26 Eski bir çocuktu Seyfettin Başılar
Seyfettin Başçıllar’ı, ilkin 1950’yi yıllarda Pazar Postası’ndaki bir şiirinden tanıdım, sevdim. Sonra hemşerim olduğunu öğrendim. Sevincim iki kat oldu. Daha sonra tanıştık, bir Kat daha büyüdü mutluluğum. Gerçekten şiirinin adamıydı. Sessiz, sakin, büyüklüğünün ayırımında olan ama bununla asla böbürlenmeyen güzel insandı.
Ülkü Tamer, Onat Kutlar, Uğur Cankoçak, Atılay Arsan, Cevat Özer vb’dan oluşan grubumuza katılarak o da buluşmaya başladı zaman zaman bizimle.
Kilis’te oturuyordu. Bizi kentine çağırdı bir gün. Sekiz on kişi, topluca gittik. Birlikte yedik, içtik söyleştik. Geceyi evinde geçirdik. Yere serilmiş döşeklerin üstünde boğuştuk, çocuklaştık. Yaramazlıklar yaptık.
O hepimizden olgun yaştaydı. Biz yaramazlık yaparken o sanki bizim ağabeyimiz, babamızmış gibi, dudaklarının kıyısında tatlı bir gülümseme, sevecen bakışlarıyla bizi izliyordu.
İyi bir gözlemcinin gözünden kaçmazdı onun da bizim gibi çocuklaşmak istediği... Bizim gibi boğuşmak istediği... Ama o kadar çok çektirmişti ki yaşam, unutturmuştu ona yaşayamadığı çocukluğunu bir daha yaşamayı.
Derken Gaziantep’e yerleşti. Ben Ticaret Lisesinde okuyordum o yıllarda. Öğretmenimiz oldu Seyfettin Başçıllar.
Ah, keşke Türkçe, edebiyat derslerimize gelseydi. Edebiyat öğretmenimiz olsa, kim bilir ne çok yararlanırdık ondan!
Kimya öğretmenimiz olarak sınıfımıza girdiğinde ne çok üzülmüştüm. En sevmediğim dersti kimya da onun için... Asalak bir ders olarak gördüğüm kimyaya çalışmıyordum.
Bu derse sevdiğim bir öğretmen gelmeye başlayınca tavrımı değiştirmek istedim. Sınıfta ona karşı mahcup olmak istemezdim. Öyle ya, öğrenci öğretmen ilişkileri başka, arkadaşlık başkaydı. Başçıllar’ın kişiliğini bildiğim için, ders konusunda bana hoşgörü göstermeyeceğini de adım gibi biliyordum.
Nitekim öyle oldu. Hiç mi hiç tolerans göstermedi ben garip bu edebiyatçı arkadaşına Başçılar öğretmen. Daha da fazla geldi üstüme. Çalışayım da, ikimizi de doğacak sorunlardan kurtarayım diye olmalı.
Ne var ki bizi anlamak istemiyordu kimya. Uzun zamandan beri ihmal ettiğim bu ders hiç gülümsemiyordu yüzüme. Öğrenim yıllarım boyunca da sürdürdük birbirimize karşı tavrımızı. Ne o sevdi beni, ne de ben sevebildim onu.
Ancak öğretmenlerin öğrencileriyle ilişkilerinde sorumluluğu vardı. Onlara not vermeliydi, onları sözlüye kaldırmalıydı. Haydi sözlüde seni idare etti, diyelim. Ya yazılı ne olacaktı? Yazılılarda da, ‘Sen sınav dışı kal Fevzi’ diyecek hali yoktu ya sevgili kimya öğretmenim şair Seyfettin Başçıllar’ın.
İşte böyle zorunlu katıldığım yazılılardan birinde, soruları kağıdıma yazmıştım. Yanıt olarak tek sözcük aklıma gelmediği için karadenizde gemilerim batmış gibi kara kara düşünüyordum. Bir yandan da ‘acaba bana bakıyor mu* diye öğretmenimi gözlüyordum. Bakıyordu bakmasına ya, bunu bana sezdirmemek için arada bir gözünün ucunu batırıyordu bana. Yapılacak tey şey, onu şiirle avlamaktı. Ben de bu hileli yola başvurdum. Kimya sorularının tümüne tek yanıt verdım. Yanıtım bir şiirdi. Şiirin adı Kimya. İşte yıllardır korumayı başarabildiğim o şiir. Kimi düzenlemelelerle yeniden yazdığım bu şiir o günden bugüne Amerika’nın dünya üzerinkeki emperyalist tutumunda hiç bir değişiklik olmadığını göstermesi açısından ilginçtir. Şiirin bir bölümü şöyle:
