıracak. Kendi adamını başka insanlarla bir tutar mı? O zaman devlet görevlilerinin ayrıcalığı kalmaz ki, bu durumda da devleti savunan, koruyup kollayan güçler azalır.
- Peki sen bu adamın devlet ajanı olduğunu biliyor muydun?
- Hayır. Ben Johny'yi sadece asker biliyordum. Evlenip buraya geldikten sonra öğrendim durumu. Johny bana kendisini subay diye tanıtığında subay değil bir büyük şirketin koruma şefiymiş. Daha sonra Devlet güvenlik örgütüne alınmış. Ben geldikten sonra yeni işine başlamış. Hep sivildi. Düzenli değildi işe gidiş gelişleri. Bir ordu mensubu gibi davranmıyordu ve yaşamı da askere hiç benzemiyordu.
- Sen asker kızı olduğundan hemen ayırdına vardın tabi.
- Bir gün sordum. " Seni ilgilendirmez bu işler" yanıtını aldım. Şaşaladım bu yanıt karşısında. Adamın yüz hatları da değişmişti. Sorduğum sorudan çok rahatsız olduğu anlaşılıyordu. Kızgın bir şekilde çekip gitti. Peki ama biz onunla yaşam arkadaşı değil miydik? Kaderde kıvançta, tasada ve mutlulukta biribirimizin yanında olmayacak mıydık. Biribirimizin ne iş yaptığını bilmeyecek miydik? Kendi aramızda gizli kapaklı sırlar olabilir miydi?
- Bence eşler arasında açıklık, birlikte yaşamın sürebilmesi için şarttır.
- Değil mi? Bu olmazsa aile çabucak yıkılır. Ve bizim yıkım o gün benim o soruma karşı Johny'nin verdiği çirkin yanıtla başladı.
- İlk izlenimlerin nasıldı bu ülke hakkında? Evliliğinizde hiç mutluluk yeşermedi mi? Nerede oturuyordunuz?
- Yolculuk çok zor ve ilginç geldi bana. Zordu, çünkü yol bitmiyordu kolayca. İlginçti, çünkü ben ilk kez uçakla yolculuk ediyordum. Ayakların yerden kesilince kendini boşlukta hissediyorsun. Kuş gibi boşlukta iniş çıkışlar yapıyorsun. Hem zevkli hem de korkulu. Olimpic Hava Yollarının bir küçük uçağıyla Atina'ya uçtuk. Birbuçuk saat sonra oradaydık Bir ülkeden bir başka ülkeye birbuçuk saat içinde uçmak. Ne hızlı bir gidişti. Ben düşünüyordum. Biz İstanbul'dan Atina'ya birbuçuk saatta geldiğimize göre Sydney'e de dokuz- on saatte rahat gidebiliriz. Dokuz- on saat uçakta oturmak ise hayli zor ve sıkıntılı olmalıydı. Ama olsun. Bende görme, bilme merakı uyanmaya başladı. İlk tanıdığım yabancı ülke Yunanistan oldu. Çok ilginç geldi bana Yunanistan. Yollar, yapılar, insanlar, doğa, çarşı pazar her şey İstanbul; ama insanlar başka bir dil konuşuyorlar ve bir de, etraftaki yazılar değişik bir alfabeyle yazılı...
Gece yarısından sonra Avustralya uçağına bindik. Ben içeri girince korktum uçaktan. Uçağın içi bir konferans salonu gibi genişti. O koca, gemi gövdeli uçak nasıl olup da havalanıyordu? Gözlerime bir damla uyku girmiyordu. Benim Johny ise uçak havalanır havalanmaz vurup kafayı daldı
uykuya. Bir saat sonra sabah oldu. Güneş kızararak yükseldi Amanos dağlarının üzerinden. Ben İskenderun'u seyrederek ayrıldam memleketten. Petrol rafinerileriyle dolu bir deniz kenarına girdi uçağın rotası.
- Basra Körfezi olmalı dedi Cengiz.
- Herhalde. Sonra hep bir yanı deniz bir yanı dağlık kayalık ülkeler geçtik ve uzunca bir zaman hep deniz üzerinde uçtuk. Deniz bitti. Bu kez de kara başladı. Kara bitti yine deniz başladı. Git git yol bitmiyor. Benim tahmin ettiğim dokuz- on saat çoktan bitti. Saata baktım Atinad'an havalanalı tam onüç saat olmuş. Uçak alçalmaya başladı. Genişçe gerindim. Demek yolu bitirmiştik. O ara anons yapılmaz mı ' Singapur'a iniyoruz' diye?
- Daha çok yol bitireceksin merak etme diye güldü Cengiz.
- Uçak inişe geçince Johny uyanmıştı. Singapur ne kadar uzak Sydney'e, diye sordum. Yedi saat demez mi? Mecbursun çekeceksin uçakta oturup uyuşmanın sıkıntısını yedi saat daha.
- Bu senin Johny hep uyuyor mu?
- Genellikle. Yemeğini yiyor, tuvalete gidiyor, öteki zamanlarda uyuyor. Bana “uyu, yoksa zaman geçmez” diyor, ama benim uyumam olanaklı değil.
- Sen mi, ben mi dedi Cengiz. Uçakta hayatta uyuyamam.
- Singapur sıcaktı. Kadın erkek herkes atlet ve şortla dolaşıyordu. İki saat sonra havalandık yeniden. Biz Singapur'u terkederken güneş, denizin üzerinden kızararak batıyordu. Sabah güneş doğduktan sonra Sydney'e indik. Oh be, ne yorucu bir koşuydu o öyle.
Bu benim ilk ve son uçak yolculuğum oldu. Pestilim çıkmıştı.
Uykusuzdum. Hava alanından eve gelirken takside uyuyup kalmışım. Johny beni uyandırdı. Taksiciye fazladan para verip valizleri içeriye taşıttı. Bir apartman katında oturuyordu. Önümüz denizdi. Yepyeni, dört katlı, pırıl pırıl bir apartmanın ikinci katındaydı ev. Ben eve girince duş bile almadan yığılıp kaldım koltuğa. Öğle sonu uyandım. Duş aldım. Üzerimi değiştirdim. Johny beni alıp bir Yunan lokantasına götürdü. Yemekler bizim yemeklerdi. Hiç yabancılık duymadan yedim. Daha sonraki günlerde İtalyan, Türk, Çin, Hint lokantalarına da gittik beraber. Johny her kültürün yemeğini lokur lokur yutuyordu. Ben ilk anda yiyemiyordum.
Avustralya çok değişik geldi bana. Bizim şehirlerimiz gibi her yer gece gündüz tıklım tıklım insan dolu ve cıvıl cıvıl değildi. İnsan yok gibiydi. Karanlıkla birlikte tıpkı kuşların tüneğe çekilmesi gibi insanlar da evlerine çekiliyorlardı. Çarşı- pazar kapanıyordu. Nerde bizim gürültülü patırtılı yaşamımız. Buralara sanki ölü toprağı serpilmiş gibi geldi bana. Sanki ıssız bir adadaydık.
Ama öte yandan evler, yapılar, yollar, çarşılar tertemiz ve güzeldi. Hava biraz nemli olmasına karsın sıcak ve hoştu. Ben geldiğimde Nisandı. Ama kış mevsiminde de pek soba yakmıyorduk. Benim en çok hoşuma şehrin yemyeşil olması, evlerin bahçeli ve ağaçların arasında olması gidiyordu.
Ama toplumsal yaşam da çok kötü geldi bana. İnsanlar biribirinden tecrit edilmişti. Toplumsal etkinlikler yoktu. Sinema, tiyatro vb. şeylere ilgi yoktu. Yaşam iş ve ev arasına, uykuyla çalışma arasına sıkıştırılmıştı.
Johny iki ay işe gitmedi. Hep beraber olduk bu zaman zarfında. Şehrin güzel yerlerini ve çevre ilçeleri gezdik. Gold Coasta gittik. Ben yeni gelmiştim buraya ve yabancılık çekiyordum doğal olarak. Her yer bana bir başka garip ve güzel geliyordu. Johny bir değişik kültürün adamıydı. Ona uymaya ve kendi özelliklerimi de korumaya çalışıyordum. Genel olarak iyiydi yaşam ve biz de mutlu sayılırdık. Ama hep aramızda bir boşluk, aralık vardı. Ben bunu önceleri hep benim buraya ve Johny'nin yaşam tarzına, kültürüne yabancı oluşuma, Johny'nin de birazcık kapalı mizac sahibi birisi olmasına yorumluyordum. İlerde uyumun sağlanıp her şeyin güzel olacağına inanıyordum.
Avustralya'ya geldikten iki ay sonra gebelik başladı. Ve ilk yılım dolmadan kızım doğdu. Gebeliğim zor geçti.
- İlk gebelik ve doğum hep zor olur zaten dedi Cengiz.
- İlk dört ay yemek yiyemedim doğru- dürüst. Hep kusuyordum. Daha sonra da alıştım herhalde açlığa bebek ve onun eşi ve suyunun dışında bir kilo bile almadan doğum yaptım desem pek yalan olmaz. Yavrum iki kilo ikiyüz elli gram doğdu. El kadar bir şeydi. " Bu ne küçük bebek, kedi yavrusu gibi" diye bana güldü bir doktor. Acayip sinirlendim ama bir şey demedim bu küstah zürafa yapılı kadına.
Ben gebe kalıp da sağlığım bozulunca bizim aile yaşamında bir dönemeç başladı. Benim sürekli kusmam, rahatsızlığım beni doğal olarak Johny'den uzaklaştırıyordu. O ise bana sevimsiz birisi gibi bakıyordu. Sanki bir yüktüm adamın sırtında.
- Oysa bebek karı- koca arasındaki sevgi ve saygı bağlarını güçlendirir ve eşleri biribirine daha çok yakınlaştırır. Sizde tersi bir durum ortaya çıkmış.
- Ben de öyle biliyordum ve bebeğimiz doğunca aramızdaki sevgi bağlarının yeniden gelişeceğini, daha da artacağını düşlüyordum. Ama durum kendi seyrinde yürümeye devam etti. Aramızda duygusal ve cinsel ilişkiler azaldıkça azaldı.
- Doğal olarak gebelikte cinsel ilişki azalır elbet. Hatta doğum öncesi ve sonrasında aylarca hiç olmaz. Bu doğal ve zorunlu bir durumdur. İnsanlar bu durumu kabul eder ve onun gereğine göre davranırlar. Siz bu sorunları kendi aranızda tartışıp irdelemediniz mi?
- Ben sürekli bu durumu gündeme getirdim. Gebeliğin kadında yarattığı durumları, cinsel ilişkide yarattığı sorunları anlatmaya çalıştım. Ama o bunlara hiç kulak vermedi. Zaten içe kapanıklığı da var, yani açık fikirli değil. İyi bir diyalog olmadı aramızda. O benim kendini artık sevmediğimi, her şeyimi çocuğa verdiğimi düşündü.
İşin bir diğer yanı, o beni fiziksel olarak seviyordu. Güzel bir beden ve seks, bana yaklaşımı bu oldu. Ben bu durumu nice sonra kavrayabildim. Adamda duygusal, yürekten bir sevgi yoktu. Sevdiği şey bedendi. Ve böylelerinin sevgileri hergün değişebilirdi. Aşkı ve sevmeyi seks ilişkisi gören biriydi Johny. Ve önüne çıkan herhangi birini de o ilşki anında sevgilisi gibi sevebilirdi.
Sözü uzatmayayım. Doğumdan sonra da aramızdaki ilişki giderek soğumaya devam etti. Çocuğa yapmacık sevgi gösterse bile, gece bebeğin ağlamasından, zaman zaman ben ev işi yaparken bebekle ilgilenmekten rahatsız oldu. Önceleri gündüz çalışırdı. Daha sonra gece işine geçti adam. Bu andan sonra aramızdaki ilişki zaman zaman seks ilişkisi olmaktan öteye gitmez oldu. Ben evde çocuk bakan, bir hizmetçi ve Johny'nin cariyesi gibi görmeye başladım kendimi.
Hep evde kapalı kalıyordum. Hafta sonları bile doğru dürüst dışarıya gidemiyordum. Ya onun işi çıkıyordu, ya çocuk hastalanıyordu, ya da başka bir durum. Bunaldıkça bunaldım. Yalnızlık yüreğimi oymaya başladı. Memleketi ve eski acı anıları özlemeye başladım. Beni yaşama bağlı tutan yalnızca bebeğimdi. Bebek olmasa herhalde o durumda olmazdım ya da çoktan alır başımı giderdim bir yerlere. O da olmazsa herhalde hapiste olurdum.
Bu soğuk ve kişiliksiz yaşam bebek doğduktan sonra bir buçuk yıla yakın devam etti. Her şey edilgenleşmişti. Hiç bir bilinç ve iradeyle herhangi bir duruma müdahale edemiyordum. Her şey kendiliğinden yürüyordu. Ve adam benimle seks ilişkisi istiyordu yine de. Birgün kesin karar verdim ve tavır koydum. Seks objeliğini reddettim. Aramızdaki ince ip de böylece koptu. Artık ben bir bebekle bir eve hapsedilmiş köle gibiydim. O ise hapishane müdürü ve kölenin sahibi.
O ara telefon konuşmalarından felan başka kadınlarla ilşikisini de yakaladım. Ve ben yakalamamdan bir yıl önce ilişkinin oluştuğunu da anladım. Ama yine de bu konuda onu hiç suçlamadım ve suçlamıyorum da. Ben zaten tüm duygusal ilişkileri kesmişim.
- Onun başka kadınlarla ilişki kurmasının nedeni olarak kendinizi mi suçlu görüyorsunuz?
- Değil. Aramızda sevgi ve saygı olmadıktan sonra öylesi ilişkiler bence ikincil sorunlardır. Ben onu bir annenin durumunu anlamadığı, kadını yalnızca güzel vücut, sevgiyi seks bildiği için ayıpladım. İnsan sevgisi yoktu. Bebeğe bile görevsel yaklaşıyordu. Robota yakın bir yürek ve kafa. Nasıl bir şeydi o öyle? Böylesi bir anlayış bilmemki nasıl açıklanabilirdi?
- O insanlar dedi Cengiz, işleri ve aldıkları eğitim gereği öteki insanları suçlu ve suç potansiyeli taşıyan fertler olarak görmeye şartlandırılıyorlar. Böylesi bir eğitim ve şartlandırma haliyle insanları sevme yollarını kapatıyor ve giderek de iyice köreltiyor. Sonuçta bunlar birer insan avcısı oluyorlar. Avladıklarıysa korumaya çalıştıkları sistemin yarattığı suçlulardır, suçlu saydıkları politik karşıtlardır. Başka uluslardır. Hatta başka dinin inanırları, başka renkten olanlar, başka kültürlerdir...
- Bu resmi olmayan ayrı yaşam beş- altı ay sürdü. Ben bitmiştim. Yalnızca kızımın varlığı kafamda. Başkaca bir düşüncem yok. Sonuç ne olacak? Öyle mi devam edecekti? Hiç kafa yormuyordum. Yelin önünde tozuyordum sadece. O ise benim evdeki varlığımdan rahatsızdı sürekli.
Ve birgün bardak taştı. Adam bana kişisel ve ulusal anlamda hakaret edince 'dört cephe içinde koptu kıyamet'...
- Nasıl başladı kavga?
- Evde Türkçe radyo dinliyordum. Gelip radyoyu kapattı. Yüzü- gözü iyice vahşileşmişti. Çatacak bahane arıyormuş adam meğer.
- Ne oluyor, dedim. Ben radyo da mı dinleyemeyeceğim burada?
- Burada sana da, bu şaaptığım milletin diline de tahammülüm kalmadı artık. Siktir git evimden aç kancık! deyip üzerime yürüdü.
Gözümün üzerinde bir yumruk patladı. Gözlerimin çımgılandığını hissettim. Arka üstü savruldum. Omuzum mutfağa çarptı. Nasıl oldu bilmiyorum elime et bıçağı geçti. Kan beynime sıçramıştı. Salladım iki kere... ve seninki, dibinde dinamit patlatılmış gökdelen gibi yığılıp kaldı yere.
- Yani öldürdün adamı!
- Yok, ölmedi.
- Peki sonra ne yaptın?
- Adam yerde yatıyor. Benim gözüm morarıp şişmiş. Bilincimi yitirmişim. Bıçak elimde evin içinde deli gibi dolanıp duruyorum. Bizim düellonun üzerinden üç- beş dakika geçti herhalde. Kapı çalındı. Gidip kapıyı açtım. Bıçak elimde ve bıçağın ucu kanlı.
- Gelen kimmiş peki?
- Johny'nin bir arkadaşı. Genç bir ajan. Bu genç beni elimde ağzı kanlı bıçak ve gözümün üstü morarmış görünce aniden irkildi. Johny'yi sordu bana. "Aha orada" deyip bıçakla gösterdim. Genç ajan Johny'yi kanlar içinde, yerde yatar durumda görünce, nasıl yaptı anlayamadım. Bir hamlede bıçağı elimden kaptığı gibi kollarımı yakalayıp arkaya büktü ve bağladı. Bir dakika bile sürmedi bu iş. Beni etkisizleştirince hemen bir iki yere telefon etti. Anında eve ambulans ve polisler geldi. Johny'yi ambulansa atıp hemen götürdüler.
Polisin birisi beni itekleyerek götürmeye kalkışınca direndim.
- Yürü! dedi bir başkası.
- İnsan gibi hareket edin diye diklendim. Benim bebeğim var ve onu almam lazım. Sizden kaçtığım yok. Çözün şu elimi.
- Çözemeyiz, dedi birisi. Sen katilsin çünkü.
- Asıl katiller sizlersiniz, diye bir kafa savurdum polise, ama kafa değmedi adama. Düşüp yere yığıldım. Kaldırmak istiyorlar direniyorum.
- Çocuğumu almadan gitmem.
Hepsinin suratı gerçekten kiralık katillere benziyordu. Sonunda birisi “bunun çocuğunu alın birlikte götürelim” dedi de öylece karakola gittik.
- Yani sen diretmesen çocuğu evde yapayalnız bırakıp, seni de alıp gidecekler.
- Herhalde. Karakolda beni attılar bir hücreye. "Çocuğumu verin" diye bağırıyorum hiç aldırış etmiyorlar. Evden karakola giderken gördüğüm son görüşüm oldu yavrumu. Korku ve panik içinde kalmış ağlıyordu...

