Yunus Suresi (tefsir Çalışması)

Osman Erdoğmuş
564

ŞİİR


10

TAKİPÇİ

Yunus Suresi (tefsir Çalışması)

YUNUS SURESİ

Mushaftaki sıralamada 10. iniş sırasına göre 51. suredir. İsra suresinden sonra, Hud suresinden önce Mekke’de, büyük bir ihtimalle hicretten iki yıl önce nazil olmuştur.
Konusu: Yunus suresinin temel konuları, İslâmî kaynaklarda tevhid, nübüvvet ve âhiret terimleriyle ifade edilen, “bir Allah’a iman ve kulluk etmek, bilgi kaynağı vahiy, vahyin taşıyıcısı ve açıklayıcısı olarak peygamber ve dünya hayatında peygamberin çağrısına uyanlarla uymayanları ebedî âlemde bekleyen akıbet”tir.
Sure bütün peygamberlerin görev ve işlevlerine, bu arada son peygamber Muhammed Aleyhisselamın gerçek bir peygamber olduğuna, onun insanları Allah’a iman ve yalnızca O’na kulluk etmeye çağırdığına, içlerinde Yunus aleyhisselâmın da bulunduğu başka peygamberlerden örnekler vererek tarih boyunca yaşanan şirk-tevhid mücadelesine, hem Hz. Peygamber’in getirdiği kitabın kendisinin uydurduğu bir kitap olmadığı hem de Allah’tan başka bir tanrının bulunmadığı gerçekleriyle ilgili ikna edici delillere Kur’an’ın genel üslûbu ve sistematiği çerçevesinde temas etmektedir.

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
1. Huruf-u Mukadda ismi verilen bu kesik harflerle başlayan tüm surelerde olduğu gibi bu sure de vahiy ile vahye atıf yaparak söze giriyor.
İbni Abbas; ”Elif. Lâm. Râ", ”Ben Allah'ım görürüm" demektir. Demiştir.
Bu harflere kesin şu manaya geliyor diyemiyoruz. Ama bir işlev ifa ettiğini biliyoruz. O işlevin de; Ey insan Allah sana, senin konuştuğun dille konuştu. Allah ebedi hakikatleri sana tenezzül buyurdu. Nüzul, indirdi. Allah sana tenezzül ediyor ve ikram ediyor. Nüzul; insanoğluna misafirin önüne çıkarılan mükellef sofraya denilir Arap dilinde. Nüzüla, işte budur. Allah sana mükellef bir sofra veriyor, vahiy sofrası, tenezzül buyuruyor. Sen Allah’ın vahyine tenezzül etmiyorsan yazıklar olsun manasını taşır.
Kur’an’ın “hakîm” ismine dikkat çekmektedir. Kur’an’ın “hakîm” olması şu mânalara gelir:
Hikmetli, hikmet dolu,
Hükmeden, karar veren, meseleleri çözüp açıklığa kavuşturan,
Muhkem, hem lafız hem mana yönünden kuvvetli ve sağlam,
İçinde yalan, çelişki ve tutarsızlık bulunmayan,
Kendisiyle hüküm verilen,
Hükmü kesin olan.
Bu manaların hepsi Kur’an-ı Kerim için uygun düşmektedir. Hakîm, aynı zamanda Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinden biridir. Kur’an-ı Kerim’in de bu isimle zikredilmesi, onun Allah’a olan nispetini kuvvetle ifade etmektedir.
Tüm dünya şahittir ki Kur’an’ın yeryüzünü şereflendirdiği ilk dönemde yeryüzünün en cahil toplumu Kur’an sayesinde yeryüzünün en âlimleri olmuştur. Dünyanın en bedevi insanlarını bu kitap dünyanın âlimi yaptı, dünyanın en hakimi yaptı, dünyanın en âdil yöneticileri, dünyanın en örnek insanları yaptı. Sadece dünyanın değil ahiretin de en âlimi yaptı bu kitap onları. Yaratılış bilgisinin, Allah bilgisinin, kulluk bilgisinin vs aklınıza gelebilecek her bilginin en âlimi yaptı bu kitap onları.
Veya bir başka manasıyla hayata hakim olan, hayata hükmeden, hayatın tümünde söz sahibi olan bir kitabın ayetleridir bunlar. Zira Kur’an hangi konuda ne diyorsa bu değişmeyen bir yasadır. İyi-kötü konusunda, hayır-şer konusunda, hak-batıl konusunda, adalet-zulüm konusunda, iman-küfür konusunda, cennet cehennem konusunda, hayat-ölüm konusunda tek hakim, tek kıstas bu kitaptır. Kâinatta neler olacağı, insanların başlarına nelerin geleceği konularında bu kitap ne demişse, nelerden haber vermişse onlar mutlaka gerçekleşecektir. Çünkü bu kitap hayatın sahibi ve hayatı programlayan bir makamdan gelmektedir. Bilgi kendisinden olan, bilginin kaynağı olan bir Allah’tan gelme bir kitaptır bu. İşte böyle sözü söz olan, dediği de-dik olan ve hayata hakim olan bir kitaptır bu kitap.
Aynı zamanda zaman içinde değeri, hükümleri, yasaları pörsüyüp, eskiyip, aşınıp değerini kaybetmeyecek bir kitaptır bu kitap. Çünkü bu kitabın yasaları zaman ve mekânla sınırlı değildir. Zamanın kendisini eskitemeyeceği, üzerinden yağmurlar, karlar, boralar geçse de tek yasasına, tek harfine bile halel getiremeyeceği, asla hiç bir gücün ezip bozamayacağı kalpte olan, kabulde olan, Levh-i Mahfuzdan dünya âlemine yansıyan bir yazgının ayetleridir bunlar. Kıyamete kadar eskimeden tüm insanlığın problemlerini çözebilecek bir kitabın ayetleridir bunlar.
2. Her peygamberin karşılaştığı değişmez soru şu olmuştur: "Allah, bir insanı mı peygamber gönderdi?" Aslında bu sorunun kaynağı, "insan"ın değerinin sağlıklı bir biçimde kavranmamasıdır. İnsanların, bizzat kendilerini temsil edecek "insan"ın değerini anlamamalarıdır. Onlar bir insana Allah'ın elçisi olmayı, yüce Allah'ın vahiy yolunu kullanarak elçisiyle irtibat kurmasını, insanlara yol gösterme görevini bu elçilerine vermesini çok görmektedirler. Onlar, Allah'ın bir meleği veya Allah katında insandan daha yüksek bir dereceye sahip bulunan başka bir varlığı peygamber olarak göndermesini beklemektedirler. Halbuki onlar bu arada Allah'ın insanı onurlandırmış bulunduğunu, bu onurlandırılmış halı ile insanın Allah'ın mesajını yüklenecek ve iletecek bir ehliyet kazandığını, kendi aralarından bazı fertlerin seçilerek bu çok özel biçimde Allah ile irtibata geçebileceğini göz ardı etmektedirler.
Hem Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- devrinde ve hem önceki asırlarda yaşayan peygamberlik misyonunu yalan sayan kâfirlerin temel şüphesi bu olmuştur.
“Kademe sıdkın” Dünya hayatında Allah Teâlâ’ya sadakat, doğruluk, ihlas ve samimiyetle kulluk eden mü’minler, amellerinin keyfiyetine göre Rableri katında yüksek bir dereceye nail olacaklardır. Dünyada hayırda yarışanlar, öne geçenler ve hayırda çığır açanlar ahirette de mükâfat bakımından öne geçeceklerdir.
Demek ki rabbimiz imana böyle bir tanım getiriyor. Dürüst olmayanın imanı ne ola ki. Sıddık olmadan mümin olunabiliyor mu acaba. Aslında Allah’a iman; Allah’a sadakat değil midir?
Aslında küfür ihanet değimlidir. Küfreden hain olmaz mı? Allah’a ihanetin öbür adı değil mi, burada söylenen o değil mi?
Onun için birine kâfir dememiz için onun nankörlüğü bir ahlak haline getirmesi lazım. Allah’a nankörlüğü onun için bu manayı verdim. Ne demişler utanmadan; bu bir büyücü demişler. Kim için; Resulallah için demişler.
Bakınız İslam vahyine karşı tüm inkarcı toplumlar 4 tavır alırlar.
1 – Önce suskunluk. İttifakla suskunluk. Görmezden gelirler, duymazdan gelirler, aldırmazlık yani mahkum ederler. Susmaya mahkum ederler. Onda başarılı olamazlarsa;
2 – Alay. Onda da başarılı olamazlarsa:
3 –İftira.
4 – İşkence, zulüm ve cana kasıt.
Bu ayette ”uyarmak", ”müjdelemek''ten önce zikredilmiştir. Çünkü gereksiz şeylerin giderilmesi, sıralamada yapılması gereken şeylerden önce gelir. Nefis, küfür ve günahlarla pis olmaya devam ettiği sürece, yapılması gereken şeylerin yapılması fayda vermez. Şüphesiz evi hoş kokularla doldurmak, ancak pislikleri giderip temizledikten sonra mümkün olur. Maddî hastalıkları tedavi etmeye girişen bir doktorun önce bedeni bir takım bozukluk ve karışıklıklardan temizlediğini, sonra güçlendirici ilaçlar vermeye başladığını görmez misin? İşte manevî kalb hastalıklarım tedavi etmeye girişen tabip de böyledir. Onun önce kalbi, bozuk inançlardan, düşük ahlâktan ve kalbi kirleten çirkin işlerden temizlemesi gerekir. Kalbi kişiyi helak eden günahlardan temizledikten sonra taate karşı güç kazandıracak şeylerle onu tedavi eder.
Bundan dolayıdır ki Cenab-ı Hak. Nübüvvet vazifesinin başlangıcında sadece uyarmayı zikretmekle yetinmiş ve şöyle buyurmuştur: ”Ey bürünüp sarınan Rasulüm! Kalk, artık insanları uyar. ” (Müddessir: 1-2)
3. Bu altı gün nasıl bir gündür bunu bilmiyoruz. Yani şu bizim bildiğimiz 24 saatlik bir gün değildir bu. Çünkü Rabbimizin gökler ve yeri yarattığı o dönem ne gün vardı, ne de güneş. Çünkü bizim şu anda bir gün dediğimiz zaman dilimi dünyanın kendi çevresinde dönüşüyle alâkalı bir zaman dilimidir. Kur’an-ı Kerimde başka gün tabirlerini de görüyoruz. Yaratılış günü, dünya günü, âhiret günü, azap günleri gibi. Bunların ne demek olduklarını bilmiyoruz. Allah katında malum olan bugünlerin ne demek olduğunu anlamasak da inanıyoruz ki Rabbimiz gökleri ve yeri altı günde yaratmıştır.
Gün, nispi bir şeydir. Yani görece bir şeydir. Onun için de Arapça da bu bağlamda Allah’ın yaratışının aşamalarına, devrelerine, evrelerine tekabül eder. Yoksa 6 gün eğer mecaz değil de hakiki olarak, literal manada alırsak o zaman işte Yahudilerin yaptığı gibi 7. gün dinlenmiş mantığına götürür bizi. Onun için burada evre manası bu bağlamda doğrudur.
Burada bir de sadece göklerin ve yerin yaratılışından söz edilmektedir. Halbuki kâinatın tümünün yaratılmasıyla onun bir parçasının yaratılması arasında Allah için her hangi bir fark yoktur. Çünkü Allah için bir zerrenin yaratılışıyla kâinatın gerçeği aynıdır. Evet yaratan var eden Allah’tır. Sizler ve her şey varlığınızı Allah’a muhtaçsınız. Hayatın kaynağı Allah’tır. Hayatın sahibi O olduğu gibi sonunda onu alacak olan da Odur.
Arşa istiva etmek: Tüm kainatı, tüm mevcudatı, tüm mülkünü hâkimiyeti altına egemenliği altına almak. Canlı ve cansız tüm mevcudatı kendi saltanatı altına almak, İşlerini de O tedbir edip düzenliyor. Tüm mevcudatı O yönetiyor. Her şeyin melekûtunu, mülkiyetini elinde tutuyor demektir.
Tedbir: bir işin istenilen sonuca ulaşması konusunda o işin önünü ardını, başını sonunu, nasıl başlayıp nereye varacağını bilerek gözetmek, takdir etmek, idare etmek demektir. Tedbir belli bir hikmete ve bilgiye uygun olarak işleri yaratmak, takdir etmek demektir.
Üstelik dünyayı yaratıp da böyle köşesine çekilmeyen, sizi yaratıp da sizinle ilgilenmeyen, sizi kendi halinize bırakan bir Rab değildir O. Benim işim buraya kadardı, dünyanızı ve sizi yarattım işim bitti. Bundan sonra artık ne dünyanızla ne de sizinle ilgilenmiyorum. Ne haliniz varsa görün, nasıl isterseniz öylece yaşayın, keyfinize göre, bildiğinize göre bir hayat yaşayın diyerek bizi kendi halimize terk eden bir Rab değil. Yaratıklarıyla sürekli diyalog halinde olan, yaratıklarının hayatını, işlerini tedbir edip düzenleyen, hayat veren, rızık veren, öldürecek ve yaptıklarımızdan bizi hesaba çekecek olan bir Rab.
“ma min şefiy’in illâ min ba’di iznih” Kur’an burada bir şeye itiraz ediyor. Mekke müşriklerinin bir inancına itiraz ediyor. Nedir o inanç? Şefaat inancına. Mekke müşrikleri putların kendilerine şefaat edeceğine inanırlardı. Ya bu putlar neden Allah’a inanıyorsunuz da putlara neden tapıyorsunuz diye sorduğunuzda Kur’an şu cevabı verirler diyor:
“liyükarribûna ilAllâhi zülfâ”. (Zümer/3) Bunlar bizi Allah’a yaklaştıran aracılardır.
Buradan bir şey anlıyoruz. Mekkeliler öldükten sonra dirileceklerine inanıyorlar. Peki Kur’an da bir çok ayette öldükten sonra biz tekrar diriltilecek miyiz diye soran müşrikler de var. Evet, Mekke de birkaç inancın iç içe yaşadığını görüyoruz. Mekke’nin reislerinden sayısı onu geçmeyen kodamanların mutlak ateist olduklarını görüyoruz. Özellikle iç Arabistan dışına, Yemen’e, Suriye’ye giden tüccarların başlarında Ümeyye Bin Halef, Ebu Cehil, Ebu Süfyan, Utbe, Şeybe gibi kodamanların bulunduğu ve sayısı onu geçmeyen reislerin öldükten sonra dirileceğine inanmayan mutlak bir dehri, materyalist olduklarını görüyoruz.

Onlar bu inancı dışarıdan taşıyan insanlar. Ama Mekke’nin sıradan insanlarının bozulmuş bir İbrahimi inancı taşıdıklarını ve dolayısıyla hem bozulmuş bir Allah inancına, hem de bozulmuş bir ahiret inancına sahip olduklarını görüyoruz.
Allah inancını Mekkeli müşrikler şirk ile bozdular. Ahiret inancını şefaatle bozdular. Onun için şirk Mekkelilerin Allah inancına kattıkları bir tahrifti, şefaat inancı Mekkelilerin ahiret inancına kattıkları bir tahrif.
