Ben Öğretmenken: 06 Kendimin yarım dokto ...

Fevzi Günenç
551

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Ben Öğretmenken: 06 Kendimin yarım doktoru olmuştum

BEN ÖĞRETMENKEN: 06
Kendimin yarım doktoru olmuştum
FEVZİ GÜNENÇ

Eski bir dostum vardı.
“Yargıda yargıca güveneceksin. Mübaşire değil…”
“Hastaysan doktora gitmelisin. Hastabakıcıya değil…” derdi. “”Yarım doktora hele, hiç yaklaşmamalısın.”

Uymamıştım bu dost sözüne. Yarım doktor kadar kötüsü yokmuş meğer, gerçekten. Bunu ben yaşayarak öğrendim.

Son zamanlarda gazetelerde, televizyonlarda “tıp”la tırnak kadar ilgisi olmayan bir sürü laf ebesinin, “şifalı bitkiler” adı altında koca karı ilaçlarını izleyenlere önermelerine bakarak kahroluyorum.

Öğretmenlik yaptığım yıllarda ben de yarım doktoru olmuştum bir keresinde kendimin.

Okulun paydos zili çaldığında çevremde toplanırdı köyün delikanlıları. Bana yaşam hakkında sorular sorarlardı. Aklımca aydınlatırdım onları. Bildiklerimi paylaşırdım kendileriyle.

Bir seferinde gençlerden biri:
”Öğretmen,” dedi. “İyi insansın, hoş insansın. Delikanlı adamsın. Anlayamadığım, sesin neden böyle ince? Aynı kız sesi gibi…”

Yaralamıştı bu söz beni. Belli etmemeye çalışmıştım. İçime atmıştım. Onları savdıktan sonra köyün tek bakkalının yolunu tutmuştum.

“Filitreli sigara var mı? ”

“Var öğretmen. Çamlıca… Hayırdır, ne yapacaksın sigarayı? Sen sigara içmezsin ki. İçeni de sevmezsin.”

“Ver ne kadar varsa.”

Şaşkınlık içinde açılmamış bir kiloluk Çamlıca paketini uzatmıştı.
O gece geç saatlere dek sigara içmiştim. Birini söndürmeden ikincisini yakmıştım. Kusana kadar içmiştim.

Niçin yapıyordum bunu? Kendime yarım doktorluk yapıyordum. Sigara içerek ses tellerimi kalınlaştırmaya çalışıyordum.

Bir yerde okumuştum, “Sigara ses tellerini kalınlaştırır,” diye yazıyordu.
Bir halta yaramamıştı. Yıllarca içecektim ama ses tellerimi kalınlaştırmayacaktı sigara. Aksine beni kul edecekti kendine. Bağımlı kılacaktı.
Kırk yıl kullanacaktım onu.

Onu kullandığımı sanacaktım kırk yıl.
Aslında o beni kullanacaktı.

Paramla birlikte bedenimi de yiyecekti. Yelpik yapacaktı beni. Akciğerlerimin bütün deliklerini katranla sıvayacaktı.

Birkaç merdiven çıkınca, birkaç yüz metre yürüyünce soluk soluğa kalacak hale getirecekti beni. Kim bilir ne kadarını alıp götürecekti ömrümün?
On yıl oldu sigarayı bırakalı ama zararlarından kurtulamadım daha.

Bir iki kötü alışkanlığım oldu. Sigara, içki içmek… Onları da bilgi, bilim, ışık götürdüğüm Hisarbeyli köyü öğretti bana.

Bugün sigara, yarın içki…
İçkiye tutulmak çok daha keyifli oldu. Onun da bedeli ne olacaksa artık.

