Ah Kardeşim Şiiri - Şükrullah Yavuzer

Şükrullah Yavuzer
182

ŞİİR


14

TAKİPÇİ

Ah Kardeşim

İlçemize bahar geç, kış erken gelirdi. Çoğu zaman ilkbahar ile sonbahar arada kaynar, ilkbahar yaşanmadan bahar tadında bir yaz mevsimi yaşanırdı. Sonbahar beklenmeden de kış mevsimine geçilirdi. Yaz mevsiminde bile kaynak sular o kadar soğuk olurdu ki ellerinizi yıkayıncaya kadar buz kesilirdiniz. Bazen arkadaşlar arasında soğuk kaynak sulara aynı anda ayaklarımızı daldırır ve suyun soğukluğuna en uzun süre dayanma yarışı yapardık. Tabi ki en uzun süre 45 saniyeyi geçemezdi. Ayaklarınızı testere ile kesiliyor sanırdınız. Bu sulara soğusun diye bırakılan karpuzlar ortadan ikiye çatlardı. Uzun kış aylarından sonra kısa yaz mevsimi tam tadında yaşanırdı. Arada bir at yarışlarında yaşanan tatsız kavgalar sayılmazsa insan ilişkilerinin, komşulukların hakkı tam verilirdi. İnsanlar birbirlerini sever ve sayarlardı. Düğünlerde, taziyelerde inanılmaz bir dayanışma vardı. Herkes elinden gelenin en iyisini yapmaya gayret ederdi.

İlçede İnsanlar genellikle kaçak yollardan yapılan sınır ticareti ve hayvancılıkla geçinirlerdi. Sıcak günlerin sayısı az olduğundan buğday dışında ciddi bir tarım faaliyeti yoktu.

1969 yılının Eylül ayıydı. Babam, köyden ilçeye taşınmıştı. Elindeki tüm hayvanlarını satmış kerpiçten yapılma, döşeme damlı, samanlı çamurla sıvanmış ve kireçle badanası yapılmış, iki katlı cumbalı şirin bir ev satın almıştı.

Evin arka tarafında dağ, ön kısmında şehir ve devamında upuzun bir düzlük vardı. Bu düzlükte ilkbaharda yemyeşil görünen, yazın ortalarına doğru altın sarısına bürünen buğday tarlaları başını almış gidiyordu. Bu tarlaların arasında siyah bir yılan gibi kıvrılıp güneye doğru giden şehirlerarası bir yol vardı. Yolun son kıvrımında Resulanıs adında bir köy ve bu köyün yemyeşil ağaçları görünürdü. Tepeden sağ tarafa doğru giden yolda ise siyah ve gri renge boyanmış iki katlı bir jandarma karakolu ve ötesinde de taştan yapılma soğuk görünümlü, tek katlı bir cezaevi vardı. İki binanın da etrafı tel örgülerle çevriliydi. Cezaevinden yaklaşık 6 Km sonra Değirmen deresi ismi verilen bir vadi, bu vadide bembeyaz köpükleri ve gürül gürül sesi ile akan bir dere vardı. Dere boyu yemyeşil ağaçlar, ısırgan otları, yarpuzlar, papatyalar, gelincikler, şakayıklar ve alıç ağaçları vardı. Alıç ağaçlarının, halk arasında “yumuşan” ismi verilen turuncu, kırmızı ve pembemsi meyveleri olurdu. Bu meyveler Sonbaharda okulların önünde ve pazarlarda satılırdı. Ölçü birimi çay veya su bardağı dolusuydu.

Derenin kenarında tıpkı masallardaki gibi şirin mi şirin iki değirmen vardı. Buğday biçme dönemlerinde değirmenlerin önündeki hareketlilik göze çarpardı. Dere, ismini bu değirmenlerden almıştı. Biçilen buğdaylar samanından ayrıldıktan sonra at ve eşeklerin sırtında bu değirmene getirilir, burada öğütülürdü. Yukarıdan aşağı doğru akan suyun, kocaman yuvarlak ve ortası delik değirmentaşını döndürmesi, ortadaki delikten dökülen buğdayların una dönüşmesi görülmeğe değerdi. Değirmencinin una bulanıp hayalet gibi görünmesi ayrı güzellik katardı ortama. Un öğütme sırasını bekleyenler dere kenarındaki ağaçların gölgesinde oturuyor, topladıkları çalı çırpılarla yakılan ateşte demledikleri kaçak çayı yudumlarken köy, buğday, hayvanlar ve geçim üzerine uzun uzun sohbetler yapar, birbirlerine memleketten havadisler aktarırlardı.