12

Mahpushane çeşmesi
yandan akıyor yandan
mahpusluk bir şey değil
ayrılmak var bir candan…

Mantıvar iyice dolmuştu. Sesi titreyerek ve zor çıkıyordu. Cengiz hemen yerinden kalkıp Mantıvar'ı kucakladı. Başını göğsüne yaslayıp sırtını ovmaya başladı. Mantıvar'ın yüreğini kaplayan acı dalgası kabardı kabardı ve hıçkırıklara boğularak taştı. O koca kavga kartalı bir küçük serçe yavrusu gibiydi şimdi. Çığlık fırtınası gibi boşaldı dışarıya gözlerinden yaşlar. Cengiz bebek gibi kolları arasında sardı onu. Yarım saat öylece kaldı. Sonra sakinleşti yavaş yavaş. Başını kaldırıp Cengizin koluna koydu. Uyur gibi bir hale girdi beş- on dakika. Cengiz de dolukmuştu. İkinci bir hıçkırıkta koroya o da katılabilirdi. Ama ağıt faslı bitsin ve Mantıvar sakinleşsin diye kızın yüzünü, saclarını, ellerini sürekli okşuyordu. Sonunda Mantıvar kalkıp banyoya girdi. Yüzünü yıkayıp geldi.

Ortaya bir sessizlik çökmüştü. Kimseden çıt çıkmıyordu. Cengiz kalkıp kahve yaptı. Getirip masaya koydu. Mantıvar kahveden bir yudum alıp geldi Cengiz'in kucağına oturup, başını göğsüne yasladı yeniden. Cengiz onu kollarıyla sardı iyice. Yüzünü kızın mısır püskülü saçlarına gömdü. Konuşmak istiyor ama ağzından tek söz çıkmıyordu. Sonunda kendini zorlaya zorlaya sorabildi.
- Çiçeğim devam edebilecek misin?
Evet anlamında başını salladı mantıvar. Ağladıktan sonra iyice boşalıp, gevşemiş ve rahatlamışa benziyordu. Başladı yeniden öyküyü bıraktığı yerden anlatmaya.
- O gün beni nezarete attılar ve hiç bir işlemde bulunmadılar. Ne ifademi aldı polis, ne savcı geldi ve ne de mahkemeye çıkardılar. Doktora gereksinim duyduğumu söylememe karşın hiç bir işlem yapmadılar. Beni saldırgan ve düşman; Johny'yi ise dost ve mağdur ilan etmişe benziyorlardı. Bana polis merkezinde akşam geç vakte kadar yemek ve su bile vermediler.
İkinci gün sivil polisler ifademi aldılar. Olayı olduğu gibi anlattım. Bana, ulusuma ve kültürüme hakaret ve küfür etti. Gözümün üzerinde yumruk patlattı. Bende kendimi savunmak için bıçağı kaptım. Bıçağı elimden almaya girişti ve o kapışmada yaralandı, diye bağladım ifademi.
Karakoldan sonra mahkemeye geldik. Mahkemede de aynı şeyleri anlattım ve poliste olduğu gibi doktora gereksinim duyduğumu belirttim. Johny'den davacı olduğumu söyledim. Ayrıca kızımı da istedim. Beni tutuklama kararı verdi mahkeme. Hastaneye sevkimi reddetti. Güya tutuklu bulunduğum yere doktor gelecekti. Bunun üzerine mahkemede sinirlerim boşandı bağırıp çağırdım. Beni sürükleyerek hapishane arabasına götürdüler.
Dört gün sonra doktora gösterildim. Gözümün şişi iyice inmişti. Morluklar da nerdeyse tamamen temizlenmek üzereydi. Yine de doktor göz bölgesinde darbe saptaması yapıp rapor etti. Durumu ona da anlattım. Korkulacak bir şey olmadığını kişisel savunmadan dolayı ceza bile almayabileceğimi belirtti. Üstelik ruh sağlığımın kontrol edilmesi için bir yazı yazdı.
İki hafta sonra beni ruh sağlığı hastanesine götürdüler. Geliş gidişler hep aynı. Ellerim her iki yandan birer polisin eline kelepçeli. Psikiyatristler büyük bir deprasyon geçirmekte olduğumu, sinir sistemimin felce uğradığını, ruhsal tedavi gereksindiğimi belirlediler.
Bir buçuk ay hastanede kaldım. Benim anladığıma göre sürekli bana uyuşturucu ilaç verdiler. Uyuşuyordum genellikle ilaçların etkisinden. Bol bol uyumaya başladım. Sinir sistemim yok olmuş gibi bir hale gelmiştim. Hastaneden geri hapishaneye getirdiler.
- Hapishanede saldıran felan olmadı mı? Hani filmlerde görürüz ya, hapishane ağaları, haraçcılar, kabadayılar yok muydu?
- Olmaz olur mu hiç? Hepsi var. Hapishaneler evrensel yerlerdir.
- Nasıl insanlar genellikle? Suçlarının türleri ne?
- Hep adli suçlular. Çoğunluk uyuşturucu sanığı. Hırsızlar, katiller, dolandırıcılar, çocuk fuhuş tüccarları... Genelde ruhsal durumları iyi olmayan insanlar. Kültürel gerilik egemen hepsinde. Dünyadan bihaberler. Genel olarak yaşamları boyunca toplumun kenarında yaşamaya itilmiş insanlardı hepsi de.
- Sana kabadayılanan olmadı mı peki?
- Olmadı. Ben hapishaneye varmadan önce namım ulaşmış. Polis bilgi vermiş. "Çok tehlikeli bir katil. Polisi görev başında bıçakla doğrayıp komaya soktu." gibi şeyler söylemişler. Ben hapishane koğuşuna girince hepsi gelip geçmiş olsunda bulundular. Yatağımı yaptılar. El üstünde yaşadım hapishanede. Dünyanın her yerinde bütün mahkumlar polisten nefret ederler.'Polis şefini yere sermiş yiğit kadın' diyorlardı. Bana da sorduklarında sana söylediğim gibi "salladım bıçağı iki kere, yığılıp kaldı yere" diyordum. Hepsinin gözünde kahraman gibiydim.
Hastaneden hapishaneye geldikten sonra da sinirsel ve ruhsal tedaviye devam ettim. Yanılmıyorsam iki kez hastaneye götürülüp kontroldan geçirildim. Son kontrolde genel olarak düzeldiğimi ama, ani olaylar karşısında yeniden sinir şokuna girme olanağımın da olası olduğunu belirttiler.
Mahkeme başladığında benim genel durumum böyleydi.
- Johny mahkemeye gelmiş miydi?
- Hayır gelmemişti. Avukatı vardı. Benim avukatımı sordular. Avukatımın olmadığını söyledim. Yargıç mahkemeyi avukatsız sürdüremeyeceğimi belirtti. Yargıca, Avustralya'ya üç yıl önce geldiğimi, gelişimin ikinci ayında gebeliğimin başladığını ve iki yıldır da evde bebek büyüttüğümü, kendi bütçemin hiç olmadığını, Johny'nin kölesi gibi yaşamaya zorlandığımı ve avukat tutmamın olanak dışı olduğunu belirttim. Mahkeme benim için yasal yardım avukatı istenmesi kararı çıkarttı. Birinci duruşma böyle sona erdi. İkinci duruşmaya avukatla girdim.
- Avukat ikinci duruşma öncesinde seninle görüşüp bilgi aldı tabi.
- Ne gezer. Avukatla mahkemede karşılaştık. Duruşma salonuna girdikten sonra birisi yanıma geldi. "Ben senin avukatınım bayan Sarıyar" dedi. Avukata Hastane raporlarını istemesini ve benim de Johny'den davacı oduğumun kaydedilip mahkeme açılmasını istedim. Johny'nin bana ağır kişisel ve ulusal hakarette bulunduğunu ve beni öldürmek için saldırdığını, gözüme yumrukla vurup şişirdiğini iddia edip davacı olmak istedim ama yapamadım. Avukat benim kişisel davamı kendilerinin yapamayacağını, özel avukat tutmam gerektiğini söyledi. Mahkemeye suç duyurusu verdim hiç ilgilenmedi.
Benim avukat aslında benim avukat değil, karşı tarafın yalancı şahidi gibi çalıştı. Benim istediğim hiç bir şeyi savunmadı. Kukla gibi durdu yanımda tüm duruşmalarda. Sonunda avukatı reddettim. Kendi kendimi savunmaya çalıştım. Karşı taraf benim kendimi savunmamı sürekli sabote etti. Ben Johny hakkında konuşunca yargıç konu dışı deyip sözümü kesiyordu. Son celsede mahkemeyi de protesto ettim. Sinir sistemin alt-üst olmuştu yine. Mahkemeyi ve yargıcı taraflı ve ırkçı olmakla suçladım. Ve bıraktım savunmayı...
- Johny'den ne haber? Mahkemeye gelemiyor mu daha?
- Johny son iki duruşmaya geldi. Mahkeme onu tanık olarak dinledi. Hiç olmamış bir sanaryo anlattı. O sabah kendisi göreve gidiyormuş. Evden ayrılırken çocuğun ağladığını duymuş. Bana çocukla neden ilgilenmediğimi sormuş. Ben de kendisine ve çocuğa küfretmişim. " Bir polis ve onun picine hizmet etmekten bir komunist devrimci olarak utanç duyduğumu" söylemişim. Kendisi beni uyarınca saldırmışım ve ayağım kayıp düşmüşüm. Kaşım mutfak dolabına çarpıp yaralanmış. Kendisi beni yerden kaldırmak isterken bıçağı kapıp karnına ve göğsüne saplamışım.
- Mantıvar çiçeğim, dedi Cengiz. Benim anlayamadığım bir durum var burada. Seni dava eden ve davacıya tanıklık eden aynı kişi, yani Johny. Bu nasıl oluyor?
- Çok ilginç değil mi? Beni mahkemeye veren, yani davacı Johny değil ki.
- Ya kim
- Devlet. Yani emniyet örgütü. Ve benim suçum görevi başında memura saldırıp, öldürme kasdıyla yaralamak. Benim iki tane doktor raporum olduğu halde, ve benim kendimi savunmak güdüsüyle bıçak kullanmaya zorlandığım apaçık ortada durduğu halde ben mahkum edildim. Sonuç; beş yıl hapis cezası. Hafifletici nedenler, yani benim Avustralya yasalarını bilmemem, ruh sağlığımın bozuk oluşu, felan feşmekandan ötürü iki yıl onbir ay yatıp çıktım.
- "Kadı ola davacı, mübaşir dahi şahit, ol mahkemenin hükmüne derler mi adalet? "
- Tıpatıp aynısı. Güya demokratik bir ülkenin bağımsız yargısı. Ne kadar iki yüzlüdür burjuvazinin adaleti ve tüm sistemi. Beni yargılayan bu 'demokratik' mahkeme Türkiye'deki 12 Eylül mahkemelerinden sadece görünüşte farklıydı. Özde hiç bir farklarını göremedim ben.
- Hapishaneye konuldunuz?
- Hapishanedeydim zaten sekiz aydır. Duruşmalar altı ay sürdü.
- Öyle ya! Hapishanede zaman nasıl geçti? Neler yaptın orada? Alelade insanlar gibi yatıp uyumadın herhalde.
- Mahpusluk çok zor geldi bana. Ben memlekette yasa dışılık şartlarında, özgürlüğü sınırlı olarak da yaşadım. Ama yine de özgürdüm. Hapishane sıkıyordu beni. Oysa benim bulunduğum hapishane eski usül koğuş sistemi olan, işyeri ve çalışma olanaklarının olduğu bir hapishaneydi. Atölyesi vardı. Çok düşük bir ücret karşılığı mahkumları çalıştırıyorlardı. Orada çalışmak için başvurdum kabul etmediler. Gerekçeleri yeterinden fazla çalışanın olduğu ve daha fazla çalışana gereksinim duymadıklarıydı. Ama benden sonra defalarca yeni mahkumlara iş verdiler. Ben hep iş isteğimi yineleyip durdum. Son bir yılda bana iş verdiler. O da mahkumların dayatmasıyla oldu. Hapishanede benden yoksul kimse yoktu. Hep parasızdım.
- Devlet yardım vermiyor mu mahkumlara?
- Veriyor. Ama yeme, içme, temizlik, giysi, barınma gibi şeyleri temin ediyor yalnızca. Sonuçta mahkum, eğer parası gelmiyorsa veya çalışamıyorsa küçücük bir harçlığa, bir kahve parasına bile muhtaç olarak kalıyor hapiste.
- Resim çalışması, heykel felan yok muydu?
- Vardı ama bunları çalışamadım. Malzemeleri pahalıydı. Malzeme alacak param yoktu. Kadın mahkumlar da bu işlere pek ilgisizdi zaten. Atölye boştu hep.
- Bayan mahkumlar genellikle işin dışında nelerle uğraşıyorlardı?
- Çoğunluk düzenli uğraştan uzaktı. Genellikle yapılanlar ise el işleriydi. Daha çok da örgü işleri. Ben de biraz uğraştım örgü işiyle. Arkadaşlar tığ ve ip verdiler. Bebek patiği, kazağı, etekliği ördüm.
- Peki sonra ne yaptın o ördüklerini?
- Hiç bir şey yapmadım. Duruyorlar. Dolabımda.
- Peki görebilir miyim onları, eğer bir sakıncası yoksa?
Mantıvar kalktı. Yatak odasına girdi. Dolabı açıp içindeki çantadan kızını hayalleyerek, onun için ördüğü etek, çeket ve patiği getirdi. Masanın üzerine koydu. Cengiz’in gözleri faltaşı gibi açıldı örgüleri görünce. Bunlar öyle düz bir işçilikle kullanım amaçlı örülmüş örgüler değildi. Renkli ve desenli, üzerinde daha çok çiçek figürleri olan özenle yapılan şahaserlerdi. Yürekten gelen bir coşkuyla, sanatkar ruhuyla yapılmışlardı. Eteklik üzerine minik kuşlar ve çeketin yenlerine bebek başları işlenmişti.
Mantıvar kahve yapıyordu. Cengiz tuvalete gitti. Tuvalette, hapishanedeki Mantıvarı hayal etti hep. Kızına olan özlemini onun için ördüğü giysilerle karşılamaya çalışan bir anne canlandı gözünün önünde. Acayip duygulanmıştı. Gelip Mantıvar'a sarıldı. Kahvelerini içerlerken;
- Sen dedi Cengiz Mantıvar'a, benim kafamda ve kalbimde dünyanın en iyi annesisin. Dünyanın en derin yürekli insanısın. Ve gelmiş geçmiş tüm devirlerin en güzel kadınısın...
Mantıvar hiç konuşmadı. Herhalde konuşsa bu konuşma ağıda dönüşecekti.
Mutfak dolabından sazdan örülmüş bir tabağa meyve koyup getirdi. Meyveleri yerken yeniden söyleşiye başaladılar.
- Hapishanede bol bol kitap okudum. Kitap okuma sayesinde İngilizce'yi de iyice ilerlettim. Başka da bir olanağım yoktu. Bol bol da hayal kurardım. Çocuksu hayaller.
- Ne üzerine genellikle bina ederdin bu hayalleri?
- Bu da sorulur mu hiç? Hayal ve düş insanın gerçekte yapamadığı, başaramadığı bir işi, çözemediği bir sorunu rüyada veya hayalinde yaparak ve çözerek rahatlaması gereğinden doğar. Ben hep kızımı hayal ederdim. Onu düşümde görürdüm hep.
- Bir düşünüzü anlatabilir misiniz bana?
- Düşümde bir bulutun arkasından güneşin ilk ışınlarıyla çıkar gelirdi bana doğru. Ben kollarımı açar beklerdim. Tam yakalayıp sarılacağım anda bir küçük kuş olup uçardı. Koşardım ardından. Sonra bir kara kuş gelir, pençesiyle kapar onu götürürdü bir kara bulutun içine yeniden ve kaybolurdu karanlıklarda. Ben ağlayarak uyanırdım.
Bazan onu mahkemede görürdüm. Avukat olmuş, beni savunurken. Bazan sureti belirmezdi gözlerimde. Sadece sesini duyardım. Bir uzak yerden gelirdi sesi. Anlaşılmazdı ne söylediği pek. Sonra ses yankılara karışıp, dağlara çarpa çarpa uzayıp yok olurdu. Ben bağırarak uyanırdım. Koğuş arkadaşlarım korkar olmuşlardı benim bu düş görmelerimden. Yıllar geçip gittikçe, düşlerim de azaldı.
- Mahpusluk bitti. Çıktın dışarıya. Ondan sonraki süreçte nasıl bir seyir izledi yaşam maceranız?
- Hapishaneden tahliye olmadan sekiz ay önce konut bakanlığına baş vurup kendime barınak istedim. Dışarı çıkmama iki ay kalana dek bekledim. Hiç bir yanıt alamadım. Durumu bir mektupla hapishane yönetimine bildirip hapishanede kalmak zorunda olacağımı belirttim. Hapishane müdürü beni çağırdı konuştuk. Beş parasız, kimsesiz, hiçbir barınma olanağı olmayan birisi olduğumu ve hapishanede kalmaktan başka bir seçeneğe sahip olmadığımı anlattım. Müdür kendisinin bizzat ilgileneceğini belirtti. Ve ilgilendi de kanımca. Tahliye olmama iki hafta kalmıştı ki, konut bakanlığının bana barınak ayarlandığını bildiren mektubu geldi. Tahliye günü yaklaşan mahkumlar haftalar öncesinden çıkış hazırlığına başlıyordu. Ben ise kendimi hapishanede kalmaya ayarlıyordum. Kadınlar soruyorlardı hep;
- Mantıvar günün ne zaman bitiyor?
- Yirmi gün sonra.
- Çıkınca ne yapacaksın?
- Çıkmayacağım ki.
- Kız sen delirdin mi yine? Ne demek çıkmayacağım?
- Benim ne barınacak bir yerim var. Ne sığınacak bir kimsem... Dışarda nasıl yaşarım ki? En iyisi burada kalmak. Devlet bana bakmak zorunda değil mi?
Kadınların kimi şaka yaptığımı sanıp gülüştüler. Gülmemelerini, şaka yapmadığımı söyledim. Bozuldu zavallılar. Kimi ağlamaya başladı, kimi küfretmeye... Taşrada yaşayan annesinin yanına gitmemi önerenler bile çıktı içlerinden. Konut bakanlığından olumlu yanıt gelince hemen muştuyu verdim onlara. Çok sevindiler. İstisnasız hepsi de adresimi aldı. Üç- beş ay sonraları hapisten çıkıp ziyaretime gelenler bile oldu içlerinden. Suç işlemiş, kötü yollara girmiş, kişiliklerini zedelemiş de olsalar hepsinin yüreğinin bir yerinde insanlık cevheri olduğu gibi duruyordu mahkumların. Hepsi sistemin günahını çekiyordu. Cahillikleri, kötü düşünceleri, yanlış yollara sapmaları hep sistemin ürünüydü. Sistem onları öyle eğitip, öyle sevk ediyor ve sonunda suçlu sandalyesine oturtup yargılıyordu. Tümünün
bilgisinin, görgüsünün anlayış ve kavrayışının tek kaynağı televizyondu.

