Aşk Nedir? Şiiri - Salim Diyap

Salim Diyap
272

ŞİİR


19

TAKİPÇİ

Aşk Nedir?


Aşk: Rasyonaliteyi Aşan Bir Tutku mu, Anlamlandırılamayan Bir Varoluş Hâli mi?

Aşk, tarih boyunca felsefi, psikolojik ve sosyolojik açılardan farklı biçimlerde tanımlanmaya çalışılmış; ancak hiçbir zaman yekpare bir tanıma indirgenememiştir. Bu nedenle, aşkın bir "delilik" ya da "hastalık" olarak nitelendirilmesi, çoğu zaman onun rasyonel dünyaya sığdırılamayan doğasının bir yansımasıdır. Öyle ki, bir insanın aşk uğruna mülkünü, zamanını, hatta hayatını feda etmesi, dışarıdan bakıldığında irrasyonel bir davranış gibi görünse de, bu tür davranışların altında derin bir varoluşsal anlam arayışı yatmaktadır.

Aşkta nesneye yönelen arzunun ötesinde, kişinin kendi iç hakikatine ulaşma çabası da vardır. Birine dokunabilmek, onunla zaman paylaşabilmek, yüzüne bakabilmek gibi eylemler; sadece fiziksel temasın ötesinde, bireyin kendi benliğiyle kurduğu ilişkide dönüştürücü bir rol oynar. Bu bağlamda aşk, sadece bir başkasına yönelmiş duygu değil, aynı zamanda kişinin kendi sınırlarını aşma ve kendilik bilinci inşa etme sürecidir.

Aşkın tanımlanamayan ama yoğun biçimde hissedilen doğası, dilsel temsilin sınırlarını da aşar. İnsan, çoğu zaman yaşadığı duyguyu kavramsallaştıramadan hisseder ve bu his, düşünsel açıklamalardan çok daha derindir.

AŞKI ÜRETEN SEVGİDİR
Aşk nedir?
Aşk, insanın bu dünyadaki varoluşunu anlamlandırdığı ve sevdiği her şeyi bir insanın — ya da herhangi bir varlığın — şahsında simgeleştirerek ifade ettiği bir bilinç hâlidir. Aşkta birey, yaşamı boyunca biriktirdiği sevgileri, değerleri, hatıraları ve duygusal yatırımları, âşık olduğu kişide vücut bulmuş gibi yaşar. Bu anlamda aşk, yalnızca bir yönelme değil, aynı zamanda bir yansıtma sürecidir.

İnsan, âşık olduğu kişiye yönelttiği sevgide, aslında kendi duygusal tarihini, içsel birikimlerini ve varoluşsal sorumluluğunu da ona sunar. Âşık, maşukta yalnızca bir bireyi değil, sevdiği kuşu, çocukluğu boyunca bağlandığı denizi, huzur bulduğu toprağı, gölgesinde oturduğu ağacı ve kalbinde yer eden tüm güzellikleri görür. Dolayısıyla aşk, bu sevgilerin konsantre biçimde tek bir varlıkta yoğunlaşmasıdır.

Bu bağlamda aşk, bir duygudan ziyade, sevgiyi var eden emeğin, birikimin ve değer dünyasının toplamıdır. Sevgide biriken nicelik, aşkın nitelik kazanmasını sağlar. Bu nedenle aşk, üretimsel bir eylemdir; pasif değil, emek isteyen bir süreçtir. Bir insanın aşkını sürdürmesi, bu sevgisel birikimi her defasında yeniden üretmesiyle mümkündür.

Aşk, bireyin yaşam boyu edindiği sevgi repertuarının bir yansımasıdır. Bu nedenle, bir insan için aşk varsa; o aşk yalnızca bir kişiyi değil, aynı zamanda tüm sevdiklerini temsil eder. Aşkta ulaşılamayan şeyler — bir çocukluk anısı, bir manzara, bir özlem — maşuk üzerinden yeniden inşa edilir. Âşık, her vakit ulaşamadığı sevdiklerine aşk aracılığıyla temas eder, aşkının şahsında yasar, paylaşır ve onları hisseder.

Bu yönüyle aşk, geçmiş ile şimdiyi, özlem ile arzuyu aynı düzlemde buluşturur. Böylece aşk, mekânsal ve zamansal sınırları aşarak çok boyutlu bir duygu hâline gelir. Birey, sevdiği her şeyle birlikte olamasa da, aşkın içinde bu birlikteliği ruhsal düzeyde kurar.