Ben Öğretmenken: 07 Çengi ile ça ça ça…
Hisarbeyli Köyünde okulun karşısında cami vardı. Solundan yol geçerdi. Asfalttan başlayıp köye dek tırmanan yokuş bir yol.
Yolun karşı kıyısında muhtarlık binası bulunuyordu. Binanın solu muhtarın odasıydı, sağı benim lojman. Lojmanın yanında köy kahvesi, köy kahvesinin yanında köy bakkalı yer alıyordu.
Köyün en hatırlı kişisi ben sayılıyordum. Okulun tek öğretmeni, aynı zamanda müdürüydüm ne de olsa.
Köyde bir düğün yapılır da en hatırlı kişi çağrılmaz mı? Doğal olarak çağrılmıştım ben de. Ne demiş atalarımız? “Çağrıldığın yere erinme, çağrılmadığın yere görünme.”
Ben de erinmedim, gittim kahvede yapılan köy düğününe. Kahvenin bir başına gelinle damadın, öbür başına benim masam kurulmuştu.
Masa arkadaşım köyün muhtarıydı. Masam görkemli bir biçimde donatılmıştı. Nerdeyse kuş sütü eksikti. Mezelerin yanı sıra ortada kocaman, hani binlik dedikleri, bir litrelik bir şişe vardı.
Safdil ben, su şişesi sandım onu. Acıdım bir sürahileri bile yok. “Yeni evlilere bir sürahi almalıyım,” diye geçirdim içimden.
Koca şişeden bardaklarımızı doldurdu muhtar. Kendi bardağını benimkine dokundurarak “Şerefe! ” dedi.
Şaşırmıştım. Bu köyde su içmek için bardak tokuşturmak gibi bir adet olduğunu bilmiyordum. Yoksa içki miydi bu? Refleksle bardağımı elime aldım. Burnuma götürüp kokladım.
Hayır, içki değildi. İçki olsaydı anason kokardı. İçki içmedim ama içkili meclislerde bulunmuşluğum vardı. Kokusunu bilirdim onu.
Muhtar gülümseyerek bardağını dudaklarına götürdü. Bir yudum içti. Bardağını yerine koyarken sordu.
“Siz içmeyecek misiniz öğretmen? ”
“İçki mi bu? ”
“Boğma rakı.”
Evet, duymuştum. Boğma rakıya anason katılmazdı.
“Ben almayayım,” dedim.
“Neden? ” diye sordu.
“İçki kullanmıyorum ben.”
“Sen Gaziantepli değil misin? ”
“Gaziantepliyim…”
“Eee? Gaziantepliler Türkiye’nin en içkici insanlarıdır. İçki içmeyen bir Gaziantepli düşünemiyorum. Eğer içmemekte ısrar ederseniz, bunu bize bir hakaret olarak kabul edeceğim.”
Al sana hanek. Hem de haneğin uluğu. Sorun yaratmak istemedim. Dişlerimi sıktım. Bardağı dipledim. Hayatımda ilk kez içki içiyordum.
Aaa! .. Tadı hiç de fena değilmiş!
Arkası geldi. Daha düğün yarılanmadan biz binlik şişeyi yarılamıştık bile.
O ara Romanlar çalgıları coşkuyla çalıyordu. Roman güzeli genç dansöz gerdan kırıyor, bel büküyor, oynuyordu.
Müzik bir tango parçası çalmaya başladığında onu karşımda buldum. Elini bana uzatmıştı. Beni dansa davet ediyordu. Bir bayanın uzattığı eli tutmamak olmazdı. Kendimi ortada buldum. Romen dansözle birbirimize sarılmış, dans ediyorduk.
Tango yerini sırasıyla sambaya, rumbaya, mamboya, valse, ça-ça-ça’ya bırakıyordu. Roman dansözle ben her dansın hakkını vererek oynuyorduk.
“”Vay be…” dediğini duyar gibi oldum bir ara köylülerimden birinin. “Bizim öğretmende ne marifetler varmış! ”
“Tatlı tatlı yemenin acı acı bedelini ödemesi olur,” derler. Düğün bitinceye dek binlik şişenin dibini gördük. Konukların çoğu dağılmıştı. Ayrık gitme sırasının bana da geldiğini düşünerek muhtardan izin istedim.
İzin benimdi. Sarhoşladığımı belli etmemeliydim. İşin içinde köylüye rezil olmak vardı. Ayaklarımı yere sert basarak, sallanmamaya özen göstererek düğün sahiplerine “iyi dilekte” bulunup kahveden çıktım.
Dışarıya çıkar çıkmaz temiz havayla karşılaşıp onu derin derin içine çektim. Baktım çevrede kimse yok. Kendimi bıraktım. Sen misin kendini bırakan? O anda sırtıma balyoz yemiş gibi yere devrildim. On beş metre uzaklıktaki lojmanıma varıncaya dek üç beş kez devrilip doğruldum.
Artık hiç bir yerde yüzünü kara çıkartmazdım Gazianteplilerin. Alınlarını yere getirmezdim… Artık bir içkiciydim ben de. Bu öğretisinden dolayı hiç de teşekkür etmiyorum Hisarbeyli’ye.