13

Torbamı aldım elime
kanatsız kalmış bir kuş gibi
yürüdüm toplumun derinliklerine….

Daha önce söylemeyi unuttum. Olay günü beni evden adeta sürükleyerek götürmüşlerdi. Ve ben el çantamı dahi alamamıştım yanıma. İlk iki günü polis merkezi ve mahkemede üzerimdeki giysilerle geçirdim. Poliste, mahkemede ve hapishanede sürekli giysilerimin getirilmesi isteminde bulundum. Ama bir türlü giyecek ve öteki kişisel eşyalarımı getirtemedim. Üç yıla yakın mahpusluğu hapishane giysileriyle geçirdim.
Hapishaneden elimde bir ağzı büzgülü bez torba, içinde üç- beş tane iç çamaşırı ve pijamalarımla çıktım dışarıya. Üzerimde yine oraya üç yıl önce ilk geldiğim zaman giydiğim keten pantolon ve önü fermuarlı eşofman üstü vardı.

Mantıvarın hapishane çıkışı Cengiz'de bir garip duygulanım yarattı. Bir an içinde kendini eşsiz dostsuz, tüm insanlarca dışlanmış olarak yeryüzünde bir başına kalmış gördü. Gönlünü derin bir hüzün kapladı. Ne kadar acı ve derin yaralarla doluydu böyle bu kızın yaşam yolları. Mantıvar'a sarıldı. Başını kızın saçlarına gömdü. Bereket versin gözleri kuruydu. Kolay kolay ağlayamazdı. Daha doğrusu göz yaşını dışarıya akıtamazdı.
İkindi sıcağı iyice bastırmıştı. Üzerinde koca bir ağırlık vardı. Banyoya girip duş alacağını söyledi.
- Üzerindekileri geri giyme canım, dedi Mantıvar. Ben sana çamaşır vereyim.
Cengiz duş alırken Mantıvar leylak rengi bir tişörtle paçası nispeten genişçe olan ve lastiği sıkı bir alt giysi getirip bıraktı. Cengiz, Mantıvar'ın getirdiği yeni çamaşırları giyinip kendininkileri çamaşır sepetine attı. Sepetin içi çamaşırla dolmuştu. O an Mantıvar’ın çamaşır makinasının olmadığını anımsadı. Zavallı kadıncağız bunca çamaşırı eliyle yıkayıp sıkacaktı. Bu devirde Mantıvar gibi birisinin elde çamaşır yıkamak zorunda kalmasını kendisinin bağışlanmaz bir ayıbı saydı. Daha önceleri de çamaşır makinası kullanmıyordu bu kız, ama o zamanlar mahallelerdeki topluma açık çamaşırhaneleri kullanıyordu. Bu yeni semtte ise öylesi şeyler yoktu. Olsa bile Mantıvar'ın öyle herkesin gelip gittiği, girip çıktığı yerlere uğraması sakıncalı olabilirdi. Üstelik ilişkilerinin düzeyi de artık eskisi gibi değildi. Mantıvar'ın başına gelebilecek her olumsuz olaydan kendisi de sorumluydu. Onunla gerçek yaşam arkadaşı olmuşlardı. O an orada, hemen çarşıya çıkıp bir çamaşır makinası almayı kararlaştırdı.
- Duş alınca birazcık hafifledin mi bari.
- Hem de nasıl?
- Acıkmadık mı? Ne pişireyim akşama? Sevdiğin bir yemek söyle.
- Ben senin yaptığının hepsini severek yiyorum. Ama yemek yapmayalım. Kalk dışarı çıkalım. Yemeği dışarda yeriz. Ayrıca ben birşeyler satınalacağım.
- O zaman ben de bir duş alayım.
- İyi edersin. Ama biraz hızlı olmamız gerek. Mağazalar kapanmadan bir saat öncesinde Airport West alış veriş merkezinde olmamız gerekiyor.
Geceliğini çıkarıp duşun altına girdi Mantıvar. Beş dakikada yıkanıp çıktı. Üzerine yazlık bir elbise giydi. Çantasını omuzuna attı. Sevdalı gençler gibi el ele çıktılar dışarıya.
Cengiz arabayı doğru Mattew sokağına sürdü. Bir büyük beyaz eşya mağazasının önünde durdular. İnsanların arı kovanı gibi girip çıktığı bu koca mağazanın koca kapısından içeri girip, doğruca çamaşır makinalarının bulunduğu bölüme yöneldiler. Cengiz hemen çamaşır makinalarını incelemeye girişti. Küçük makinelerden ama kaliteli birini seçip;
- Bu nasıl sence çiçeğim, dedi Mantıvar'a.
- Aslında gerek yoktu, dedi Mantıvar, ama ben senin duygularını anlıyorum. Biliyorum ki mutlaka alacaksın. Benim için hepsi iyidir.
Cengiz satış elemanını çağırdı. Satış işlemleri bitip parayı ödeyince makinayı arabaya yükletti görevliye. Oradan Safeway'e gidip deterjan satın aldıktan sonra, akşam yemeği için Marryburnong ırmağının üzerindeki kebapçıya geldiler.
Dışarıda, ırmak tarafındaki masalardan birine oturdular. Irmakta bazı gençler botlarla geziye çıkmışlardı. Güneş iyice batıya evrilmiş, hava serinlemişti. Deniz tarafından iç kesimlere doğru çok hafif bir yel esiyordu.
- Tıpkı Akdeniz akşamları gibi dedi Mantıvar. Çok güzel bir yer burası, öyle değil mi?
- Evet güzel. Bu memlekette garbi yeli olmaz ama bu akşam tıpkı garbi gibi esiyor. Göksu üzerindeki çay bahçesinde sanıyor insan kendini...
- Oraları bunca uzun zaman geçmesine karşın hiç unutmamışsın.
- Sen unuttun mu?
- Olanaklı mı unutmak?
Garson kız geldi sipariş almak için onlar geçmiş yıllara yolculuğa çıkmışken. Karışık döner, humus, cacık, salata ve pilavdan oluşan bir tabak istediler.
- Çok sakin ve sapa bir yer dedi Mantıvar.
- Ben de zaten sakin ve sapa bir yer olduğu için buraya getirdim seni.
Yemekleri geldi. Yemeklerini yemeye başlamışlardı ki;
- Merhaba gardaş. Yarasın! Sözüyle irkildiler.
Aksiliğe bak! Cengiz'in eski bir arkadaşı, Hasan başlarında dikiliyordu. Masaya buyur etmek zorunda kaldı bu davetsiz misafiri Cengiz. Dedi kodu olacağı kesindi. Hemen Mantıvar'ın kim olduğunu sordu Hasan. Cengiz " ne desem inandıramam bu adamı" diye düşünerek, arkadaşı olduğunu belirtti. "Şu şanssızlığa bak", diye düşündü Mantıvar. "Nereye gitsek bir tanıdık çıkıyor karşımıza. Oysa biz bu kuytu köşede kimselere görünmeyeceğimizi düşleyerek huzura ermiştik."
Hasan Cengiz'in Avustralyaya geldiği ilk günlerden beri tanıştığı bir kişiydi. İlk yıllar ailece sık görüşürlerdi. Sonraları Hasan'ın karısı üç çocuğunu bırakıp bir başka adamla kaçmıştı. Bu olaydan sonra Hasan toplumla ilişkilerini iyice kopardı. Yıllar sonra yeniden evlendi. Topluma girmeye çalışıyordu. Kendine yeni bir iş kurmuştu. İkinci el arabalar alıp satıyordu. Bu arada yeni bir oğlu doğdu. Ama oğlu iki yaşındayken karısı öldü. Çocuğu ablasına bakıma verdi. Şimdi yine bekardı. Büyük ihtimal yeni bir eş arıyordu kendisine.
Cengiz Mantıvar'la davetsiz misafir diye nitelediği eski arkadaşını tanıştırdı.
- Arkadaşım Zeynep ve arkadaşım Hasan.
- Memnun oldum, deyip elini uztan Mantıvar'a;
- Merhaba, nasılsınız yenge diye hitabetti Hasan.
- Zeynep benim eşim değil arkadaşımdır Hasan, diye uyardı onu Cengiz.
- Ha eş, ha arkadaş! Ne farkeder be gardaş..!
Ne desindi bu uyaklı atasözüne Cengiz usta? Hasan'a da yemek ısmarlamak düşüyordu ona yalnızca. Ama öteki kabul etmedi. Arkadaşlarının geleceğini, onlarla birlikte yiyeceklerini bildirdi. Bu sözü duyunca Mantıvar'la Cengiz yemeklerini bozguna uğramış bir ordunun kaçan neferleri gibi aceleyle yeyip, Hasan'ın arkadaşlarına görünmemek için çabucak oradan tüydüler. Doğru eve gelip çamaşır makinasını yerleştirdiler. Mantıvar Anadolu usulü çay demledi...