Belki de bu yüzden, insanoğlu ömür boyunca biriktirdiği sevgileri gözden uzak bir adada bütün kirliliklerden uzakta gömme ihtiyacı duyar. .Bu nedenle aşkıyla sevişirken, sadece bedensel bir yakınlık kurmaz; aynı zamanda sevgisini, geçmişten gelen tüm duygusal yükleriyle birlikte, sevdiğinin bedenine, varlığına “tohumlar.” Böylece aşk, salt biyolojik bir dürtü olmaktan çıkar; bir anlam taşıyıcısına, bir gelecek inşasına dönüşür.
İşte tam da bu noktada, aşk bireyin cinselliğini de dönüştürür. Bu dönüşüm, cinselliği hayvani bir dürtü olmaktan çıkarıp, insani bir paylaşıma dönüştüren şeydir. Aşk sayesinde cinsellik, sadece tensel değil; duygusal, vicdani ve kültürel bir eyleme evrilir. Böylece aşk, insanı yalnızca başka bir insana değil, insanlığa, doğaya ve varoluşun tüm güzelliklerine bağlayan bir köprüye dönüşür.

Bu yönüyle aşk, insanı diğer canlılardan ayıran en temel insani niteliklerden birine dönüşür: Anlamlı sevgi üretimi ve paylaşımı.

AŞK, MÜLKİYETİ SEVMEZ

Aşk, insan ilişkilerinin en saf ve en insani biçimidir. Aşka dair ilişkilerde insanlar, toplumsal rolleri, ekonomik statüleri ve sahip oldukları mülkiyetlerle değil; salt insan oluşlarıyla ilişkiye geçerler. Yani bu ilişkilerde bireyler birbirlerini zengin-fakir, alıcı-satıcı, borçlu-alacaklı gibi kategoriler içinde değil; birer öznellik taşıyan, duygusal, düşünen ve hisseden varlıklar olarak algılar ve öylece temas ederler.

Modern toplumların üretim ve tüketim temelli ilişkileri, bireyleri kimliksizleştirerek onları rollerin arkasında gizlenmiş sahte kişiliklere dönüştürür. Bu sahte kimliklerin en önemli dayanağı ise mülkiyettir. Ancak aşk, bu sahte kimliklerin dışında; daha samimi, daha sahici ve mülkiyetten arınmış bir insan ilişkisi biçimidir. Aşk ilişkisinde birey, gerçek benliğiyle var olur; yalnızca kendisi olarak sevilmek ve sevmek ister. Bu nedenle aşk, mülkiyetin hâkim olduğu toplumsal ilişkilerden kopuk bir varoluş alanı sunar.

Mülkiyetin kutsandığı bir dünyada, insanın kendisi hiçbir zaman asli bir değer taşımaz. Oysa aşk, tam tersine, insanın doğrudan kendisine odaklanır. Sevgiye harcanan emeğin bir piyasa değeri yoktur, çünkü bu emek, karşılığı maddi olarak ölçülemeyecek bir niteliğe sahiptir. Bu yüzden aşk, ekonomik rasyonaliteyle tanımlanamaz. Mülkiyet paylaşımı azalttıkça değeri azaltırken; aşk ve sevgi, paylaşıldıkça çoğalan ve derinleşen varoluşsal haller olarak karşımıza çıkar.

Aşk, mülkiyet ilişkilerinin dışında ve ötesinde konumlanır çünkü aşkın doğası kolektiftir: paylaşım, özveri, karşılıksızlık ve birlikte büyüme üzerine kuruludur. Oysa mülkiyet, sahip olma, yığma, biriktirme ve başkalarını dışlama üzerinden işlemektedir. Bu nedenle mülkiyet sahibi olan bireyler, çoğu zaman bu insani zenginlikten — yani sevgi ve paylaşımın sağladığı o derin hazzı yaşamaktan — yoksundurlar.

Ne yazık ki, çağdaş toplumlarda zenginlik mülkiyetle, yoksulluk ise onun yokluğuyla ölçülmektedir. Ancak meseleye etik ve insani bir perspektiften yaklaştığımızda, gerçek yoksulluğun; başkalarıyla sevgiyi, duyguyu, zamanı ve anlamı paylaşamamak olduğunu görürüz. Bu bağlamda, kimseyle hiçbir şeyini paylaşamayan bireyler, sahip oldukları mülkiyete rağmen gerçek anlamda yoksuldurlar. Bu durum, modern insanın içine hapsolduğu bencil varoluş biçiminin ürettiği görünmez bir yoksulluktur.

Aşk, bu yoksulluğa karşı bir direniş biçimidir. Çünkü aşk, bireyin kendisini ötekinde bulması, kendini bir başkasına açması ve onunla birlikte çoğalmasıdır. Aşkı insanoğlu için bir ihtiyaç hâline getiren şey, tam da bu paylaşımlara bağlı olarak ortaya çıkan ve yalnızca insani bir temasla hissedilebilecek olan o özgün hazdır.