Değirmen deresinin üst taraflarında gruplar halinde gelen gençler ellerinde kazma, külünk ve keserlerle “çoğan” ismi verilen bir bitkinin köklerini toplar, çarşıda dükkânı olan Sofi lakaplı bir bakkala satarlardı. Sofi çoğu zaman bu köklere karşılık olarak para yerine çikolata, şeker, reçel, bisküvi gibi gıdalar verirdi. Sanırım bu kök, deterjan ve sabun yapımında hammadde olarak kullanılıyordu. Sofi’de bu bitki köklerini kamyonlara yükler şehir dışına gönderirdi. Dere kenarına çamaşır ve yün yıkamaya gelen kadınlar bu bitkinin köklerini taşla ezer, köpürtür; bu köpüklerle çamaşır yıkarlardı.

Değirmen deresi, Hakkâri yolu üzerindeki Resulanıs ve Erek köylerinin yakınlarından geçtikten sonra türkülere konu olan Zap suyuna karışarak akıp gidiyordu. Erek köyü yakınlarında mandaların bu derede yüzmeleri, köy çocuklarının mandaların sırtından suya atlayarak serinlemeleri inanılmaz bir eğlenceydi. Dışardan ürkütücü görünen siyah, iri cüsseli, koca boynuzlu mandaların uysallığı şaşkınlık vericiydi.

Değirmen deresinin daha üst tarafında ise bir Hidroelektrik Santralı vardı. Derenin önü kapatılmış baraj oluşturulmuştu. İlçenin elektrik ihtiyacı buradan karşılanırdı. Ancak bu santral çok büyük kapasitede olmadığı için akşam saat 21:00’ e kadar elektrik üretebiliyordu. Bu saatten sonra şehir sessiz bir karanlığa gömülürdü. Şehir karanlığa gömülürken evler gaz lambası ve lüküz gibi araçların ışığında masallarla, hikâyelerle, menkıbelerle ve tarihi olaylarla aydınlanırdı. Petrol ofislerinde sık sık gaz ve akaryakıt kuyrukları oluşurdu. Kuyruklar bazen gün boyu sürerdi. Akşam yakıtla eve döneneler kendilerini mutlu addederlerdi.

***

Şehrin kurulduğu dağın eteklerinden düzlüğe doğru inildiğinde sağlık ocağı, hükümet konağı, üç caddeden oluşan küçük bir çarşı, iki cami, bir ilkokul ve içinde ortaokul da bulunan bir lise binası vardı. Hakkâri’ye doğru giden yolda da tek bir bina vardı. Binanın etrafı bomboştu. Bu yatılı bir okuldu. Uzaktan bakıldığında siyah önlüklü çocuklar bir yuvanın etrafında durmadan hareket eden karıncalar gibi gözükürlerdi.

İlçe merkezinde belediye binası ve içinde işletmesi belediyeye ait bir otel ve otelin altında ilçenin tek pasajı vardı. Pasajda Sümerbank, kasaplar, kahvehane ve diğer dükkânlar vardı. Belediye otelinin girişinde beni kendisine hayran bırakan çok güzel bir mahalle maketi vardı. Yaklaşık iki metrekarelik bir camekânın içine kurulmuştu. Tıpkı gerçek bir mahalle gibiydi. Kerpiç evler, sokaklar, yanan lambalar, akan küçük bir çeşme, otlayan hayvanlar… Benim için rüya gibi bir yerdi. Çarşıya her çıktığımda bu makete uğramadan ve hayran hayran izlemeden eve dönmezdim…

İlçemizin iklimi sert, kışları uzun ve kar yağışlıydı. Öyle çok kar yağardı ki evler arasında kar altında küçük tüneller yapılırdı. Toprak evlerin damlarından atılan karların boyu evlerin damlarını geçerdi. Çocuklar kızaklarla bu kardan tepelerden aşağı doğru kayarlardı. Her çocuğun hatta gencin mutlaka bir kızağı olurdu. Kızağı olmayanlar margarin tenekelerini kullanırlardı. Kızakların alt kısmına balıksırtı ismi verilen metal iki çubuk takılırdı, balıksırtı kızağın hızını etkileyen önemli bir faktördü. Balıksırtı takılan kızaklar yarışmalarda hep en önde giderlerdi. Jandarma karakolunun biraz üst kısmında başlayan kızak yarışları Değirmen deresinde sona ererdi. Yokuş aşağı olan bu güzergâhın yaklaşık yedi kilometrelik aşağı inişi rüya gibiydi ancak geri dönüşü zorluydu. Geri dönüşte büyükler, küçükleri kızaklara bindirir, bir halatla çekerek tekrardan başlangıç noktasına getirirlerdi. Bu yolculuk esnasında şarkılar, türküler söylenir, fıkralar anlatılır, bilmeceler sorulur; geri dönüş de eğlenceli bir hale getirilirdi. Akşama doğru İspiriz Dağı’ndan esen sert rüzgâr artık eve dönülmesi gerektiğinin işaretiydi…