...o0o…

Sabahın erken saatında yola çıkan Cengiz, havaalanını geçerken piste konan uçağı seyretmesi yüzünden büyük bir kaza yapmaktan kıl payı kurtuldu. Nerdeyse şarambole yuvarlanacaktı. Son anda farkedip direksiyonu hızla sağa kırdı. Araba dengesini kaybetti. Sağa- sola bir iki kere gidip geldi. Bereket o saatta yolda pek trafik yoktu. Gengiz iyice korkmuştu. Dizleri titremeye başladı. İlerde arabayı kenara cekip durdu. Çantasındaki maden suyundan biraz içip, sakinleşmeyi bekledi. On dakika kadar zaman geçtikten sonra yeniden yola düştü. Sunbury'deki gösterim evinin son işlemlerini yapacaktı. Bulla deresini dikkatlice inip yokuşa tırmandı. Hep yolun solundan sürüyordu arabasını.
Evin duvarları ve kapı kasalarında bir yığın özür açmıştı elektrikçi, su tesisatçısı, halıcı ve diğer çalışanlar. Fayansçı banyo, tuvalet ve çamaşırhanenin duvarlarını fayans macunuyla adeta sıvamıştı. Hepsine sunturlu birer küfür salladıktan sonra hızla işe başladı. Öğleden önce pislikleri temizledi, tamirleri yaptı ve gerekli yerleri boyadı yeniden.
Sunbury'den Hilside'daki unitlere geldi. Bazı eksiklikler vardı. Duvarda delikler açılmış, geri tamir edilmemişti. Acıktığını hissetti. Saat bire geliyordu. Canı çalışmak istemedi. Eksiklikleri bahane edip ayrıldı oradan. Yolda yapımcıya telefon edip gerekenleri söyledi. O gün Mantıvar lokantada işe başlayacaktı. Birlikte gider ve öğle yemeğini de orada yeriz diye planladı.
Cengiz geçen akşam Mantıvar'a öğleyin saat birde kendinde olacağını söylemişti. Saat birbuçuktu. Telefon çaldı. Telefonun ekranına baktı.
Mantıvar'dı telefon eden.
- Merhaba çiçeğim.
- Canım nerede kaldın?
- Beş dakikada sendeyim.
- Tamam...
Cengiz geldiğinde Mantıvar masaya yemek koymuş bekliyordu.
- Niçin zahmet edip yemek pişirdin dedi Cengiz. Lokantaya gideceğiz ya. Orada yerdik yemeğimizi.
- Önemli değil canım. Hele işi alalım. Sonra çok yemek yeriz lokantada. Gerçi lokantaların yemekleri pek sağlıklı sayılmaz ya, biz yine de yiyoruz.
Yemeklerini yeyip, çay içmeden lokantaya gittiler. Bu kez bayan patron oradaydı. Cengiz selam verip arkadaşını getirdiğini söyledi.
- Abey biz ırgatımızı alıverdik. Siz zamanında gelmediniz işlemeye.
- Bize senin beyin bugün gelmemizi söyledi ama.
- Oncağız bilmez bu işleri.
- Yani şimdi biz işi kaçırdık mı?
- Başka bir zamana oluverir inşallah.
Şok olmuşlardı. Hemen çıktılar dışarı. Cengiz terbiyeli bir küfür savurdu lokantacı karı- kocaya. Mantıvar güldü.
- Bir de yemek yemeyi planlıyordun bugün burda. Kadında hiç bir değer yargısı yok ki sözünde dursun. Baksana nerdeyse bizi suçlayacaktı.
- Haklısın çiçeğim. Benim bir fikrim var. Gel, boş ver şu lokanta işlerini. Bizim kendi işimiz var. Kendi işimiz dururken başkasının işçiliğini yapmanın bir anlamı yok bence. Çalışıyoruz işte yavaş yavaş. Hiç bir kaygın olmamalı bu hususta. Şimdi biraz alışveriş yapıp eve gidelim ve bir yorgunluk çayı içelim birlikte.
- Ben senden önce razıyım seninle çalışmaya.
Sol eliyle Mantıvar'ı belinden saran Cengiz;
- Canımın çekirdeği... deyip arkadaşının yanağına bir öpücük kondurdu.
- Ben alışveriş yaptım dün, dedi Mantıvar. Dolapta birşeyler koyacak yer kalmadı.
- O zaman doğruca eve yorgunluk çayı içmeye.
Mantıvar bir kahkaha attı.
- Yorulduk mu ki, yorgunluk çayı içelim?
- Belli mi olur, dedi öteki. Bakarsın eve vardıktan sonra orada yoruluruz.
İkisi birlikte katıla katıla güldüler.
Eve geldiklerinde Mantıvar Cengiz'in boynuna geçirdi kollarını. Sarılıp doyasıya öpüşüp koklaştılar. Cengiz Mantıvar'a;
- Şimdi yorulmayalım çiçeğim, dedi. Sonra yoruluruz. Sen şimdi bir çay demle. Ben de duş alayım. Ondan sonra da şu mahpusluğunun bitimi sonrasını anlat bana. Meraktan çatlayacağım kaç gündür.
- Tamam canım. Üzerinden çıkardıklarını makinaya koymayı unutma.
Cengiz yatak odasına geçti. Soyundu. Oradan da banyoya girdi. Önce tuvalete oturdu. Rahatça, acelesizce ihtiyacını giderdikten sonra dikelip aynanın karşısında kendi yüzünü bir gözden geçirdi. Geçen akşam traş olmadan yattığını anımsayıp eliyle suratını yokladı. Sakalı diken gibi batıyordu. Traş köpüğünü yüzüne sürüp, eliyle ovaladıktan sonra sakalını jiletle kazıdı. Eliyle yüzlerini yeniden yokladı. Batma felan yoktu. Duşu açıp, kendini suyun altına bıraktı. Sıcacık su ona doyumsuz bir rahatlama veriyordu. Başını ve bedenini Mantıvar'ın lavanta sabunuyla sabunladı. Keşke Mantıvar da şimdi birlikte suyun altında olsaydı diye düşündü. Sarılıp yıkanırlardı. Değişik bir taddı belki böylesi bir duş alış. Duş kabininin iki kişiye dar geleceğini düşündü sonra. Mantıvar çay demlemeye başlamıştı. Üstelik duş keyfi sürmeye zaman da elverişli değildi. Ama mutlaka günün birinde Mantıvar'la birlikte duşa girecekti. Bir sonraki, bilinmez sefere erteledi düşünü. Mantıvar'ın havlusuna sarınıp yatak odasına geçti. Çamaşır çekmecelerini karıştırdı, geçen hafta sonu çıkardığı kendi çamaşırlarını bulamadı. Yeniden Mantıvar’ın temiz iç çamaşırlarını giyinip çıktı.
Mantıvar çayı demledikten sonra akşam yemeği için sabah buzluktan çıkartıp dolaba koyduğu kuşbaşı eti sıcak suya koyup dinlenmesini sağladı. Değişik sebzeler doğrayıp yıkadı. Fırını yaktı. Sıcak suda dinlenen etleri küçük tencerede kendi suyuyla haşladı. Haşlanan etleri tepsiye aktarıp yerleştirdi. Etlerin üzerine de sebzeleri serpiştirdi. Tuz, biber, kekik, maydanoz, nane, fesleğen tozlarını serpti üzerine ve bir kaç parçacık tereyağı koydu ve fırına sürdü.
- Benim çamaşırları bulamadım. Yeniden seninkileri giydim, dedi Cengiz.
- Ben sana yenisini vereyim. Çıkar o kirlileri.
- Kirli değil bunlar. Senin yeni çamaşırların.
- Seninkileri yeniden yıkamak için tekrar makinaya atmıştım.
Katıla katıla güldü Cengiz.
- "Kırk günde arınmaz kirimiz bizim! "
- Kirli olan çamaşır olsun. Kötü olan şey insanın yüreği ve beyninin kirlenmesidir. Senin ne koşullarda çalışıp, ne koşullarda yaşadığın ortada. Olacak o kadar kirlenme. Sıkma canını. Hem burada biriksin biraz giysilerin. Arada bir değiştirirsin. Benimkileri belki karın görüp savaş başlatabilir üstelik.
- Korkma göremez. Benim odam ayrı. Onunla hiç ilişki kurmuyorum. Nasıl görsün ki?
- Senin çamaşırları o yıkamıyor mu?
- Çocukların çamaşırlarıyla birlikte yıkıyor bazan. Ama, seninkileri eve hiç bırakmıyorum. Değiştiğimde torbalayıp kendimle getiriyorum.
Mantıvar çayları f’incanlara doldurup masaya indirdi ve içmeye başladılar.
- Başla hemşehrim dedi Cengiz. Bu yeni yaşamının çok ilginç olacağını düşünüyorum ben.
- Fırının ateşini kısayım başlayacağım.
- Sen yemek mi yapıyorsun?
- Evet. Akşama birlikte yiyeceğiz.
- Ne yapıyorsun?
- Sebzeli kebab.
- Fırında pişen yemekler leziz olur. Gerçi Mantıvar'ın her şeyi lezizdir bana göre...
Hafif bir kahkaha attı Mantıvar. Çayından bir yudum aldı.
-Hapishane kapısından çıktıktan sonra üç yıldır göremediğim sokaklara, ağaçlara, insanlara uzun uzun durup, baktım. Başımı kaldırıp gökyüzünü doyasıya seyrettim. Derin derin nefes alıp verdim bir- iki kere. Sonra otobüse binip şehir merkezine indim. Otobüs şoföründen gideceğim yere
kalkan otobüslerin durağını sorup, öğrendikten sonra, şoförün tarif ettiği yere gidip, ikinci otobüsü beklemeye başladım. Durakta her türlü etnik kökenden yolcular vardı. Kimi Arapça konuşuyordu, kimi İngilizce, kimi Çince, kimisi de başka diller. Ben durağa vardıktan kısa bir süre sonra iki orta yaşlı kadın geldi. Kulak verdim. Kendi aralarında Türkçe konuşuyorlardı. Onlarla orada tanıştım. Gittiğim yeri söyledim. Kadınlardan birisi kendisinin de orada kaldığını belirtti. Çok sevindim. Birlikte gittik. Kadın önüme düşüp beni büroya götürdü. Büroda kaydımı yaptılar ve beni kalacağım daireye getirdiler. Bura iki odalı bir yerdi ve bir başka kadın da kalıyordu orada. Odamı gösterdiler. Eskiydi herşey. Yatak, masa ve öteki eşyalar hep kırık döküktü.
Başka olanağım yoktu ve zorunlu olarak orada yaşamak zorundaydım belli bir süre. Etrafı kabaca temizleyip yatağı düzenledim. Çarşıya varıp bir şeyler aldım yemek için. Eve geri geldiğimde ev ortağım gelmişti. Kapıyı tam kapatmamıştı. Mutfakta yemek hazırlıyordu. Kapıyı vurup girdim. Selam verdim. Selam aldı. Kendimi tanıttım. O da kendini tanıttı. Adı Selma idi. Ulusal kökenini sordum Türkiyeli olduğunu söyledi. Başladık kendi dilimizle konuşmaya. Selma ile ondan sonra iyi arkadaş olduk. Bir lokantada çalışıyordu haftada dört gün. Çok geçmedi aynı lokantada bana da iş buldu. Birlikte çalıştık bir yıla yakın. Daha sonra o tatile gitti memleketine. Dönüşte evlenip geldi. Evlendiği erkek gelince ben o daireden ayrıldım. Lokanta işini de bırakmıştım zaten. Lokantada çalışırken bir konfeksiyon fabrikasında iş bulmuştum. Konfeksiyon işi her bakımdan lokanta işinden daha iyiydi. Benim en iyi bildiğim işti.
Selma'nın eşi geldikten sonra ben piyasadan tek odalı bir apartman dairesi kiraladım. Yeni eşyalar satın aldım. Kafama göre bir ev kurdum yavaş yavaş.
Birazcık Selma'dan söz etmek istiyorum sana. Bu Selma da az çile çekmemiş birisiydi. Köyde doğup büyümüştü. Büyümüş denmez aslında. Çocuk yaşta evlendirilmiş zoraki. Bir güzel kadın. Selvi gibi narin. Endamı tam bir model. Deyim yerindeyse tam gül yüzlü bir kadın. Kocası olacak herif tam bir köy erkeği. Ama köy erkeği dediysem gariban, dünyadan bihaber ve cahil anlamında değil. Gerici, kaba, külhan, kazak bir erkek.
- Yani kısaca köy kabadayısı.
- Tam öyle. Kadıncağız buraya göçünce fabrikaya girmiş. Uzun yıllar çalışmış. Grevlere katılmış. Yaşamı pratikte öğrenmiş. Ve kendini de bir hayli eğitmiş. Ama,işin kötü yanı, bu kadın köy kabadayısı kocasının terörü altında yaşıyor uzun bir zaman. Adam çalışıp kazandığını kumara veren, kadının emeğine el koyup, o parayla hovardalığa çıkan birisi. Sözü uzatmayayım. Sonunda Selma ayrılıyor. Seninki bu olaya çok bozuluyor ve kadını evinin önünde yakalayıp memelerinden bıçaklıyor. Uzun süre kadıncağız hastahanede kalıyor. Hastahanede kalmakla iş bitmiyor elbet. Ruhsal bunalım geçiriyor. Uzun zaman tedavi görüyor.
- Peki ikinci evliliği mutlu muydu?
- Mutluydu. Kocası eğitimli bir adamdı. Üstelik çok insan sever biriydi.
Selma'ya ben de kendi öykümü anlatmıştım. Evlenip geldikten sonra Selma benim çoçuk sorunumu bir avukata sormamızı önerdi. Tanıdığı bir avukattan randevu aldı. Gidip konuştuk. Avukat çoçuğu bana vermeseler bile, bir annenin çocuğunu görmesini yasal olarak hiç bir gücün engelleyemeyeceğini söyledi. Dava açmamız gerekiyormuş mahkemeye. Avukat az bir ücretle bu işi yapabileceğini belirtti. Davayı verdim. Karşı taraf mahkemeye bir türlü gelmiyordu. İşi uzatıyorlardı bilerek. Sonunda geldiler. Yine benim karşımda emniyet avukatları ve Johny vardı. Avukatım herşeyi ayrıntılı şekilde açıklayıp hakkımı istedi. Avukat da, ben de ve diğer bir yığın kişi, herkes benim davayı kazandığıma kesin gözüyle bakıyorduk. Karar açıklandı. Ben terörist eğilim ve eylemleri olan ve aynı zamanda ruh sağlığı bozuk olan biri olarak tanımlanıp çocuğa yaklaşmamın tehlikeli olacağına karar verildi. Yargıç kararı açıklarken rahat konuşamıyordu. Yalan dolan bir karar verdiğini, daha doğrusu birilerinin bu kararı kendisine verdirttiğini dili beyan ediyordu.
Haksızlık karşısında şok olmuştum. Bir an bilincimi yitirip yargıca saldırmaya kalkıştım. Johny alçağını da ölümle tehdit ettim. Polisler çullandılar üzerime. Yaka paça dışarıya atıldım. Boğazıma bir hıçkırık düğümlenmişti. Hıçkırıyor, ağlayamıyordum. Elim kolum elektriğe tutulmuşçasına titriyordu. Avukat beni arabasına alıp hastaneye yetiştirdi. Sinir krizine tutulmuşum. İki hafta hastanede kaldım.
Hastaneden aldığım raporla iki hafta sonra işyerine dönmüştüm ki, kapıda durduruldum. Bekçi beni içeriye sokmadı. Çaresiz büronun açılmasını bekledim. Büro açılanda raporla birlikte personel şefine çıktım.
Şef raporumu okudu.
- İyi, güzel de, dedi, siz bir günlüğüne izin alıp gitmişsiniz ve bir daha işe geri dönmemişsiniz. İşe geri dönmediğinizden ve herhangi bir haber de bırakmadığınızdan işten otomatikmen ayrılmış sayıldınız.
- Hastaneden size bildirmiş olmaları gerekir. Ben hastane yetkililerine durumu anlatmıştım.
- Hayır sizin hakkınızda hiç bir haber almadık. Üzülerek söylüyorum, yerinize de yeni bir işçi alındı. Bu durumda sizin yapacağınız iş sadece beklemek. Bir işyeri açılınca biz seni çağıracağız ve yeniden işe alacağız. Şimdi muhasebeye gidin ve çıkış paranızı alın.
Beni böyle tatlı bir dille sepetledi şef. Muhasebe bürosunda elime bir zarf verdiler. İçinde benim içerdeki iki günüm, tatil günleri ve hastalık payım vardı. Epey bir para. Sevimdim bu kadar paraya sahip olmama. Ama düşündüm de. İşi terkeden bir işçiye bu kadar parayı vermezlerdi. Sonra öğrendim ki, hastaneden benim durumumu işyerine bildirmişler. İşyeri beni sakıncalı bularak işten çıkarmış ve benim işe gelmediğimi bahane etmiş. Tabi bana ödenmesi gereken tazminatın da üzerine yatmışlardı.
Bir kaç ay, başı boş dolaştım Sydney'de. Lokantalarda iş aradım. Bir kaç ay da lokantalarda çalışmaya çalışarak geçti. Acayip sıkılmaya başladım. Ne yapsam beni avutmuyordu. Yaşam tatsız- tuzsuzdu benim için. Bir yel esti, yüreğimden çekip gitti bir şeyler. Bir yanım acıyordu sıkıştırılmış bir mengenede... bir yanım anlamsız bir boşluğa düştü...
Bir gün ani bir karar verip topladım zaruri eşyalarımı. Alıp torbamı elime, vurdum sırtıma çantamı, tuttum yolunu istasyonun. Öğle üzeri kalktı Melbourne treni. Hiç kimseye haber bile vermeden terkettim Sydney'i. Terkediş o terkediş. Dönmedim bir daha oralara. İçimden dönmemek geçiyordu hep. Belleğimde iyice karıştı, bulanıklaştı Sydney şehrinin yüzü.
Melbourne hakkında hiç bir bilgiye sahip değildim. Orada hiç kimseyi tanımıyordum. Nasıl bir yerdi, beni orada neler bekliyordu? Bilmeden gidiyordum. Geride acı anılar, yüreğimde koca bir boşluk bırakarak seyre daldım trenin penceresinden doğayı. Amaçsız ve anlamsız baktım ağaçlara, ovalara, kel tepeciklere ve sulara. Koca kıta sanki bomboş bir araziden ibaretti. Yer yer ilkel çiftlikler ve hayvan sürüleri... Kurumuş gölekler ve çamuru su diye içmeye çalışan sığırlar...Avustralya'nın doğası çok monoton geldi bana. Düzlük ve tepelikler. Ve bomboş araziler. Böylesi bir doğa insanın yalnızlığını iyice çoğaltıyordu. Hele de benim gibi birine korkunç hüzün veriyordu. Yalnızlık ve uzaklık. Dünyadan kopuş duygusu, yaşamın bitiş duygusu gibi insanın içini oyuyordu.
Gündüz doğadan aldığım izlenimleri gece gökyüzüyle kıyaslayarak ettim sabahı. Uzayıp giden boş araziler ve gökte birbirinden ulaşılamayacak kadar uzaklıklardaki yıldızlar... Yalnızlık! Bu koca evrende insan denilen şey dünya üzerindeki bir kum zerresi bile olamazdı. Nerede başlayıp nerede bitiyordu tepemizde gördüğümüz kocaman ve sonsuz boş karanlık. Tren durmadan yol alıyordu dün öğleden bu yana ve biz bir şehirden öteki şehre yetişememiştik daha. Böylesi kocaman bir oluşumun içinde, ve hatta şu küçücük gezeğenimizin küçücük bir kıtasında düşünen insan için insanın hükmü neydi? Yaşam üç saniyelik bir zaman bile sayılamazdı. Oysa bu çileli dünyada bu üç saniyelik yaşam çekilmez ediliyordu pek çok insana. Yaşamak ot gibi bir yaşamsa zevkliydi belki. Karşımdaki koltukta vurup kafayı mışıl mışıl uyuyan delikanlı, biraz ötede horlayan yaşlıca kadın ve ikidebir rüyasında birşeylere gülen çocuk mutluydular herhalde. Bense nehir yatağını doldurmuş hareketsiz bir suya benziyordum. Buz tutmuştu duygularım. Uyku alıp başını gitmişti benden uzaklara. Belki de çoktan Melbourne'a varmış beni bekliyordu bir parkta, ulu bir ağaç altında, veya bir binanın karanlık kuytusunda.
Cengiz’in genzine yemek kokusu geldi. Dönüp fırına baktı. O fırına bakınca, Mantıvar kalkıp yemeği control etti. Pişmişti yemek. Ateşi söndürdü.
- Güneş kızararak yükseldiğinde Pasifik'in ufkundan, benim tren daha girmemişti içeriye Melbourne'un kıyısından. Yolboyları sapsarı kurumuş ot alazıydı. Yer yer susuz dere boylarında kangurular vardı. Daha yazın ilk ayı bitmeden kurumuştu memleketin toprağı, otu, çöpü, çalısı.
Hava sıcaktı. Yılbaşı öncesiydi. Her tarafta hıristiyanlarca İsa'nın doğum günü kabul edilen Christmas şenlikleri vardı. Bu hıristiyan bayramı geyikleriyle, aksakallı ve ak saçlı babasıyla, ışıklandırılmış çam ağaçlarıyla, karlı gecelerde kuzey yarım kürede güzeldi. Buralardaysa çok yapay duruyordu insanın doğasına. Bu durum belki de biz kuzey yarım kürenin insanları için böyleydi.
Sırt çantamı ve torbamı alıp ayrıldım Spencer Tren İstasyonundan.
- Bu torba hapishaneden çıktığında yanında getirdiğin torba olmasın?
- İyi bildin. Aynen o torba.
- Niçin atmadınız o torbayı?
- Hapishane hatırası olarak taşıyorum onu. Daha atmadım. İstiyorsan göstereyim sana.
- Sağ olun, istemem. Tutsaklığa ait hiç bir şey görmek istemiyorum.
- Güzel bir duygu seninki. Ama yaşamın gerçeklerine uyumlu değil bazı yer ve zamanlarda.
- Peki nereye gidiyorsun?
- Bilmiyorum nereye gittiğimi ve ne yapacağımı. Kalabalığa karışıp yürüdüm şehrin içlerine doğru. Kalabalık. Sıcak. Acıkmışım da çok fena şekilde. Etrafta yiyecek satınalabileceğim bir yerlere bakıyorum. Ama yok. Yürüdüm cadde boyu tramvayların sık gelip gittiği bir caddeden. Souvlaki yapan bir köşe buldum. Bir souvlaki istedim. Kadına Türk olup olmadığını sordum. Rum olduğunu söyledi. İş aradığımı,Türkleri nerede bulabileceğimi sordum. Tarif etti. Brunsvick denilen yerde bir çok lokanta olduğunu orada iş bulabileceğimi, kendilerinde iş olmadığını belirtti. Yemeğimi yeyip Brunsvick'in yolunu tuttum.
O gün, lokantalarda iş sordum hep. Girdiğim her yerden eli boş çıkıyordum. Sonunda Velidede Restaurantı buldum. Çekine çekine kasada hesap alan yaşlıca bayana yaklaştım. Selam verdim. Bir isteğimin olup olmadığını sordu bu yaşlıca bayan. Durumumu kısaca özetledim. Sydney'den geldiğimi, sırtımdaki giysi ve çantadan başka bir şeyimin olmadığını, Melbourne'da hiç kimseyi tanımadığımı belirtip yardım istedim. Konuştuğum kadın beni ciddi şekilde dinledikten sonra, beklememi söyleyip arka kapıdan çıktı. Biraz sonra bir ihtiyar adam geldi. Ona da durumu anlattım. "Tamam burada kal ve bizimle çalış kızım" dedi adamcağız. Babacan tavırlı biriydi. Orada işe başladım. Lokantada kalıyordum geceleri. Epey bir zaman sonra bir apartman odası kiraladım lokantaya beş yüz metre ötede. Üçret az olmasına karşın Velidede lokantasında kalmaya devam ettim. Fakat benim gelişimin birinci yılı dolmadan, Velidede lokantayı bir başkasına devredip, memlekete göçtü. İşin yeni sahipleri " Biz ailece çalışacağız. İşçiye ihtiyacımız yok" deyip beni ve bazı çalışanları kapı dışarı ettiler.
Buraya kadar geçen sürede çevreyi birazcık öğrendim. Bazı arkadaşlıklar yaratmaya uğraştım. Ekonomik durumu birazcık düzelttim. Artık aç ölmez, sokakta kalmazdım.
- Devletten yardım da alıyorsun tabi.
- Almıyordum.
- Niçin?
- Çalıştığımdan ötürü.
- Ama lokantada nakit veriyorlar. Üstelik çok düşük bir ücret. Ondan dolayı lokantada veya başka işlerde nakitle çalışanlar hep işsizlik parası da alırlar.
- Ben hiç düşünmedim bile. Böylesi kurnazlıklar hakkında da hiç bilgim olmadı hiç bir zaman. İşsiz kalınca gidip yazıldım. Ama üç hafta sonra bir konfeksiyon işi buldum. İşe başladığım günün ertesinde hemen işsizlik kurumuna bildirdim. Onlar da bana ödeme yapmayı anında durdurdular.
- Sen işe girdikten iki hafta sonra haber verip, iki haftalık fazladan para alabilirdin. Buna hakkın da vardı o zamanlar.
- Benim için parasal durum hiç bir zaman önemli olmadı. Ve şu an bile parayı hiç önemsemiyorum. Benim tek sorunum vardı o zamanlar. Yaşama yeniden tutunmak. Haklı, alınteriyle kazanılmış ve başka birini ezmeyen bir yaşam kurmak. Toplumun içine girip çalışmak ve toplum gibi yaşamak. İnsanlara toplumsal bir sevgiyle bakmak...Atmıştım üzerimden bireysel bağlamda her tür sivri istemleri. Çok az bir ücret karşılığı tüm gün çalışmama karşın Velidede lokantasından ayrılmak çok zor gelmişti bana. Adımlarım yeni bir yaşamın eşiğinden onlar aracılığıyla içeriye girmişti. Ailenin bir bireyi gibi kaynaşmıştım onlarla. Belki de bendeki yalnızlığa kaçışın durmasıydı onlara olan güzel duygularımın nedeni.
- Yaşam bazı yönleriyle bir maceradır çiçeğim.
- Benimki hızlı çekim ve binbir çeşitten macera.
- Arkası yarına kalsa öykünün.
- Yarın çalışacak mıyız?
- Evet.
- Başka bir uygun zamana erteleyip, sofrayı kuralım.
- Fırında sebzeli kebap. Amma da iştahlandım ha.
- Ben de iştahlandım.
- O zaman hızla yemek gelsin masaya.
- Yeyip içtikten sonra?
- Ha ha ha haaaa......