Aşkın taşıdığı bu insani zenginlik, maddi zenginliğin çok ötesinde, vicdani ve ahlaki bir derinliğe sahiptir. O yüzden aşk, mülkiyeti sevmez; çünkü aşk, paylaşmakla büyür, mülkiyet ise paylaşmamakla azalır küçülür

MÜLKİYETİN ESİRİ OLAN İNSANLIK, AŞKA YABANCIDIR

Mülkiyetin en yüce değer olarak kabul gördüğü ve hâkim olduğu toplumlarda, insan için asıl ilgi odağı, çoğu zaman arkasına saklandığı maddi mülkiyettir. Bu durum, insanın kendi emeğiyle yarattığı insani değerlerin önüne geçerek, bireylerin birbirini mülkiyet sahibi olarak temsil etmesine yol açar. Bu sahte tablo içinde insan, maddi ilişkilerin tuzağına düşer ve aşk ile mülkiyetin değerlerini birbirine karıştırır.

Mülkiyetin hâkim olduğu dünyada, insanlar ekonomik rollerinin bir parçası gibi var olur; birbirleriyle ilişki kurarken gerçek benliklerinden uzaklaşırlar. Oysa aşk, saf insani halleriyle buluşmayı gerektirir. İnsanlar, onları insanlıklarından yabancılaştıran mülkiyet ilişkilerinden uzaklaştıkça aşklarını daha yoğun ve samimi biçimde yaşarlar.

Evlilik gibi toplumsal kurumlarda eşlerin parasal durumlarını göz önünde bulundurarak yapılan tercihler, insan ilişkilerini mülkiyete dayalı bir değişim sürecine indirger. Böylece, mülkiyet karşılığında bedenini sunan fahişelerle aynı mantık işletilmiş olur. Fahişeliği belirleyen, birden çok kişiyle ilişki değil; bu ilişkinin aşk değil, para veya mülkiyet karşılığı gerçekleşmesidir. Aynı yaklaşım, jigololuk için de geçerlidir.

Erkek egemen toplumlarda mülkiyet tasarrufunun ağırlıklı olarak erkeğe verilmesi, kadını da bir mülkiyet biçimi olarak konumlandırır. Bu anlayışın bir yansıması olarak bekâretin değer görmesi, kullanılmamış “sıfır kilometre” bir mal olarak algılanmasına benzetilebilir. Çünkü mülkiyet, kullanıldıkça değer yitiren bir nesnedir; bu nedenle bekâretini kaybetmiş kadın da, bu mülkiyet mantığı içerisinde değersizleşir.

Mülkiyet ilişkilerinin hâkim olduğu toplumlarda, bireyler artık saf insan değil; metalar olarak değerlendirilir. İnsanlara değer biçilirken, insani özellikleri değil; sahip oldukları mülkiyetin miktarı ve niteliği esas alınır. Çünkü mülkiyeti hayatın merkezine koyan birey, başka insanları ancak mülkiyet sınırları çerçevesinde algılar. Bu durum, insanın ufkunu daraltır, insani güzellikleri ve erdemleri görememesine neden olur. Böylece mülkiyetin körelttiği, tadını bilmediği o “zengin tat cümbüşü” yani aşk ve sevgi, bireyin dünyasında yok olur.

Mülkiyet edinme çabasının yaşamın en ince ayrıntılarına kadar her şeyi metalaştırdığı bir ortamda; insanı insana düşman eden, birbirine ezdiren bu sistemde, aşk arayanların durumu “cehennemde mümin arayan bedbahtlar” gibidir: ne kadar ararlarsa arasınlar, bulamazlar.

İnsan, özgürce gözlemlediği ve özgürce değerlendirdiği oranda insandır. Özel mülkiyet denen illet, insanın elinden özgür gözlemi alır. Özgür gözlemi engellenmiş bireyin, aşkını yalın biçimiyle seçmesi ya da yaşaması mümkün değildir.
Özel mülkiyet varsa insanlık yoktur,
Özel mülkiyet varsa duygu yoktur,
Özel mülkiyet varsa güzellik de yoktur.

Parasal düzlemler üzerinden hesaplanan nesnel dünyanın ruhsuzluğunda, insanlık da aşk da kaybolur. İnsanların mülkleri üzerinden tartılıp değer biçildiği bir dünyada, sevginin aşk üretimi de kaybolur.

Ayrıca, mülkiyet bir iktidar biçimidir. Bu iktidar, insana paylaşım değerlerini unutturur. Mülkiyeti elinde bulunduran ve bu ayrıcalığını diğerleri üzerinde kullanan birey, kendisini kendi yeteneğinden ziyade mülkiyetinden kaynaklı haklara sahip olarak görmeye başlar. Bu algı, paylaşım ilişkilerini tüketir. Paylaşımın olmadığı her alanda tahakküm vardır ve tahakkümü üreten her ilişki aşkı küstürür, uzaklaştırır.

SAHİPLENMEK VARSA AŞK YOKTUR

Aşk, en yalın ve en saf biçimiyle, mülkiyetin karşısında kırılgan bir duygu olarak ortaya çıkar. Çünkü aşkı büyüten ve var eden sevgi, paylaşıldıkça çoğalan bir olgudur; oysa mülkiyet, paylaşıldıkça azalan, sınırları daralan ve kişisel birikim haline gelen bir kavramdır. Dolayısıyla aşk, mülkiyetin azalmasıyla kendini var ederken; mülkiyet, başkalarından alınarak büyüyen ve kazanılan bir iktidar biçimidir.