Buradaki cümle de olumsuz cümledir. Nasıl başlar; ma min şefiy’in, Yok, değil, yok öyle bir şey itiraz ederek başlar, nefy ile başlar. Ayetel Kürsi’de de öyle başlamıyor mu. Aslında ..men zelleziy yeşfe’u ‘ındeHÛ illâ Bi iznih.. (Bakara/255) Men, kimmiş o bakayım, getirin şunu bana.
Evet, Kur’an da ki şefaatle ilgili hemen tüm ayetler -ikisi dışında- işte müşriklerin bu şefaat anlayışını, yamuk ve sapık şefaat anlayışını reddettiğini görüyoruz. Çünkü onlar Allah’a inandıklarını söyledikleri halde, uzak bir Allah inancına sahip idiler. Uzak bir Allah inancına sahip olunca Allah’la kendi aralarında bir aracıya ihtiyaç duyuyorlardı. İşte bu aracıyı da putları olarak gösteriyorlardı. Buna karşın Kur’an’ın mesajı; Allah size şah damarınızdan daha yakın.
“ve nahnu akrebu ileyhi min hablil veriyd” (Kaf/16)
Kullarım sana beni soracak olurlarsa diyor rabbimiz ben yakınım. Bu kadar. Ben yakınım. Kur’an’ın Allah inancı, yakın bir Allah. Müşriklerin Allah inancı; uzak bir Allah. Uzak olunca araya aracılar koyar. Uzak olunca gördüğüne inanmaz, görmeyen bir Allah. Onun içinde her istediğini yapar. Mantık böyle kurulmuştu. İşte bunu reddediyor ve bu mantığın temelinde yamuk şefaat anlayışı, inancı yer alıyordu. Onun için de Kur’an önce o inanca ateş etti, o inancı yıktı.
“illâ min ba’di iznihi” bir istisna var, ancak O’nun izni ile.
Şefaat: Allah’ın ödüle layık gördüğü birine ödülü, onurlandırdığı bir başkası aracılığı ile takdim etmesidir. Sen verdiğim ödülü tevdi et demesidir. Ödülü tevdi edenden ödül istenmez. Ödülü verenden ödül istenir. Şefaat Allah’tan istenir.
Kur’an-ı Kerîm şefaat konusunu etraflı bir biçimde ele alıp anlatmıştır. Zira geçmişte ve günümüzde insanların sapmalarının en büyük sebeplerinden birisi bu şefaat meselesinin yanlış anlaşılmasıdır. Yahudilerin Hıristiyanların ve müşriklerin sapak noktasıdır bu şefaat konusu. Geçmişte sapanlar bu yüzden sapmıştır.
Yahudiler Uzeyr Allah’ın oğludur dediler. Hıristiyanlar İsa Allah’ın oğludur dediler. Müşrikler de melekler Allah’ın kızlarıdır dediler.
Bunlar bu yaratıkların sıfatları konusunda hataya düştüler. Bunlara Allah’ın sıfatlarını vermeye kalktılar. Gerekenden fazla değer verdiler. Bunların yaptıkları işlerin başkaları tarafından yapılamayacağını, başkalarının yaptıklarını da bunların yapamayacağını iddia ettiler. Diğer yaratıklardan ayırdılar bunları. Bunların diğer varlıklardan daha çok Allah’a yakın olduklarını ya da Allah’ın bunlarla daha çok ilgilendiğini iddia ettiler.
Aslında bütün bu iddiaların altında yatan sebep Allah’a veliahtlar bulmak çabasıydı. Allah’a karşı torpilli varlıklar bulmak çabasıydı. İşledikleri günahlara kılıf bulmak çabasıydı. İsa Allah’ın oğludur! Üzeyr Allah’ın oğludur! Melekler Allah’ın kızlarıdır! Derken Allah’a torpil yaptırma gayretine giriyorlardı. Bir varlığın hatırından çıkamayacağı, sözüne iş yapacağı varlık elbette onun en yakını oğlu ve kızı olabilirdi.
Allah’ı insan gibi farz etmenin yanılgısıydı bu. İnsanlara oğlu ya da kızı vasıtasıyla yaklaşılabildiğine göre Allah’a da bu yakınları vasıtasıyla yaklaşabileceklerini, ona karşı da şefaatçiler bulabileceklerini, torpil yaptırabileceklerini zannederek sapıp gittiler. Bugün de pek çok insan böyle düşünmektedir. Dünkülerin sapak noktası bugünkülerin de sapma konusu olmuş Allah korusun. Belki bir babaya oğlu, kızı veya bir yakını vasıtasıyla yaklaşmak mümkün olabilir. Ona tesir etmek, onu fikrinden vazgeçirmek mümkün olabilir belki ama yanıldıkları nokta Allah insan gibi değil ki. Allah baba gibi değil ki.
Allah katındaki şefaatin insanlar arasında cereyan eden şefaat gibi olduğunu düşünmek Allah’ı insan gibi düşünmek ve Allah’ın sıfatları konusunda noksanlık izafe etmektir ki bu şirktir ve Rabbimizi bundan tenzih ederiz.
Bir kere azaba lâyık olanlar için kesinlikle şefaat yoktur. Yani kesinlikle ne kâfirler için, ne ehl-i kitap için, ne Yahudiler, ne Hıristiyanlar ne de müşrikler için şefaat söz konusu değildir. Bunlar istedikleri kadar kendileri hakkında şefaatte bulunacak varlıklar bulmaya çalışsınlar, istedikleri kadar filan Allah’ın oğludur, falan Allah’ın kızıdır desinler kesinlikle onlar için şefaat söz konusu değildir. Kur’an-ı Kerimde bunu anlatan pek çok ayet vardır.
Müminler konusunda şefaate gelince bu kitap ve sünnetle caizdir ama, Kur’an’daki ayetlere baktığımız zaman bu şefaatin aslı da şudur: Yarın Allah huzurunda, Allah kullarına şefaatte bulunabilecek, şefaat edebilecek insanları Allah belirleyecektir. Bunu Allah’ın izni belirleyecektir. Allah’ın izin vermediği hiç bir kimse şefaat etme hakkını kendisinde bulamayacaktır.
"O gün Rahmânın izin verdiği ve konuşmasına razı olduğu kimselerden başkasının şefaati fayda vermeyecektir." (Tâhâ 109)
Evet şefaat edecekleri de şefaat edilecekleri de yarın Allah belirleyecektir. Öyleyse bugünden birilerini şâfî makamında görüp onların ellerine eteklerine yapışmanın anlamı yoktur. Yarın bizi kurtarırlar diye Allah’a yapılması gereken kulluk birimlerinden bazılarını onlara yapmanın anlamı yoktur. Bilmiyoruz ki belki de bugün bizim şâfî makamında gördüklerimiz yarın şefaat ediciler olmak şöyle dursun belki de şefaat edileceklerin içinde bile yer almayabilirler.
“Zâlikümullâhu Rabbuküm fa’buduhu” işte cevabı burada. Neden derseniz, neden Allah’tan istenir? Çünkü işte bu niteliklere sahip olan Allah’tır, sizin rabbiniz. O halde yalnız O’na kulluk edin.
Burada Allah’ınıza kul olun! demek yerine "Rabbinize kul olun!" denildiğine göre şöyle bir espriyi de hatırlayalım: Rab; yâni siz öyle bir Allah’a kul olunki o sizin Rabbinizdir. Çünkü Rab demek hayata program çizen varlık demektir. Rab demek günlük hayat programını tespit eden demektir. Rab demek yap ve yapma! deme yetkisine sahip olan varlık demektir. Bakın buna yetkili olmaya hak kazandırıcı bir özelliği de var Allah’ın o da hem yaratıcı hem de İlâh olmasıdır.
Yani başka çareniz yok sadece Onu dinlemek zorundasınız çünkü sizi yaratan Odur. Sizin her şeyinizi yaratan, yaratan Odur. Şu andaki hayatınızı size lütfeden Odur. Elinizi ayağınızı, aklınızı fikrinizi, gecenizi gündüzünüzü, paranızı, imkânınızı veren Odur. Minnet duyacağınız, karşısında eğileceğiniz, yasalarına boyun bükeceğiniz tek varlık Odur. Öyleyse sadece Ona kulluk edin. Sadece Onu razı etmeye çalışın. Sadece Onun istediği biçimde bir hayat yaşayın. Sadece Onun arzularını gerçekleştirin.
Akıl etmez misiniz? Akıllarınızı kullanmaz mısınız? Madem ki tüm varlıkları, tüm kâinatı yaratan odur, madem ki sizi ve sizin olan her şeyi yoktan var eden Odur, madem ki yaratıcınız, rızık vericiniz, doyurucunuz, diriltici ve öldürücünüz olan bir Rable karşı karşıyasınız, madem ki şefaatin tümü de kendisine ait olan, egemenliğin, hâkimiyetin tamamı kendisine ait olan yaşadığınız bu hayatın sonunda kendisine hesap ödeyeceğiniz bir Allah’la karşı karşıyasınız öyleyse unutmayın ki kulluğunuz da sadece Ona olacaktır. Madem ki yaratıcı Odur, öyleyse unutmayın ki İlâh da Odur. Boyunlarınızdaki kulluk ipinin ucu elinde olması gereken minnet duyacağınız varlık da Odur. Sadece Onu dinleyecek ve sadece Onun istediği gibi yaşayacaksınız.
Ama siz bilirsiniz. İsterseniz Ona kulluktan kaçın. İsterseniz Onu bırakıp Onun kullarına kulluk yapmaya çalışın. İsterseniz Rabbinizi bırakıp içinizden bir kısım âciz varlıkları tanrılaştırıp onların yasaları istikametinde bir hayat yaşayın. Ama şunu asla unutmayın ki:
2
4. Dönüşünüz Onadır. Attığınız her adım, alıp verdiğiniz her nefes sizi Ona doğru götürmektedir. Yaşadığınız bu hayatın sonunda yaptıklarınızın hesabını vermek üzere Onun huzuruna gideceksiniz. Onun yargılamasıyla karşı karşıya geleceksiniz. Sizler şu anda Onun tarafından getirildiğiniz bu dünyada her an Ona doğru koşmaktasınız. Unutmayın ki Allah’ın vaadi haktır. Allah vaadinde asla dönmez.
Allah ne demişse, ne vaadetmişse hepsi haktır. Öleceksiniz demişse, sonra dirilecek ve hesaba çekileceksiniz demişse haktır, doğrudur. Benim istediğim biçimde yaşayanlara cennet var demişse, Beni ve Benim istediğim kulluğu tanımadan yaşayanlar, Benden başkalarına kulluk yapanlar cehenneme gidecek demişse haktır doğrudur. Benim kitabım sayesinde insanlar izzet ve şeref kazanacaklar, Benim yasalarıma uygun yaşayanlar yeryüzüne hakim olacaklar, kendi hevâ ve heveslerini putlaştıranlar da yeryüzünde zelil bir hayatın sahibi olacaklar demişse haktır. Kâfirler cehenneme, müminler de cennete gidecekler demişse doğrudur. Allah ne demişse, nelerin ger-çekleşeceğini haber vermişse sonunda mutlaka onlar gerçekleşecektir. Bundan hiç kimsenin en ufak bir şüphesi olmasın.
Elbette adalet bunu gerektirmektedir. Herkes nasıl yaşamışsa sonunda mükâfat veya ceza ona göre takdir edilecektir. Rabbimizin adaleti gereği herkes neye lâyıksa onu bulacak. Mü’min de kâfir de yaşadıkları bu hayatın sonunda Rabbimizin âdil hükmüyle karşı karşıya gelecektir. Kim neyi hak etmişse onu bulacaktır.
Demek ki bu dünyada Allah’ın istediği biçimde yaşamış müminlere bu tür mükâfatlar vardır. Peki kâfirlere ne varmış öbür tarafta?
Kâfirlere gelince onlar için de Hamim’den kaynar sudan bir içecek ve kâfirliklerinden dolayı da elem verici, acıklı bir azap vardır. Hamim kâfirlere cehennemde sunulacak içkidir. Kaynar su, maden eriyiği ya da kâfirlerin gözyaşlarıyla dolmuş havuzlardaki birikintidir ki onlara orada içirilecektir.
5. Ziya; maddi olan aydınlatma için kullanılır. Özü itibarıyla aydınlatan demektir. Yani bir başkasından ışık alıp yansıtan değil, özü itibarıyla aydınlatan yani bir başkasına aydınlık veren.
Nur; “güçlü olsun olmasın ışık” demektir. Bilimsel araştırmalar güneşin ışığının kendinden olduğunu, ayın –güneşe nispetle zayıf olan, geceleyin gerektiği kadar aydınlık veren, ama istirahati de engellemeyen– ışık ve aydınlığının ise güneşten geldiğini ve aydan yansıdığını ortaya koymuştur.
Rabbimiz gecemizin zülüflerini aydınlatan aya, menziller, konaklar takdir buyurmasaydı biz bugün günlerimizin aylarımızın hesabını bilemezdik. Eğer Rabbimiz bize rahmetinin gereği tepemizin üzerine böyle bir takvim yerleştirmeseydi zamanı nereden bilebilecektik? Rahmetinin gereği geceyi ve gündüzü yaratmasaydı, bizler hep gece karanlığında ya da gündüz aydınlığında olsaydık bu hayatı nasıl yaşayacaktık? İşlerimizi nasıl görecek, yolumuzu nasıl bulacak veya dinlenmemizi, uykumuzu nasıl gerçekleştirecektik? Ama rahmetiyle bizi yaratan Rabbimizin bizim bu dünyada düzenli bir hayat yaşayabilmemiz için gerekli her türlü ortamı da hazırlamıştır. Daha bizi yaratmadan bu dünyada bizim rahat etmemiz için tüm hayat standartlarını hazırlamıştır Rabbimiz. Yiyip içeceklerimizden tutun da zaman ayarlamamıza kadar hiç bir şeyimizi ihmal etmemiştir.
Çünkü Allah bütün bu yarattıklarını boş yere, laf olsun diye yaratmamıştır. Yarattığı her şeyi hakla, hak olarak, hak yasalara bağlı olarak yaratmıştır. Ve bilen bir kavim için, anlayan bir toplum için, bu yaratılan ayetler üzerinde düşünen, kafa yoran, ibret almaya çalışan insanlar için bunların her birerinde ibretler vardır. Ancak bu ayetlerden bilenler ibret alacaklardır. Akıl sahipleri, akıllarını kullananlar ibret alacak ve onları yaratana kulluğa karar vereceklerdir. Kâfirler zaten akılsızlardır. Zaten kâfirin aklı olsaydı Müslüman olurdu.
6. Bu ayetler, bunlar birer işaret, birer parmak, bir şeyi gösteriyorlar. Onun için Kur’an yalnızca müfesser değildir. Aynı zamanda müfessirdir. Kur’an varlığı tefsir eder. Kur’an kainatı tefsir eder. Kur’an insanı tefsir eder ve Kur’an işaret eder, gösterir. Gösterdiği yere gitmek, bakmak ve orda olmak. Kur’an’ın maksadı işte budur.