14

İki kişinin sakladığı
gizli bir durumu
üçüncü bir kişi biliyorsa
onu polis de biliyordur…

Kıbrıslının lokantasında işe başlamasının fiyasko ile sonuçlanmasından sonra Mantıvar iş aramayı bıraktı. Cengiz'in dediği gibi "kendi işleri varken başkalarının işçiliğini yapmalarının anlamı yoktu." O günden sonra düzenli olarak birlikte işe çıktılar. Zaman zaman çalıştılar, zaman zaman işlerin peşinde koştular. Olanaklı oldukça uzun süreli öteki işçilerle bir arada bulundurmadı Cengiz Mantıvar'ı. Oturdukları semtin alışveriş merkezine zorunlu kalmadıkça gitmiyor, alışverişlerini başka semtlerin pazarlarından yapıyorlardı.

Konu çok hassastı Cengiz'e göre. Tüm amaç Mantıvar'ın güvenliğiydi. Bu konuda gün geçtikçe kendini daha da sorumlu hissediyor, doğabilecek kötü bir olasılığın yaratacağı acıyı olay olmadan yüreğinde duyuyordu. İş alanlarında, eve geliş gidişte etrafı sürekli kolaçan ediyor, zaman zaman takip edilip edilmediklerini anlamak için arkasındaki arabaları izliyor, tenha yollardan gidip geliyor, kuşkulanma durumlarında yoldan sapıyordu.
O semte yerleştikten altı ay sonra Mantıvar'ın evini apar- topar değiştirdiler. Kira sözleşmelerinin süresi bitmişti. Yeni bir sözleşme imzalamadan oturuyorlardı. Acentadan gelen kira sözleşmesini yenileme ya da altıncı ayın bitiminden sonraki kirayı haftada on dolar artırarak ödeme açıklamasını içeren mektubu değerlendirmeyi düşünürlerken, bir komşu kadın kapı önünde Mantıvar'ı kuşkulu bir sorguya çekmek istedi. Kadın güya Mantıvar'la tanışıp arkadaş olmak istiyordu. Ama öte yandan acemice Mantıvar'ın geçmişi, şu an ne yaptığı ve iş arkadaşı hakkında bilgi toplamaya çabalıyordu. Bir diğer durum ise, bir arabanın peşlerine takıldığından kuşkulanmışlardı bir kaç kere.
Böylesi polisiye soruşturmalarda oldukça deneyimli olan Mantıvar, hiç işi bozuntuya vermeden, sakince kadını yanıtladı. Alelade bir kişi pozuna soktu kendini. Hatta daha da ileri gidip hoppa biri olduğu izlenimi verdi kadına.
Ertesi gün Mantıvar durumu Cengiz’e açtı. Konuyu enine boyuna tartışmaya bile gerek görmeyen Cengiz;
- İki kişinin sakladığı gizli bir durumu üçüncü bir kişi biliyorsa eğer, o durumu polis de biliyordur, dedi Mantıvar'a.
- Peki ne yapmamız gerek bu durum karşısında? Ben kadının tavrından polisle işbirliği olabilir kuşkusu aldım.
- Hemen yeni bir ev bulacağız. Hem de değişik bir yerde. Acentaya haber vermeyeceğiz ve parayı da ödemeden ayrılacağız buradan.
- Peki içerdeki paramız?
- Buradan ayrıldıktan sonra bildireceğiz ayrılacağımızı. Geri kalan paraları o zaman alırız. Alamasak da önemi yok bence. Olmazsa o kadarcık parayı da unutacağız.
Sabah işleri ayarladıktan sonra hemen o gün ev aramaya çıktılar. Önce acentaları dolaştılar eskisi gibi. Acentaların birinde, kimsenin aklına pek fazla gelmeyecek, sapa ve küçücük bir yerleşim bölgesinde üç odalı, bahçeli eski ve ahşap bir ev buldular. Eve bakmak için gittiklerinde, geri dönerken raslantı sonucu sahibince nakitle kiralanan iki odalı başka bir ev gördüler. Cengiz hemen telefon edip görüşmek istedi ev sahibiyle. Ev sahibi aynı yerleşim alanında, iki sokak ötede oturan Sicilya'lı bir ihtiyar kadınla kocasıydı.
İhtiyar adam kapıyı açtı. Cengiz'le Mantıvar girip baktılar. Ev fena sayılmazdı.
- Bu evi ne yapıp, edip kiralamalıyız dedi Cengiz.
- Bu ev neden o denli önemli sence.
- Çünkü elden, nakitle kiralayacağız ve hiç bir girdisi, çıktısı yok. Kayıt dışı herşey. Onun için önemli.
- Tamam. Sen pazarlığını yap.
Dışarı çıktılar. Cengiz evin fiatını sordu önce.
- Kaç para buranın kirası baba?
- Haftalık iki yüz dolar.
- Ödemeyi nasıl istiyorsunuz? Çekle mi, yoksa nakit mi?
- Nakit mutlaka.
- Çok pahalı. Üstelik ev çok kirli ve kırık- dökük. Mutlaka onarılıp, boyanması gerek.
- Sen gerçekten kiralayacaksan anlaşırız.
- Elbet kiralayacağım. Ama ev kırık- dökük. Nasıl oturacağız burada bilmiyorum ki. Mutlaka güzel bir boyanması ve temizlenmesi gerekir bu evin.
İhtiyar Sicilya'lı müşterilerinin üst-başlarından boyacı olduklarını anlamıştı.
- Siz bu işleri yapıyorsunuz ya. Kendiniz boyayın. Bir aylık kirayı eksik ödeyin dedi.
- Bir aylık kira yetmez bu işe baba. Bu evin işi çok ve zor. Ben sana bu evi yepyeni yaparım ama iki aylık kiraya sayarım.
- İki aylık çok fazla. Bir buçuk aylık olsun.
Mantıvar Cengiz'e Türkçe olarak " Tamam de" dedi.
- Tamam.
- Ne zaman taşınacaksınız?
- Hemen. Bu hafta sonu.
Anlaştılar. İhtiyar bir aylık peşin para istedi. Ödediler. Evinden bir kira sözleşmesi formu getirdi. Cengiz'den adını ve telefonunu yazıp imzalamasını istedi. Kendisi zaten imzalamıştı kendi bölümünü. Senedi yapıp, anahtarı alıp ayrıldılar. Acentadan aldıkları öteki evin anahtarını geri getirip, acentaya verdikten sonra, Mantıvar'ın önerisi üzerine geri kiraladıkları eve gelip, hemen o gün duvar ve çerçevelerde genel bir onarım yaptılar.
O gece Cengiz sıkıntıdan doğru- dürüst uyuyamadı. Aklı- fikri hep Mantıvar'daydı. Mantıvar'ın başına kötü bir iş geleceği korkusu yüreğinde dolanıp durdu. Sabah oluncaya dek iki litre elma suyunu içip
bitirdi. Beş sefer tuvalete gidip geldi. Boğazı kuruyordu durmadan. Yatakta sürekli bir sağa, bir sola döndü uyuyamadı. Sırtüstü yattı, olmadı. Yüzüstü olanaksız....
Sabah erkenden, daha ortalık ışımadan kalkıp doğruca Mantıvar'ın evinin yolunu tuttu. Gözleri uykusuzluk ve sıkıntıdan bayır bayır yanıyordu. Kız korkmasın diye kapıya varınca telefon etti. Mantıvar hemen almadı telefonu. Derin sabah uykusundaydı. Cengiz'in yüreğinin atışları hızlanmaya başlamıştı ki, telefon açıldı. Cengiz kendisinin olduğunu ve o an kapının önünde bulunduğunu belirtti. Kapıyı usulca açmaya çalışırken Mantıvar yatak odasının lambasını yaktı. Doğru yatak odasına girdi Cengiz. Mantıvar tuvalete girmişti. Su şırıltısı geldi kulağına. Kendisini Torosların bir yaylasında, bir serin dere kenarında duyumsadı bir an.
Mantıvar tuvaletten çıkar çıkmaz Cengiz sarıldı kadına. Her zamanki gibi sıkıştırdı kollarının arasında. Belki de her zamankinden daha fazla... Sonra öptü, kokladı, okşadı.
- Canım ne oldu, diye sordu Mantıvar.
- Gözlerime baksana.
- Sen uyumamışsın.
- Evet.
- Niçin ama?
- Seni burada güvenliksiz bıraktım diye gözüme uyku girmedi.
- Uyyy, benim çocuk kalpli ihtiyar delikanlım, deyip hafif bir kahkaha attı Mantıvar. Beni bu denli düşünme ne olur. Benim güvenliğim iyidir. Korkmana gerek yok. Hiç bir şey olmaz. Ve göreceksin olmayacak da...
Mantıvar Cengiz'in gözlerini öptü. Sırtını eliyle ovdu. Yatağa uzatıp koluna aldı.Cengiz hemen uyudu. Uyandığında uykuya dalalı iki saat zaman geçtiğini anladı. Bedeni, özellikle de gözleri dinlenmişti. Mantıvar kahvaltı hazırlamış onu bekliyordu.

Cengiz uyanınca Mantıvar onu duşa soktu. Sonra kahvaltı yapıp çıktılar. İşyerlerini aceleyle dolaştıktan sonra kiraladıkları evi boyama işine giriştiler. Geç vakitlere kadar çalışıyorlardı. Bereket versin o günler işleri yoğun değildi. Tam üç gün uğraştılar bu iki odalı eve. İyice yorulmuşlardı. Ama evin görünüşünde de bir çok değişim olmuş, ev eve benzemişti.
Hem evde çalışıyorlar, hem de yavaş yavaş, etrafa göstermeden evin önemli eşyalarını yeni eve taşıyorlardı. Yatak, koltuklar, masa ve sandalyelerle bir de iyice eskimiş olan buzdolabını orada bıraktılar. O hafta sonunda taşınma işlemi bitirilmişti. Gidip Mattew sokağından yeni yatak, masa, sandalya, koltuk ve buzdolabıyla mutfak eşyaları aldılar. Mantıvar'ın yerinin bilinmemesi açısından hiç kimseyi ev taşımak için yardıma çağırmadılar. Yeni eve taşındıktan sonra Mantıvar bir hafta daha evde kalıp, evin yerleşmesi ve düzeniyle uğraştı. Cengiz'in önerisi üzerine saç şekli ve rengini değiştirdi. Kendisine yeni bir görünüm verdi.
Hafta sonu bahçe işleriyle uğraştı Cengiz. Kışlık sebze ekti bir yığın. Cengiz dışarda çalışırken içerde yemek yapan Mantıvar, mutfağın penceresinden Cengiz'in çalışmasını seyretti bir müddet. Çok çalışkan bir kişi diye düşündü. Hiç boş zamanı yok bu adamın. Ömür boyu yorgun yaşıyor. Oysa en başta onun hakkı dinlenmek. Yemek pişerken bir kahve yapıp götürdü Cengiz'e. Kendisini fazla yormamasını söyledi. Ama kahveyi üç yudumda yarılayan Cengiz son hızla daldı yine işe. Bahçeyi belledi, tırmıklayıp otları temizledi. Gübreledi. Her ekeceği sebzenin yerini tahtalarla ayırdı. Tere, roka, kırmızı turp, ıspanak ve marul ekti. Ancak yemek hazır olunca Mantıvar ona işi bıraktırabildi.
- Canımın içi kendi evine çalışır gibi çalışma başkasının evine.
- Bizim evimiz değil mi burası?
- Biz burada kiracıyız ama.
- Olsun. Farketmez. Burada benim çiçeğim oturacak. Çiçeğime yakışır bir bahçesi olmalı. İlerde her şeyiyle bizim olan evimiz de olacak... ve evimizin bahçesinde ağaçlar, güller, çiçekler olacak... Ağaçların dallarından al al meyveler sarkacak... Güller ve çiçekler binbir renkli açacak... Dallarda kuşlar gün boyu şakıyacaklar. Evimizin içinde tek yürekli ve çok boyutlu bir güzellik yaşayacak. Sevgi selinde yüzecek günlerimiz. Yaşam yer değiştirecek düşlerimizle... ve yeni bir minicik mantıvar açılacak sevgimizden. Tıpkı anasının kopyesi. Dolaşacak bacaklarımızda... Şakıyacak bahçemizdeki minik kuşlar gibi...
Mantıvar duygulanıp sarıldı. Uzun uzun öpüp kokladı arkadaşının toprak ve ter kokulu boynunu. Cengiz ise kirli olduğunu belirtip banyoya gitti. Elini, yüzünü yıkayıp geldi. Yemeklerini yediler. Mantıvar küveti sıcak suyla doldurdu. Suyun içine bir kilo tuz boca etti ve köpük sabunu ekledi. Tuz eriyinceye ve sabun köpürünceye dek iyice karıştırdı. Mutfağa geldiğinde Cengiz masayı topluyordu. Çayı demleyip, masayı sabunlu bezle silip kurulayan Mantıvar;
- Çaylarımızı banyoda içelim, dedi.
Güldü öteki bu öneriye.
- Fazla lüks bir durum değil mi bu bizim için?
- Değil canım. Biz çalışan insanlarız. Yaşamın gereksindiği şeyleri yaratıyoruz. Bizim için hiç bir şey lüks olamaz. İnsanlar arasında en çok bizim, yani emek satıcıların dinlenmeye gereksinimi var. Haydi kalk, üzerindekileri banyoda çıkar. Ben yeni çamaşır ve giysiler aldım dün senin için. Artık senin gerçek evin burasıdır.
Mantıvar çay takımını banyoya yerleştirip soyundu. Cengizle birlikte küvete girdiler...
Mutluluk ve hüzün dalgalarının arasında kaldı Cengiz. Yaşamında ilk kez duygu yüklü bir mutlu an yaşıyordu. Öte yandan bir yanı hüzünle acıyordu. Önünde bahar çiçekleriyle bezenmiş güneşli bir bahçe uzanıyordu. Yüreğinin yarısı küçük bir dere suyu olup şırıl şırıl bu bahçeden akıyor, yarısı gerilerde gözü yaşlı bir anne gibi hıçkırıyordu....
Devam eden günlerde Cengiz Mantıvar'a artık tamamen birlikte olma ve birlikte yaşama önerisi sundu. Mantıvar'ın çok sevinip mutlu olacağını düşünüyordu. Kendisi açısından bir şey değişmezdi, değişse de belki biraz daha fazla acı çekerdi. Olsundu. Mantıvar'ın mutluluğu için her acıya katlanılırdı. O güzel beden, o güzel yürek, o güzel beyin her fedakarlığı yapmaya değerdi.
O gün öğleye doğru üç haftadır çalıştıkları Lara'daki büyük işi bitirdiler. Önce Tarneit'e uğrayıp orada çalışanları kontrol ettiler, sonra da Melton'dakileri. Cengiz'in aklına nerden geldiyse, Hilside yolu üzerindeki Hollanda lokantasında akşam yemeği yeme geldi. Fikrini Mantıvar'a açtı. Mantıvar itiraz mı etsindi? Hemen onayladı. Zaten ne Cengiz Mantıvar'ın bir düşünce ve önerisine hayır diyordu, ne de Mantıvar Cengiz'inkine.
Ana yoldan sapıp lokantaya giden otantik çakıllı yola araba girince Mantıvar, çakıllı yolun yarattığı sarsıntıyla ayıkıp, hemen önündeki lokantayı görebildi.
- Vay be, diye söylendi. Adamlar yel değirmenini buraya kadar getirmişler.
- Avustralya çok kültürlü bir ülke, diye yanıtladı onu Cengiz. Her topluluk kendi ulusal köklerini buraya taşıdı. Kendi kültürel sembolleriyle tanınmaya ve varolmaya çalışıyorlar.
- Daha çok çalışırlar dedi Mantıvar. Sen hiç merak etme. O çok kültürlülük politikası, öteki kültürleri çaktırmadan eriterek toplumu İngilizleştirme politikasının bir kılıfıdır. Buna İngiliz kurnazlığı derler. Unutma! Sen küçük oğluna sor bakalım baklavanın İngilizce karşılığı nedir diye?
- Baklava değil de kebabı sordum.
- Ne yanıt verdi peki?
- Kebap zaten İngilizce bir sözcüktür baba, dedi.
- Elbette öyle söyleyecek diye güldü Mantıvar.
Parkedip içeri girdiler. Leylek bacaklı, yüzü kuru ve hafif çilli bir genç bayan yer gösterdi. Oturdular. Bayan yemek listesini ve servisi gösteren pahalı kağıtlara basılmış broşürü getirip önlerine koydu. Koca lokanta gayet sakindi. Mantıvar ve Cengiz'den başka iki tane ellilik kadınla, iki tane yirmilik delikanlı bir büyük masada oturmuşlar, mayonezli- keçaplı patates kızartmasıyla, pirzola yiyorlardı. Bizimkiler tüm yemekleri gözden geçirdiler ama, doğru dürüst bir şeyler bulamadılar ağız tadıyla yiyebilecekleri. Zorunlu olarak kaburga barbekü ve salata istediler. Çok da pahalıydı. Mantıvar çok kültürlü düzene küfürlü bir selam yolladı.
Eve gelmiş, temizlenmiş ve çay içiyorlardı. Cengiz Mantıvar'a;
- Can, benim bir fikrim var, dedi.
- Söyle canım.
- Ben resmen ayrılıp, tamamen buraya taşınmayı düşünüyorum.
- Niçin böyle bir karara vardın?
- Senin yalnızlığın bana çok acı veriyor. Bu birinci nedenim. İkinci neden ise, ben iki dağda bir belde kalmışım. Benim bu aile ilişkim nasıl olsa böyle yürümeyecek. Günün birinde mutlaka zorunlu olarak ayrılacağım. En iyisi şimdiden ayrılmak diye düşünüyorum...
Mantıvar, gelecek güzel ve mutlu günler düşledi bir anda. Sevgi deryasında şirin bir adacık olarak tasarladı Cengiz ile birlikte oluşturacakları yaşamı. Sonra bakışlarını arkadaşına çevirdi, onun geride kalacak olan ilişkilerini düşündü. Kendi kızının acı ve özlemi gelip oturdu yüreğine. Gengiz'in küçük oğlu belirdi gözlerinin önünde. "Teyze babamı götürme" der gibi bakıyordu Mantıvar'ın gözlerine.
- Ben canımla her an birlikte olmayı ne çok isterdim ve bundan ne derin bir mutluluk duyardım... Bu mutluluğun büyüklüğünü hiç kimse tahmin edemez. Ama biz yalnızca kendi mutluluğumuzu düşünemeyiz. Eğer düşünmemiz gereken başkaları da varsa ve buna karşın salt kendi mutluluğumuzu düşlersek yanılırız, belki de hiç mutlu olamayız.
- İlhan'ı mı kastediyorsun?
- Evet canım. Onun seni sürekli etrafında duyumsaması gerekir. "Babam beni terketti" diye düşünmemelidir İlhan. Böyle bir düşünce onun ruhsağlığını bozabilir. Böylesi bir durum ise seni ve beni ömür boyu mutsuzluğa mahkum eder.
- Peki pratik olarak önerin ne?
- Biz bir süre daha kendimizden fedakarlık yapmalıyız. Eski yöntemle yaşamımızı sürdürmeye devam edelim diyorum. Bakarsın ilerde, durumlarda bazı değişimler olur belki de.
- Hiç sanmam.
- Olumlu bir değişimin olacağını ben de sanmıyorum. Ama beklemek gerek. İlhan'ın birazcık daha serpilmesini sağlar zaman. İlhan için yapmalıyız bunu.
Mantıvar kollarını Cengiz'in boynuna dolayıp uzun uzun öptü. Cengiz kızın bu derin duyarlılığı karşısında hiç bir söz bulamadı söyleyecek. Yalnızca Mantıvar'a sarıldı. Başını kızın iki memesinin arasına gömüp düşlere daldı. Karşısında bir ölümsüz çiçek kucak açmış kendisini bekliyordu. Arkasında bir gül tomurcuğu ayaklarına yapışmış gitme diyordu. Ve Cengiz'in tüm uzuvları dağılıp dökülüyordu orta yere...