Bir insanı, sahip olduğunuz arabanızı sevdiğiniz gibi sevmek mümkün değildir; çünkü sevgi sadece emek, üretim ve paylaşım değildir, aynı zamanda özgürlüktür. Bir kişiyi “benimdir” ve “benim tasarrufumdadır” diyerek mülkiyet ilişkisiyle tanımladığınız anda, sevgi ve aşkı hayatınızdan dışlamış olursunuz.

İnsanın sevgi ve aşkı, sahiplenme dürtüsüne indirgediği o an, ilişkisini metalaştırmış ve ruhunu tüketmiştir. Böyle bir ilişkide, “aşkım” dediğiniz kişi, sizin mülkünüzdür; onunla kurduğunuz bağ ise tüketime, yani yok etmeye yöneliktir. Bu durumun kaçınılmaz sonucu, aşkın sizden uzaklaşmasıdır. Çünkü metalaşmış ve sahiplendiğiniz “aşkınız”, aslında duygusuz, donuk, ruhsuz bir mülkiyet ilişkisine dönüşmüştür; ezilen ve ezenin karşılıklı olarak kendini tekrar ettiği bir kısır döngüdür.

Sonuçta size kalan, aşk değil; mülkiyetin donukluğu ve hazsızlığıdır; yaşamınız ise, gerçek bir sevgi paylaşımı olmadan, sadece o mülkiyetin kullanım hakkıyla oyalanmaktan ibarettir.

AŞKIN ÖLÜMÜ

Sevgiden beslenen, yoğun yaşanan bir duygunun sona ermesi, herkes için sarsıcı ve umutsuzluk verici bir deneyimdir. Ancak aşk, canlı bir varlık gibidir; doğar, büyür ve her canlı gibi bir gün ölür.

Lakin bu ölüm, aşkın sonu değildir; çünkü aşkın “yeniden doğuşu” olarak adlandırılabilecek, kendini sevgi üzerinden yeniden üretebilme” özelliği vardır. Bu bağlamda aşk, umutla doğrudan ilişkilidir. Aşk her zaman yeniden yaşanabilir, çoğaltılabilir ve tekrar biriktirilebilir sevgilerin içinden yükselen bir umuttur.

Bu yüzden aşk ve umut, insan varoluşunun en derin dinamiklerinde yan yana yürürler. Aşkın umutsuz, umudun da aşksız olması mümkün değildir. Ölümler, ayrılıklar ve kopuşlar karşısında bile, aşk yeni bir insanın şahsında yeniden doğabilir; bu da aşkın varoluşsal gücünü, sürekliliğini ve direncini gösterir.

AŞK VE ACI

Aşk, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, insanın yaşamı boyunca biriktirdiği sevgilerin özetidir. Bu sevgileri var eden temel unsur, bireyler arası özgürlük, paylaşım ve duygusal emektir. Aşk, bu nitelikler sayesinde yalnızca bir bağ değil, aynı zamanda bir mutluluk üreticisidir. Ancak bu üretim sürecine dışsal unsurlar müdahale ettiğinde, yani aşkın doğasına aykırı olan öğeler sürece sızdığında, aşk artık acı üretmeye başlar.

Ve bilin ki…
Aşkı acıya dönüştüren şey, aşkın kendisi değildir.
Acıyı yaratan, mülkiyetin aşkın dokusuna sızmasıdır.

Bir başka deyişle, mülkiyetin hâkim olduğu değer yargıları, sevginin ve aşkın doğasına baskın gelmeye başladığında; aşk, kendi öz varlığını sürdüremez hâle gelir.
Bu baskın unsurlar şunlardır:

Ahlâkın aşkı sınırlandıran normatif biçimi,

Töresel baskının bireysel duygular üzerindeki tahakkümü,

Yaşam tarzının mülkiyet edinmeye uygun biçimlenmesi,

Aşkı bir mülk gibi kendi tasarrufunda görme eğilimi,

Sınıfsal pozisyonun ilişki dinamiklerini belirlemesi,

Sahiplenme güdüsünün özgürlük duygusunun önüne geçmesi.

Bu unsurlar, aşkın özgür doğasına karşıt bir zemin inşa eder. O zemin ise aşkın yaşam alanını daraltır, soluksuz bırakır ve nihayetinde aşkın geri çekilmesine yol açar. Böyle bir durumda aşk ortadan kalkmaz; sadece sizden uzaklaşır. Kalan ise mülkiyetin soğuk ve hazsız kalıntısıdır.

Eğer acı çekiyorsanız, bunun sorumlusu aşk değil, aşkı kendi doğasına aykırı bir yapıya hapsetme çabasıdır. Acının kaynağı, aşkın insani, eşitlikçi, özgürlükçü ve paylaşımcı doğasıyla; mülkiyetin tahakkümcü, hiyerarşik, kıskanç ve sahiplenmeci yapısı arasındaki uzlaşmaz çelişkidir. Bu çelişki, bireyin bilinçli ya da bilinçsiz olarak mülkiyetin safında yer alması ile daha da derinleşir.

