Fikri Öztan, en çok sevdiğim ilk gençlik yılları arkadaşlarımdan biridir. Ünlü ve başarılı sinema filmi yönetmeni Ziya Öztan’ın ağabeyidir Fikri. Ziya, bize göre daha da çocuk olduğundan o yıllarda aramızda olamadı hiç.
“Kimbilir belki bir gün çok çocuk yaşta bir oyuncuya gerekseme olur...” diye belki de, hiç kaçırmazdı provalarımızı. Bir kıyıcıkta sessizce oturur, ilgiyle bizleri izlerdi.
Diyebilirim ki, bugün Türk Sinema tarihine adını altın harflerle yazdırmayı başarmış bir yönetmen olan Ziya Öztan, ilk ışığı bizim Derneğimizden aldı.
Bu dernekte hazırlanan oyunlardan birisiyle turneyle bile çıkmışlardı küçük oyuncular... Ama turne pek pahalıya mal olmuştu onlara. Oyunun oynanacağı kent Kahramanmaraş’tı. Gerekli duyuru yapılıp biletler satılacak, seyirci kiralanan bir sinema salonunda yerini alarak oyunu seyretmeye başlayacaktır. Ama bakın daha sonra neler olacaktır:
Kahramanmaraş’ın tiyatro meraklısı izleyicileri, oyunu ancak bir perde izleyebilecek kadar sabır göterebiliyorlar.
Birinci perde sonuna kadar beklentilerine kavuşamamışlar, düş kırıklığına uğramışlardır.
İzleyiciler, ikinci perde başlayıp da hâlâ beklentilerinin yerine gelmediğini görünce patlıyor. Hep birlikte: “Dansöz dansöz! ” diye bağırmaya başlıyorlar.
Şamatadan sinema yıkılacak neredeyse. Beklentilerini yerine getirmeden bunlarla baş edemeyeceklerini anlayan Cahit Saraç, çaresiz çıkıyor sahneye, sesleniyor şamatacılara:
“Sevgili ve değerli tiyatro izleyenlerimiz... Bazı sıhhi nedenlerden dolayı dansözümüz gecikmiştir. Şimdi sağlığı düzelmiş olan bu vamp hanımefendi makyajını tazelemektedir. Az sonra huzurlarınızda olacaktır.. Lütfen sabırlı gösterelim, oyunu izlemeye devam edelim...”
Bir koşuşturmadır başlar. Bir dansöz bulunur. Kadıncağız makyaj yapmayadan kendini sahneye atar. Kahramanmaraş’ın değerli tiyatro izleyicilerini rahatlatır.
Gösteri tamamlanmış, sıra dönüşe gelmiştir.
Ne var ki, sinema kirası ve dansöz ücreti o günkü hasılatın tamamını alıp götürmüştür.
Bu nedenle yine kuruşsuz kalmıştır Hisseli Harikalar Tiyatromuzun elemanları.
Hiç birisinin de derdi para değildir ama, onca oyuncuyu, onca dekoru tekrar Gaziantep’e taşımak kolay mı!
Bir umarları yok.
Sırtlarına yüklüyorlar dekorları, düşüyorlar 85 kilometrelik Gaziantep yoluna yayın yapıldak...
Daha ilk kilometrede havlu atarak yüklerini yıkıyorlar yolun kenarına. Otostop yapabilecekleri bir kamyon arıyor gözleri.
Ne var ki kamyoncuların bu kalabalık otostopçulara dönüp baktığı bile yok.
Nasılsa biri duruyor sonunda.
Çocukların başlarından geçenleri dinleyerek acıyan şoför onları alıp götürüyor kentlerine.
İndirirken bir dolu öğüt vermeyi de unutmuyor.
“Ne yapacaksınız oğlum tiyatroyu miyatroyu! Büyüyünce çengi mi olacaksınız! Dizinizi kırın da okumanıza bakın. Okuyabilecek durumda değilseniz de, girin bir ustaya, bir zenaat öğrenin...”
Babalarının öğüdünü dinlemeyen öbür afacanlarımız bu kamyon şoförünün öğüdünü dinlediler mi bilmiyorum ama Fikri dinledi.