Burada gündüz ve gecenin ihtilafından söz ediyor. Ne demek? Varlığı okumak bu işte. Varlık ayetini doğru okursanız çeşitliliğin, farklılığın Allah’ın bir yasası olduğunu görürsünüz. Neden küfür var diye soruyorsanız eğer, imanı anladık ta küfür neden var. İtaati anladık ta isyan neden var. Doğruyu anladık ta yanlış neden var. Hakkı anladık ta batıl neden var diye sorarsanız, Ademi anladık ta şeytan neden var. Sevabı anladık ta günah neden var. Cenneti anladık ta cehennem neden var diye sorarsanız; Gece neden varsa bu da ondan var.
Eğer varlığın yasasını çözebilecek bir akla sahipseniz, eğer iyiyi anlamak istiyorsanız, mutlaka kötünün olması lazım. Eğer imanın bir değer olabilmesi için küfrün olması lazım. Yoksa tek şey seçilmez. İnsan iradesi seçmek için verilmiştir. Seçmek için iki şey lazımdır. Eğer seçmek söz konusu olmasaydı ödül olmazdı. Seçmediğiniz bir şeye nasıl ödül istersiniz. Aksi mümkün olmayan bir şeyin ödülü olmaz. Onun için güneşlerin konulacağı bir cennet yoktur. Güneşin secdesi ödül hak etmez. Çünkü iradeli değildir. Seçmemiştir. Statik kadere tabidir. Yalnızca insanın cenneti vardır. Çünkü seçebilir. Onun için yalnızca insanın gecesi vardır. Yalnızca insan iradeli varlıktır. Onun için isyanı cezalandırılır, itaati ödüllendirilir. İşte burada çeşitliliğin neden Allah yasası olduğunun hikmeti anlatılıyor.
7. “Bizim huzurumuza çıkmaya yüzü olmayanlar.” Diye de çevirebiliriz.
Küçük akıllar küçük şeyle tatmin olurlar. Deliler ve çocuklar bir şekerle tatmin olurlar. Aklın büyüklüğü tatmin olduğu şeyin büyüklüğü ile orantılıdır. Büyük akıllar büyük şeylerle tatmin olurlar. Aklın büyüklüğünün ölçüsü ise Allah’ı bildiği orandadır. Çünkü Allah’ın büyüklüğüne ne kadar vakıf olursa bir akıl o kadar büyük olur. O’na vakıf olan da cennetten aşağısıyla tatmin olmaz. Çünkü büyükten büyük istenir. Büyüğün büyük olduğunu bilmezseniz nasıl büyük isteyeceksiniz. Mümin cennetten aşağısıyla tatmin olmayan adamdır. Dolayısıyla mümin cennetten aşağısına satılmayan adamdır. Yeryüzündeki hiçbir değer bir mümini satın alamaz, mümin budur ve burada da müminin tanımı yapılmaktadır.
Dikkatinizi çekti mi, Allah’la buluşmaya yüzü olmayan derken aslında ahirete imana bir gönderme yapıyor bu ayet. Neden Allah’la buluşmaya yüzü olmamakla başlıyor tüm kötülükler? Ahirete inanmamakla başlıyor.
Çünkü ahirete iman, adalete imanın öbür adıdır. Kitabına uydurduğunuz hiçbir şeyden hesap sorulmayacağına inanıyorsanız, kitabına uydurarak yapmayacağınız şey yoktur. İşte ahiret inancı mutlak ahlakın tek garantisidir.
8. Neden son durağı ateş olur? Çünkü hesap vereceğine inanmayan, ahlaklı davranmaya da inanmaz. Ahlaklı davranmaz. Davranamaz ve sonu ateştir.
9. Salih amel, değer üretmektir. Usulü meşru, gayesi meşru, niyeti meşru bir değer üretmek. Her değer, zaten üretilen bir şeyin değer olması lazım ki Salih olsun. Eğer kötü bir şeyse ona değer denmez.
10. “Sübhanekallahümme” Allah’ım seni tesbih ederim, seni tenzih ederim! Ya Rabbi sen noksan sıfatlardan münezzeh ve kemal sıfatlarla muttasıfsın! Sen mükemmelsin! Sen seni nasıl tanıtmışsan seni öylece kabul ederim. Dünyada seni böylece tesbih ediyor ve mükemmel kabul ediyordum şimdi cennette de aynen bu tesbihim devam ediyor ya Rabbi. Çünkü ben dünyadayken böyle yaşadım. Dünyamı senin istediğin biçimde değerlendirdim. Dünyada senin hayat programını program bildim. Dünyayla ahiretin arasını ayırmadım. Dünyayla tatmin olup, dünyayı tatminkâr bulup ahireti unutmadım. Ben hayat programımı bu cennet üzerine bina ettim.
Selâm Rabbimizin isimlerinden birisidir ve böylece müminler birbirlerine Rab’lerini hatırlatacaklar, bu nimetleri kendilerine veren Rab’lerine hamdi ve Rab’lerinin nimetlerinin güzelliklerini hatırlatacaklardır. Dünyada iken tüm bu nimetleri Rab’lerinden bilip Ona teşekkür adına kulluklar yapmışlardı, şimdi cennette de kendilerine gözlerinin görmediği, kulaklarının duymadığı, akıl ve hayallerinden bile geçiremedikleri enva-ı çeşit nimet ve lütuflarda bulunan Rab’lerine karşı hamd ve kullukları devam etmektedir. Elbette dünyada selâm, selâmet İslâm ve teslimiyet içinde bir hayat yaşayan müminlerin yurdu, selâmet yurdu olan cennet olacaktır. Dünyada kişi nasıl bir hayat yaşamışsa sonunda bulacağı hayat da onun aynısı olacaktır.
Dünyada Rabbine hamd ederek yaşayan bir Müslüman yaşadığı bu hayatın ilkelerini kendisine gösteren ve sonunda kendisini cennete ulaştıran Rabbine orada yine hamd edecektir. Elhamdülillah ki bu Allah kendisine dünyada cennetin yolunu göstermişti. Elhamdülillah ki dünyada kitaplar ve peygamberler göndermek suretiyle hem cennete hem de cehenneme gidişin yollarını göstermişti Allah. Eğer Rabbimiz bize şu anda cennete gidişin yolunu usulünü bildirmeseydi biz nereden bilebilecektik onu? İşte müminlerin hamdleri orada da devam edecektir.
3
11. Bu ve bundan sonraki ayet bize insanı tanıtmakta; onun tabiatı, eğilim ve zaafları konusunda önemli bilgiler vermekte, fıtratında din duygusu da bulunduğu halde bunu körelten ve yaratıcıyı inkâr yoluna sapanlara Allah’ın nasıl muamele ettiğini açıklamaktadır. Bütün peygamberlere ve müminlere karşı inkârcıların tipik bir tepkisi, “Dedikleriniz doğruysa Allah bizi hemen cezalandırsın” cümlesiyle ifade edilebilir.
Halbuki Allah’ın irade ve kararı, bu dünyada kendisine inansın inanmasın bütün insanlara maddî nimetlerini belirli bir davranışa bağlı olarak değil, kendi dilediği biçimde hemen vermek, inkâr ve isyan edenlerin cezasını ise ahirete ertelemektir. Böyle yapmasa da inkârcılara bu dünyada nimetlerini verdiği gibi hak ettikleri ve hemen uygulanmasını istedikleri cezalarını da ertelemeden hemen verseydi ilk günahlarından itibaren hem onların hem de imtihan dünyasının sonu gelirdi; çünkü sonuçları açıklandıktan sonra imtihanın anlamı kalmaz.
Allah’ta bizim hak ettiğimiz şerri acele olarak vermedi bize. Neden? Çünki;
“ketebe alâ nefsiHİr rahme” (Enam/12) kendisine rahmeti prensip yaptı. Rahmeti kendisi için kanun kıldı, yasa kıldı.
Çünkü O, rahimdir. Çok merhametlidir.
Çünkü O rahmandır. Özü itibarıyla varlığı rahmetle yaratmıştır.
Çünkü o Gaffar’dır çok bağışlar.
Çünkü O vedûd’dur, çok sever ve çok sevilir. Sevilmeyi ister.
Çünkü O Halimdir, hemen cezalandırmaz, bekler, mühlet verir.
Çünkü O kerimdir. İkram etmek ister. Onun için bizim hak ettiğimiz şerri hemen infaz etmede acele etmedi.
Ayetin sonunda; Biz onlara şaşkınlıkları içinde dolaşmaları için mühlet veririz. Rabbimiz mühlet verir ama asla ihmal etmez. Mühletini ihmal zannedip ihmallere düşmemek gerekmektedir. Yarına bırakır ama yanına bırakmaz.
12. Tipik bir insan tavrını dile getiriyor Kur’an. İnsan psikolojisinin en tipik vasfı bu. Başı sıkıştığında Allah’a müracaat eder. Burada ki yatarken, otururken, ayaktayken, her durumda demektir. Hayatın her anında, yani her an bize yalvarmaya başlar. Geceli gündüzlü hiç vakit geçirmeksizin bize sürekli yalvarır anlamına gelir.
Tipik bir nankörlük tavrı çiziliyor burada. İnsanın Allah’a karşı; “Allah’ım, seni seviyorum.” Neden? “Çünkü sana ihtiyacım var.” Bu tipik bir tüccarlık. “Allah’ım sana muhtacım.” Neden? “Çünkü seni seviyorum.” Bu işte sevginin zirvesi. Muhabbetullah, mahabbetullah doğru ifadesi ile. İhtiyacınız olduğunda Allah’a dönüp, ihtiyacınızı giderir gidermez yüz çevirecekseniz İşte rabbiniz buna nankörlük diyor burada olduğu gibi.
Müsrif; elindeki değeri hovardaca saçıp savurandır. Hayatını harcayandır yani. Bu bir kadir bilmezlik, kıymet bilmezlik. Allah’ın insana verdiği psikolojik imkanlar, Allah’ın insana verdiği güç. Allah’ın insana verdiği o bitimsiz imkanı insan, har vurup harman savuruyor. İnanmak bir imkandır, irade bir imkandır, akıl bin imkandır, hafıza bir imkandır, muhayyile bir imkandır, insanın aldığı nefes bir imkandır. Eli bir imkandır, gözü bir imkandır, ağzı bir imkandır.
Bütün bu imkanları yok edecek olan şey ilk defa yürekte başlayan inkardır. Eğer yürekte nankörlük başlamışsa, ki nankörlük inkarla aynı kökten gelir. Her küfür nankörlüktür ve her nankörlükte fiili bir küfürdür. Bir nankörlük ki yürekte başlamışsa; el ayak, göz kulak, dil dudak nankörleşir. Hep nankör olur insan.
Züyyine; cazip gelir, süslü görünür yaptıkları iş. Neden? Çünkü zihin alabora olmuştur. Ters görmektedir. Büyüğü küçük, küçüğü büyük. Geçiciyi kalıcı, kalıcıyı geçici görür. Ahiretin değerini dünyaya, dünyanın değerini ahirete yükler. Kısayı uzun, uzunu kısa görür. Değerliyi değersiz, değersizi değerli görür. Çünkü zihin ters dönmüştür. O zaman süslü gözükür. Kendi kötülükleri kendisine cazip gelmeye başlar.
13. Sosyal bir yasa bu. Allah’ın sosyal yasası. Toplumsal çözülüş başladı mı sonucu tarih sahnesinden yok olmak. Başkalarının yatağında akan çer çöp gibi olmaktır. İşte burada söylenen bu; Tarih tekerrür etmesin diyorsanız, sizden öncekilerin yolunu izlemeyin diyor o kadar.
Daha önce geçen toplumların helak sebebi:
• Peygamberleri, kendilerine apaçık deliller ve mucizeler getirdikleri halde onları kabul etmeyerek haksızlık yapmaları, zulme giriftar olmaları,
• İnkârda ısrar edip imana hiç yanaşmamaları,
• Fütursuzca günah işlemeleridir.
Allah Teâlâ, helak edilen o toplumların peşinden yenilerini getirmiş, nihayet sıra bize gelmiştir. Şu an imtihan sırası bizdedir ve nasıl amel ettiğimize bakılmaktadır. Dünyaya getirilişimizin hedefi oyun ve eğlence değil; hür irademizle ortaya koyacağımız amellerimiz, emek ve gayretlerimizdir.
14. Bakalım sizler bütün bu nimetler içinde nasıl bir kulluk sergileyeceksiniz? Bu şerefli konuma getirilen, bunca nimetlerle kuşanan sizler bakalım nasıl ameller işleyeceksiniz? Nasıl yaşayacaksınız? Bu dünyayı, bu hayatı, bu imkânları nasıl değerlendireceksiniz? Size verilen bu hayatı verenin yolunda mı yaşayacaksınız? Bu nimetleri nimetlerin sahibinin yolunda mı kullanacaksınız yoksa kendinizi bu nimetlerin sahibi bilip Allah’ı unutup bir hayat mı yaşayacaksınız?
15. Müşrikler Kur’an’ın ya tamamen veya kısmen değiştirilmesini istemekle çelişkili, anlamsız bir teklifte bulunmuş oluyorlar; çünkü onların isteklerini yerine getirmesi halinde Hz. Peygamber, Kur’an’ın Allah’tan geldiği iddiasında yalancı durumuna düşecektir, ayrıca Allah’tan geldiği iddia edilen bir Kur’an’a iman etmeyenler, Peygamber tarafından yenilenen veya değiştirilen bir kitaba hiç inanmayacaklardır.
Burada ne diyor müşrikler; Diyorlar ki bunu değiştir, yenisini getir ya da onda bir değişiklik yap. Bu ne demektir? Kur’an’ın kaynağına bir itiraz var burada. Kur’an’ın içeriğine de itiraz ediyorlar. Değiştir diyorlar. Niçin? İyi ve kötünün belirleyicisi olarak Allah’ı görmüyorlar. Değiştirme teklifini peygambere yapıyorlar. Kur’an’ın kaynağı hakkında tereddütleri var. Daha doğrusu inanmıyorlar Allah’tan geldiğine. Ama daha çok biz buradan neyi anlıyoruz? Kur’an ı onlar çok iyi biliyor ve anlıyorlar. İşlerine gelmediğini iyi biliyorlar. Anladıkları bir Kur’an ı değiştir diyorlar.
Neden değiştir, çünkü işimize gelmiyor. Bu demektir ki müşrikler Kur’an’ın mesajını çok iyi anlamışlar. Kur’an’ın nereye vurmak istediğini çok iyi biliyorlar. Onların hayat nizamına hayat tarzına bir itirazdı Kur’an’ın getirdiği mesaj. Onların bakış açısını, hayat tasavvurlarını alt üst ediyordu. Kur’an; iyi ve kötünün ölçüsü sizin yaptıklarınız ya da atalarınızın yaptıkları değil. Siz kendiniz kitaba uyacaksınız, kitabı kendinize değil diyordu. Onun için onlar bunu değiştir diyorlardı peygambere. Yenisini getir ya da üzerinde oynama yap, hoşumuza giden şekilde yaz.