Bu nedenle aşkı gerçekten yaşamak isteyen herkes, onu mülkiyetten ayrı tutmayı bilmelidir. Aksi takdirde aşk, kendisini korumak adına, o ilişkiden geri çekilecektir.

İşte bu nedenledir ki aşk, insanlık tarihindeki en temiz kalabilmiş hasletlerden biridir. Çünkü o, mülkiyeti kabul etmemiş; onun diliyle konuşmayı reddetmiştir. Tarih boyunca, insanlar aşk aracılığıyla kendi özlerine dönebilmiş, kargaşa içinde nefes alabilmiş, içsel bir sığınak bulabilmişlerdir. Sınıflı ve mülkiyetçi toplumlarda aşk, mülkiyetin boğuculuğundan bir süreliğine de olsa kaçış alanı, bir tür teneffüs anı olarak varlığını sürdürmüştür.

Aşk; mülkiyetten arınmadır.
Aşk; paylaşımı, eşitliği ve özgürlüğü boğan toplumsal düzen karşısında bireyin içsel direnişidir.
Aşk; insanı yaşama bağlayan, en karanlık anlarda bile umut ışığı olarak belirendir.
Aşk; geçmişten geleceğe, insanlık tarihinde sürekli genişleyerek var olan, büyüyen, kapsayan bir duygudur.
Aşk; özgürlüğün, sevginin ve eşitliğin insanlığa sunduğu en büyük armağanlardan biridir

SEVMEKTEN KASIT HERKESİ VE HER ŞEYİ SEVMEK MİDİR?

Sevgi, insan ilişkilerinde kendiliğinden zuhur eden soyut bir duygu değil; emek, üretim ve paylaşım temelli bir toplumsal ve bireysel üretimdir. Aşk ise, bu sevgi birikiminin yoğunlaşmış halidir — yani sevgideki niceliğin, niteleğe dönüşmesidir.

Ancak ne sevgi ne de aşk, mutlak ve koşulsuz bir biçimde her zaman ve her yerde var olan sabit gerçeklikler değildir. Bunlar, belli tarihsel, toplumsal ve bireysel koşullar altında filizlenen ve süreklilikleri de yine bu koşullara bağlı olan insani değerlerdir. Bu bağlamda, sevgi ve aşkın varlığını mümkün kılan koşulları kavramadan, onların sürekliliğini sağlamak da olanaklı değildir.

Bu koşulların başında özgürlük ve eşitlik gelir. Ancak özgürlük ve eşitlik, kendiliğinden oluşan doğal durumlar değildir; bilakis, mücadele ve özveri gerektiren tarihsel ve toplumsal süreçlerin ürünüdür. Dolayısıyla, sevgi ve aşk gibi insani yoğunluklar ancak bu değerlerin varlık bulabildiği ortamlarda yeşerir. Aksi halde, sevgi de aşk da, mülkiyetin tahakkümüne, eşitsizliklerin meşrulaştırılmasına ve insanın insana yabancılaştırılmasına yenik düşer.

İşte bu noktada, sevgi ve aşkın sürekliliğini tehdit eden en önemli toplumsal yapı karşımıza çıkar: mülkiyet rejimi. Mülkiyet, yalnızca nesnelerle sınırlı bir kavram değil; aynı zamanda bireyler arası ilişkileri belirleyen, tahakküm üreten, insanı araçsallaştıran bir iktidar biçimidir. Bu nedenle, mülkiyetin egemen olduğu ilişkilerde sevgi bir erdem değil, bir gösteri nesnesi, aşk ise bir sahiplenme pratiği haline gelir.

Toplumda mülkiyet değerleri soyut değil, somuttur. Bunlar bireylerin zihninde, dilinde ve eyleminde somutlaşır. Bu yüzden mülkiyetle aşk arasında çatışma kaçınılmazdır ve bu çatışmanın tarafında yer alan bireyler de aşkı savunmak adına bazı tutumlar almak zorunda kalırlar. Bu bağlamda, bazı insanlara “Biz sizden değiliz” demek, bir kibir ya da düşmanlık değil; aşkı ve sevgiyi koruma refleksidir. Sevginin herkese ve her şeye yöneltilmesi, onu anlamsızlaştırır, boşaltır ve yok eder. Çünkü sevgi, herkese duyulmaz; hak edene yöneltilir.

Bu noktada, sıkça başvurulan bir veciz söz üzerinde durmak yerinde olacaktır:
"Yaratılanı severim, yaratandan ötürü."
Tasavvufî bir hoşgörü ifadesi olarak kullanılan bu söz, özellikle siyasal söylemlerde "evrensel bir sevgi"nin temsili olarak sunulmuştur. Oysa bu ifade, aşkı ve sevgiyi insandan değil, Tanrı'dan başlatan bir değer hiyerarşisine dayanır. Sevgi, Tanrı’ya duyulan aşkın uzantısı olarak insanlara yöneltilmektedir. Bu anlayışta insan sevgisinin, insanın özgürleşmesiyle, eşitliğiyle veya duygusal üretimiyle bir ilgisi yoktur; insan, ilahi iradenin nesnesi olarak sevilmektedir.