Kış eğlencesi evlerde kuzineli sobaların başında devam ederdi. Bu sobalarda pişirilen patateslerin, soğanların, kestanelerin, patlatılan mısırların tadına doyum olmazdı. Hele bu sobalarda demlenen kaçak çayın tadı bir başka olurdu. Sobanın üstüne konulan güğümden gelen kaynama sesi ninni gibi gelir, sobadan yayılan sıcaklık bir anne şefkati ile yüzümüzü okşar; farklı bir huzur verirdi. Soba başında oyunlar oynanır, masallar, hikâyeler anlatılırdı. Radyolarda arkası yarın programları dinlenir, ajans saatinde her kes sus pus olurdu. Yıkanan çamaşırlar soba borusunun üst tarafına tutturulan şişlerin üstünde kurutulurdu. Bu şişlere asılan çamaşırlardan sobaya düşen damlacıkların cızırtısı harika bir melodi gibi gelirdi kulağa. Çoğumuzun tek gömleği, tek kazağı ve tek pantolonu olurdu, akşamdan yıkanan bu elbiseler sobada kurutulur, sabaha hazır duruma getirilirdi.

Dağın eteğine kurulan evlerin tamamı bakıdan faydalanmak için Güneye çevrilmişti. Güneş ışıkları bu evlerin duvarlarına dik gelerek, duvarların dibindeki karları erken eritirdi. Güneşli havalarda yaşlılar duvarların dibinde güneşlenir, derin sohbetlere dalarlardı. Duvarların diplerine ve damlara kuşlar, kediler ve diğer hayvanlar aç kalmasınlar diye ekmek, buğday gibi yiyecekler konulurdu.

Bu küçük ilçede herkes mutluydu. Zengini fakiri ayırt edilmeksizin herkesin yüzünde gülümseme eksik olmazdı.

Babam ve annem, üç kız ve üç erkek çocuğuyla yeni satın aldıkları evimize yerleşmişlerdi. Annem yedinci çocuğuna hamileydi. Annem ve babam mutluydular, heyecanlıydılar. Kendilerine ait bir evleri olmuş, şehre yerleşmişlerdi. Bir yandan evin ihtiyaçlarını alma bir yandan da aileye yeni katılacak bireyin dünyaya gelme telaşındaydılar. En büyük heyecanları ise babamın başvurduğu devlet memurluğuna alınma sonucunu bekliyor olmalarıydı. Babam devlet memurluğuna alınırsa kendisi ve çocukları rahat edecekti. Ertesi gün beklenen müjdeli haber Bekçi Mikail Amca’nın ebelik yapan eşi Besna Hanım’dan gelmişti. Evin yedinci çocuğu yani ben dünyaya gelmiştim. Benim dünyaya gelmiş olmamın mutluluğu yaşanırken ikinci müjdeli haber de peşi sıra gelmişti. Babam devlet memurluğuna kabul edilmişti. Ailede büyük bir sevinç havası vardı. Eylül ayı bereket ayı gibi olmuştu. Bu ayda hem şehre taşınmış hem başımızı sokabilecek şirin bir evimiz olmuş hem babam devlet memurluğuna alınmış bir de ben dünyaya gelmiştim. Bütün bunlardan dolayı annem ve babam şükür secdesi yapmış, bana da Şükrullah ismini vermişlerdi.

Köyün zorlu ortamından şehre gelmek ve bir devlet kurumunda çalışmak rahatlatmıştı babamı. Babam bir doksan boylarında, boylu poslu, buğday tenli, karakaşlı, kara gözlü yakışıklı bir adamdı. Heybetli bir duruşu ve sert bir yapısı vardı. Sert olduğu kadar da merhametli ve yufka yürekli bir insandı. Okumayı çok severdi. Hemen hemen her gün sabah namazından sonra Kur ’ani Kerim ve akabinde de başka kitaplar okurdu. Çoğu sohbetlerinde: “Şu kitapta şu âlim ya da şu yazar şöyle der.” diyerek konuşmaya başlardı. Konuşurken her dinleyenin gözlerinin içine bakar söylediklerini adeta insanların kalbine ve ruhuna nakşederdi.

