Tüm şiirler benim olsa,
Sonra, harfler ittifak kursa,
İşlesem dünyanın çekirdeğine,
Kendime, kendim, galebe çalsa.
Gün olupta düşerse gönlüne çiy taneleri
Isıtır da göğsünün kadehi düşünceleri
Düşünce canın özünden, gözlerinden yapraklar,
El buzunu eritir zamanda, özün elleri
İyi ki gelmişim dünyana,
Her şey dursun, çekilsin bir yana.
“İnsan nasıl olunur?”u öğrettin bana;
Hoş geldin,
Hoş safa geldin yine baharlarıma,
Mayıs çiçeğim
Kendimi hapsolmuş gibi hissediyorum, Sığamıyorum bir bardağın içine,
Sel olup ç/ağlayasım var denizlere
Harf harf uçasım var her biri bir dağın zirvesine,
Ya da bir sazın telinde notalarla dillenmeli içimdeki kutup yalnızlıkları,
Sen, İstanbul gibisin sevgilim
Gözlerin tıpkı Marmara denizi
Öyle derin, öyle dayanılmaz
Ruhun öyle kozmopolit ki
boğazın akıntısında sürüklenmek gibi sana ulaşmak.
Hiçbir şey söylemeyen ağız dolusu boşluklara inat, avaz avaz
Şimşek gürültüsüyle çakıyor bakışlarım
Sessizliğin yürek nefesi, alfabesi var suskunluğun asaletinde.
Ne çok detone ne kadar da reçinesizsiniz…
sözler, sözler gürültülü sessizlik
Buna karşın,
Ezeldeki ruha
Dünyadaki ruhbana
Hangisi ateş?
Hangisi su? Bul, bana
Suyun, kırmızı mı?
Mavi mi?
Minik serçenin hayat yudumu
Yaprağına saklanmış
* -Sonsuzluğu üzerinde taşır gibisin
Yüreğini renginden almış,
* -Kokunu bahara mühürlemiş gibisin
Her nefesine saklanmış ruhu
Burada da, başka edebiyat sitelerinde de gözlemlediğim bir gerçek var: Kalemler esaret altında! Bu düşünceyle, içtenlikle kaleme aldığım yazımı sizlere sunuyorum.
Şiirin özüne ihanet edilmiştir. Artık şiir, anlamını bulduğu gönüllerde değil, birbirini besleyen sanal menfaat ilişkilerinde yaşamaktadır. Oysa şiir, çıkarın değil vicdanın, beklentinin değil ruhun sesidir. Şair, alkış uğruna değil, içindeki gerçeği duyurmak için yazar. Ama şimdi? Şiir, hakikatin parıltısından uzaklaştırılmış, kalemin ucuna bağlanmış bir ödül sistemiyle yönetilir olmuştur.
İnsan, Platon’un mağarasındaki gölgeler gibi, şiirin gerçeğini değil, sadece yankısını duymakta. Gölgelere tapar gibi, parlayan her kelimeyi şiir sanmakta. Ama sahte ışık, gerçeğin yerini ne zaman aldı? Ne zaman kelimeler, hak ettiği için değil, geri dönüş alacağı için alkışlandı? Şiirin kıymeti, ses çıkaranların sayısıyla ölçülür oldu. Oysa en derin dizeler, bazen fısıltıyla başlar.
Nietzsche’nin dediği gibi: “Hakikatin değeri düşmüşse, ona biçilen bedeli sorgulamak gerekir.” Bugün şiire biçilen değer, onu en çok alkışlayan ellerin sayısıyla ölçülüyor. O eller ki, karşılığını almadan kıpırdamayan, içtenliğin değil, karşılık bekleyen hesapçılığın elleri.
Şiirin gerçek okuru, kelimelerin içine sığınandır. O kelimeleri tüketmek için değil, onlarla var olmak için okuyandır. Ama şiir, özgürlük arayışındaki bir kuş gibi, altın kafeste süs eşyasına dönüştürülmüş. Oysa şiirin doğası, kafeslere sığmaz. Şiir, övgü için değil, hakikat için yaşar.
Rüzgârın, usulca dokundu kalbimin derinliklerine
Tıpkı çiy tanesinin, papatyanın tenine dokunduğu gibi
Açtırdı yapraklarımı gökyüzünün mavisine
Düşüyorsun çise gibi avuçlarıma
Ya, yağmazsan bir gün yüreğime
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!