Bu bakış açısı, sevgi ve aşkı toplumsal bağlamından koparır. İnsanlar arasında üretim, paylaşım, emek ve eşitlik yoksa; sevgi de aşk da, yalnızca bir metafizik ideal olarak kalır. Dahası, bu anlayış, sevginin yöneldiği nesneyle değil, onu başlatan Tanrısal kaynakla ilgilenir. Bu da, insanı sevmenin merkezden uzaklaştırılması, dolayısıyla insanın araçsallaştırılması anlamına gelir.

Kaldı ki bu vecizenin kendi içinde de çelişkiler barındırdığı açıktır. Eğer Tanrı’nın yarattığı her şey sevilecekse, şeytan da bu kapsama girmez mi? Oysa inananlar şeytanı sevmezler. O halde bu sevgide bir seçicilik vardır. Dolayısıyla mesele, Tanrı’nın yaratmış olması değil; yaratılanın neyi temsil ettiğidir. Bu noktada sevgi, bir ölçüt içerir: İnsana zarar veren, zulmeden, sömüren, ezen biri, sırf yaratılmış olduğu için sevilmek zorunda değildir.

Bugün insanlık, değer yargılarını yalnızca dini referanslarla değil, etik, sosyolojik, politik ve tarihsel ölçütlerle de belirlemektedir. Modern insanın sevgi ve ahlak anlayışı; artık yalnızca yaratıcıya atıfla değil, toplumsal adalet, insan hakları, eşitlik, şiddetsizlik, yaşamsal onur gibi kavramlar üzerinden şekillenmektedir.

Bu bağlamda sorulması gereken asıl soru şudur:
Sömüreni, ezeni, savaşlarla insanlığı kana boğanı; açlıkla, yoksullukla milyonları sefalete mahkûm edeni sevmek mümkün müdür?

Ve daha da önemlisi:
Bu kişileri sevmeyi “sevgi” olarak tanımlamak, sevginin kendisine haksızlık değil midir?

HERKES SEVİLMEZ, HER SEVİ DİRİLTMEZ

“Ben herkesi seviyorum” diyen biriyle karşılaştığınızda bilin ki, o kişi gerçekte hiç kimseyi sevmemektedir.
Çünkü sevgi, seçici bir duygudur; değere yönelir, anlam arar, birikim ister.
Ve sevgi, emek ister; içtenlik ister, hak ediş ister.

Tıpkı herkes tarafından sevilmenin, kişiye değer katmadığı gibi. Herkesin sevgisine mazhar olmak, insanın insani yönünü yüceltmez; aksine, onu sıradanlaştırır.
Çünkü herkese ait olan hiçbir şeyin sahici bir özgünlüğü kalmaz.
Ve her yöne esneyen bir yüz, hiçbir yöne sağlam bir bakış sunmaz.

Kapitalist sistemin toptancı anlayışı, bu sevgiyi de metalaştırır. Her şeyin satın alınabileceği inancı, insani değerleri tüketir. Sevgi, bu toptancı mülkiyet mantığına direnir; çünkü sevgi, nicelik değil, niteliktir.
Bir işkenceciyle, bir zalimle, bir ırkçıyla aynı duyguya mazhar olan bir sevgi, artık sevgi değildir.
Bir insan, sevgisini bu türden yozluklara da sunuyorsa; onun sevgisi artık kutsal değil, alçaltıcıdır.

Dolayısıyla sevgiyi hak etmeyene “seni sevmiyorum” diyemeyen biri, hak edene “seni seviyorum” dediğinde de o söz bir değer taşımaz.
Çünkü sevgi bir değerse, o değeri korumak gerekir; ona ihanet edene verilemez, onu yok sayana yöneltilemez.

Sevgi, ancak bir farkındalıkla, bir bilinçle değer kazanır.
Ve o bilinç;
— ihanete karşı direniş,
— Kalleşliğe karşı duruş,
— Umutsuzluğa karşı umut üretme iradesidir.
Ve bu bilinç, insanı toplumsal çürümenin ortasında sağlam tutan yegâne iç gücüdür.

AŞK, HAYATA KARŞI DİRENİŞTİR

Aşk, bir duygudan öte, bir yaşam biçimidir.
Aşk; insana, yaşamın kıyısından, ölümün karanlığına karşı uzanmış en güçlü ışıktır.
Çünkü aşk, ölüme karşı direnmektir.
Ve o direnç, yaşamı daha yaşanır, daha anlamlı ve daha derin kılar.