Ben Öğretmenken: 08 Kamyon üstünde İstanbul yolculuğu

Atanma tercihlerimi yaparken birinci sıraya İstanbul’u yazmamın nedenlerinin başında tiyatro geliyordu. Eğer İstanbul’da öğretmenlik yaparsam, bütün tiyatroları izleme olanağını bulacaktım.
Büyük ölçüde gerçekleştirdim bunu. Ama bana o kadar da ucuza mal olmuyordu tiyatroların sıcacık salonlarında, yumuşacık koltuklarında insanın insanı izlemesi.
Tiyatroya gidebilmek için köyümden İstanbul’a gelmem gerekiyordu önce. Vasıta olsa kolay. Vasıtaysa yok denecek kadar az. Beni İstanbul’a taşıyabilecek tek vasıta, Ormanlı kasabasından mega kente kereste taşıyan kamyonlar oluyordu.
Bu kamyonların ise şoför mahalleri hep doludur. Bana sadece kerestelik ağaçların üstü kalıyor. İlk gidişimde soğuktan buymuştum. Hemen önlemimi aldım. Bir maşlah edindim.
O zamanlar plastik pardösü filan yoktu. Bal mumuna batırılmış keten bir maşlah edindim. Onu kuşanıp odun kamyonlarının üstüne çıktığımda artık rüzgâr da, bora da bana vızgeliyordu.
Her Cumartesi İstanbul’daydım artık. Genellikle 15.00 ya da 17.00’deki matinelerine yetişiyordum. Oradan çıkıp bu kez suarelere koşuyordum. Pazar günü yine öyle… Böyle böyle bir ay içinde 15-20 kadar oyun izleme olanağını buluyordum.
O dönemde çok önemli oyunlar izledim. Kenterler altın yıllarını yaşıyordu. Nalınları, 12. Gece’yi Çöl Faresi, Salıncakta İki Kişi, Ayak Takımı Arasında, Pembe Kadın, Üç Kız Kardeş, Çiçu, İçerdekiler, Oturma Odası, Günden Geceye, Seneye Bugün, Yürüyen Geceyi Dinle, Vanya Dayı, Bodrumdaki Pencere, Bir Garip Orhan Veli, Harold ve Maude, Babalar ve Oğullar…
Bitmedi… Cyrano, Ben Anadolu, Arzu Tramvayı, Savunma, Uzaklar, Bir Çift Kanat, Van Gogh, Şafak Yıldızları, Sevgili Yelena, Sergeyevna, Maskeli Süvari, Kuvayı Milliye Destanı, Fehim Paşa Konağı, Konken Partisi, Çok Uzak Fazla Yakın, Ramiz ile Jülide, Nutuk, Maria Callas, Martı, Hep Aşk Vardı, Gece Mevsimi...”
Bu oyunları izlemek için sadece Hisarbeyliden değil, daha sonraları nerelerden koşup gelecektim İstanbul’a.
Tevhit Bilge- Aziz Basmacı Skeç Topluluğu operetler de sahnelemeleridir o yıllarda. Muzaffer Hepgüler, Ali Sururi, Toto Karaca, Salih Tozan, Leman Akçatepe, Mualla Fırat, Feridun Çölgeçen, Mücap Ofluoğlu, Renan Fosforoğlu, Turgut Boralı, Mürüvvet Sim’i Elhamra Sinemasında Ses Tiyatrosunda izleme şansını bulmuştum.
Bu dönemde Lale Oraloğlu tiyatrosunun da özel bir yeri vardı. Lele Oraloğlu küçük kızı Alev'le birlikte oynadığı Karanlığın İçinden, Büyükbaba, Polyanna, Çocuklar ve Büyükler, Noktacık, Anne Frank'ın Hatıra Defteri gibi oyunlar ilgiyle izlendi.
Ulvi Uraz, Muammer Karaca, Avni Dilligil, Altan Karındaş'ın kendi adlarına kurdukları tiyatroların yanısıra yeni kurulan Gülriz Sururi - Engin Cezzar; Gönül Ülkü- Gazanfer Özcan topluluklarının hiçbir oyununu kaçırılacak oyun değildi.
Tiyatro izlemeye kendimi o kadar vermiştim ki, çevremi göremiyordum. Oysa Hisarbeyli’de o günlerde ne güzel bir potansiyel vardı. İşsiz güçsüz gençlerle belki de ses getirebilecek ilk köy tiyatrosunu kurabilirdik o yıllarda.
Türkün aklı sonradan gelir derler ya. Öyle oldu.

Fevzi Günenç
Kayıt Tarihi : 23.1.2010 04:08:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Fevzi Günenç