Allah’ın, Hz. Peygamber aracılığı ile müşriklere verdiği cevap, tutarlı ve şartlanmamış insanlar için ikna edicidir; çünkü topluluğun içinde yıllarca yaşamış bir kimsenin düşünceleri ve üslûbu ile bir başka içerik ve üslûbun birbirinden ayrılması kolaylıkla mümkün olacaktır. Ayet, Kur’an’ın lafız ve muhtevasında Hz. Peygamber’in hiçbir katkı ve etkisinin bulunmadığı konusunda son derecede açıktır.
İşte cevap buydu. Cevap aynı zamanda vahyin kaynağına yönelik kuşkuları da silip atıyordu, ret anlamı taşıyordu. Onlar hayat tarzlarına müdahale eden bir Kur’an istemiyorlardı. Hayat tarzlarını kabul etsin, öyle bir Kur’an olsa kabul edeceklerdi.
Peygamberimizin bu saçma isteklere karşı vermesi istenen cevap son derece açık ve nettir: Kur’an’ı Kerim, Peygamber’e Allah tarafından gönderilen bir kelâmdır. Ona ne peygamberin ne de bir başka varlığın bir müdahale hakkı ve yetkisi vardır. Peygamberin vazifesi, sadece Rabbinden gelen vahye tam anlamıyla uymaktır. Bunu yapmadığı zaman, geleceği kesin olan o büyük dehşetli günün azabı, onun için de geçerlidir. O halde tek çıkar yol, Kur’an’ı değiştirmeye kalkışmak, onu eğip bükmeye çalışmak değil, o ne diyorsa ona göre yaşamak, bütün varlığımızla onun buyruklarına uymaktır. Peygamberimiz (s.a.s.) böyle yapmıştır, ashab-ı kiram onun yolundan gitmiştir ve bize de düşen vazife budur. Dolayısıyla Kur’an’ı en büyük nimet bilip bu nimeti bize lütfeden Rabbimize şükrümüzü artırmalıyız.
Söyler misiniz? Kur’an’a iman edenler; Müşriklerin bakış açısıyla bugün kendini Müslüman sayan bir çok insanın Kur’an a bakış açısı arasında bir benzerlik görüyor musunuz? İman ediyorum ama hiçbir şeyimi değiştirmesin. Söyler misiniz, bir benzerlik görüyor musunuz?
16. Sizin aranızda yaşadım. Siz verdiniz bana Muhammed-ül emin ismini, El emin diyen siz değil miydiniz? Hacer-ül esved i bana yerleştirten siz değimiydiniz, sor onlara diyor Kur’an, söyle. Sizin aranızda yaşadı, yılları sizin aranızda geçti. Nasıl çelişki bu?
Hiç şiir yazmamıştı şair olmadı peygamberin. Entelektüel faaliyetine hiç rastlanmamıştı 40 yaşına kadar. Dahası; felsefi düşünce ürettiğine dair herhangi bir delil yoktu. Herhangi bir yazı da yazmamıştı. O ana kadar bir yazılı belgeye imza atmamıştı. Entelektüel bir faaliyete katılmamıştı.
Aralarında yaşamıştı, her gününe şahitlerdi. O ana kadar böyle bir şeyle uğraşmayan bir insani, birden bire yeryüzünde hiçbir insanın yazamayacağı müthiş hakikatleri ebedi bir biçimde, insandan mutlak bir biçimde bahseden, insan psikolojisini bir fotoğraf gibi insanın gözünün önüne seren, ebedi bilgiler veren, hiç kimsenin ulaşamayacağı müthiş şeyler söyleyen ve bu sözleri söylerken de mükemmel bir belagatle söyleyen, bir metni, bir gecede nasıl oldu da geldi? Siz bunun arkasını önünü düşünmüyor musunuz? Yani bu insan, aranızda yaşayan bu insan bir gecede mi değişti. Bunu görmüyor musunuz? İşte bu bir itirazdı onlara.
17. Burada iki çevreye, iki şeye itiraz var;
1 – Eğer biri bir şeyler yazıp ta Allah yazdı, Allah gönderdi derse o Allah’a iftira etmiş olur.
2 – Ama Allah’ın gönderdiği gerçek bir vahyi de inkar ederseniz bu sefer siz inkar etmiş, siz Allah’a nankörlük etmiş olursunuz. İki tür bir itiraz var burada.
Mekke de müşriklerin, vahyin kaynağına olan itirazları aslında temelde vahyin hayat tarzlarına getirdiği itiraza redde, bir inkar biçiminde ortaya çıkmıştı. Yoksa vahiy hayat tarzlarına bir itiraz etmeseydi, onların hayat tarzlarına yönelik herhangi bir şey söylemeseydi, vahye karşı herhangi bir şey söyleyecekleri yoktu onların.
Yalan bir zulüm, iftira daha büyük bir zulüm, Allah adına yapılan yalan ve iftira ise en büyük zulümdür. Allah’ın indirdiği ayetleri ve gösterdiği delilleri inkâr etmek; onların asılsız ve yalan olduğunu söylemek de yine en büyük ve katmerli zulümdür. Çünkü bunda biri batıla hak demenin, diğeri hakka batıl demenin karşılığı olmak üzere iki türlü zulüm vardır. Buna göre peygamber olmadığı halde peygamberlik taklidine kalkışmak ve Allah’a şirk koşmak büyük bir zulüm olduğu gibi, gerçek olan Kur’an’ı ve peygamberi inkâr etmek de büyük zulümdür. Bunları yapandan da daha zalim kimse olamaz.
Bu şekilde zulmün zirvesine varan yalancı, iftiracı, inkârcı suçluların kurtuluşa eremeyecekleri de muhakkaktır.
4
18. Yukarıdaki ayetle bitiştirerek anlamak lazım, bir de onlar iflah olmazlar. Mekke de iki grup vardı. Elebaşılardan bir kısmı mutlak ateist idiler. Yani ahirete inanmıyorlardı. Ama genel müşrik kitlesi bozulmuş bir ahiret inancına sahipti ve ahiret inancının en büyük tahrifi de şefaat inancı biçiminde gerçekleşiyordu.
Müşrikler taştan ağaçtan yontulmuş putlara tapıyor ve bunların hem önemli dünya işlerinde, hem de şayet Müslümanların dedikleri gibi âhiret hayatı olacaksa orada kendilerine şefaat edeceklerini söylüyorlardı. Bu düpedüz bir yalan idi ve Allah’a, göklerde ve yerde -hâşâ- bilemediği bir şeyi öğretmeye kalkışmaktı. Eğer ilâhlıkta Allah’a ortak olacak ve O’nun nezdinde şefaat edebilecek varlıklar olsaydı onları herkesten önce Allah bilir ve kullarına bildirirdi. Allah böyle bir şey bildirmediği, aksine böyle bir şey olmasının imkansızlığını apaçık delillerle defalarca ortaya koyduğuna göre, artık bu konuda yanlış bir düşünce taşımak bile bile sapıklığa düşmekten başka bir şeyle izah edilemez.
Aslında burada müşriklerin şefaat inancının da şirk olduğuna dair bir ima, açık bir ima var. Hem sebebi, hem sonucunun yani müşriklerin Ahiret ve Allah inancını tahrif etmelerinin sebebinin aslında bu yamuk, bu çarpık şefaat inançları olduğu burada ifade buyruluyor.
Şu bir gerçek ki, insan fıtratı Allah’ın birliğini kabule uygun bir surette yaratıldığı için, şirk denilen o son derece büyük ve çirkin günah başlangıçta yokken, bazı cahillerin hak dini tahrif etmeleri yüzünden sonradan nüksetmiştir:
19. İnsanların inanç bakımından tek ümmet, aynı inancı paylaşan topluluk olmaları üç şekilde anlaşılmıştır:
a) Allah’ın insanlara verdiği akıl, onu şaşırtan başka faktörler devreye girmediği takdirde insanı Allah’ın varlık ve birliği inancına götürür. Bu bakımdan bütün insanlar potansiyel olarak tevhid inancını paylaşabilecek kabiliyette yaratılmışlardır, ancak aklın doğru işletilmesini engelleyen iç ve dış faktörler devreye girmiş ve insanlar Allah inancı konusunda farklılaşmışlardır.
b) Allah’ın yarattığı ilk insan ve ilk topluluk tevhid inancını paylaşmaktaydı, sonra birçok iç ve dış etki onların bir kısmını bu inançtan saptırdı, ihtilâfa düşürdü. Dünya imtihan dünyası olduğu, Allah insanların inanç ve amellerinin sonucunu ahirette açıklamayı, ödül ve cezayı da orada vermeyi murat ettiği, ezelde böyle dilediği için bu ihtilâf devam edecek, müminlerin yanında inkârcılar da olacaktır.
c) Her insan İslâm fıtratı üzere doğar; dinî sorumluluğun başladığı bulûğ çağına kadar böyle devam eder. Bulûğa erdikten sonra bunlar ayrılığa düşerler. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) bu hakikati şöyle beyan etmektedir:
“Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra ana-babası onu yahudi, Hıristiyan veya mecusi yapar.”
Hayat sonradan ikiye ayrılmıştır. Şirk, İslâm’dan sonra ortaya çıkmıştır. Tevhid asıl, şirk arızîdir. İslâm inancı, tevhid inancı çeşitli şirk inançlarının içinden çıkmamış, şirk İslâm’dan sapmanın sonucudur. Yani asıl İslâm’dır, asıl tevhiddir şirk ise arızîdir, kabuktur. İslâm temeldir, ayrılış sonradandır.
İnsanlığın başlangıcı aydınlıktır, tevhiddir, hidayettir, İslâm’dır, sırat-ı müstakimdir. Küfür ve şirk sonradan çıkmıştır. İnsanlar sonradan hak dinden, hak yoldan saparak küfre ve şirke düşmüşlerdir. Sonradan aydınlık yolu terk ederek karanlık yollara girmişlerdir, ama bu da Allah’ın bir yasası gereğidir.
Yine ayetin sonunda Varlığın iki yüzü olduğu vurgulanıyor. Kötü olmasaydı iyi, batıl olmasaydı Hak, küfür olmasaydı imanın değeri ve kıymeti bilinmezdi. Seçmekte olmazdı. İşte burada bu gerçek dile getiriliyor.
20. Bütün vecizliği ve yüceliğine rağmen, bu Kur'an'ın içerdiği ayetlerin tamamı onlara yetmiyor. Evrenin her sayfasına serpiştirilen Allah'ın bunca ayeti de yetmiyor onlara. Kalkıyorlar, önceki ümmetlere gönderilen peygamberlerin harikaları gibi bir harika istiyorlar. Muhammedi Risaletin ve mucizenin yasasını anlamıyorlar. Bu mucize herhangi bir neslin görmesiyle fonksiyonunu yitiren geçici bir mucize değildir. Bu mucize, bütün nesiller boyunca insanların kalplerine ve akıllarına hitap eden sürekli bir mucizedir.
Mucizeler, Allah’ın varlığını ve peygamberin doğruluğunu gösteren işaretlerdir. Ancak Allah’ın izniyle peygamber mucize gösterebilir; kendi arzusuna göre yapamaz. Bu sebeple münkirlerin yeni bir mucize veya helak edici bir azap taleplerine, “bu işin sadece Allah’a ait gaybî bir durum olduğu; dilerse bunu yapacağı, dilemezse yapmayacağı” beyan edilmiştir.
21. 20. ayette sevgili efendimizden Kur’an la yetinmeyip bir mucize, bir olağanüstülük isteyen. Sanki Kur’an mucize değilmiş gibi gözlerini bu insanoğlunun gördüğü en büyük mucizeye kapatıp ta daha farklı ilginçlikler isteyen işte bu insanlar. Ki onların bir takım vasıflarından 7- 11- 12- 15- 18. ayetlerde de söz edilmişti.
“fi ayatina” ibaresinde ki ayetler, yalnızca hitabi ayetler, kitabi ayetler değil, varlık ayetleri, olay ayetleri, hepsi onun içine giriyor.
“Mekr” tuzak kurmak. Kâfirler Allah’ın sistemine karşı, Allah’ın ayetlerine karşı ne kadar tuzak kurabilecekler? Üstelik onların tuzaklarının tümünün Allah biliyorken ama onlar Rabbinin tuzaklarını bilmezler, bilemezler. Rabbin onların kurdukları tuzakların nereye kadar gideceğini bilmektedir, ama onlar Rab’lerinin kendilerine karşı neler hazırladığını asla bilmemektedirler.
Bu ayetin bolluk zamanlarında şımarıp ilâhî ayet ve işaretlerin hakkını vermeyen, Allah’ın hükümlerini küçümseyen umumi manada bütün nankör isyankârlar olduğunda şüphe yoktur. Onların, Allah’ın ayetleri hakkında ortaya koydukları bir takım hile ve kötü düşüncelerden maksat; gelen iyiliğin putlardan geldiğini söylemeleri, mucizeleri alaya alıp yalanlamaları, sıkıştıklarında Allah’a sığınıp bir daha kötülük yapmayacaklarına söz verdikleri halde selâmete erince tekrar haksızlık ve günaha dönmeleri gibi durumlardır.
22. Aslında bize normal gibi geliyor. Biz insanoğlu nedense her gün gördüğümüz mucizeleri görmezden geliriz de, başka mucizeler isteriz. Aslında suyun kaldırma gücünün, havanın itme gücünün ve eşyanın tabi olduğu tüm yasa ve kanunların Allah tarafından konulmuş olduğunu unuturuz ve Allah’tan başka deliller bekleriz.
Bundan şunu anlamalıyız. İnsan öz benliğini karşısına koyup muhasebe yapmalı. Sen kendini karşına koy ve bir bela ile, bir felaketle yüz yüze geldiğinde nereye yönelirsin. İşte insanın fıtratına bir göndermedir bu. İnsan canı yandığı zaman fıtratında yazılı olan gerçek zata yönelir. İnsan darda kaldığı zaman, insan çıkmaza düştüğü zaman, tüm kapılar önünde kapandığı zaman açık kapının Allah’ın kapısı olduğunu kendiliğinden bilir. Her insan için bu böyledir. Onun için de burada fıtrata dönüş dile getiriliyor.
Her felaket insan ruhunun, insan fıtratının üzerine sürülmüş sentetik boyaları döken bir tinerdir. Sentetik boyalar dökülünce “Sıbgatallah” altından Allah’ın boyası çıkar. ve men ahsenü minellahi sıbğatev.. (Bakara/138) Allah’tan daha güzel boya vuran kimdir. İşte bunu o zaman görürüz ve duanın gerçek dilini söylüyor ayet.
Duanın gerçek dili fıtrat dilidir. O fıtratın dili konuşmaya başladığı zaman kültürlerin, insanın sonradan öğrendiklerinin, insana enjekte edilen ideolojik farklılıkların hepsi bir yana, sadece Allah’la insan baş başa kalıyor ve insan o zor zamanda o dar zamanda kıblesini doğrudan Allah’a çeviriyor.
Bazı tefsir kitaplarında ayetin tefsirinde hoş bir öykü anlatılır. Bir denizde giderken fırtınaya tutulan bir geminin yolcuları başlarlar, bir tanesi; “Yetiş ya seyit bedevi.”. Öbürü; “Yetiş ya pirim Abdülkadir Geylani.”. Öbürü; “Yetiş ya falanca hazret”. Öbürü; “Yetiş ya falanca seyyid” diye herkes kendi sevdiğini imdada çağırmaya başlayınca gemi yolcuları arasından bulunan bir Allah dostu; “Batır Allah’ım batır.” demiş. “Hiç biri de seni hatırlamadılar, bunlar seni unuttular, batır bunları.”