Aşk, sevgiden doğar. Sevgileriniz neye benziyorsa, aşkınız da ona benzer.
Aşk yalnızca başkasının gözünden dünyaya bakmak değildir.
Aşk, dünyayı sevginizin rengine boyamak, yaşamı değerlerinizle yeniden dokumaktır.
Hayatı sevgimizle biçimlendirmek ve her dokunuşta güven üretmektir.

Fakat bu güven, mülkiyetin hoyrat ellerinde kaybolduğunda, aşk da yara alır.
Sevgimizi emanet ettiğimiz şahıs, onu mülk gibi tasarruf etmeye kalktığında, aşk ölmeye başlar.
İşte tam burada, insanın aşkı yeniden üretme kudreti; mülkiyet karşısındaki direngenliğine, sevgi yaratma emeğine bağlıdır.

İnsan, aşkın geri çekildiği o zor anlarda teslim olmamalıdır.
Sevgiyle onarılabilen her aşk, yaşamın tarafında yeniden ayağa kalkabilir.
Aksi halde, mülkiyetin ürettiği çirkefin içinde, aşk da, sevgi de, insanlık da boğulacaktır.

Sevginin ve aşkın tarafında yer almak;
— ölüm karşısında yaşamın tarafında yer almak,
— metalaşmaya karşı insaniyetin tarafında saf tutmaktır.

AŞKIN MEYDAN OKUMASI

Kendini her kalıba sokan, sevilmek uğruna her doğruyu esneten, hakikati değil alkışı arayan kalabalıkların arasında aşk yaşamaz.
Aşk, şekilsizliği sevmez.
Aşk, biçimsiz kalabalıklara uyum göstererek değil, onlara karşı direnerek yaşar.
Bu nedenle “herkes beni sevsin” çabası, aşkın doğasına aykırıdır.
Tıpkı “ben herkesi seviyorum” iddiasının sevgiyi hiçleştirmesi gibi…

Aşk, hak edene duyulandır.
Ve hak etmeyene “hayır” diyebilenlerin yüreğinde yaşar.

İşte bu duruş, insana sevmek kadar, karşı durma erdemini de kazandırır.
Aşk, hayata karşı bir şekillenme değil, hayatı sevgimize göre şekillendirme iradesidir.
Ve ancak bu iradeye sahip olanlar, aşkı yeniden ve yeniden yaratabilir.

AŞK VE CİNSELLİK

Cinselliğe dair sıkça yinelenen bir klişe vardır:
“Cinsellik, su içmek kadar doğal bir ihtiyaçtır.”
Evet, doğrudur. Cinsellik de, tıpkı su içmek gibi, insan doğasının temel bir parçasıdır.
Ama unutmamak gerekir ki, uygarlık süreci insana susadığı anda karşılaştığı herhangi bir su birikintisinden su içmemeyi öğrenmiştir.
Susuzluğunu gidermek, bugün artık temiz, berrak ve güvenilir bir kaynağa yönelmekle mümkündür.
Peki insanlık cinsellikte bu eşiği nasıl aşmıştır?
Hayvani güdülerin yön verdiği bir dürtüsel eylem olmaktan çıkarak, insani bir karşılaşmaya nasıl dönüşmüştür?

Yanıt basittir ama derindir:
Aşk, cinselliği hayvani içgüdüden insani bir buluşmaya dönüştüren tek asli güçtür.
Çünkü aşk, bir hazdan ibaret olmayan, içinde saygı, güven, eşitlik, duygu ve özveri taşıyan karmaşık ve derin bir ilişki biçimidir.
Cinselliğin aşk zemininde yaşanması, onu sıradan bir beden teması olmaktan çıkarır ve birbirini tanıyan, tanıdıkça seven, sevdikçe derinleşen bir insanî buluşmaya dönüştürür.

Hayvanlar kızıştıkları dönemlerde, içgüdüsel dürtülerle en yakındaki eşiyle çiftleşirler.
Ancak uygar insan, cinselliği yalnızca bedensel bir boşalma değil, sevgiyle ve anlamla bütünleşen bir paylaşım olarak yaşar.
Bu sebeple aşk, cinselliği hayvanî bir boyuttan çıkarıp ona insanı bir boyut katan ahlaki ve duygusal bir eşiği oluşturur.

Aşksız cinsellik, insanın bedeniyle var olduğu ama ruhunun yok sayıldığı bir edimdir.
Bu nedenle aşksız yaşanan her cinsellik, insanı geçici bir tatmine sürüklerken, geride bir eksiklik, bir yalnızlık, bir boşluk bırakır.
Çünkü ruhu olmayan temas, sadece tenin temasına dönüşür.
Ve ten, ruhsuz kalınca, kısa bir süre sonra kendi anlamını da yitirir.
Cinsellik, aşkın içinde anlam bulduğunda;
bedenler arasında değil, ruhlar arasında bir karşılaşmaya dönüşür.
O zaman cinsellik; aşkın bir şarkıya, bir dokunuşa, bir bakışa dönüştüğü, bedenin aşkla kutsandığı, hazza ahlaki ve duygusal bir anlam yüklendiği bir paylaşım olur.