Babam daha on altı yaşındayken babasını kaybetmiş, dört kız ve dört erkek kardeşinin sorumluluğu omuzlarına yüklenmişti. Köyde zorlu ve sıkıntılı günler yaşamışlardı. Bir aşiret kızı olan anneme sevdalanmış. Onu istemeye gittiklerinde, hayır cevabı almış ve alt üst olmuştu. Sevdasından vazgeçmemiş, annemle birlikte kaçma kararı almışlardı ve bir gün annemi atının terkisine aldığı gibi uzaklara gitmişti. Annemin ailesi tarafından her yerde aranmış ve ölüm fermanları verilmişti. Bu yüzden yıllarca gizlenmek zorunda kalmışlardı. Annemin babası, gördüğü bir rüyanın tesirinde kalarak onları af etmesi sonucunda kardeşlerinin yanına geri dönmüştü. Dedem ve dayılarım babamı ve annemi af etmişlerdi. Ancak bir dayım ve çocukları bu affı benimsememiş öfkelerine devam etmişlerdi. Hatta bu dayım vefat edinceye kadar annemle hiç konuşmamış ve de görüşmemişti. Babam ve annem bu yüzden uzun süre şehre gelememişlerdi. Sonra aile büyüklerinin devreye girmesi ile bu kırgınlık sona ermiş böylece şehre gelip yerleşebilmişlerdi. Her ne kadar kırgınlık sona ermiş gibi görünse de yine de onların şerrinden pek emin değildi. Babam “Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler.” diyerek şehre yerleşmişti.

Aylar, yıllar çabuk geçmişti. Babam ilmiyle, aklıyla, feraseti ile dikkat çekmeye başlamıştı. İlçenin ve çevrenin sevilen, sayılan ve her konuda danışılan isimlerinden biri olmuştu. Saygınlığı her geçen gün artarak devam etmişti. İlçedeki küskünleri barıştırıyor, aileler arasındaki husumetleri gideriyordu. İnsanlar ilminden faydalanmak, hoş sohbetine katılmak için ziyaretine geliyorlardı. Zorlu günler geride kalmış, babam Allah’a şükrediyor her şükredişinde anneme; “Ne hayırlı bir çocuk onun dünyaya gelmesi ile hayatımız değişti” deyip duruyormuş.

Ben dört yaşına ayak basmıştım. Benden sonra Fikret adında bir erkek kardeşim dünyaya gelmişti. Dünyalar tatlısı bir çocuktu. Onun dünyaya gelmesi ile evimizin neşesi bir kat daha artmıştı. Zaman çabuk akıp gitmiş Fikret büyümüş tavukların ve kırmızı ibikli horozun peşinden koşar olmuştu. Vaktimin büyük bir kısmını kardeşimle oynayarak, onu severek geçiriyordum.

Bir gün Fikret hastalandı. Durup dururken nefesi kesiliyor, vücudu mosmor oluyordu. O esnada kafası koparılmış bir kuşun çırpınması gibi çırpınıyor, ölüp ölüp yeniden diriliyordu sanki. Hepimiz çok üzgündük. Kimi cin çarpası kimi boğmaca kimi nazar değmiş diyordu. Gerçek olan Fikret hastaydı ve bir türlü düzelmiyordu. Zavallı annem çok üzülüyor sabahlara kadar başında bekliyordu. Vilayette muayenehanesi bulunan çocuk uzmanı olan Doktora götürülmesi gerektiğini söylüyordu herkes. Bu Doktor Devlet Hastanesinin tek çocuk doktoruydu. Aynı zamanda da özel muayenehanesi olan tek doktordu. Babam kardeşim Fikret’i bu Doktora götürmeye karar verdi.

Bir gün sabah erkenden vilayete gitmek üzere otobüsle yola çıktık. Yaklaşık iki saatlik bir yolculuktan sonra şehre vardık. Muayenehane Hükümet konağının yan tarafındaydı. Tek katlı küçük eski bir yapıydı. Muayenehanenin girişi zeminden iki basamak kadar aşağıdaydı. Oraya vardığımızda içeride sıra bekleyen hastalar vardı. Ağlayan bebekler, bebekleri susturmaya çalışan anneler, babalar…

Sıra Fikret’in muayenesine gelmişti. Babam: “Selamünaleyküm Doktor Bey.” dedi, Doktor başını kaldırmadan “Merhaba!” dedi kaba ve istemsizce. Babam “Doktor Bey Oğlum çok hasta önce Allah’a sonra size güvenerek geldik. Oğluma bir çare bulun!” dedi. Doktor, hiddetle ayağa kalktı. Yüzü düştü, kaşları çatıldı: “Madem önce Allah’a güveniyorsunuz ne diye bana geldiniz. Güvendiğiniz Allah iyileştirsin bakalım çocuğunuzu!” demesiyle babam neye uğradığını şaşırdı. “Bu nasıl bir konuşma doktor bey?” diye çıkıştı. Doktor: “İşine gelirse! Bana güvenmişsen (kapıyı işaret ederek) Allah’ı girdiğin şu kapının dışında bırakacaksın. Bırakmıyorsan işte kapı orda! Sizin için yapacağım bir şey yok!”