Yetiş Ya Rabbi denilecek yerde başka isimleri telaffuz etmek tevhit inancını anlamamak demektir. Onu, Mekke’nin putperestleri dahi yapıyor.
Aynı zamanda yaşadığımız bu dünyayı da bir gemi olarak görebiliriz.
23. İnsan oğlunun nankörce tavrı dile getiriliyor. Nankörlük küfrün ahlaki tavrıdır. Ahlaki karşılığıdır. Yani küfür ahlak haline gelirse Nankörleşir. İşte nankörlükle küfür arasında böyle bir bağ vardır. Nankörlüğün akidevi olanına küfür, küfrün davranış biçimi olanına nankörlük denilir.
Allah’ın yapma dediği her olumsuzluk, insanı ruhsal açıdan yoksullaştıran bir davranış biçimi. Allah yoksullaşmamızı istemiyor. Zengin yarattığı iç dünyamızın yine yemyeşil yine bitek yine verimli yine ürünlü olmasını istediği için kendi kendimizi yoksullaştırmamıza razı olmuyor.
24. “İhteleta” fiili “karışma” anlamına gelir. Bitkinin su ile karışması, bitkinin suyu emmesi demektir.
“Zuhruf”. Kur’an da zuhruf aynı zamanda altın anlamına da kullanılır. Bu isimde bir de sure vardır. Sentetik altın parlaklığına bir gönderme. Madeni parlaklığa. Dinleyenin aklına hemen kurgusal güzelliği getiriyor. Doğal güzellik değil, kurgusal. İnsan yeryüzünü artık benim egemen diye, orada mutlak egemen oldum diye ele geçirir ve yeryüzünde kendisine sahte bir cennet kurar. İşte altının madeni parlaklığı, albenisi orada kullanılmış.
Bu insan tabiata emanet diye bakmaz. Böyle bir davranış emanet diye bakan bir insandan çıkmaz. Tabiata bir köle, bir cariye bir tutsak gibi muamele eder. Onun için tabiat kölesidir. Ona istediği işkenceyi yapar ve ondan istediğini alır. Onun için de tabiatla dost olmak gibi bir derdi yoktur. Çünkü eğer gücü yetiyorsa, kendisi onun efendisi olmak isteyecektir. Oysaki onun da, kendisinin de bir efendisi olduğunu, onunda Allah olduğunu unutur ve varlık içerisinde her şeyin bir rolü olduğunu ve bu rollerden bir gün hesaba çekeceğini, soracağını unutur. Onun için burada sentetik güzelliğe bir atıf var.
Tabii insan şehvet ve iktidar güdüsünü tabiatın sırtından tatmin etmeye başladığında ne olur? “etaha emruna leylen ev neharen” Allah’ın bir gece vakti ya da gündüz gözü ile ansızın emri geliverir. İnfaz edilir.
Aslında bu bir yasa, kainat yasası. İnsan davranışları için konulmuş ilahi bir yasa. İnsanlar azgınlaşınca, insanlar kendilerine emanet edilenlere ihanet etmeye başlayınca, ihanet ettikleri şeylerin cezasını görürler. Dünyaya ihanet ederler, tabiata ihanet ederler; Tabiat onlardan öç alır. Denize ihanet ederler öç alır. Göle ihanet ederler öç alır. Allah’a ihanet ederler Azizüntikam olan Allah’ta onlara yaptıkları ihanetin acısını tattırır.
İşte dünya hayatının örneği. İnsan ona gönül bağladığında, ona takılıp kaldığında, oradan daha değerli, daha onurlu, daha kalıcı bir hayatın perdesini aralamaya yönelmediğinde, bu hayatın yalnız nimetlerine sahip olabilir, başka hiçbir şeyine sahip olamaz.

İşte bak, bu gökten iniyor. İşte bitki onu emiyor. Onunla kaynaşıyor. Bereketleniyor ve gelişip güzelleşiyor. İşte yeryüzü! Bütün güzelliklerini takınmış, bir gelin gibi, gelin olmaya süsleniyor ve açılıp saçılıyor. Sahipleri onunla övünüyorlar. Sanıyorlar ki, yeryüzü kendi çabaları ile böyle güzelleşiyor, iradeleri ile süsleniyor. Orada yetki sahiplerinin kendileri olduklarını, bir başkasının yeryüzünü istemedikleri biçimde değiştiremeyeceğini, hiç kimsenin bu konuda kendilerine karşı gelemeyeceğini sànıyorlar.
Onlar, bu bereketlenmiş bolluk ve şatafatlı, rahatın sevinci, güven verici huzurun sarhoşluğu içindeyken:
"Derken bir gece ya da gündüz sırasında yok etmeye ilişkin emrimiz o yöreye geldi de orayı biçilmiş, çıplak bir arazi parçasına dönüştürdük."
Bir anda, bir çırpıda ve toptan olarak... Süsler, bereket ve bolluk sahnesinin uzun uzadıya sunuluşundan sonra, böyle bir ifade kasıtlı olarak seçilmiştir. İşte bazı insanların içine dalıp durdukları, onun bir nimetini elde etmek için ahiretlerinin tümünü feda ettikleri dünya budur.
Dünya budur işte. Orada güven ve huzur yok. Yerinde kalma (sebat) ve yerleşme (istikrar) yok. İnsanlar sınırlı şeylerin dışında onun hiçbir nimetine sahip olamazlar. İşte budur dünya.
5
25. “Dâr” zemin, ev manasına, yurt manasına, hatta dünya manasına, toprak manasına gelir. Fakat burada ahiret içinde kullanılır. Dârül ahira. Fakat burada sadece ahiret manası vereceğimiz gibi Allah’ın insanı çağırdığı mutluluk ve güvenlik zemini hemen bir üstteki ayetle irtibat kurarsak aslında öncelikle bu dünya.
Bu dünyada ihanet etmemiş, eşyaya, doğaya, kendi doğasına ve Allah’a ihanet etmemiş, kendisi ile, Rabbi ile, eşya ile, doğa ile barışık bir mümin tipi elbette bulunduğu zemini de mutluluk yuvası haline getirir. Getirmek zorundadır. Onun için burada, bu dünyada insanın rabbi, kendisi ve çevresiyle barışık bir ortamın oluşturulması çağrısıdır. İnsana bu çağrı yapılıyor bu ayette.
Cennetin isimlerinden biri Dâru’s-Selâmdır. Ona bu ismin verilmesi, oraya girenlerin, her türlü afet ve musibetten selâmete ermesinden ötürüdür. Cennetin başı ihsan, ortası rıza, sonu da Hakk’a kavuşmaktır. Cennet aynı zamanda selâmlaşma yurdudur. Çünkü orada Allah kullarına selâm verir, melekler de selâm verir, kendi aralarında da hep selâmlaşır dururlar.
Dilediği kimseleri de Rabbimiz sırat-ı müstakime hidayet eder. Yani kim ki tercihini sırat-ı müstakimden yana, hidayetten yana kullanır ve hidayette olmak isterse, hidayete lâyık hale gelmek isterse, böyle bir hayat yaşarsa Cenab-ı Hak da onu buna lâyık kılar. Ama istemeyenleri, iradesini bu yönde kullanmayanları, bu yolda adım atmayanları da Rabbimiz zorla aman sen bu yola girmezsen sonunda perişan olacaksın diye İslâm’a sokmaz.
26. Demek ki rabbimiz iyilikleri misli ile ödemiyor. Çünkü Allah’la insan farklıdır. Allah’ın cömertliği farklıdır. Burada ki 10 katta mecazdır. Yani 1 e 10. değil. Çünkü buradaki on çokluğa delalet eder. Kinayedir. Allah kat kat verecek demektir. Sizin yaptığınıza kendisi kat kat güzel karşılık verecek demektir.
Yüz deyince dilde insanın vitrini, insanın görüneni, insanın vizyonu anlaşılıyor. Burada da o insanın ruh hali, içinde kopan fırtınalar, yüreğinde ki fırtınalar yüzüne yansır. İşte onu söylüyor bu ayet. Ama burada cennetlik bir insanın yüzü var
Burada güzel işler yapmış bir insanın yüzüne yüreğinden geçen meltemler, yüreğinde ki cennet yansır. O yüzden o insanın içinde ki cenneti seyredersiniz. İşte o yüz bakınca insanın içini ferahlatır. İnsana güven verir.
27. İşte rahmet farkı. İşte Allah’ın kendisi için merhameti, rahmeti ilke edinmesi. “ketebe alâ nefsiHİr rahme” (enam/12) Kendi zatı için rahmeti ilke edindi diyordu ya Kur’an. İşte böyle bir Allah. Kötülüğe misli ile ama iyiliğe kat kat, sınırsızca.
Peki kötülüğü de hiç cezalandırmasa olmaz mı, rahmetine bu yakışır dersek, alacağımız cevap açık; suyu getirenle testiyi kıranı bir tutar mısınız, o zaman kim su getirir. İyi ile kötünün bir olduğu dünyada ahlaki davranmanın gerekçesi nedir. Ahlaklı davrananların Hepinizin affını istirham ederek kullanıyorum; “Enayi” sayıldığı bir dünyada neden ahlaklı davransın ki insanlar. Onun için Allah’ın adaleti gereği suyu getirenlerle testiyi kıranlar bir olmayacaktır.
Simsiyah kesilirler. Neden, maskeler düşmüştür de ondan. Ruhun azap ve ezikliği yüze yansımıştır. Yüreğini fosseptik çukura çeviren insan, dışına sürdüğü onca makyaj sıyrılınca gerçek değeri ortaya çıkmıştır. Nikelaj sıyrılmış, yaldız sıyrılmış altından tenekesi görülmüştür. Altın sandığınız teneke çıkmıştır. İşte bu, simsiyah, paslı bir teneke. Yüreğinde biriktirdiği tüm günahlar maskelerin fora olduğu, fora edildiği o günde bir bir ortaya çıkmıştır.
28. Eğer insan tanrısını kendisi tayin etme yetkisine sahipse ona neden inansın ki. Onun neden sözünü tutsun ki. Bu korkunç bir dalaveredir. Onun için Allah’a iman etmeyenler, kendilerine bir tanrı atarlar. Neden; Çünkü Allah’a iman ederlerse eğer, Allah’ın emrine amade olmak durumundadırlar. Fakat kendileri tanrı atarlarsa, onları kendilerinin emrine amade kılarlar. İşte fark bu. Onun için bu bir tecavüz, bu bir makam vermek, size ait olmayan, Allah’a ait olan makama, birini geçirmeye çalışmak gibi korkunç bir tecavüz.
Bir de Allah’ın yerine konulmaya çalışılan, yani Allah’a ortak koşulan nesneler, objeler var ki, ortak koşulanlar mahluktan, yaratıcı makamına, konumuna yükseltilmenin bu sefer yanlışını yaparlar. Onun içinde herkes yerine “mekaneküm” haydi marş marş, yerine, yani konumlarınıza. Ey tanrılaştırılanlar, ey birilerinin kendilerini tanrılaştırdıkları, haydi bakalım yerinize. Ey tanrılaştıranlar, siz de. Siz kimsiniz, siz mahluksunuz, yaratıksınız, yaratılmışsınız ama yaratıcınızı atamaya kalkıyorsunuz. İşte bu, bu korkunç bir suç ve ayette söylenen de bu.
Aslında siz kendi heva ve hevesinize taptınız diyor. Çünkü tanrınızı belirleme hakkı sizin olduğunu zannettiniz. Bu bir heva idi, bu bir heves idi. Tanrısını atama yetkisini kendisinde gören bir akıl, kendisini tanrılaştırmış bir akıldır. Bu bir puta tapmaktan bin kat daha büyük bir cürümdür. Onun için siz aslında bir başkasına değil, kendi ayartıcı güdülerinize, iç güdülerinize taptınız diyor.
29. Biz; sizin bize kulluk ettiğinizin farkında dahi değildik. Peygamberler, veliler, azizler, yatırlar, evliya, hepsi. Aslında bu ayette kastedilenin cansız nesneler değil, kendilerine tanrılık yakıştırılan iyi ruhlar olduğunu anlıyoruz, hatta melekler ve bilumum tanrılaştırılan varlıklar. Kendilerine bu misyonu yükleyen kimselere böyle diyecekler. Yani biz sizin bizi tanrılaştırdığınızdan haberdar bile değiliz.
Hz. İsa’nın ne diyeceğini sanıyorsunuz, kendisini tanrılaştıran, kendisini tanrının oğlu yerine koyan, yeryüzüne inmiş bir tanrı olarak gören, tanrının kendisinde tecessüm ettiğini söyleyen değişik Hıristiyan mezhepleri için ne diyeceği belli. “Onlara bana tapın demedim ki, ben onların beni tanrılaştırdıklarını bile bilmiyorum ya rabbi.” Diyecektir.
Ahretten bir pencere açıyor Rabbimiz. İyi veya kötü amel sahibi herkes, hesap vermek üzere mahşer yerinde bir araya toplanacak. Bu sırada müşrikler ve onların ortak koştukları putlar, birbirinden tamamen ayrılarak âdeta hâkimin huzurundaki davacı ve davalılar gibi karşı karşıya getirilecek ve aralarında bir kısım konuşmalar geçecek. Burada sadece Allah’a ortak koşulan putların, ortak koşanlara söyleyecekleri sözlere yer verilmektedir. O da şudur:
“Siz gerçekte bize değil, kendi arzularınıza kulluk yaptınız. Çünkü biz kulluğa layık varlıklar değiliz; böyle bir hakkımız ve iddiamız yoktur. Allah şahit ki, bize taptığınızın asla farkında bile değiliz; bu konuda herhangi bir haberimiz de yoktur. Demek siz, bizim hiç haberimiz olmadan, kendi hayal ve vehminize dayanarak bir kısım putlar edindiniz, onlara prestij ettiniz, önlerinde eğilip kalktınız, adlarına kurbanlar kestiniz. Bunların hiç birinin doğru olmadığını şimdi çok iyi anladınız.”
30. İnsanın bozulan istikametinin ahirette düzeltileceğine delalettir. Sonunda Allah hakkında doğru bir idrake kavuşacağına delalettir. Fıtratına dönecek ve Allah hakkında ki yamuk düşüncelerinden kurtularak Allah’ın gerçekte en mutlak, en büyük, en yüce ve kendisine sığınılacak tek kapı olduğunu görecek. İşte Allah’a dönmesinin anlamı budur.
Yani yamuklaşan insan, istikametini bozan insan, yarın rabbinin gücünü açık ve net biçimde ahirette gördüğü zaman Allah’tan başka dönecek yer bulamaz. İşte dönüş budur. Fıtratına döner, mümin bu fıtrattan zaten ayrılmamıştır, dünyada ayrılmadığı için orada rabbinin belirlediği istikamete döner. Ama bu fıtrattan ayrılıp istikametini şaşıranlar da orada dönerler.