15

Band döner
akar oluktan su gibi işçinin emeği
işin hızından baş döner…

Velidede Restaurantın kapanmasından sonra altı yılı aşkın bir zaman konfeksiyon ve dokuma sektöründe çalıştım. Bu zaman içinde üç tane işyeri değiştirdim. İlk girdiğim fabrikada altı ay çalıştım ve kendim ayrıldım. Hani seninle ilk kez karşılaştığımız tekstil işçilerinin gösterisi sırasında bu fabrikada işçiydim. Burada kumaş dokuyorduk. Dokuduğumuz kumaş kadar da toz yutuyorduk desem pek abartmış sayılmam. İş çıkışı üstümüz başımız, yüzümüz gözümüz harman yerinde gün boyu yabayla harman savurmuş köylüden daha tozlu oluyordu. İş yerinde ne kanun vardı, ne de bir kural. Tek yasa daha çok çalışmayı dayatıyordu işçilere. Sendika gözükmüyordu ortalarda. Belki de yoktu. İşçilerin yemeklerini oturup yiyecekleri bir yemek salonu bile mevcut değildi. Herkes azığını makinaların arasında toz- duman içinde, yağların ve öteki kimyasal maddelerin boğucu kokusu altında yiyorlardı.
Baktım durum kötü. Bazı, kendime yakın gördüğüm kişilerle sohbeti geliştirip işi, işyerimizin sorunlarına, haklarımıza getirmeye çalıştım. Alttan alta propaganda yapmayı düşünüyordum. Artık iyice inanmıştım ki, bizim işyerinde sendika yoktu. Sendikayı örgütlemeye çalışmak en yakıcı görev diye düşünmeye başladım. Bir gün öğle yemeğinde bir iri yarı kadın ve yanında bir ana kuzusu erkek güzeli yanıma gelip selam verdiler. Erkeği hiç görmemiştim o güne kadar. Bayan ise bir başka bölümde usta başı ve bölümün iş sorumlusuydu. Arada bir görüyordum onu, ama hiç konuşmamıştık.
- Biraz dışarı çıkıp konuşalım, dedi bayan.
- Ne konuşacağız, yanıtını verdim?
- İşyerinin sorunları ve sendika üzerine.
Kadını başımla onaylayıp yürüdüm ardısıra. Erkek arkadaşı da bizimle birlikte geliyordu. Dışarı çıktık. Araba parkına doğru yürüdük. Kadın arabasını açtı erkek ön kapıyı bana bırakıp geçip arkaya oturdu. Ben bekliyorum ki konuyu açsınlar.
- Konuş bakalım dedi erkek.
Bu söyleyiş polisvari bir söyleyişe benziyordu. Gıcıklandım.
- Ben ne konuşayım siz konuşun, dedim.
Kadın boğazını temizleyip;
- Zeynep hanım dedi. Senin kimlerle neler konuştuğunu, işçilerin arasında ikilik yaratmaya çalıştığını ve tüm planlarını biliyoruz biz.
Bu işyerinin sorumlusu işveren ve işçilerin sorumlusu da sendika temsilciliğidir.
- İşyerinde sendika var mı diye sordum.
- Var dedi erkek. Bayan Sue sendika temsilcimizdir.
- Peki ben neden üye yapılmadım?
- Siz sendikanın üyesisiniz.
- Bu ne biçim üyelik? Benim haberim yok ve üstelik aidat da ödemiyorum.
- İşyerinde çalışan herkes sendikaya otomatikmen üye yapılır ve aidatı da işyeri tarafından ödenir.
Bu dehşet verici olay karşısında susup kaldım. Adam başka bir sorumun
olup olmadığını sordu. Olmadığını belirttim.
- Tamam dedi adam. Bundan sonra işyeri konularında bir şikayetin olursa bayan Sue'ye söyleyeceksin. İşçilerle hiç bir şey konuşmayacaksın. Yoksa işinden olursun.
Mercimek taşlıydı. Tehdit ediliyordum. Hem de sendika ve işveren ittifakının temsilcileri tarafından. Bana sendika diye yutturmaya çalıştıkları şey Mussolini'nin korparasyonlarının aynısıydı. Ben daha doğru dürüst hiç kimseye sendika sorununu açmadığım halde bunların hemen haberdar olması beni iyice düşündürdü. Demek ki konuştuğum kişiler beni ihbar ediyorlardı.
Bir gün sendikalar merkezine gidip orada sora sora textil işçileri sendikasının yöneticilerini buldum. Adamlara kendimi tanıtıp, işyerimizdeki durumları ve sendikayı anlattım. Beni kuzu kuzu dinledikten sonra sendika yönetim kurulu üyesi olduğunu söyleyen bir bay,
- Biz sizin işyerinize giremiyoruz, dedi. Orada başka sendika örgütlü. Bizim size sahip çıkabilmemiz için işçilerin çoğunluğunun o sendikadan istifa edip bize üye olması gerek. Bu ise çok zor bir iş. Biz kendimiz
gidip orada örgüt çalışması yapamayız. O sendika işverenlerce kurulmuş bir sendika. Tüm işçileri göstermelik üye yapıyorlar ve iş sahibi sendika ödentilerini sendikaya kendisi veriyor.
- Peki biz hiç bir şey yapamayacak mıyız?
- Sana tavsiyem hiç uğraşma...
Sendikacıların tutumu ve tavsiyesi midemi bulandırmıştı. İşyerimizin faşist korparasyonu vardı. Buna karşı mücadele edilmesi için yardım istediklerimiz ise Amerikan sarı sendikacılığı idi. Sendikadan moralim bozularak ayrıldım. Oysa ben oraya moralimi yükseltirim, bize sahip çıkarlar, başaramasak bile mücadeleyle işyerinden kovuluruz umuduyla gitmiştim.
Devam eden günlerde uzun uzun düşündüm ne yapabilirim diye? Vardığım sonuç olumsuzdu. Yeni bir iş aramaya hazırladı beni. Fabrikaya devam ediyordum ama boş vakitlerimde de yeni işe bakıyordum. Bir ay içinde büyük bir konfeksiyon fabrikasında iş buldum. Yeni işimi garantiledikten sonra hemen çıkış verdim içeriye. Bir hafta daha çalışmam gerekiyordu içerdeki haklarımı alabilmem için. Ama ben boş verdim hepsine. Fabrika benim dilekçeyi alınca iyice sevinmiş olmalı ki, bir haftayı felan beklemeden çıkışımı onayladılar. İçerdeki alacaklarımı da esas olarak ödediler.
- Sendikaların durumu sizi iyice şaşırtmış anlaşılan.
- Şaşırmak söz mü? Ben resmen şaşkınlaştım. Hiç aklımın köşesinden bile geçmezdi buralarda öylesi sendikalarla karşılaşabileceğim. Eski memleketteki Amerikan beslemesi sarı sendikalar bunlara göre militan sendikalardı. İşveren senkika kuruyor. İşçileri üye yapıyor. İşçilerin sendika aidatlarını ödüyor. Ve bir işyeri temsilcisi atıyor kendi kadrolarından. Fakat işçilerin bu olup bitenlerden haberi olmuyor. Haydi sen ol da şaşma.
- Yeni işin nasıldı? Orada ne kadar kaldın? Nelerle karşılaştın?
- Yeni işyerim büyük bir işyeriydi. İki yüz kadar işçisi vardı. Modern bir fabrikaydı o günün şartlarında. Herşey hızlandırılmış şekilde yapılıyordu. Biçme dikme, presleme, paketleme, etiketleme vs. vs.
- Seni hangi bölüme verdiler?
- Benim ilk işim paketlemeydi.
- Kolaymış.
- Sen kolay sanıyorsun ama o iş hiç sanıldığı gibi değil. Bir noktaya çivilenmiş gibi ayakta dikiliyorsun. Mallar oluktan su gelircesine akıp geliyor. Ellerinin makine gibi çalışması gerekiyor, hızlı ve düzenli. Bandı dolu gönderemezsin. İşi yetiştiremez de bandı durdurursan işin sorumlularından bir yığın azar işitirsin. Tehdit görürsün. Band döner son hızla ve durmadan. Emek akar bandlardan. İşin hızından baş döner. Bacaklar keçeleşir. Tabanlar nasırlaşır. Başın önüne düşük şekildesin hep. O pozisyonda çalışmak zorundasın. Omuzların sürekli ağrır, kaburgaların bükülür. Şişer kolların, ciğerlerin sökülür.
- Ben hiç fabrikada band sisteminde çalışmadım çiçeğim.
- Belli oluyor zaten.
- Neyse, ben araya girip sözü uzatmayayım. Sen bildiğin gibi anlat.
- Paketleme bölümünde dört aydan fazla çalıştım. Bütün işçiler kadındı orada. Zavallıların akşama kadar ayakta canı çıkıyordu. Band çok hızlıydı.Ben orada çalışırken öteki bölümlerde çalışan işçilerle de yavaş yavaş ilişkiler kurmaya başladım. Özellikle dikiş bölümündekilerle sık görüşüyordum. O zamana kadar ben de band sisteminde çalışmamıştım. Band sistemi bana çok zor geldi. Dikiş, pres, biçki bölümleri nisbeten kolaydı. Oralarda hızlı veya yavaş olmak işçinin kendi hareketine bağlıydı. Band sisteminde işçinin fonksiyonu ortadan kalkıyor, giderek işçi makinanın bir parçasına dönüşüyordu. Ya da işçi sisteme kendini uyarlıyor, robotlaşıyordu.
İşçilerle sohbetlerim sırasında öğrendim ki, bandda çalışanlar dikiş ve presçilerden daha az üçret alıyordu. Ve her bölümün ücreti ayrı ayrıydı. Erkeklerin çalıştığı bölümler daha pahalıydı. Kafam dank etti. Kadınların yüz elli yıla yakındır yürüttükleri eşit işe eşit ücret kavgası henüz yolun başındaydı demek ki...
Bir kaç kez geçici olarak dikişte işe gelmeyenlerin yerinde çalıştım. O işi iyi bildiğimi yöneticiler görünce beni dikişe verdiler. Zaten ben de dikişte çalışmak istiyordum. Ta başlangıçta işe girerken mesleğimin dikiş olduğunu, o işin ustası olduğumu belirtmiştim. Ama beni banda, paketlemeye vermişlerdi.
Ben dikişe başladım. Başladım ama evdeki hesap hiç de pazara uymuyordu. Dikiş işinde bonos vardı. Her dikilen parçanın durumuna göre her işçinin günde dikmesi gerekli bir sayı vardı. Herkes o sayıya ulaşmaya mecbur tutuluyordu. O sayıya ulaştıktan sonra dikilen parçalardan ise işçiye her parça başına fazladan küçük bir pay veriliyordu.
- Peki işçiler barajı aşabiliyorlar mıydı?
- Aşıyorlardı ama, canları da çıkıyordu. Sanki nefes almadan çalışıyorlardı. Zaten herkes barajı aşıp üç-beş dolar fazla alabilmek için kıçını yırtıyordu. Böylece çok fazla mal üretiliyordu. Bu üretilenlerin aynı hızla paketlenip, ambalajlanması dayatılıyordu band sistemindeki işçilere. Tabi onlara bonos da yoktu.
Ben orada dört yıldan fazla çalıştım. Oraya girişimin ikinci yılında
işyeri sendika temsilciliklerinin seçimi vardı. Beni zoraki dikiş bölümüne temsilci seçti kadınlar. Önce pek istekli değildim. Ama seçildikten sonra işe dört elle sarıldım. Bonos sisteminin kötülüğü, ücretlerin yetersizliği ve eşit ücret üzerinde durdum hep. İkinci sene baş temsilci işten çıkış alıp ayrılınca baş temsilciliğe aday oldum. İşçiler çoğunlukla beni desteklediler ve baş temsilci oldum.
Hani seninle ilk tanışmamızdan üç yıl sonra sendikada karşılaşmıştık ya.
- Evet. Ben seni tanıyamamıştım.
- O zaman bu anlattığım iş yerinde işçi temsilcisiydim. Ben baş temsilci olduktan sonra öteki temsilcileri de etkiledim ve yoğun bir çalışmaya giriştik. Gerçekten de işçiler bizim iş yerinin sorunlarına karşı yüksek sesle konuştuğumuzu ve bazı ufak tefek olumsuzlukları düzelttirdiğimizi görünce cesaretlendiler. Ve onun üzerine yavaş yavaş biz o kavgalı döğüşlü grevi hazırladık. Grev çetin geçti.
- Biliyorum ben o grevi. Sık sık sizi ziyaret edenlerdendim ya.
- Öyleydi. Ama işin iç yüzü, ziyaretçinin gördüğü gibi değil ki. Ziyaretçi olayların dışarı yansıyan olumlu ve iyimser yüzünü görebiliyor, perdenin arkasıysa çok daha değişik oluyor. Biz ne korkunç sıkıntılar yaşadık orada. İşveren saldırıyor. Devlet polisini işverenin kapı kulu gibi üzerimize sürüyor. Grev uzuyor. Grev uzadıkça işçilerin dayanma gücü azalıyor. İşçiler ekonomik olarak dara girince moralleri bozuluyor, direnme güçleri düşüyor. Sendika merkezi gerçek anlamda destek sunmuyordu. Öteki sendikalar ise hiç ilgilenmiyordu. Bizi yine iyi-kötü sendikaların dışındaki kitle örgütleri ve politik hareketler destekledi. Onların sürekli bizim yanımızda oluşu bizim sendikayı da kamçıladı ve grevi sahiplenmek zorunda kaldılar.
- Grevin bitirilişi ve alınan haklar işçileri nasıl etkiledi? Sizce grev başarılı bir şekilde mi bitirildi?
- Grev kazanımlı bir şekilde sonlandırıldı. Bonus kaldırıldı. Ücretlere hükümetin yıllık ortalama önerdiği artışın hayli üzerinde zam alındı. Bölümler arasındaki ücret dengesizliği ise olduğu gibi kaldı. O konuda bizler de direnemedik. Sendikamız ise o durumu adeta onayladı. İşin zorluğuna göre farklı ücret ödenmesi diye iddia etti. Oysa aynı işi yapan kadınla erkek farklı ücret alıyordu. Erkeklerin ücreti kadınlarınkinden saat başına bir dolar daha fazlaydı.
Bence grev hiç bir şey getirmese bile bizler açısından kazançlı bir olaydı. Deney kazandık. İşçiler kendi güçlerinin farkına vardılar. İşverenlerin kendileri gibi bir insan olmadığını, devletin hep işverenlerden yana olduğunu gördüler.
- Yanılmıyorsam daha sonra o iş yerini sattılar.
- Hayır satmadılar. Hileli iflas gösterip, mahkeme kararıyla tasfiyeye gittiler. İşveren bu oyunla devletten epey para sızdırdığı gibi, işçilerin bir çok hakkını da gaspetti. Tüm işçilerin iş sözleşmeleri fessedildi. Kısa süre sonra fabrikayı yeniden açtılar ve yeni işçi aldılar. Eski işçileri de yeni işçi ücretiyle işe başlattılar.
- Tabi Mantıvar'ı işyerine bile yaklaştırmadılar.
- Sadece beni değil, bir çok ileri işçiye yeniden iş vermediler.
- Burada benim kafamı kurcalayan bir durum var. Yapı sektöründe de bazan iflaslar olur. Benim bildiğim iflas eden birisi o işi altı yıl yapamaz. Senin fabrikatörler hemen bir yıl dolmadan işi nasıl yeniden açabiliyorlar?
- Bu işlerin hileleri çok. Yasalar bu üç kağıtçılar için çalışıyor. Mahkemeler de öyle. Devletin tüm kurumları, bir bütün olarak sistem onlardan yana. Kendi adına değil de, oğlunun adına, karısının adına veya daha başkalarının adına açabiliyorlar.
Bu olaydan sonra ben işsiz kaldım. İki ay bir lokantada yemek pişirdim. Küçük bir lokantaydı. Para kazanmıyordu. Bizim ücretimiz de kölelik ücretiydi. Baktım olmayacak bıraktım lokantayı. Yeniden tekstil sektöründe iş aramaya başladım. Bir bayan çorapları yapan yerde iş buldum. Yine paketlemeciydim. Ama bu iş önceki gibi hızlı değildi. Ücreti de fena sayılmazdı.
Orada çalışırken bir akşam nasıl olduysa valizin cebinde bir kağıda yazılı bir telefon numarası geçti elime. Yıllar önce yazıp oraya koyduğum bir arkadaşın telefonu olmalıydı. Üstelik Sydney'e ait bir numara. Aradım. Selma çıktı karşıma. Sesimden hemen tanıdı beni. Yeniden karşılaşmamıza korkunç sevindi. Çok memnun olduğunu belirttikten sonra, bana kötü bir haberinin olduğunu söyledi.
- Neymiş o kötü haber?
- Ben son mahkemede etrafa saldırdıktan sonra Johny alçağı yeniden mahkemeye baş vurmuş. " Bu kadın katil, bunalımlı, hem de terörist. Eski bir komünist ve devlet düşmanı. Ben ve kızımın peşinde. Kızımı kaçırmaya, beni öldürmeye kalkışabilir. Avustralyadan uzaklaştırılmasını istiyorum" Bu başvuru üzerine mahkeme beni dinlemeden gıyabımda yurtdışı edilmeme karar veriyor.
Dikkatli olmamı söyledi Selma. Artık tetikteydim. Grev yüzünden iyice deşifre olmuştum. Polis mutlaka birgün izimi bulur diye düşünmeye başladım. Ve gerçekten de çok sürmedi. Bir gün işyeri kapısında bir sivil bana beni sordu...
Bu olaydan sonra fabrikayı terkettim. Evi Flemington'a taşıdım. Daha sonra da bir İtalyan lokantasında çalışmaya başladım. Fakat bu iş uzun sürmedi. Orada servitörlük yapıyordum. Bazı kişilerden pirelendim. Beni izleyen polis olabilirler diye düşündüm. İşi yavaş yavaş aksatarak yeni bir işe bakmaya başladım. Footscray'da yeni bir kebab house açılmıştı. Oraya gidip iş istedim. Adana, şiş ve köfte hazırlığını verdiler. Burada uzun zaman çalıştım. Evi de o çevreye taşımıştım. İş iyi gidiyordu. Zaten bir yere çıktığım yoktu. Kendimi iyice kamuflaj yaptığıma inanmaya başlamıştım ki, son olay başıma geldi.
- Son olay nasıl oldu?
- Aslında benimki bir yanılsamaydı. Ben kendimi kamuflaj yaptım sanıyordum ama durum hiç de öyle olmadığını gösterdi. O yerde oldukça uzun kaldım. Sen orayı iyi biliyorsun. Kalabalığın içinde bir yer. İş yerine çok yakın. İzlenip, izlenmediğimi kontrol edemedim.
Adamlar eve girmişler, içeride pusuya yatmış, beni bekliyorlar. Ben de gece yarısı işi bırakıp eve geldim. Hiç bir şeyden habersiz kapıyı açıp daldım içeri.
- Seni işyerinden de alabilirlerdi. Büyük olasılıkla seni işyerinde tespit etmişlerdir onlar. Ama neden eve pusu kuruyorlar? Ben bu polisiye mantığı anlayamıyorum.
- İşyerinden beni almaya geldiklerinde benim kaçabileceğimi ya da bıçak, şiş ve satırla kendilerine saldırabileceğimi düşünmüş olabilirler.
- Eğer işyerine gelselerdi, gerçekten döğüşür müydün?
- Herhalde. O anki durum belirler ne yapılacağını ama, kuzu kuzu da teslim olmazdım adamlara.... Neyse, ben lambayı yakar yakmaz silahları üzerime doğrulttular. İki tane izbandot gibi sivil kişiydiler. İnsan günlük hayatta pek çok şeyi unutup geçiyor. Ama bazı şeyler var ki, aradan onlarca yıl geçse de unutulmuyor. Fabrikanın kapısında beni bana soran uzun kafalı sarışın adamı hemen tanıdım.
- Hoş geldin Mantıvar hanım, dedi uzun kafalı. Ama birazcık geç geldin. Bizi çok beklettin. Biz senin gibi özgür değiliz. Evde eşimiz, çocuklarımız bizi bekliyor.
- Siz eşkiya mısınız, dedim. Benden izinsiz, benim evime ne hakla girersiniz? Sizi hemen polise bildireceğim.
Ben hafif dönerek arkama, kapıya baktım. Eğer kapı açık olsa tüyeceğim. Fakat kapatmışım kapıyı. Benim niyetimi sezdiler. Beyaz ve hintli melezini andıran esmer olanı hemen gelip kapıyı tuttu. Uzun kafalı sarışın;
- Polise gereksinimin yok, deyip kimliğini çıkarıp gözüme dayadı.