Babam, sinirden önce dişlerini sonra da yumruğunu sıktı. Doktor bir kelime daha etseydi suratının ortasına okkalı bir yumruk yiyecekti. Doktor da bunu fark etmiş olmalıydı ki başka bir şey söylemedi. Gergin ortamı yatıştırmak isteyen annem, babamın eline sarıldı. “Yapma Bey sakin ol! Zaten belasını bulmuş Allah’tan!” dedi. Bir eliyle Fikret’i kucağında tutan Babam hiddetle: “Eğer bu çocuk senin gibi bir imansızın elinden şifa bulacaksa Allah canını alsın daha iyidir! O inanmadığın Allah’tan da diliyorum ki senin boynunu kırıp senin koltuğuna versin!” dedi ve bize de çıkın anlamında eliyle işaret etti. Muayenehaneden ayrıldık.

Bir de Doktor olacak zındık. Ulan sen önce insan ol insan…

Hastalar arasında ayrım yapmak da neymiş? Utanmadan bir de Hipokrat yemini etmiştir bu zavallıcık…

Babamın sinirli söylemleri sonucunda Çocuk uzmanı olmayan başka bir doktora gittik. Fikret’in muayenesi yapıldı, ilaçlar yazıldı. İlçeye geri döndük. Ancak Yapılan tüm çabalar sonuç vermiyor, Fikret bir türlü iyileşemiyordu. Annemin gizli gizli ağladığını görüyor çok üzülüyordum.

Bir sabah annemin ağlama sesi ile uyandım. Evdeki herkes ağlamaklı ve çok üzgündü. Komşular da eve gelmişlerdi. Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordum. Bir kazanda su ısıtılıyor, Mehmet isminde bir komşumuzun elinde beyaz bir kumaş ve pamuk vardı. Birileri annemi ve babamı teselli ediyorlardı. Gözlerim kardeşim Fikret’i aradı. Fikret yatağında çok derin bir uykudaymış gibi hareketsiz yatıyordu. Sonra babam onu yatağından çıkardı, kucağına aldı. Sarıldı ve öptü. “Güle güle cennet kuşum, sana doyamadım.” dedi. Sonra salonun bir köşesinde bulunan metal leğene doğru götürdü. Mahallenin İmamı Ubeydullah Amca, Fikret’i babamın elinden almaya çalıştıysa da babam izin vermedi. “Hayır” dedi “kuzumu ben kendim yıkarım.” …

Annem, babamın eline su döküyor, babam da hareketsiz bir halde olan kardeşimi yıkıyordu. O cıvıl cıvıl yerinde bir dakika bile duramayan kardeşim, babamın ellerinde bez bir bebek gibi hareketsiz duruyordu. Yıkama işlemi bittikten sonra vücudunu pamukla kaplayarak üzerini Mehmet Amca’nın getirdiği beyaz kumaşla sardılar, baş ve ayak kısmına düğüm attılar. Hemen babama sordum: “Kardeşime ne yapıyorsunuz?” diye. Babam biraz afalladıktan sonra ağlamaklı bir sesle:

“Amcan onu çok özlemiş onun yanına, köye göndereceğiz.”

“Peki, onu neden pamuklara, bezlere sardınız?” diye ikinci soruyu sorduğum da; Annem devreye girdi, beni kucağına alıp oradan biraz uzaklaştırdı.

“Bak Yavrucuğum.” dedi “Köy uzak, çocuk yol gidecek, yolda üşümesin diye pamuklara sardılar.” diye cevap verirken gözlerinden boncuk boncuk yaşlar süzülüyordu. Sonra evdeki kalabalık Fikret’i alıp götürdüler. İçimdeki bir ses sanki kardeşimi bir daha göremeyeceğimi söylüyordu. Kardeşimi alıp götüren kalabalığın ardından boş boş bakakalmıştım…

Üç gün boyunca komşular, akrabalar evden eksik olmadılar. İlk kez evimize dedem ve anneannem ile dayılarım da gelmişlerdi. Olup bitenlere anlam veremiyordum. Annem Fikret’in minik elbiselerini koklayıp, sessiz sessiz gözyaşı döküyordu.

Aradan günler geçti. Ziyaretçiler azalmıştı artık. Ara sıra eve gelen, anneme teselli veren anneannem ve dedemin dışında artık gelen giden yoktu. Fikret’in yokluğunu işte tam da kimselerin olmadığı o sakin zamanlarda yoğun olarak hissetmeye başladım. Evin içinde o şirin koşuşturmalar, şen şakrak kahkahalar yoktu artık. Bahçede de yalnızdım. Yaramaz horoz, kedimiz ve tavuklar vardı. Fikret’in cıvıl cıvıl sesi yoktu. Ona olan özlemim içimi yakıp kavuran bir kora dönüşmüştü.