Tabii ki o dünyada yabancılaşmış yani dalalete sapmış kendi asli gerçeğine dönme çağrılarına kulak tıkamış, duymazlıktan gelmiş bir insan sonunda Allah’tan başka gidilecek bir kapı olmadığını görür. Bunun anlamı işte budur.
31. Bu ayet-i kerimelerin hedefi, müşriklerin yanlış inançlarını reddetmek, onlara karşı delil ortaya koymak, böylece tevhidin hak, şirkin ise batıl olduğunu ispat etmektir.
Hayatı devam ettiren rızıkların hem semavî hem de yere (arz) ait şartlarla ilişkisi vardır. Semavî şartların ilk akla geleni yağmur, güneş ışığı ve ısısıdır; bunlar olmadan hiçbir canlı varlığını sürdüremez. Yere ait olanlar ise kısaca canlı ve cansız tabiat varlıklarıyla orada yaşamaya, beslenmeye ve barınmaya imkân veren nimetler, ortam ve şartlardır. Bütün bunları veren ve elverişli kılan da lütuf ve merhamet sahibi Allah’tır. Ama eğer Allah insanoğluna gerek semavî gerekse yere ait imkânlardan yararlanmak için lüzumlu olan donanımı sağlamasaydı bu nimetlerin hiçbir anlamı olmazdı.
İşitme ve görme duyuları hemen bir önceki cümlede rızıkla birlikte anılıyor. Yani görebilmek, hakikati görebilmek Allah’ın verdiği en büyük rızıktır. Hakkı duyabilmek Allah’ın verdiği en büyük rızıktır, nasiptir. İşte onun için Allah herkese göz verir ama her gözü olan göremez. Allah herkese kulak verir ama her kulağı olan işitemez, duyamaz. Onun için sadece Allah’tan göz ve kulak değil, o gözle görecek bir basiret ve o kulakla hakkı duyacak bir işitme vermesini niyaz etmek durumundadır mümin.
Bu ayetlerin ilk muhataplarının yaşadığı zamana dönecek olursak, Mekke’nin müşrikleri diyecek. Yani açıkça anlaşılıyor ki onlar Allah’a iman ediyorlar, Allah’ın mutlak yaratıcı olduğuna iman ediyorlar, işte göğün ve yerin sahibi olduğuna iman ediyorlar, ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkardığını biliyorlar. Peki biliyorlar da niçin böyle yapıyorlar. Çünkü o gün bunu bilenler, bugünde bunu bilenler bu işi yapıyorlar. Bugün Allah’tan başkalarına Allah’a ait sıfatları yakıştıranlar, aslında Allah’a inanmadıklarından mı yapıyorlar bunu. Hayır. İnanıyorlar, o günküler de inanıyorlardı.
Aslında müşrik diye nitelediği Kur’an’ın o insanlar Allah’tan başka taptıklarına; Bunlar Allah katında bize yardımcı olacaklar, bunlar bizi Allah’a yaklaştırıyorlar diye tapıyorlardı. Onun için ayetin muhatabı sadece tarihin belli bir zamanında yaşamış insanlar değil, ayet bu günün insanını da muhatap alıyor ve bugünde devam etmekte olan, bu tür, bu tip sapmalara bir cevap teşkil ediyor.
32. İleri sürülen delillerden de anlaşıldığı üzere, insanların gerçek Rabbi şüphesiz Allah’tır. O’na koşulan ortakların hiçbir rablik ve ilâhlık özelliği yoktur. Dolayısıyla gerçek ilâh olan Allah’a imanın ve sadece O’na ibadetin terk edilmesinden sonra geriye sapıklıktan başka bir şey kalmaz. Buna rağmen Allah’a kulluğu terk edip şirke sapmak, doğrusu şaşılacak bir durumdur; akl-ı selimle bağdaşacak bir şey değildir.
33. Doğru yoldan sapıp, isyan ve günahkârlıkta ısrar edenler, fasıklığı artık kesinlik kazanmış olanlar, küfürde inatla direnenler, yalnız amelî manada değil, itikadi manada da fasık olmuş olanlar, bu durumlarını devam ettirdikleri ve bundan vazgeçmedikleri takdirde iman nimetinden mahrum kalacaklardır. Bu, Allah’ın değişmez bir kanunudur.
Yarın hiç bir kâfir, hiç bir fasık, hiç bir müşrik, hiç bir zalim ya Rabbi beni niçin kâfir yaptın? Beni niçin zalim ve fasık kıldın? Diye Allah’a karşı bir itiraz hakkına sahip olamayacaktır. Onlar dünyada kendi hür iradeleriyle kâfirliği, zalimliği, fasıklığı seçmişler Allah da onların bu seçimlerini onaylamıştır o kadar. Bu seçimlerinin suçluları bizzat kendileridir. İyi tercihte bulunsalardı, tercihlerini, seçimlerini haktan yana, hidayetten yana kullanmış olsalardı elbette Rabbimiz hükmünü onların tercihlerinden yana kullanacaktı. Ama işte böyle küfürde, fıskta, şirkte direnenler, inkârda kemikleşmiş olanlar üzerine kendi tercihlerinin sonucu olarak Allah’ın hükmü kesinleşmiştir ki artık onlar iman etmeyecekler.
34. Hangi putperest taptığı puta var oluşunu borçlu olduğunu düşünür ki. Gözünü, kulağını, hayatını, yüreğini, nefesini, geçmişini, geleceğini, duygusunu düşüncesini, aklını, nesini ona borçlu olduğunu düşünür ki.
Peki, aslında kulluk size her şeyi verene teşekkür etme makamı değil midir? Eğer hiçbir şeyinizi borçlu değilseniz neden tapasınız ki? İşte onun için Allah’a kulluk etmekten kaçanlar, kendilerine sahte tanrılar edinenler, başkalarının önünde eğilenler. Allah’tan başka kendilerine kapı arayanlar, onlar birkaç sahtekârlığı birden yapmaktadırlar.
1 – Allah’a olan borçlarını ödememektedirler.
2 – Borçlu olmadıkları birine tapınmaktadırlar.
3 – Tapındıkları şeyle kendi aralarında ontolojik, var oluşsal bir bağ olmadığı için tapınmaları göstermelik olmakta, yani hakikatten bir kaçış bir kaytarma olmaktadır.
4 – Gerçekte onlar kendi heva, kendi heves, kendi içgüdülerine, öz benliklerine tapınmaktadırlar.
“Tü’fekûn” nasıl da savruluyorsunuz. Gerçekten fikri bir savruluş bu. Düşünsel, duygusal bir savruluş, kalbi bir savruluş, ruhsal bir savruluş. Öyle bir savrulma ki; zemini yok, tırnağı ile tuttuğu bir yer yok, dayanacağı bir yer yok, koordinatları yok bu savruluşun. Sadece savruluş, yani kayboluş var. Yolunu yitiriş var, yok oluş var.
35. Burada yol göstermek; gücünü putlaştırdıkları taşlar olmadığına göre ne olabilir? Yol gösteremez taşlar. Putlar yol gösteremez. Bunu herkes bilir. O halde buradakiler insanlardır. Bu ayette bahsedilen gönderme yapılan o obje insanlardır. Kendilerinde ilahi güç vehmedilen meleklerdir, velilerdir, peygamberlerdir, azizlerdir. Yani kendilerine ilahi bir güç atfedilen kim varsa. Ayet bu imayı bize veriyor onlardır.
Yol göstermek, daha doğrusu hidayet etmek. Yoksa her peygamber yol gösterir. Ama buradaki özellikle hidayet etme. Hiçbir peygamberin bile elinde değil.
Allah yolu nasıl gösterir; Akıl, muhakeme, irade, fıtratla gösterir, göstermiştir de. Vahiy ile bunu hatırlatır. Aslında Allah insana yol gösterici bir mekanizma başında yerleştirmiştir. Onun için Kur’an hep insanı kainatı gözlemeye, gözlemlemeye çağırır. Göğe bakmazlar mı, yere bakmazlar mı, ibret almazlar mı, güneşe, aya, yıldızlara, yere, yeryüzüne, bitkilere, ırmaklara. Bunlara bakmamızı ister. Ne var bunlarda? Bunların hepsi birer ayettir. Yani işaret taşıdır ve Allah’a ulaşan yolu gösterirler. Eğer bunları doğru okursa insan Allah’a ulaşan yolu bulacaktır.
Peki bu yazılı, daha doğrusu hitabi ayetlerin maksadı nedir? Bunlar Allah’ın fıtratındaki mesajı unuttuğumuz için bir hatırlatmadır, bir zikirdir. Hatırlayanlara ne mutlu.

36. Hiçbir zan insanı hakikatten hiçbir şekilde müstağni kılmaz. Çünkü zan yakının yerini tutmaz. Zan yakın gibi değildir. Onun içinde zan ile iman olmaz. İnsan iman etti mi zannetmez artık. Dolayısıyla imanda zan olmaz. Onun için bir insan iman ettiği anda o konuda zandan beri olmuştur. Zannın olduğu yerde iman olmaz.
37. “Tasdikallezi beyne yedeyhi” kendisinden önce gelenlerden geriye kalan hakikatleri doğrular. Yani kendisinden önceki tüm vahiylerin temelleri üzerine kuruludur. Onları hiç inkar etmez, onları kendi bünyesine alır. Neden? Çünkü insanın Allah’tan aldığı tüm vahiyler aynı kaynaktan gelirler, aynı şeyi dillendirirler, aynı temellere yaslanırlar, aynı ilkeler etrafında birleşirler.
Burada Kur’an-ı Kerim’in dört mühim vasfına dikkat çekilir:
1. Kendinden önceki kitapları doğrulaması: Bu kitaplar Tevrat, İncil ve diğer semavi kitaplardır. Kur’an, zamanla tahrife ve değişikliğe uğrayan bu kitapların kusurlarını tamamlayarak doğru olan asıllarını onaylamış ve bu hakikatleri muhteşem ve mükemmel ifade kalıpları içinde yeniden insanlığa sunmuştur. Bununla beraber Kur’an, önceki kitaplarda olmayan fakat insanlığın gelişmesiyle birlikte ihtiyaç duyulan yepyeni hükümler de ihtiva etmektedir.
2. Kitabı açıklaması: Buradaki “kitap”tan maksat, Allah’ın ümmet-i Muhammed için farz kıldığı şer’î hükümlerdir. Kur’an, hayatın her sahasıyla ilgili olan bu hükümleri tafsilatlı bir şekilde açıklamaktadır.
3. Kur’an’ın Allah’tan geldiğinde ve verdiği bilgilerin doğruluğunda hiçbir şüphenin bulunmaması.
4. Âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından indirilmiş olması.
38. Kur’an işte böyle bir ilâhî kitaptır. Onun bir başkası tarafından uydurulmuş olduğunu söyleyenleri susturmak üzere Allah Teâlâ’nın ileri sürdüğü delil gayet açıktır: “Eğer bu iddianızda doğru ve samimiyseniz, gücünüzün yettiği herkesi yardıma çağırarak, ne kadar imkânınız varsa hepsini kullanarak Kur’an’ın, hepsine değil, sadece en küçük bir suresine denk bir sure meydana getirin!”
Fakat onlar bunu bile yapamamış; daha zahmetsiz ve kolay olan ilim ve delil yoluyla değil, son derece meşakkatli olan güç ve silah yoluyla Kur’an’a karşı çıkmışlardır.
Keşke onlar bu hususta daha akıllıca ve teenniyle hareket etselerdi elbette kendileri için daha hayırlı olurdu:
39. Müşrikler ve münkirler, manalarını anlamadan, ayetleri üzerinde düşünmeden, neleri açıklamak istediğini bilmeden Kur’an-ı Kerim’i yalanlamışlardır. Halbuki onların vazifesi, onu dinlemek ve anlamaya çalışmaktı. Yine onlar, Kur’an-ı Kerim’de haber verilen kıyamet, öldükten sonra diriliş, hesap, cennet ve cehennem gibi hususları da yalanlamışlardır. Halbuki bunların hakikati henüz ortaya çıkmış, haber verildiği şekilde henüz vuku bulmuş değildir. Kur’an’ın bu haberleri âhiret âleminde gerçekleşecek, fakat o zaman iş işten geçmiş olacaktır.
40. İster müşrik, ister Ehl-i kitap olsun kıyamete kadar gelecek insanlar arasında Kur’an’a iman eden de olacak, iman etmeyen de olacaktır. Allah dileseydi herkes iman üzere, hidâyet üzere bir araya gelirdi; fakat Allah böyle bir şey dilemediğini haber vermektedir. (bk. En‘âm 6/35; Yunus 10/99-100)
Durum böyle olunca, imanın gereği olarak yeryüzünde ıslah ediciler bulunacağı gibi, şirkin ve inkârın tabii bir sonucu olarak da bozguncular bulunacaktır. Bunların kimler olduğunu ve nasıl bir akıbetle karşılaşacaklarını da en iyi bilen şüphesiz Allah’tır. Buna göre Peygamber ve onun yolundan gidenlere düşen vazife, dini tebliğ etmek ve ilâhî hakikatleri duyurmaktır. Bunu yaptıktan sonra, yalanlayan, inkâr eden, kötülük ve günahlara düşen insanlara üzülmelerine gerek yoktur. Çünkü herkes kendi yaptığının hesabını verecek, iyi veya kötü karşılığını da yine kendisi alacaktır.
41. Peygamber’in dinle ilgili sorumluluğunun, Allah’ın hükümlerini insanlara duyurup bu hususta onları yeteri kadar aydınlatmaktan ibaret olduğunu bildiren ayet, sorumluluğun ferdîliği ilkesini ifade etmesi bakımından da özel bir önem taşımaktadır. Herkesin eyleminin kendisini bağladığı ve ister mükâfat ister ceza şeklinde olsun, sonucunun da kendisine ait olacağı bildirilmektedir.
42. 43. Putperest Arapların bir kısmı Hz. Peygamber’in tebliğini bizzat dinliyor; tutum ve davranışlarını, neler yaptığını, nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu gözleriyle görüyorlardı. Buna rağmen onun tebliğ ettiği vahyi Allah kelâmı olarak kabul etmeyip kendisini yalancılıkla suçlamaları kalplerinin hidayete kapalı olduğuna işaret eder. Onlar, Hz. Peygamber’i dinledikleri halde hakikati kavrama niyeti taşıyıp bu yönde gayret göstermemişler, bu maksatla akıllarını kullanmamışlardır; keza basiretli davranarak gördüklerinden ders alıp hidayete yönelmemişlerdir.
Şu halde insan için asıl büyük kayıp görme ve işitme duyularından mahrum kalmak değil, akıl ve basiretini kullanmamaktır; nitekim gözleri görmediği veya kulakları işitmediği halde akılları ve basiretleri sayesinde inanç, düşünce ve davranış olarak doğru yolu bulmuş nice insan vardır.