Genç yaşına karşın Fıstık Kooperatifinde sekreter olarak çalışmaya başladı. Babası astsubaydı.
Eyüpoğlu Mahallesinde, bütün çocukları arkadaşım olan Tavşancılların evinde kirada oturuyorardı.
Dur bakayım anımsayabilecek miyim, 'Bütün çocukları arkadaşlarımdı' dediğim tüm Tavşancıllar'ı.
Büyük oğul HasanTavşancıl'dı. Başı önünde, içine kapanık, mahcup yapıda bir gençti.
İkinci kardeş İhsan, benim sınıf arkadaşımdı. Birlikte okuduk yıllarca Gazi Mustafa Kemal İlkokulu'nda. Utangaç terbiyeli bir çocuktu. Birlikte darabil oynadık, birlikte okulun koca kapısının açılmasını bekledik sabahın erkenlerinde. Birlikte cezaya kaldık...
Üçüncü Kardeş Ali'ydi. Ali Sanat Okulundaki öğrenimini bitirir bitirmez soluğu Almanya'da almıştı. Yıllar sonra emekliye ayrılmayı beklemeden dönüş yapmış, Şehitler Anıtının karşısında kocaman bir mobilya mağazası açmıştı. Korkarım alın teri birikimlerinin çoğunu yok etti orada.
Ülkü en küçük erkek kardeşti. Şakacı bir yapısı vardı. Şakacılığı imzasına kadar yansımıştı. İşbankası Merkez Şubede Müdürlüğe mi, Müdür yardımcılığına kadar mı ne yükselmişti de, yine de attığı imzalarını tavşana benzetmekten vazgeçmemişti.
Bir de abla vardı evde. Ülker miydi acaba adı? İhsan'la ben birinci sınıfta okurken, sanırım o abla beşinci sınıftaydı.
Ailenin son çocuğu Hülya'ydı.
Hülya da, Ablası da, ağabeyleri de, anne babaları da, hepsi hepsi de iyi insanlardı. İyi de söz mü? İyinin iyisiydiler...
Tavancıllar’ın küçük kızıHülya’ya abayı yakmıştı Fikri.
Hülya da ilgisiz kalmamıştı bu sarışın subay çocuğuna.
Tutucu bir aile değildi Tavşancıllar ama yine de onca erkek ağabeyin olduğu bir ortamda açıkça buluşup söyleşemezlerdi.
O yüzden bir çözüm üretmişti hemen Fikri. Kendileri üst katta oturuyorlardı. Hülyalar alt katta. Üst kattan alt kata kablo çekip kendi buluşu olan, kibrit kutularından almaçlı telefon oluşturuverdi arkadaşım. Bu telefonla uzun uzun söyleşebilirlerdi artık...
Bir zaman sonra evlendi bu iki genç. Nedense Türkiye dar geldi onlara. Hülya, öğretmen olmuştu. O öğretmen olarak Fikri de İşçi olarak Almanya’ya gittiler.
Almanya’da uzun yıllar çalışıp emekli oldular. İstanbul Küçük Çekmece’ye yerleştiler.
İstanbul’da ziyaret ettim onları. Her zamanki gibi çok mutluydular. Tek üzünçleri bir çocukları olmamasıydı. Bu da dert mi? Hemen bir evlatlık edinmişlerdi.
Ancak evlatlıkları iki ayaklı değil, dört ayaklıydı. Minnoş, adı gibi minicik, yırtıcı bir köpekti.
Evin içinde havlayarak, Hülya ile Fikrinin gülüşleri arasında beni az korkutmadı beni bu avuç içi kadar yaratık...
Geçenlerde yaptığım kısa bir İstanbul yolculuğunda ancak telefonla ulaşabildim onlara. Telefonlarını almamışım yanıma ama şans yardım etti. Cemal Süreya ödül törenindeydik. Ziya Öztan da oradaydı. Ulaştırdı beni arkadaşıma.
Ah, ne yazık k, zor Almanya yılları, kulağının işitme gücünü çalmıştı ondan. Zor da olsa sevgilerimizi ulaştırabildik telefonda. Bir dahaki sefere kucaklaşmayı dileyerek.
Kayıt Tarihi : 1.7.2009 01:08:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!