Ve beni bana anlatmaya başladı. Bir beş dakika devam etti herifçioğlunun konferansı. Sonra kollarıma girip arabaya buyur ettiler beni. Yürüdüm tıpış tıpış. Böylesine pisi pisine yakalanmam çok zoruma gitti. Ama yapabileceğim hiç bir şey de yoktu.
Merkeze götürdüler. Attılar beni bir hücreye. Ertesi gün yalnızca akşam üzeri yemek verdiler. Hiç sevmediğim şeylerdi. Yiyemedim. Merkezde
üzerimdeki paralara, ehliyetime, pasaportuma el koydular. Parayı bilet için kullanacaklarını, ehliyetimin sahte ve geçersiz olduğunu, pasaportumun süresi yıllar once bitmiş olsa da uçakta bana vereceklerini söylediler.
Merkezde iki gece bir gündüz kaldım. İkinci gecenin bitiminde, sabahın ilk saatlerinde beni alıp arabaya getirdiler. Arabayı bir polis sürüyordu. Beni ön koltuğa oturttular. Arkaya da bir başka polis oturdu.
Çıktık yola. Hava kapalı ve yağmur yağmaya başlamıştı. Daha otobana varmadan bir kavşakta zincirleme bir kaza oldu. Sürücü polis emniyet kemerini takmamıştı. Herhalde arkadaki de aynıydı. Biri arkadan, biri yandan iki araba birden vurdu sürücüden tarafa. Kafası ön cama çarptı.Bu ara bir araba da arka sola bindirdi. Sol kapı açıldı. Arkadaki polis sol kapıdan dışarıya düştü. Araba arabalıktan çıktı. Ön ve arkası tamamen yamulup, yok oldu. Bize vuranlara da başkaları vurdu. Öteki arabalar da haşat olmuştu. İlk şoku atlatınca etrafıma baktım. Polisler çok ağır yaralıydılar. Çözdüm kemerimi, attım kendimi dışarıya ve sıvıştım oradan.....


16

Yüreğimin üzerinden
canavar sürüleri gibi
dişleri kanlı sakalları
ve üniformaları salyalı
ingiliz soykırım birlikleri geçti…