Bazı insanların bizzat kendilerinde iyi niyet, irade ve gayret olmayınca yalnızca Peygamber’in çabası da onların hidayete kavuşmaları için yeterli olmamıştır. Şu halde bu iki ayetten çıkan sonuca göre insanların doğru bilgi ve inanca, güzel ve erdemli yaşayışa ulaşabilmeleri için hem iyi eğitimci, rehberlerden yararlanmaları; hem de kendilerinin iyi niyetle, akıl ve basiretlerini de devreye sokarak gerçeği, iyi olanı kabul edip uygulama iradesine sahip olmaları gerekmektedir. Böylece bu iki ayette doğru kaynaktan edinilen doğru bilgi ve iyi niyet, hakikate ulaşmanın vazgeçilmez şartları olarak ortaya konmaktadır.
6
44. 23. ayetin ilk cümlesini hatırlayalım; “innema bağyüküm alâ enfüsiküm” ne diyordu orada; sizin taşkınlığınız, sizin zararınızadır, kendi aleyhinizedir diyordu değil mi. İşte onu çağrıştıran bir ayet bu. Siz var oluşunuzu günah üzerine bina etseniz Allah’ın hiçbir zararı olmaz. Sonunda zararlı çıkacak olan sizsiniz. Çünkü Allah’ın emir ve yasakları kendi çıkarı için konulmamıştır, çünkü Allah’ın buna ihtiyacı yoktur. Allah’ın tüm emir ve yasaklarından çıkarı olan sizsiniz. Onun için aslında Allah’a isyanınızın her biri kendi kalenize gol atmaktan farksızdır. Kendi kendinize kötülük etmiş olursunuz.
Ne olur; Her aykırı duruş insanı ruhsal açıdan yoksullaştırır, insanın içini karartır. İnsanın içinde yaralar açar. Ruhunda onulmaz yaralar açar. Rabbimiz ruhumuzun yaralanmasını istemiyor. Çünkü biz ruhumuzun yaralarına Allah’tan bağımsız merhemler üretmekten aciziz. Bedenimizin yaralarını gösterecek doktorlar bulabiliriz. Ama ruhumuzun yaralarını Allah’ın tedavi merkezinden başka hiçbir yerde tedavi ettiremeyeceğiz.
Bu son ayetler Peygamber'i teselli etmektedir. Çünkü gerçeği sunduğu halde onlar kendisini yalanladıkları, sürekli bir açıklamaya rağmen, yine de bu kadar inatla direttikleri için, peygamber artık sıkılmıştır. Yani burada yüce Allah'ın, müşriklerin doğru yolu reddedişlerinin peygamberin çabasındaki bir eksiklikten kaynaklanmadığını, duyurduğu gerçekte hiçbir kusur olmadığını, fakat muhataplarının kör ve sağır gibi davrandıklarını bildirmesi, peygamberi rahatlatmıştır. Çünkü bundan ötesi, yani kulakları ve gözleri açmak, ancak Allah'ın işidir. Onları harekete geçirmek, davetin ve davetçinin görevleri kapsamına girmez. Bu, Allah'ın özel yetkisi dahilindedir.
Yine bu son ayetlerde, peygamberin şahsında somutlaşsa da, kulluğun yapısı ve sahası kesin çizgilerle belirlenmektedir. Peygamber de, Allah'ın kullarından biridir. Kulluğun sahası dışında hiçbir yetkisi yoktur. Bütün yetki Allah'ın elindedir.
45. Allah’ın huzurunda hesap vermek üzere mahşerde toplanan insanlar, kıyametin dehşetini ve âhiret hayatının sonsuzluğunu anladıklarında dünyadaki hayatlarının veya –daha zayıf bir görüşe göre– kabirde kaldıkları sürenin “sadece günün bir saati kadar” kısa sürmüş bir hayat olduğunu, hâlâ birbirlerini tanıdıklarına göre uzun bir süre ayrı kalmadıklarını, dolayısıyla kabirde bulundukları sürenin de çok fazla olmadığını düşüneceklerdir.
Fakat daha sonra insanların dünyada yakınlığı bulunanlarla bağı kopacak, herkes başının derdine düşecek, dünyadaki iman ve ameline göre ya mutlu ve sevinçli olacak ya da kederlere boğulacaktır; Allah’ın huzuruna çıkartılacaklarına, dünyada iken yapıp ettiklerinin hesabını vereceklerine inanmayan ve bunun sonucunda doğru yolda yaşama sorumluluğunu duymayanlar o gün en büyük hüsranla karşılaşacaklardır. Allah onları mahşerde topladığı vakit, kendilerine öyle gelir ki sadece gündüzün görüşüp tanışacakları bir saati kadar (dünyada) kalmışlar.
Seyyid Kutup tefsirinde: bu dünya hayatının ve bu dünya hayatına gelip-gidenlerin halinin, karşılaşma ve tanışmadan öte hiçbir şey yapmaya fırsat bulamayan insanların haline benzetilmesidir!
Gerçekten de bu bir teşbihtir. Fakat bu, aynı zamanda gerçeğin ta kendisidir. Yoksa insanlar bu yeryüzünde tanışma faslının ötesine geçebiliyorlar mı? Onlar geliyorlar ve gidiyorlar. Fakat bir kişi dahi diğerleriyle tam tanışma imkânı elde edemiyor. Bir topluluk diğer toplulukları tanımadan, zaman doluyor ve gidiyorlar...
Acaba bu birbirleriyle boğuşanlar, savaşanlar, hep yanlış anlamadan kaynaklanan aralarında çıkmış kavgalarla çatışanlar. Evet bütün bu eylemleri yapan insanlar, olması gerektiği kadar birbirlerini tanıyabilmiş midirler?
Şu birbirleri ile savaşan milletler, birbirine düşmanlık yapan devletler gerçekten birbirlerini tanımışlar mıdır? Bu milletler ve devletler evrensel bir hak için, sağlıklı bir sistem için savaşmazlar. Sadece zenginlik kaynakları ve dünya malı için savaşırlar. Bunlar daha bir savaştan kurtulmadan, başka bir savaşa girişmektedirler.
Bu ayet dünya hayatının kısalığını ortaya koymak için verilen bir benzetmedir. Fakat bu, dünya hayatında insanlar arasında meydana gelen daha köklü bir gerçeği tasvir etmektedir. Evet bundan sonra insanlar göçüp gitmektedirler!
İşte bu manzaranın ışığı altında ortaya çıkıyor ki, bütün güçlerini ve enerjilerini bu kısacık yolculuğa harcayanlar, Allah'ın huzuruna çıkarılmayı yalanlayanlar, ahirete önem vermeyip bu kısacık yolculuğa, dahası bir çırpıda başlayıp-biten hayata gömülenler, Allah'ın huzuruna çıkarılmaya ve O'nu razı etmeye hazırlanmayanlar, sürekli olan ahiret yurdunda uzun süre yaşamaları için bir çalışma yapmayanlar, kesin biçimde hüsrana uğrayacaklardır.
46. Putperest Arapların İslâm’ın gücü karşısında toptan yenilgiye uğrayacaklarını müjdeleyen ayette, Hz. Peygamber’e daha hayatta iken gösterileceği belirtilen inkârcılara yönelik ceza, onların Müslümanlar karşısındaki yenilgileridir. Nitekim bu surenin gelmesinden sonra Hz. Peygamber, putperestlere karşı Mekke’nin fethedilmesine kadar varan büyük zaferler elde etmiştir. Ayet, putperestlerin yenilgilerinin Resûlullah vefat ettikten sonra da süreceğine işaret etmektedir.
47. Bu ayeti kerime 2 ebedi yasayı hatırlatıyor.
1. Vahyin sürekliliğini. Peygamber ve vahiy aslında birbirinden ayrı değerlendirilmemesi gereken iki gerçek. Peygamber Allah – insan ilişkisini düzeltmek için gönderilen bir araç. Hakikatin kaynağına işaret eden bir rehber. İnsanlığı istikamet açısından sapmış olan insanı ve insanlığı yeniden istikamet açısını gösteren bir kılavuz.
Burada ayeti kerime şu ebedi yasayı hatırlatıyor. Bir toplum hakikatsiz, hakikatin kaynağından habersiz ilelebet kalmamıştır. Buradaki ümmet en geniş anlamıyla uygarlık, en geniş anlamıyla medeniyet. O zaman tarihte hiçbir medeniyetin hiçbir uygarlığın baştan sona ilahi hakikatten habersiz kalmadığı gerçeğini anlıyoruz.
2. Allah’ın bir toplumu hakkı onlara ulaştırmadan cezalandırmayacağı gerçeği. Bu da ilahi adalet yasası gereğidir. Hakikatin ulaşmadığı bir toplumdan dolayı o toplum cezalandırılmaz. Aslında tarih boyunca medeniyetler ve toplumlara verilen ilahi cezalar, o toplumun Allah’la ilişkisini bilinçli bir biçimde koparması ve kendisine gelen hakikati ısrarlı bir biçimde inkar etmesi sonucunda gerçekleşmiştir. İşte bu ayette de bize bu 2 yasa hatırlatılıyor.
Aslında güzel bir nüktesi de var ayetin; Dünyada Resul olanlar, ahirette şahit olurlar. Her peygamber dünyada elçi, ukbada ise şahittir, şehittir. Yani kendisinin gönderildiği insanların hakikate karşı tavırlarına şahitlik yapacaktır.
48. Onlar bu tehdidin ne zaman geleceğini sorarken aslında inkari bir biçimde soruyorlar. Yani öğrenmek kastıyla değil, inkar etmek kastıyla soruyorlar. Gelmeyeceğini sanıyorlar, ya da düşünüyorlar. Hiç bitmeyeceğini düşünüyorlar. Sanırım bir inkarcının en büyük aldanışı ki inkarın bütünü de bir aldanıştır, fakat bir inkarcının kendi kendisine yaptığı en büyük kötülük, bir gün hesap vereceğini aklına getirmemesidir. Zaten inkarı sürdürmek başka nasıl mümkün olabilir ki.
49. Herkese yaptığının karşılığını verecek olan Allah’tır; peygamberler de dahil olmak üzere hiç kimseye bu yetki verilmemiştir. Allah’ın insanlara imtihan için tanıdığı mühlet tamamlanınca herkes yaptığının karşılığını bulacaktır. Bu mühleti ertelemek veya çabuklaştırmak, peygamberler de dahil olmak üzere, hiç kimse için mümkün değildir.
Toplumsal ecel, tabii ki toplumsal bir takım yasalara bağlı. Toplumsal değişmenin Kur’an da bahsedilen, Kur’an da geçen bir başka yasası da şu ayet; innallahe lâ yuğayyiru ma Bi kavmin hatta yuğayyiru ma Bi enfüsihim (Ra’d/11) Muhakkak Allah bir toplumu, o toplum kendi elinde, kendi nefsinde olanı değiştirmeden o toplumun halini değiştirmez. bir toplum kendi öz benliğini değiştirmeden Allah o toplumun halini değiştirmez.
Bu müspet değişim ya da menfi, olumlu ya da olumsuz fark etmez. Bu toplumsal değişimin yasası. İşte bu yasalarla birlikte bu ayeti düşündüğümüzde, okuduğumuzda bir toplumun eceli, ancak o toplumun fertlerinin Allah’a karşı duruşuna bağlıdır. Eğer bir toplum çözülme, ahlaki bir çözülme yaşıyorsa, eğer bir toplum Allah’la ilişkisini koparmışsa, eğer bir toplum kendi kendisine yabancılaşmış bireylerden oluşuyorsa, o toplumun eceli gelmiş demektir. Çünkü bir toplum bir organizmaya benzer, toplumu oluşturan bireyler hücre gibidir. Tıpkı bir insanın bedeninin hücresi. Ölüm hücrelerden başlar. Eğer hücreler ölmüşse o hücrelerin oluşturduğu bütününden oluşan toplum diri kalmayacaktır. Onun için bir toplumun dirilişi yine bireylerden başlar. O toplumun hücreleri olan bireylerden.
O sebeple vahiy, eğer ecelinizi geciktirmek istiyorsanız, ya da yeniden bir dirilişe geçmek istiyorsanız o zaman dirilmeniz lazım. Birer birer, teker teker dirilmeniz lazım diye imâ ediyor.
50. Boyuna kadar günaha batmış olanların akıbetlerini istemesinde ki hikmet ne ola ki diye soruyor.
Bir insanın sonunu istemesi belki hesabını kolay verecek bir hayat yaşadıysa anlaşılabilir bir şey. Gideyim de rahat edeyim diye ister belki. Fakat ya hesap veremeyecek bir ömür yaşamış, boyuna kadar günaha gömülmüş, suç küpü olmuş birilerinin akıbet ve ahiretlerini çabucak istemelerinde ne hikmet var. Neden isterler, neden acele ederler?
51. Kıyametten bir sahneyi, tüyler ürpertici bir sahneyi gözler önüne seriyor. Sanki olmuş gibi. İnsana ahiret ve akıbetini hatırlatıyor. Bu ayetler gerçekten insana görür gibi imanı kazandırmıyorsa, insan Kur’an la irtibatı doğru kuramıyor demektir. Ayetin canlandırdığı sahneye bakınız, insan görse ancak bu kadar canlı ifade edebilir. Kur’an bir mümine bundan daha ne gibi bir iyilik yapabilir ki. Ona hesap gününü görür gibi imanını sağlıyorsa, ona ahiretini görür gibi bir iman kazandırıyorsa bundan büyük ikram mı olur. Vahyin bundan daha büyük kazandıracağı bir şey mi aranır. Aslında eğer insan bunu kazanırsa her şeyi kazanmış olur. Ömrünü kazanmış olur. Kendini kazanmış olur. Dahası ebedi hayatını cennetini kazanmış olur.
52. Zulüm bir şeyi yerinden etmektir. Bilincin ters dönmesi sonucunda insan hakikati ters algılayabilir. Hakikati ters algılarsa ne mi olur? Geçici; kalıcı gibi gözükür, kalıcı; geçici gibi. Yüce; alçak gözükür, alçak; yüce. Adi; değerli gibi gözükür, değerli; adi. Ebedi olan; geçici olan gibi gözükür, geçici olan; ebedi. Onun için bilinç ters dönmeye görsün; dünya ile ahireti takas eder insan. Ebedi mutluluğu geçici hazza takas eder. Geçici hazzı ebedi mutluluğa tercih edecek kadar ahmaklaşır.
Bu ayette dikkatler şuna çekilmiştir: Azap, ilk başta hiçbir şey olmadan Allah'tan sudur etmez. Çünkü Allah kullarını, kendilerine rahmet etmek için yaratmıştır. Azap, batıl amellerinin sonucudur. Bu zehri kullanmaya götüren işleri yaparak zehirlenip helak olmak gibidir.
53. Sıradan öğrenmek için bir soru değil, yani bu şimdi gerçek mi diye soruyorlar. İnkar etmek için, belki biraz da alaya almak için soruyorlar. Fakat vahiy onlara diyor ki; siz peygamberi sorgulamayı bırakın, yarın büyük sorguda ne cevap vereceğinizi hazırlayın, asıl ona hazırlanın. Çünkü bir gün geliyor ki o sorguyu asla, “ve ma entüm Bi mu’ciziyn” asla atlatamayacaksınız. O büyük sorgulamayı. Dünyaları vermek isteyeceksiniz, fakat yine de beni geçin diyemeyeceksiniz. Sizi kimse geçmeyecek, görmezden gelemeyecek, rüşvet sunamayacaksınız.