Evimizin Salonunda ahşaptan yapılma orta büyüklükte bir sehpa vardı. Bu sehpayı ters çevirip, mutfaktan aldığım bir tencere kapağını da elime alıp sehpanın içine oturdum. Tencere kapağını araba direksiyonu gibi sağa sola çevirmeye, ağzımla da araba motoru sesi çıkarmaya başladım. Sonra anneme dönerek: “Anneciğim üzülme bak arabama bindim, amcalarıma gidip kardeşimi geri getireceğim.” dedim. Annem bunun üzerine bana sarılıp uzun uzun ağladı. Babam da bu manzaranın tekrarını görünce benim çok üzüldüğümü fark etmiş, akşama bir sürprizle eve gelmişti. Babam, bana üç tekerlekli kırmızı bir bisiklet almıştı. Çok sevinmiş, çok mutlu olmuştum. Ancak bu buruk bir sevinçti. Mutluluğumla birlikte herkesin gözlerinin içi gülüyordu. Babam bisiklete binmem için bana yardım etti. Bisiklete biner binmez anneme dönerek: ”Anneciğim bak bisikletim oldu. Bisikletimi sürüp köye gideceğim ve kardeşimi alıp getireceğim.” deyince salon büyük bir hüzne ve sessizliğe boğuldu…

Aradan bir yıl geçti, Fikret hala dönmemişti köyden. Bir yaz sabahı Babam beni erkenden uyandırdı. “Kalk oğlum kalk bak Fikret geri döndü.” dedi. Heyecanla yerimden fırladım, yatak odasına koştum. Annem yatakta uzanmış bir vaziyetteydi, yan tarafında da bir çocuk vardı. Küçük kalbim yerinden fırlayacakmış gibi atıyordu. Uzun bir aradan sonra kardeşimi görebilecektim. Aklımdan ilk geçen ona kırmızı bisikleti göstermek ve onu bisiklete bindirip gezdirmek oldu. Yüzündeki örtüyü hızla kaldırdım ve büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Bu Fikret değil dünyaya yeni gelen kardeşimdi. Ona da Fikret ismini koydular…

***

Uzun bir kıştan sonra bütün ihtişamıyla bahar gelmiş, havalar ısınmıştı. Artık bahçede bisikletime biniyor, zamanımın büyük bir kısmını dışarıda geçiriyordum. Yine bir gün bisikletimi sürerken evin arka tarafına geçtim. Oradan da tandır evinin yanına geçtim. Tandır evinin arka tarafının yükseltisi azdı. Rahatlıkla bisikletimle dama çıktım ve burada bisikletimi sürmeye başladım.

Toprak damlarda yağmur ve kar sularının tahliyesini sağlayan “Şoratan” ismi verilen sacdan yapılmış oluklar vardı. Bisikletimin tekerleği bu oluklardan birine takıldı, dengemi kaybettim ve damdan aşağı düştüm. Düşmenin şokunu atlatamadan bisikletim de tam kafamın üstüne düştü. Gürültüye koşan annem beni yerde kanlar içinde görünce feryadı bastı. Evdekilerin ve komşuların koşmasıyla hastaneye götürüldüm. Tedavim yapıldı. Günlerce yatakta kaldım.

On beş gün sonra iyileşmiş, kendimi toparlamıştım. Fakat dilimde bir kekemelik oluşmuştu. Eskisi gibi akıcı konuşamıyordum.

Babam benimle daha fazla ilgileniyor, konuşturmaya çalışıyor, harfleri ve rakamları öğretiyordu. Babamın tüm uğraşılarına rağmen dilimde bir düzelme olmuyordu. Dilinde düzelme olmamıştı ancak okumayı, yazmayı, rakamları ve dört işlemi okula başlamadan öğrenmiştim.

Fikret’in köye falan gitmediğini onun öldüğünü de anlamıştım artık.

***

Fikret’in ölümü üzerinden bir buçuk yıl geçmişti. Babam öğle arasında işten çıkmış öğle yemeğini yemek üzere eve gelmişti. Annem sofrayı hazırlanırken kapı çalındı. Koşarak kapıyı açtım. Kapıda; üzerinde Koyu kahverengi bir üniforma, başında yuvarlak şapkası ve belindeki kemere asılı silahıyla Bekçi Mikail Amca vardı. “Baban evde mi?” diye sordu. Evet, anlamında kafamı salladım. “Çağır gelsin.” dedi. Babamı çağırdım. Babam, Mikail Amca’yı görünce: “ Ooo Mikail Bey hoş geldiniz buyurmaz mısınız?” dedi. Mikail Amca: “Hayır, teşekkür ederim, benim biraz işlerim var, gitmem gerek ama Van’dan bir misafiriniz var.” dedi. Babam, Bekçi Mikail Amca’ya bahçenin dış kapısına kadar eşlik etti. Dışarda beyaz bir otomobil ve otomobilin içinde de bir adam vardı. Adam, babamı görünce hemen otomobilden indi: “Selamünaleyküm” dedi. “Ben tanrı misafiriyim. Bana evinizde bir çay ikram eder misiniz?” dedi. Babam: “Aleykümselam, tabi ki ne demek, baş üstüne buyurun lütfen.” dedi. Bekçi Mikail Amca müsaade isteyip ayrılmak istese de babam izin vermedi. “Yemek hazır bir lokma yemeden hiçbir yere gidemezsin.” diyerek onu da içeri buyur etti. Otomobille gelen adam ağır hareket ediyor, konuşmakta zorlanıyordu, hasta gibiydi.