”KİMYA… Kimya deyince ‘amerikyum’ gelir önce aklıma/o, halkına rağmen halksız cumhuriyeti anlatan kelime/Atom gelir kimya deyince aklıma/kendisi atmış gibi bombaların en alçağını/kimya öğretmenim bakar gözlüklerinin altından/atomu anlatırken üzgün gözleri mahcup/Hiroşimaya...” Beğenmişti şiirimi sevgili Kimya öğretmenim Şair Seyfettin Başçıllar. ‘Güzel! ..’ demişti, yazılı notlarımızı okurken. ‘Çok güzel! .. Eğer edebiyat öğretmenin olsaydım şu anda sana gözümü kırpmadan 10 verirdim. Ama ne yazık ki kimya öğretmeninim ve üzülerek iki veriyorum.’ O yıl ilk kez iftihara geçemedim. Resmim asılmadı ilk kez okulumun koridoruna. Kimyadan bütünlemeye kaldığım için... Ama ‘beni bütünlemeye bıraktı’ diye hiç gücenmedim sevgili öğtetmenime. Kusur onun değildi; benimdi, biliyordum. Seyfettin Başçılllar 25 Mayıs 2002’de öldü. Hem de yurdundan, doğduğu Kilis kentinden, yaşadığı Gaziantep’inden çoook uzalarda, Amerika’da. Yaşamının son yıllarını orada geçiriyordu. Evet, teni soldu ama şiirleri ölmedi. Şiirleri yaşatıyor hâlâ onu. Ölümü böyle de doğumu nasıl? Öz yaşam öyküsü? .. Bunu da kendi dilinden aktaracağım: ‘1930 yılı Haziranında Kilis’te doğmuşum. Dört kız, üç oğlan... Yedi kardeşin en büyüğü benim. Babam emeğiyle geçinen bir yapı ustasıydı. 43 yaşında kanserden öldü. Sıkıntılı günler yaşadık. İlk ve ortaokulu Kilis’te, liseyi Gaziantep’te bitirdim. Sınıfımda iyi öğrencilerden biriyim. 1950 yılında Ankara Veteriner Fakültesinden mezun oldum. 13 yıl memleketimde görev yaptım. Halkımı aydınlık, gülünç ve kurnaz yanlarıyla tanıma olanağım oldu. Okumayı, insanları, doğayı ve aşkı sevdim. Kula kulluktan nefret ederim. Çeşitli sanat ve edebiyat dergilerinde yazılarım, şiirlerim yayınlandı. On kadar şiirim İngilizceye çevrildi. Amerika’da Princeton, Harwart, gibi üniversitelere çağrıldım. Önce bulut vardı (1958) , Altın Çağı Ölümün (1961) , Çiçek ve Silah (1969) , Sokak Şarkıları (1973) , Unutulmazsın (1989) , Kıyısızlık (1993) , ve Gül Sesleri (1998) şiir kitaplarım yayımlandı.’ Sevgili Öğretlmenim Seyfettin Başçıllarla ilgili olarak eksik bilgilerimi Kilis Sevdalısı Nejat Taşkın’dan öğrendim. Ona teşekkürü gönül burcu bilmeliyim. İşte size Başçılları’ın son kitabından Taşkın’ın beğenisini kazanan bir şiiri?
“NEREDE KALDI… Sevgi dolu şarkılar getir bize/Yalan söylemesin temiz dudaklar/Sabır taşın artık çatlamak üzre/Nerde kaldı özlenilen şafaklar... Bir yanda gam, keder; bir yanda şenlik/Aşka düştün ne son kaldı ne de ilk/Gelir diye yıllar yılı bekledik/Tanrım yakın olmadı hiç uzaklar...
Sevgili eşi Nevin Başçıllar, onun anısına yayımlanmamış şiirlerini toplayıp yayımlatmış. Adını ‘Eski Çocuk’ koymuş kitabın.
Evet, eski bir çocuktu gerçekten Seyfettin Başcçıllar. İyi ki de hep çocuk kaldı. Keşke ömrümüzce arı duruluğunda kalabilsek çocukluğun biz de... Onun gibi böyle, hep çocuk kalsak. Aşağıdaki kimi şiirlerinden alıntıladığım bölümler de benim beğendiklerimden.
“BİR KADININ AKŞAM SAATLERİ/Bana kandan çekilmiş kırmızı şarabı getir/Göçebe kıyısısında bir kaçışın o yeşil/Sokaklara koklayıp attığımız karanfil/Sarı saçlı bir kadının akşam saatleridir.
Işıkları yanmıştır genelevin, faytonlar/Bir tepeye tırmanır sislerle karartılı Karşı yamaçta kiliseden bozma yatılı/Erkek okulunun zili yatsıyı çalar.
Hatırlanır eski bir yüz Ankara garlarından
.........
Eksik bir gül vaktini yaşamak/Ve açılmak enginlerine/Yasak adını haykırarak
..........”
“UNUTULMASIN… Yaz bunları unutulmasın/taşa/ağaca/sulara yaz/seni ilk gördüğüm geceyi yüreği dolu tutan geceyi/ilk ayrılığı, ilk öpüşmeyi/zeytin, incir kentine/taş sokakları, evi/ayın batışını, doğuşunu/suların göklere vuruşunu...
ay doğarken yüzün/yarı solmuş zambak gibiydi/yürek coşkudan patlayacak gibiydi/geceden yollarımızı kesen kapılar/aralıktı, açılacak gibiydi/yaz bunları unutulmasın/yazıya geçen bir şey var her zaman/eski yolculuklardan/toprak damlar, güz yağmuru mutlu günlerin kalemiyle/anımsatan hep o yolculuğu/kuru çeşmelerde kutlu bir bahar arklarında tarihin unutuşu/ve havada sessizliğin çizdiği/fizik ötesi bir yontu/dağlar dağlar dağlar/eteklerinde sürekli yaz bulutu/o bulutun aydındaydın
.....................”
Kayıt Tarihi : 25.6.2009 11:49:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!