Unutulmamalıdır ki;
Aşk, cinselliği dönüştürür.
Ama cinsellik, aşkı yaratmaz.
Cinsellik, aşkın içine yerleştiğinde güzelleşir.
Ama aşkı sadece cinselliğe indirgerseniz, onu tüketirsiniz.

Aşkla yaşanan cinsellik;
— bir sahiplenme değil,
— bir özgürlük alanıdır.
— bir zorunluluk değil,
— bir rıza ve arzunun kesişimidir.
— bir mülkiyet değil,
— bir birlikte yaratılan eşitlikli hazdır.

Cinselliği insanileştiren, onu aşkın diliyle örmeyi becerebilmektir.
Ve aşkın diliyle örülmemiş hiçbir cinsellik, ne kadar sık tekrar edilirse edilsin, insanî değildir; sadece içgüdüseldir.

AŞK, ŞİİR VE MÜZİK

İnsan, henüz dili keşfetmemişken doğanın esaretindeydi.
İlk kelimesini doğadan öğrendi.
O kelimenin ne olduğu bilinmez bugün ama bir gerçek var ki,
insan dilini doğanın seslerinden türetti.
Kuşların ötüşünden, yaprakların hışırtısından, rüzgârın uğultusundan,
gök gürültüsünün titretici çığlığından aldı ilk sözlerini.

İnsan, doğadan hem acımasızlığı hem şefkati öğrendi.
Ve insanlık, doğanın bu iki kutbu arasında hep bocaladı, hâlâ da bocalıyor.

İşte şiir ve müzik, insanın doğaya duyduğu hayranlığın,
özellikle de şefkatli yüzüne olan hayranlığının bir ifadesi olarak doğdu.
Çünkü insan, doğa karşısındaki güçsüzlüğünde, onun anaç yönüne sığınma ihtiyacı duydu.
O sığınakta şarkı söyledi;
güvensizliğin ortasında şiirle kendini anlattı.

Bu yüzden şiir, doğayla uyum içindedir ama aynı zamanda doğayla bir kavganın da dilidir.
Doğanın kör acımasızlığına karşı, insanın kalbinden yükselen bir itirazdır şiir.
Doğanın hoyrat yüzüne karşı, insani değerleri savunmanın adıdır.

Aynı zamanda aşkın yoldaşıdır şiir.
Ve müzik, aşkı hem besleyen hem ondan beslenen bir başka dildir.
Aşk, şiirle dile gelir;
müzikle titreşir,
insanın varoluşunu yankılar.

İnsan doğadan, güçlü olanın zayıfı ezdiği gerçeğini öğrendi.
Ama aynı doğadan, vermenin, şefkatin, duygulanmanın gücünü de öğrendi.
Bir bahar sabahında açan çiçeğin sessizliğinden,
bir annenin yavrusuna siper olan bedeninden öğrendi sevgiyi.
İlk kafiyeler, kuş seslerinin arasına karıştı.
İlk şarkılar, rüzgârla salınan dalların arasında doğdu.
Ve böylece insan önce duydu, sonra hissetti.
Duyumsadı.
İtiraz etti, kabullendi…
Ve sonunda konuştu, yazdı, besteledi.

Aşk; sevgiden süzülen bir damladır.
Şiir; aşkın dilidir.
Müzik; aşkın kalp atışıdır.

İnsan, doğanın acımasız yanına karşı şiirle haykırdı.
Doğanın şefkatli yüzüne tutunarak kendini var etti.
Ve şiir, bu varoluşun hem tanığı hem taşıyıcısı oldu.

Aşk oldukça,
şiir yazıldı.
Şiir oldukça,
müzik doğdu.
Müzik oldukça,
halaylar kuruldu,
eller birleşti,
insanlar yan yana geldi.

Dil büyüdü.
Düşünce derinleşti.
Sevgi serpildi.
Aşk çoğaldı.
Ve insanlık o şiirle, o ezgiyle büyüdü.
Bugün hâlâ o yolculuk sürüyor.

Ben de yazdığım şiirlerin arasında insanlığıma dair izler buluyorum.
Yaşadığım toplumun doğayla benzeştiğini görüyorum.
Doğanın şefkatli yüzüyle özdeşleşip, acımasız yanına karşı şiirle saf tutuyorum.
Sevgiyi, aşkı, umudu ve direnci şiirle yoğurup, sizlerle paylaşıyorum.
Çünkü inanıyorum:
İnsan, şiirle insandır.
Aşk varsa, müzik vardır.
Ve müzik varsa, hayat hâlâ umuda gebedir.

Salim Diyap

Salim Diyap
Kayıt Tarihi : 24.1.2010 17:56:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Doğa Fendi
    Doğa Fendi

    emeğinize sağlık hepsini okuyamadım ama büyük emek var belli

    Cevap Yaz
    Salim Diyap

    teşekkür ederim kardeşim

TÜM YORUMLAR (1)