Babam: “Tanrı misafirimiz hoş gelmiş safalar getirmiş, simanız bana hiç yabancı gelmiyor, sizi görmüş gibiyim.” deyince misafir: “Sizin geçen yıl hasta bir oğlunuz vardı durumu ne oldu?” diye sordu. “Sizlere ömür!” dedi babam iç çekerek. Misafir: “Neden iyi bir doktora götürmediniz” diye sordu. Babam: “Götürdük götürmesine de ne siz sorun ne de ben söyleyeyim” …

Misafir “Hele yüzüme iyice bakın, o doktora benziyor muyum?” diyerek hüngür hüngür ağlamaya başladı. Babam dikkatlice bakınca hatırladı evet bu O Doktordan başkası değildi. Çok zayıflamış, yürümede ve konuşmada güçlük çekiyordu. Ağlamaklı bir durumda: “Çok pişmanım çok, beni af edebilecek misiniz?” diyerek daha çok ağlamaya başladı. Evdekiler ve Bekçi Mikail Amca ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı. Doktor konuşmaya devam etti: “Üniversitedeki çevrem bana hep ateizmi aşıladılar. Okumak, diploma almak, doktor olmak cahilliği ortadan kaldırmıyormuş meğer. Ben hep Müslümanlara, inançlı insanlara karşı ön yargılıydım. Böyle görmüş, böyle yetiştirilmiştim. Çocuğu bana getirdiğinizde –Selamünaleyküm- değişiniz bile çok zoruma gitmişti. Bir de önce Allaha sonra size güveniyorum, sözlerini duyunca kafamın tası iyice attı ve o tatsız konuşmalarımız oldu. Siz beddua ettiniz. Hem çocuğunuza hem de bana… Demek o sırada dua kapıları açıkmış. Duanız kabul olmuş. Şimdi öğrendim ki çocuk ölmüş. Benim de durumum ortada…

Babam sordu: “Ne oldu size Doktor Bey? Bu haliniz nedir?” Doktor ağlamaklı bir şekilde anlatmaya başladı: “Sizinle yaşadığımız o tatsız olaydan birkaç gün sonra memlekete gitmek üzere kendi aracımla yola çıktım. Yaklaşık 40-50 kilometrelik bir yol kat ettikten sonra senin çocuk ve ettiğin bedduan aklıma geldi. Çocuğu muayene etmediğim için vicdanım sızladı. İçim ürperdi, bedduan beynimde zonkladı durdu. Bir anda direksiyon hâkimiyetini kaybettim. Arabam kontrolden çıktı. Sonra şarampole yuvarlandı. Gözümü bir hafta sonra hastanede açtım. Boynum kırılmış, vücudum felç olmuştu. Bir buçuk yıldır tedavi görüyordum. Hastanede olduğum müddetçe her gece rüyalarıma girdiniz. Sizin güvendiğiniz O Allah bana dersimi verdi! Kaç gündür izinizi arıyordum ve bugün buldum. Pişmanlığımı dile getirmek, sizden af dilemek üzere kapınıza geldim. Biliyorum bu sizin evladınızı geri getirmeyecek, belki de bana olan öfkenizi dindirmeyecektir ama lütfen bana hakkınızı helal edin. Şu an itibarı ile Allah’a iman eden biri olarak karşınızdayım. Siz beni af edin, belki Allah da af eder. Yaptığım yanlışlardan, hatalardan dolayı çok pişmanım. Lütfen bana hakkınızı helal edin.” Doktor babama sarıldı, ellerini sımsıkı tutup uzun bir süre bırakmadı. İkisi de hıçkıra hıçkıra ağladılar…

Yemekler yenildi, çaylar içildi. Doktorun gitme vakti geldi. Ayrılırken bir tomar kartvizit bıraktı. “Bu ilçede maddi durumu iyi olmayan hasta çocukları bana gönderebilirsiniz. Onlara ücretsiz en iyi hizmeti vereceğimden şüpheniz olmasın. Buradan kim gelirse gelsin yeter ki sizin selamınızla gelsin. Şu kartvizitlerden birini göndermeniz yeterli.” diyerek babamın elini öpmeye çalışsa da babam müsaade etmedi ve doktora sımsıkı sarıldı. Doktor, aracına binip gitti…

Ve gerçekten Doktor yıllar boyu binlerce fakir çocuğu hiçbir ücret almadan tedavi etti. İlaçlarını da kendisi karşıladı… ( Yıllar sonra benim oğluma da doktorluk yaptı. Bu mevzuyu onun ağzından da dinleyerek o günü yeniden yaşadım.)