Kendisini derinden etkileyen Mantıvar'ın derin hümanist düşünceleri yüzünden karısından tamamen ayrılıp sevgilisiyle birleşmeyi bilinmez bir tarihe erteleyen Cengiz, hep, Mantıvar'la nasıl daha çok bir arada olabileceğini düşünüyordu. Bir haftasonunu tamamen onunla birlikte
geçirmek için can atıyordu. Cuma günü tatile gittiğini söylese, pek inandırıcı olmazdı. Belki de karısı kuşkulanıp, " birlikte gidelim" önerisinde bulunurdu. O zaman ne diyecekti peki? " Ben seninle tatile gitmem" ya da " ben sevgilimle gideceğim" mi diyecekti? Bunlar olmayacak şeylerdi. Zorunlu olarak karısıyla tatile gidecekti ve bir hafta sonunu da tümüyle zehredecekti kendisine. Tabi Mantıvar da tamamen yalnız kalacaktı. Hiç olmazsa şimdi Cumartesi gündüzleri beraberlerdi. Uzak bir yerlerde işe gitme yalanı uydurmak en iyisi diye düşündü. Peki bu iş nerelerde olabilirdi? Aklına turistik deniz sahili beldeler geldi. Lorne, Otway, Apollo bay, Philip Island gibi Feryal'ın kolay kolay arkalarına düşüp kendilerini kontrol edemeyeceği yerler olmalıydı. Bu oyunu yeniden yeniden düşünüp enine boyuna irdeledi.
Planı hazırladı. Olur muydu bu plan? Niçin olmasın? Gayet mantıklıydı. Yalnız planını Mantıvar'a açıklamalı, onun düşüncesini de almalıydı. O da onaylarsa tamam. Olur ya belki Mantıvar bu uydurulmuş, yalan üzerine kurulu planı doğru bulmayabilirdi. "Yalan üzerine mutluluk yapılandırılamaz Gavurdağlı" diyebilirdi.
Fakat şansa bak ki, Cengiz'in planına ve Mantıvar'ın onayına yer bırakmayan bir durum ortaya çıktı. Eve gelmişti. Karısı masanın üzerine yemek koymuş yanına da telefonlar, elektrik, su, gaz, ev vergisi faturalarıyla haftalık market ve öteki harcamaların hesabını çıkartıp bırakmıştı.
Yemeğini yiyen Cengiz, kalkıp çek defterini getirdi. Faturaları hesapladı. Onun üzerine market masrafını ekledi. Onun üzerine de genel bir harçlık düşünüp bin dolar daha ekleyerek nakit çek yazıyordu ki telefon çaldı. Telefondaki kişi Cengiz'e boyacı olup olmadığını sordu.
- Evet dedi Cengiz. Telefonumu nereden aldınız?
- Essendon boya mağazasından. Boyacı sordum oradan seni önerdiler.
- İş nasıl bir şey? Yeni yapım mı yoksa eski mi?
- Yeni değil, ama onarım istemeyen bir yapı. Yeni gibi düzgün.
- Nedir o, ev mi?
- Ev değil hotel.
- İş nerede?
- Hallsgap'de.
Hallsgap deyince durakladı Cengiz. Hallsgapi biliyordu. Daha önce oraya bir kaç kez gitmişti. Hatta bir de tatil evi boyamıştı. Uzak bir yoldu. Ama kendi planı için de bulunmaz bir fırsattı. "Bu işi alırsam yaşadık" diye geçirdi içinden.
- Ooo, çok uzak.
- Evet ama iş süresince burada, ücretsiz olarak hotelde kalacaksınız.
- Peki ne zaman istiyorsun işi yaptırmayı?
- Hemen. Ama önce gel ve işi gör. Fiat ve boyayı konuşalım.
- Ya işi alamazsam. Fuzuli ta Hallsgap'e gelmiş olacağım.
- Kaça yapıyorsunuz iki kat boyanın zemin metre karesini?
- Duvar kaç tür renk olacak?
- Üç duvar rengi, bir de kapı ve çerçeveler. Tavan beyaz. Hep akrilik.
-Yirmi beş dolar.
- İş çok kolay ve büyük bir iş. Gel şunu yirmi ikiden yap ve işi şimdi al.
- Yaparım ama bir şartla
- Şartınız ne peki?
- Ödemenin bir kısmını nakit isterim.
- İstiyorsan hepsini de verebilirim. Ama benim de bir şartım var. Tüm ödenti için makbuz vereceksin.
- Tamam.
- Cuma günü gel. Renkleri seçelim. Malzeme miktarını hesapla ve yazılı sözleşme yapalım.
Cengiz adresi istedi. Adam söyledi ama o işi anlamazlığa döküp, adresi yazamadığını belirtip, karısına yazdırması ricasında bulundu adama. Telefonu Feryal'a uzatıp adresi lütfen yazmasını istedi. Kadın aldı telefonu ve adamın harf harf söylediği adresi önündeki gazetenin kenarına yazdı. Altına da Hallsgap adını ekledi.
Büyük ihtimalle adresin yanlış yazılmış olacağını düşündü Cengiz. Ama hiç önemi yoktu bunun. Nasıl olsa adamın telefonu kendi telefonuna geçmişti. Bir yanlışlık çıkarsa yeniden arar ve sorardı. Amacı gerçekleşmişti. Önemli olan Feryal hanımın, Hallsgap'a çalışmaya gideceğini bilmesiydi.
Cuma günü sabah erkenden kalktı. Bir beyaz kağıdın üzerine büyük harflerle " ben bugün öğleden sonra işe bakmak için Hallsgap'a gideceğim. Pazar günü dönerim,” diye yazıp, karısının günün çoğunu televizyon izleyerek geçirdiği arka bahçeye bakan salondaki sehpanın üzerine bıraktı. Renk kataloglarıyla sözleşme defterini iş arabasından alıp özel arabaya koydu ve uçarcasına Mantıvar'a geldi.
Mantıvar kalkmış, yine üzerinde mor şeffaf geceliği kahvaltı hazırlamaktaydı. Cengiz'i özel arabayla görünce şaşaladı. Önce sarılıp koklaştılar her sabahki gibi. Sonra masaya oturup kahvaltıya başladılar. Kahvaltı bitiminde Cengiz;
- İş elbiseni giyme bugün çiçeğim, dedi.
- İşe gitmeyeceğimizi anladım zaten geliş şeklinden.
- Bilemedin. İşe gideceğiz, ama iş elbiseleri ve arabasıyla değil. İki- üç çeşit çamaşır ve değişik giysiler koy çantaya. Gecelikle pijamayı unutma. İki gece dışarda kalacağız. Pazara geleceğiz buraya geri.
- Sen evden firar etmedin değil mi?
- Senden izin almadan eder miyim?
- İyi o zaman.
Mantıvar çantayı hazırladı. Bir torbaya dolaptan meşrubat ve meyve koydu. Kapı ve pencereleri kontrol etti. Açık olan perdeleri kapalı duruma getirdi. Ana kapıyı kilitleyip evden çıktılar. Cengiz mahalle çıkışından sağa dönüp ilerdeki üç yol ağzında yeni açılan petrol istasyonuna girdi. Arabanın deposunu benzinle doldurdu, parayı ödemek için gişeye girdiğinde M.Ali ile karşılaştı.
- Günaydın dedi Cengiz.
- Günaydın baba. Nereye gidiyorsun böyle? Bugün işin yok galiba.
- İşim var. İşe gidiyorum. Hallsgap'te bir hotel boyayacağım. Bugün gidip anlaşma yapacağım ve işi planlayacağım. Belki biraz da çalışırım. Onarım yaparım duvarlarda. Pazara geri döneceğim.
- Ben de gezmeye gidiyorsun sanmıştım.
- Buldun gezmeye gidecek adamı?
- Niye sen gezmeye gidecek biri değil misin yani?
- Benim çalışmaktan hiç zamanın artmıyor ki.
- Ayır kendine biraz zaman, ayarla işlerini ve git.
- Belki yazın yılbaşında giderim bir- iki günlüğüne bir yerlere. Sen ne zamandır burda çalışıyorsun?
- Bugün geldim ben buraya. Diğer günler çarşıdaki istasyonda çalışıyorum.
- Nasıl, işin iyi mi?
- İşin iyisi olur mu?
- Olur tabi. Kolay iş vardır, zor iş vardır. Ucuz iş vardır, pahalı iş vardır. Güvenlikli iş vardır, tehlikeli iş vardır...
- Bu iş ne kolay, ne de zor baba. Üçreti de normal.
- Ama tehlikeli. Dikkat et akşamları, genellikle geç vakitlerde buraları soymaya kalkışıyorlar.
- Biliyorum. Biz akşam yediden sonra içeriye kimseyi almıyoruz. Önce gişeden parayı ödeyip sonra yakıtı doldurtuyoruz. Üstelik kameralar var.
Parayı ödeyen Cengiz oğluna " hoşça kal canım" deyip ayrıldı. Mantıvar Cengiz'in petrolcü gençle hiç de kısa sayılmayacak sohbetini merakla izledi.
- Konuştuğun gencin kim olduğunu merak ettim.
- Yakışıklı genci görünce aşık mı oldun yoksa diye takıldı Cengiz.
İnce bir kahkaha attı mantıvar.
- Niçin olmasın? Benim gönlüm bir kartaldır, yıldırımlı sevdalar taşır kanatlarında.
- Coştu yine benim çiçeğimin çağlayan yüreği.
- Sahi kimdi o yakışıklı genç?
- Boşuna heveslenme sana düşmez o.
- Niye?
- Çünkü benim oğlum.
- Tüh be kahretsin. Yine boşa kürek çektik desene.
İkisinin kahkahası birden patladı.
Önce çevre yoluna, sonra da Western oto yoluna girdi araba. Gengiz bastı gaza. Melton geride kaldı. Bacchus Marsh'ı geçtiler. Araba bir yanı göl, öte yanı derin bir uçurum ve dört yanı gür çam ormanıyla kaplı vadiyi geçerken;
- Buralarda bir yerlerde Amanda adında eski bir arkadaşım oturuyor olmalı, dedi Cengiz. Kendisini dört yıldır görmedim. Son görüştüğümüzde buralarda bir yerden arsa satın aldığını ve yakında ev yapımına başlayacağını söylemişti. Çok tatlı bir kızdı. Sen olmasaydın, şimdi belki o benim yanımda olurdu.
- Çok mu güzeldi?
- Güzeldi ama...
- Eeeee.
- Mantıvar'dan daha güzel bir kadın henüz yeryüzüne doğmadı.
Ballarat gerilerde kaldı.
- Eğer sorması ayıp olmazsa bir soru soracağım.
- Olmaz. Sor.
- Yolculuk nereye böyle?
- Hallsgap denilen bir yere gidiyoruz çiçeğim. Melbourne'a ikiyüz yetmiş kilometre uzaklıkta. Üç saatlık yol. Öteki adıyla Grampians ulusal parkı. Turistik bir bölgedir orası.
- Sen desene tatile geldik buraya. İşe gidiyoruz diye beni işletiyorsun bir de.
- Ben çiçeğime asla kaba şaka yapmam. Hele hele hiç işletmem. İşe geldik. Ama iş bahanesiyle felekten iki de gece çalacağız. Burada bir hotel boyayacağız. Bugün işin formalitelerini yapacağız. Anlaştık mı?
Mantıvar uzanıp Cengiz'i öptü yalnızca.
Sonra Ararat'a girdiler. Orada tuvalet molası verdi Cengiz. Birer de kahve alıp, kahvelerini yudumlayarak yavaş yavaş yol aldılar. Okaliptüs ağaçlarıyla kaplı yol yeşil bir tünel görünümündeydi.
- Ne kadar ilginç ve güzel bir yol diye söylendi Mantıvar.
- Çiçeğim ilerde daha çok güzel yerler var.
- Ne gibi şeyler örneğin?
- Söylemem. Eğer söylersem güzelliği ve ilginçliği kaybolur. “Ormanlar koynunda bir kuytu dere/Dikenler içinde sarıgül vardır"
Yol kıvrılıp döndü ormanlar arasından. Sol yanda bir - iki tane çiftlik, bağ ve şaraphane vardı. Ve dere boyunca ilerleyip derin bir vadide şirin bir yerleşim alanına girdiler. Etrafta şipşirin konutlar, şırıl şırıl akan bir dere, Hoteller, yüzme havuzları, tenis sahaları ve ileride dere üzerine ahşaptan yapılmış minik ve görkemli bir çarşı...
Burası derin bir vadiydi. İki dağ sırası arasında güzel bir yalı. Yukarılarda kızıl yüzlü kayalar görünüyordu. Yol orman karanlığı içinde uzayıp gidiyordu vadi boyunca ve bir baraj gölü kaplıyordu vadinin batı
kısmını.
- Herhalde belirttiğin yer, Hallsgap bu vadi olmalı, dedi Mantıvar.
- Evet burasıdır.
- Bu güzel yalıya bu İngilizler neden böyle yarık adını vermişler acaba?
- İngilizcem iyi olmadığından orasını bilemeyeceğim. Ama neden Hall'un yarığı dediklerini açıklıyayım sana. Bu Hall denilen adam, İngiliz işgal birliklerinden bir çetenin komutanıdır. İngilizler bu ülkeye hile ve düzenle yerleştikten sonra yerli halkı yok etmeye girişiyorlar. Toplu kurşuna dizme, suları zehirleyerek öldürme, kadınlara tecavüzle dönüştürme, çocukları alıp beyazlara hizmetçi vererek yok etme işlerini yüzelli yıl sürdürüyorlar. Bu saldırı sürecinde İngilizlerin bu kıtaya geldiklerinde aşağı- yukarı yarım milyon olarak tahmin edilen yerli nüfus elli bine düşüyor. O yoketme kampanyasının bir çete başıdır Hall ve buralarda Aborijini halkının katledilmesini yöneten adamdır..
- Yüreğimin üzerinden canavar sürüleri gibi dişleri kanlı, sakalları ve üniformaları salyalı İngiliz soykırım birlikleri geçti, diye hüzünlendi mantıvar.
Cengiz arabayı içerilere doğru gazladı. Bir buçuk- iki kilometre kadar gittikten sonra sola kıvırıp direksiyonu bir genişçe alanın karşı yamacına kurulmuş iki katlı hotelin önünde durdular.
Başvuru odasındaki yaşlıca, burnu kavruk, boyalı, her halinden İrlandalı olduğu belli olan bayana;
- İyi günler, dedi Cengiz.
Elinde Fendeck denilen koca bir renk kataloğu ile bir sözleşme defteri vardı. Bitişiğinde de Mantıvar dikiliyordu. Hotelci bayan, misafir sandığı çifti şöyle bir süzdükten sonra;
- Oda mı istiyorsunuz, dedi. Hangi katı tercih edersiniz?
- Özür dileriz, biz mister Kevin'i görecektik.
- Bir işiniz mi vardı yoksa?
- Evet. Kendisiyle görüşmemiz vardı bugün. Biz boyacıyız. Melbourne'dan geliyoruz.
- Adınız ne?
- Cino.
Kadın masanın üzerindeki kağıtlara bir göz attı. Yeniden karşısında dikilen güzel bayanla erkeği göz süzgecinden geçirdi. Telefonu eline alıp tuşlara bastı. Ahizeyi kulağına götürdü. " Birileri geldi. Adı Cino. Seninle görüşmek istiyor. Boyacıymış. Melbourne'dan gelmiş." Bayan karşıdaki kişiyi dinledikten sonra;
- Buyrun oturun orada, deyip yer göterdi. Beş dakikaya kadar Mister Kevin burada olacak.
Oturdular. Cengiz oturduğu yerden hotelin görebildiği yerlerinin duvar, tavan ve tahtalarının boya ve durumlarını incelemeye girişti. Gerçekten de yapı kırık- dökük bir yapıya benzemiyordu. Yalnızca boyası
oldukca eski görünüyordu. Tahta işleri ve kapılar yarı geçirgen lekeleme boyasıyla boyanmıştı. Tahtaların üzerindeki doku gözenekleri belirgin şekilde duruyordu. Duvarlara orta açıklıkta bir krem renk kullanılmıştı.
- Cino dedi Mantıvar, bu bayan bizi boyacıya degil tatil yapmaya gelmiş sevgililere benzetti.
- Pek de yanılmış sayılmaz. Biz aynı zamanda tatile gelmiş sevgililer değilmiyiz?
Mantıvar bir sessiz ince gülüş patlattı Cengiz'in espirisine. Az sonra da içeriye Mister Kevin girdi. O da yaşlıca biriydi. Ellinin üzerinde görünüyordu. Kevin, Cengiz ve Mantıvar'ın elini sıkarak selamladı. Cengiz Mantıvar'ı Kevine " karım Zeynep" diye tanıştırdı.
- Ooo, nasılsınız Miss Zeynep, dedi Kevin Mantıvar'a. Telefondaki sese pek benzemiyor sesiniz.
Ortada bir Alicengiz oyunu olduğunu hemen sezinleyen Mantıvar;
- O zaman birazcık nezleydim Mister Kevin dedi, sesim boğuktu.
Tanışma faslından sonra Kevin hoteli oda oda gösterdi. Mutfak ve salona indiler. Kevin birer kahve ikram etti misafirlerine. Boyacılar kahve içerken kendisi de gidip bir dosya getirdi. Yapının planını çıkarıp Cengiz'e uzattı. Mantıvar çantasından çıkardığı küçücük hesaplama makinasıyla Cengiz'in verdiği ölçüleri 22 ile çarpıp paraya çevirdi. 31 bin 350 dolar olarak Kevine sundu sonucu. Bir de kevin hesapladı, aynı sonuç çıktı. Boyacılar hesaplama yaparken hotelci de renkleri seçti. Seçtiği renkler eski renklerin nerdeyse aynısıydı. Yalnızca kapı ve çerçeveler biraz koyucaydı. Cengiz sözleşme ve fiatlama defterine yazdı herşeyi. Kevin ile birlikte imzaladılar. Kevin bir de oda göterdi boyacılara o gece kalmaları için. Cengiz fazladan bir gece daha kalacaklarını ve parasının ne olduğunu sordu.
- Para istemez, dedi Kevin.
Odanın anahtarını başvurudaki bayandan alıp gezmeye çıktılar. Arabanın içine girer girmez Mantıvar koyverdi kahkahayı.
- Canım ben bu adamla daha önce telfon konuşması mı yaptım.
- Yok, Mantıvar öyle bir şey yapmadı.
- Feryal abla.
- Evet.
- Niçin konuşturdun onu?
- Ben adamla konuşurken yakınımdaydı. Adresi alamadığımı bahane edip, Feryal'dan adresi yazmasını istedim ki, gerçek kaynağından o işin yerini öğrensin, burada olduğunu bilsin. Günlerdir ve hatta haftalardır eve gelmeyince çıngar çıkarmasın.
- Vay kurnaz tilki vay, diye güldü Mantıvar.
Cengiz arabayı çalıştırdı. Geldikleri yoldan yavaş yavaş geri döndüler. Hemen ilerilerindeki Aborjini merkezine giden yola saptılar. Biletlerini alıp girdiler. Mantıvar her resmi ve figürü dakikalarca incelemeye aldı, her yazıyı okudu. Aborijini müzik ve av aletlerini enine boyuna inceledi. Cengiz'in midesi zil çalmaya başlamıştı. Mantıvar'a hemen oradan birşeyler alıp oturup yemeyi önerdi. Mantıvar da iyice acıkmış olmalı ki, hemen onayladı bu öneriyi. Büfeden tost ve meşrubat aldılar. Yemeklerini yerlerken Mantıvar;
- Bence dedi, bu Aborjini toplumunun ilkel yaşamı dahi bugünün modern toplumundan bir çok yönüyle çok ileride. Şu resimleri, el işlerini bunların dans ve müziğini Avrupa kökenli mağrur toplum ne denli kopyalarsa kopyalasın, o derinliği, estetiği, sadelik ve güzelliği asla yaratamayacaktır. Bu toplumun yapıtlarında eski yunan heykelciliğindeki derinlik ve ustalık var. Aborjininin resmi ölümsüzdür. Çünkü resimde yapay madde kullanılmamıştır. Kullanılan her şey doğadan doğrudan alınan şeylerdir.
- Evet öyledir. Ama ilkel yaşamı da yüceltemeyiz o denli. Sanat, müzik ve danslarıyla ve aralarındaki ilkel eşitlikçi toplumsal örgütlenmeleri ve inanç sistemleriyle bence de avrupalı toplumlardan daha iyiler. Ama ilkellik toplumu belki mutlu yaşatır, fakat ilerletmez.
- Teknolojik ilerlemenin dışında, bilimsel gelişme de buna dahil, nesi var modern toplumun? Wahşeti, özel mülkiyeti, göksel hurafe dinleri var. Sistemini korumak ve başka insanları baskı altına almak, ülkeler işgal etmek, kan dökmek için devleti var. Tankı, topu, tüfeği, toplu cinayet mangaları var. Para ve üç kağıtçılığı var....
- Ama bugünün aborjini yaşamı ilkel komünal toplumsal yaşamın bir uzantısıdır çiçeğim. Tarihsel olarak çok geri bir yerde bulunuyor aborjini halkı. Evet inanç sistemleri Yahudi kökenli dinler gibi bağnaz ve tehlikeli değil. Özel mülkiyet ilişkisinin topluma yön verememesi ve doğal dayanışmaya dayalı olan yaşam, toplum içi özgürlüğü yaşatan şeylerdir. Doğal yaşam bunları sağlayan etmendir. Doğal yaşamın bittiği yerde, toplum içi barış biter. Bencillik baş gösterir.
- Her şeye karşın bu toplumun gelişim ve yaşamına İngiliz sömürgeciliği ve Hıristiyanlık silah ve hileyle karışmasaydı bence gelişim çok daha ilerde olurdu. Belki de bugünün beş- altı milyon nüfuslu aborijni toplumu öteki toplumları da barış, hoşgörü ve toplumcu yaşamıyla etkilerdi.
Yemeklerini yeyip, kendileri ve İlhan ile M. Aliye birer aborjin desenli tişört, bir de küçük tablo satın alıp çıktılar. Önce sola döndü Cengiz ana yola girince. İlerlediler. Karşılarına baraj çıktı. Baraj boyunca yavaş yavaş ilerleyip ta ötelerden geri döndüler.
- Çarşıya inelim mi can diye soran Cengiz'i başıyla onayladı Mantıvar.
Önce Dondurmacıya uğrayıp birer fıstıklı ekmek külahta dondurma aldılar. Mantıvar çekinceli bir yaklaşımla tadına baktı dondurmanın.
- Korkma, saldır. Çok seveceksin dedi Cengiz.
O gün çarşıyı dolaşıp akşamı kavuşturdular. Bazı kuru yiyecekler satın alıp hotele döndüler. Odalarında kahveyle bisküvit yediler. Duşlarını alıp, gece kıyafetleriyle oturup sohbet ettiler uzunca. Geleceğe dair düşler kurdular. Mutluluğa dair şiirler okudular birbirlerine. Ve koala böğürtüleri arasında ormanın derin uykusuna daldılar. Dalları biribirine sarılan yağmur ormanlarındaki ulu ağaçlar gibi, tek yürek ve tek beden olarak.
Her zamanki gibi yine erkenden uyandı Cengiz. Orman, kuşların orkestrasıyla inliyordu. Seslere kulak verdi. Bu koroya katılmış en az yirmi tane değişik kuş sesi algıladı. Yine Mantıvar üzerindeydi. Tıpkı bir yıl önce motel odasındaki gibi boylu boyunca uzanmış ve elleriyle boynunu kelepçelemişti yine. Uzun ve mantıvar rengine boyanmış saçları Cengiz'in yüzünü iyice kapatmıştı. Bu kez Cengiz ellerini kolay hareket ettirip Mantıvar'ın incecik beline doladı. Üzerinde bir insan ağırlığı degil de bir tutam çiçek ferahlığı vardı sanki. Kollarıyla iyice bağrına bastırdı kızı. Nefesini içine çekip bıraktı. Tekrar kokladı. Kendisini çok derin ve çok renkli bir mutluluk vadisinde sereserpe kelebekler gibi uçuşurken, sevgilisiyle küçük kuşlar gibi daldan dala sekerken duyumsadı. İyice gerindi. Mantıvar'la birlikte yatakta döndü. Şimdi Mantıvar alta, kendisi üste gelmişti. Mantıvar'ın güzelliğini seyre koyuldu.
Mantıvar uyandığında o daha kızın yüzündeki binbir türlü çiçekle bezenmiş bahçede gezinmekteydi. Sonra, ürpertideki bir gülü koklar gibi sakına sakına ayaklarından başlayıp saçlarına kadar tüm bedenini kokladı. Dönüp, yine soldurmaya sakınırcasına usul ve inceden aynı yolu izleyerek Mantıvarı öptü.
Birlikte duşa girip, biribirlerini sabunlayıp okşadılar. Çay ve bisküvitle avrupa usulü bir kahvaltı yapıp, eşyalarını toplayıp çıtılar. Başvuruya geldiklerinde Mister Kevin ile karşılaştılar. Kevin'e kullandıkları odanın anahtarını teslim eden Cengiz;
- Fikrimizi değiştirdik, dedi. Bu akşam Melbourne'a geri döneceğiz. Önümüzdeki değil de, ondan sonraki Pazartesi günü, yani on gün sonra burada olacağız. Dört kişiyle başlayacağız işe. Bizim hesaplamamıza göre, eğer bir terslik olmazsa işinizi iki haftada bitireceğiz.
- Sağolun dedi Kevin. On gün sonra görüşmek üzere.
Mantıvar ve Cengiz adamla el sıkışıp ayrıldılar. Cengiz arabayı dağlara sürdü. Kıvrıla, kıvrıla tırmandılar. Önce bir gözetleme tepesine uğradılar. Bütün Grampians ayaklarının altındaydı. Her yönü iyice süzüp aşağıdaki kayalıkları gösterdi Cengiz Mantıvar'a.
- Oralarda mağaralar var. Üst üste balkonlar gibi. Ama epeyce yaya yürümek gerekiyor oralara ulaşmak için.
- Her yan insanın gözlerinin önüne seriliyor, dedi Mantıvar. Ne güzel bir manzara. O göl akşam gezdiğimiz baraj mı?
- Evet odur.
Çok durmayıp sürdüler. Dağın başındaki baraj gölünü ziyaret ettiler önce. Etrafta biraz dolaşıp su döktüler. Hava durgun ve serindi. Gök hafif bir bulut tabakasıyla kaplıydı. Belki hava bozabilir düşüncesiyle göl kenarında fazla eğlenmeden geri döndüler. İleride bir başka yola saptı araba. Köşedeki bir okaliptüs odununa yazılıp, yine bir oduna çivilenmiş ve yere gömülerek tutturulan levhayı okuyan Mantıvar, "McKenzie çağlayanı" diye söylendi. Çok geçmeden de çağlayan sapağına gelip dükkanın önüne park ettiler arabayı. Mantıvar dükkandan iki naylon şişe elma suyuyla bir paket patates çipsi satın aldı. Çipsi yiyerek yürüdüler.
Gözetleme kayasından aşağılara kuş bakışı göz attı Mantıvar. Cengizin ağzına iki dilim çips verdi.
- Yavaş yavaş sırat köprüsünü ineceğiz şimdi, dedi Cengiz. Orası tam cehennemin dibidir. Ama gölge ve serindir. Kuzdur. Pek fazla güneş almaz. Tam Yunusluk bir yerdir. " Varup ol gölgelikte biraz yatası" için.
Bir kahkaha attı Mantıvar.
- Sen çok komik bir adamsın. Nerden aklına geliyor bunlar. Burası cehennem değil üstelik, bir cennet köşesi. Yunus cehennem ateşinin alevlerinin gölgesinde yatmayı söylemektedir.
- Peki öyle olsun. Ama az sonra sen görürsün haklı mıyım, haksız mıyım?
Mantıvar adeta Cengiz'e yapışık vaziyette indi çağlayanın dibine. Cengiz daha önce iki defa indiği bu yolu bu denli yavaş ve fazla zaman harcıyarak inmediğini düşündü. Kayalardan derin uçuruma düşen sular havada parçalanıp köpürüyor, yere düştükten sonra böğetten etrafa ince bir sis yayılıyordu. Orada kayalara oturup biribirlerinin fotoğrafını çektiler. Bir Çinli bayana rica edip birlikte bir kaç tane fotoğraflarını çektirdiler. Mantıvar daha ağzına ikide bir çips atıyordu. Çips bitti sonunda. Bu kez de elma suyuna gitti Mantıvarın eli.
- Eğer dinlendinse dönelim çiçeğim, dedi Cengiz. Daha gezeceğimiz başka yerler var. Gün çabuk kavuşur akşama bu dağların arasında.
- Bu cehennemin dibinden yeryüzüne çıkmak zaten bir günümüzü alır.
- Haydi bakalım şöyle hizaya gel, diyen Cengiz bir kahkaha koyverdi bu kez ve arkadaşını omuzlarından tutup iştahla öptü.
Her ikisi de yokuşun başına çıkana kadar kanter içinde kalmışlardı. Mantıvar, Cengizin elinden tutunup, sürünürcesine çıktı yukarıya. Doğruca dükkana girip meşrubat aldıktan sonra kendilerini attılar arabanın oturaklarına.
Geri aynı yoldan döndüler. Hallsgap'e indiklerinde gün ikindi olmuştu. Mantıvar birer hamburger alıp getirdi. Cengiz araba sürerken Mantıvar bir kendi ısırdı hamburgeri, bir Cengiz'in ağzına verdi. İki hamburgeri de bu şekil yiyerek Stawell'a geldiler.
Stawell'da Minyatür Dünyayı gezdiler. Cengiz daha önce Mantıvar'a anlatmış ve söz vermişti bu Minyatür Dünya denilen yeri göstereceğine.
Mantıvar'ın oldukça ilgisini çekti Minyatür Dünya. Mısır piramidleri, Eskimolar, Hindistan ve filler, Filipin pirinç terasları, İsviçre dağ treni, Hollanda yel değirmeni, Afrika köyleri... ve Australyada İngilizlerin altın çıkarma maceraları.
- Nasıl buldun burayı diye sordu Cengiz.
- Güzel dedi Mantıvar. Adamların kendi tarihi felan olmadığından, Avrupalı ataları gibi dünyanın öteki bölgelerinin halklarının yarattığı tarihi yapıtları da çalıp ta Avustralya'ya taşıyamadıklarından para kazanmak için minyatür yapıtlar yapmışlar. Bu da İngiliz kurnazlığının bir ürünüdür.

Mehmed Sarı
Kayıt Tarihi : 6.4.2013 14:23:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Mehmed Sarı