Bir yaz sabahı evin balkonunda yarı uyanık bir vaziyette uzanmış, uykuya dalmıştım. Bahçede uçuşan büyükçe bir kelebek tam burnumun ucuna konmuştu. Gözlerimi açtığımda koca kelebeği yüzümde gördüm. O küçük kelebek bana devasa bir canavar gibi gözükmüştü. Büyük bir çığlık attım. Çok korkmuştum. Çığlığıma annem koştu, korkacak bir şey olmadığını, yüzüme konan şeyin çok güzel bir kelebek olduğunu; kelebeğin beni çiçek sandığını söyleyerek sakinleştirmeye çalıştı. Annemin söylemi beni rahatlatmıştı. Kendime geldim ve annemle konuşmaya başladım. Annemle konuşurken annemin hayretle yüzüme baktığını fark ettim. Annemin yüzünde bir tebessüm belirdi, gözleri güneş gibi parıldadı. “Oğlum! Oğlum!” dedi. “Sen hiç kekelemeden konuştun.” deyip bana sarıldı, öptü, öptü…

“Ey büyük Allah’ım oğlumun şifasını bir kelebeğin kanadında gönderdin. Sana binlerce şükürler olsun.” diye dua etti…

Bir gün evimizin kilerinde yiyecek bir şeyler bakınırken, gözüm Fikret’in en sevdiği bisküvi ve lokumlara ilişti. İçimi büyük bir hüzün kapladı. Bir kese kâğıdına bir miktar bisküvi ve lokum koydum. Annemin yanına gittim: “Anneciğim ben büyüdüm artık Fikret’in öldüğünü biliyorum. Lütfen beni onun mezarına götürür müsün?” dedim. Annem bana sarıldı, saçlarımı okşadı. “Tamam, söz yarın seni götüreceğim.” dedi.

O gece sabah olmadı bir türlü. Uyuyup uyuyup uyanıyordum. Sabahı zor ettim. Uzun bir aradan sonra kardeşimle ilk defa yakınlaşacaktım. İnanılmaz duygular içerisindeyim. Annem ve ağabeyimle mezarlığa doğru yola çıktık. Nerden baksanız bir kilometrelik mesafede olan mezarlık sanki dünyanın öbür ucundaymış gibi uzun geldi bana. Nihayetinde mezarlığa vardık. Mezarlık yüksekçe bir tepedeydi. Uçlarında taşlar olan yüzlerce tümsek vardı. Bazılarının uçlarında ve kenarlarında mermer vardı. Bazıları sadeydi. Bazılarının etrafı demir korkuluklarla çevriliydi. Tümseklerin üzerinde sıra halinde taşlar diziliydi. Uçan arıların vızıldaması, Ağustos böceklerinin sesi ve kuş cıvıltılarından başka ses yoktu. Biraz yürüdükten sonra dört beş büyük mezarın arasında kalmış küçük bir mezar vardı. Tam da kardeşimin boyundaydı. Annem mezarın ucuna çömeldi. Ellerimden tutup benimde çömelmemi istedi. “İşte kardeşin burada yatıyor oğlum.” dedi. “Anneciğim o bizi görüyor mu? Konuştuklarımızı duyuyor mu?” diye sordum. Evet, o şu anda cennette bizi hem görüyor hem de duyuyor.” dedi. Annem mezarın başında dua ederken ben yanımdaki kese kâğıdının içinden Fikret’in en çok sevdiği bisküvileri çıkardım. Bisküvilerin arasına lokum yerleştirdim. Annem onları yiyeceğimi düşünürken; ben mezarın başucundaki toprağı eşeledim, aralarında lokum olan bisküvileri eşelediğim çukurun içine koyup üstünü toprakla kapattım. “Bak kardeşim sana en sevdiğin lokumları getirdim. Acıkınca yersin.” deyip başucundaki mezar taşını öptüm. Artık kardeşimin nerede olduğunu biliyordum.

Kardeşimi o gece rüyamda gördüm. Ziyaretim ve lokumlar için teşekkür ediyordu…

Yüreğimde alev alev yanan ateş sönmüş, birazcık da olsa içimdeki acı dinmişti…

***

Şükrullah Yavuzer
Kayıt Tarihi : 18.10.2025 20:54:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!