8
54. İyi de burada dünya hayatında şöyle bir soru sormak gerekmiyor mu? Yeryüzünün tüm hazinelerini vermeniz gerekmiyor yaşarken, küçük şeyler vereceksiniz ve hesabı kolay vereceksiniz. Küçük şeyler, sahip olduğunuzun bir kısmını. Hayatınızın bir kısmını, çoğunu kendinize ayırıyorsunuz. Servetinizin bir kısmını, zamanınızın bir kısmını, bilginizin bir kısmını. Bakınız, kocaman sınırsız bir mutluluğu satın alacaksınız. Ama yarın, zaten sahibi değilsiniz de, sahip olsanız dahi, yeryüzünün hazinelerini verseniz yine alamayacağınız şeyler bunlar. Onun için ahiretteki büyük pişmanlığı bundan daha güzel ifade etmek mümkün değil.
Ayet iki bölümden oluşuyor;
1. Hesabı vermemek, daha doğrusu sorguya çekilmemek için çaba gösteren bir zulmetmiş kişilik,
2. Bir de sorguya girmemeyi beceremedi, ama sorgudan kaybederek çıktı. Artık mahkum oldu. Asıl pişmanlığı o zaman yaşayan bir kişilik.
Öyleyse insan, dünyadayken en mühim gündem maddesi olarak ahireti ön planda tutmalı, öncelikle kendini cehennemden koruyacak işlere önem vermelidir. Daha kolay ve az miktarda infaklarla kendini ebedi azaptan koruma fırsatını iyi değerlendirmeli; bunu yaparken de kendinin değil bizzat Rabbinin mülkünden tasarrufta bulunduğunu da asla aklından çıkarmamalıdır.
55. Onların çoğu bu gerçeği göz ardı ederler. Zaten inkarda direnen insan eğer bu gerçeği göz ardı etmese Allah’a asi olmaz. İnkarında direnmezdi. Kendi kendisine yabancılaşmayan Allah’a nasıl yabancılaşsın. Kendi kendine yabancılaşan Allah’la nasıl tanışsın. Onun için onlar hakikate karşı da yabancılaştılar. Onun için var oluşun en kesin yasalarına karşı bile yabancılaşıyorlar. Görmezden geliyorlar. Örneğin her doğanın öleceği kesin bir yasadır. Fakat nedense ölümsüzmüş gibi davranırlar.
56. Hayatı ve ölümü yaratana, sonunda O’nun huzuruna varacaksanız neden, neden kayıtsız şartsız teslim olmayasınız ki, Bunun makul bir gerekçesini bulabilir misiniz?
57. Bu ayet-i kerimelerde Kur’an-ı Kerim’in dört mühim vasfı beyan edilir. Bunlar: ikisi insanlık için ikisi Müminler için,
1. Kur’an bir öğüttür. O, bir taraftan tehdit edip korkutarak, bir taraftan da müjdeleyip sevdirerek insanlara akıbetlerini hatırlatmaktadır. Lehlerinde ve aleyhlerinde olan hususları açıklamakta, güzel ve hayırlı amellere teşvik etmekte; kötü ahlâk ve davranışlardan sakındırmaktadır.
2. Kur’an kalplerde bulunan küfür, şirk, nifak, şüphe gibi manevî hastalıklara şifadır. O, gönüllere hitap ederek oradaki ahlâkî ve manevî bozuklukları tedaviye çalışmakta, insanın iç âlemini temizlemesini, doğru itikat, güzel ve ulvî hasletler kazanmasını sağlayacak hükümler getirmektedir.
3. Kur’an müminlere doğru yolu gösteren bir rehberdir. O’na inanan, öğütlerine kulak veren, şifa verici hükümlerini tatbik eden, emirlerini tutup yasaklarından kaçınan kişiler, batıl yolları terk ederek doğru yolu bulurlar.
4. Kur’an müminler için rahmettir. O’nun istediği şekilde yaşayıp ahlâkî kemale erişen müminler, Allah’ın sevdiği, rahmet ettiği ve ebedî nimetlere lâyık gördüğü bahtiyarlardan olurlar.
58. Eğer bir şeye sevinecekseniz vahye sevinin. Allah’ın sizi muhatap almış olmasına, Allah’ın size tenezzül buyurmasına sevinin. Ya rabbi, tenezzül buyurdun, bize ikram ettin, gök sofrasını önümüze serdin, mutluluğun yolunu gösterdin, sen göstermeseydin biz nasıl görürdük ya rabbi..! Diye sevinin.
“huve hayrun mimma yecme’un” ki bu onların biriktirdiği her şeyden hayırlıdır.
Fatihayı hatırlayın dostlar; İhdinasSıratal’müstakıym; Fatihada ki dua kısmı bu cümleyle başlıyor. Bizi dosdoğru yola ilet. Önce bir duaya hazırlık yapıyoruz. Fatihada ki bu ayete kadar duanın girişi, hazırlık. Fakat duaya girince ilk istediğimiz şey bizi dosdoğru yola, kılavuza yönelt.
Demek ki insan Allah’tan bir tek şey isteyecek olsa eğer, tek bir hakkı olsa, bir tek şey isteme hakkı olsa, o hakkını hidayet isteyerek kullanmalı. Kur’an ın öğüdü işte budur.
Eğer sevinecekseniz, eğer bir sevinç vesilesi arıyorsanız, ebedi değerleri elde etmek için uğraşın ve ona sevinin. Sevinmek için aradığınız vesile, sizin ebedi kaybınıza, ziyanınıza yol açmasın. Öyle bir şeye sevinin ki sevindiğinize değsin. Çocuk gibi olmayın. Çocuk akıllı olmayabilir. Aklınız kemale ermiş olursa, kamil bir sevince ulaşırsınız. O da ebedi mutluluk müjdesi olan vahye teslim olmaktır. İşte bu sevinci yaşayın.
59. İnsanın elde edebileceği her iyi şey ilahi bir rızıktır. Muhabbet ilahi bir rızıktır. İman en büyük rızıktır. Meveddet, ülfet, izzet, şeref, onur, hilkat rızıktır, hem de büyük rızıklardır bunlar. Bu rızıklardan nasibi olmayan insanlar, elbette biraz önce verdiğim misallerde olduğu gibi şekerle avunurlar. Onun için rızık deyince aklına şeker, rızık deyince aklına ekmek gelenlerin aklına nereden gelsin imanın rızık olduğu, vahyin rızık olduğu, hidayetin rızık olduğu. Onurun, izzetin ve hikmetin, bilginin, ilmin rızık olduğu nereden gelsin.
Müşrikler çeşitli hayvanlar ve mahsüller hakkında, “bu haram, bu helâl” diye kendilerine göre hükümler veriyorlar ve bunun Allah’ın emri olduğunu söylüyorlardı.
Dolayısıyla burada, Allah’ın emir ve yasaklarını hesaba katmaksızın, kendi akıllarıyla bir kısım yasaklar koyan, haram ve helâli belirlemeye çalışan herkes ciddi bir üslupla ikaz edilmektedir. Çünkü herhangi bir şeyin; nimet, rızık veya eşyanın haram veya helâl olduğunu tayin etme yetkisi, yalnızca onları yaratan Allah’a aittir. Bu hususta O’nun dışında hiçbir yaratığın yetkisi yoktur. Kendiliğinden böyle bir yanlışa cüret etmek, Allah adına yalan konuşmaktan başka bir şey değildir. Allah adına yalan konuşanlar ise, vuku bulacağında şüphe olmayan kıyamet gününden, orada, hakkında yalan uydurdukları Allah’a verecekleri hesaptan korkmalıdırlar. Şunu unutmamalı ki, bütün rızıklar Allah’ın kullarına olan nihayetsiz lütfunun birer göstergesidir. Kullara düşen, şahsî arzularına göre onları haram veya helâl diye vasıflandırmak değil, o rızıklardan gereği gibi istifade ederek, bunları cömertçe ihsan eden Allah’a şükretmektir.
60. Sınırsız lütfuna muhatap kılmıştır, sınırsız nimetlerini vermiştir ve onların önünü açmıştır. Onlara yasakları değil, serbestliği esas kılmıştır. Yasaklamadıklarını serbest kılmakla lütfetmiştir onlara. Serbestleri saymaya kalksaydık baş edemezdik.
Ama Allah’a iftira sadedinde bu daracık alanda çok sınırlı olan yasakları çiğneyenlere ne demeli ya. Allah’ın hiçbir yasaktan çıkarı olmadığını bile bile. Oysa ki Allah yasakları kendisi için koymaz, insan için, insanın mutluluğu için, insanın çıkarı için ve bir de onu sınamak için, imtihan için koyar.
61. Hz. Peygamber’in Kur’an’ı okuyup tebliğ etmesi de onun görevleri içinde yer almakla birlikte öneminden dolayı bu faaliyeti özellikle zikredilmiştir. Allah, yalnız Peygamber’in yaptıklarına değil, insanların bütün faaliyetlerine de şahit ve vâkıftır. Şu halde müminler, gizli açık bütün faaliyetlerini tam bir sorumluluk şuuruyla yerine getirmelidirler. Ayrıca ayet, bir yandan müminlerin yaptıkları güzel işlerin Allah tarafından bilindiğini, dolayısıyla zayi olmayacağını hatırlatarak onlara ümit ve güven aşılarken, diğer yandan, inkâr ve isyanlarını sorumsuzca sürdürenler için de bir uyarı ve tehdit anlamı taşımaktadır. Çünkü hiçbir şey Allah’ın bilgisi dışında cereyan etmez. “Apaçık” diye çevirdiğimiz mübin kelimesi Allah’ın ilminin kesinliğini, ihtimallerden uzak olduğunu ifade eder.
Allah şahitse başka şahit gerekir mi. Allah’ın şahit olduğuna iman eden biri için başka bir jandarma, başka bir koruyucu ya da hesap yazıcı, başka bir muhasebeci, defter tutucu gerekir mi diyor. Bir Allah bilincine dikkat çekiyor ayet. Onun için Allah şahitse, her şeyi biliyor, her şeyi görüyorsa, küçük ve büyük her şeyi hesaba katıyorsa senin için başka bir muhasebeci gerekmez diyor.
9.
62. Evliyâ, “birine yakın olan, birini himayesinde bulunduran, koruyucu, dost, yardımcı” gibi manalara gelen veli kelimesinin çoğuludur. Kur’an-ı Kerim’de veli kelimesi, tekil veya çoğul olarak kırk sekiz ayette Allah’ın, kendisine inanıp buyruğunca yaşayan kullarına sevgisini, himaye ve yardımını, bu anlamda Allah ile insan arasındaki sevgi bağını ifade etmek üzere kullanılmıştır.
Allah ile kendileri arasında böyle bir sevgi bağı gerçekleşmiş, bu mazhariyete ulaşmış olanlar kültürümüzde “Allah dostları” olarak anılırlar.
Kur’an-ı Kerim’de sadece bu ayette geçen evliyaullah kavramının kapsamı her ne kadar zamanla bilhassa tasavvuf geleneğinde oldukça daraltılmış, hatta giderek İslâm toplumlarında bu kavramla keramet arasında bir ilişki dahi kurulmuşsa da 63. ayette Allah dostlarının özelliği kısaca iman ve takva kelimeleriyle özetlenmektedir. Şu halde Allah’a iman eden ve takva (günah işlemekten sakınma, Allah’a saygı) bilinciyle yaşayan her Müslüman Allah dostudur.
Kur’an da korku ile ilgili birden fazla sözcük kullanılır, biri havf’tir. En çok kullanılanlardan biride haşyettir. Allah’tan korkmak için kullanılır bu. Fakat ikisi arasındaki fark çok keskindir.
Havf; korkanın güçsüzlüğüne, haşyet ise korkulanın büyüklüğüne delalet eder. Onun için burada gelecekten dolayı korku duymayacaklar derken aslında şunu söylüyor; Güçsüz olmayacak, onun için korkmayacak. Neden güçsüz olmayacak; çünkü gücü Allah olacak.
Hüzn, o da geçmişten dolayı üzüntü keder, geçmişten dolayı üzüntü de duymayacak diyor. Neden; Çünkü Allah’ın vaadi var. ..lekefferna anhüm seyyiatihim.. (Maide/65) Onların günahlarını silip süpürüp üzerini örteceğim diyor. Onun için kaygı duymayacak. Allah siler süpürür
63. Evliyâullah, “görünüşleriyle Allah’ı hatırlatanlar” (tutum ve davranışlarıyla Allah’ın iradesine uygun bir yaşayışı gerçekleştirenlerdir.)
Evliyaullah’ın özelliği akıl ve kalpli, kafa ve kalpli, duygu ve düşüncenin ikisini birden tam kapasite kullanmasıdır.
64. Müjde; “insanın yüzünü güldürecek şekilde sevindiren haber” anlamına geldiğine göre insanı bu şekilde mutlu edecek olan her şey bu ayetin kapsamına girer. Allah dostlarının gerek dünya hayatında gerekse ahirette kendileri için müjde değeri taşıyan bütün iyi ve güzel şeyleri elde etmesi ayette “en büyük kazanç” şeklinde nitelenmiştir.
Fevz hem kurtuluş hem başarı anlamına gelir.
Aklıma buradaki fevz sözcüğünü görünce aklıma Âmir Bin Füheyre’nin hani o pusuya düşürülüp de, Hz. Peygamberin gönderdiği 70 öğretmen içerisinde haince şehit edilen, Hz. Ebu Bekir’in azatlı çobanı, hicrette Resulallah’a süt getiren o güzel insanın şahadetinde söylediği sözcük geldi. Onun da bu kelimeyi kullandığı nakledilir kaynaklarımızda.
– Lekat füztüvallahi..! Demiş. Sırtından hançeri yemiş göğsünden çıkınca:
– İşte, işte şimdi kurtuldum, işte şimdi başardım vallahi..! demektir.
Fevz hem kurtuluş hem başarı anlamına gelir. Neden kurtulmuş Âmir’e sormak lazım. Bizim kurtuluşa yüklediğimiz anlam çok farklı. Ey Âmir, seninki çok farklıymış ve biz tıpkı senin sırtına hançer saplayan Cebbar gibi düşünüyoruz, onun için o nasıl seni anlamadıysa biz de anlamakta zorlanıyoruz.
65. Şeref ve itibarın tamamı Allah’a aittir, onların kaynağı Allah’a aittir, onların lafları senin şerefini, itibarını zedeleyemez ki.
Kâfirler zenginliklerine, mal ve taraftarlarına güvenerek Allah Resulünü üzecek sözler söylüyorlar; o muazzez varlığa eza ve cefa ediyorlardı. Yollarına dikenler atıyor, hakaretler ediyor ve ölüm tehditleri yağdırıyorlardı. Cenab-ı Hak, bu ve benzeri ayetlerde geçen ifadelerle onu teselli ediyor, üzülmemesini istiyordu. Çünkü bütün hâdiselere hükmeden ve yön veren Allah’tır.
Bütün izzet, kuvvet, şan ve şeref O’na aittir. Her türlü güç ve kudret, hâkimiyet ve yücelik O’nundur. O, her sözle birlikte onların Sevgili Peygamberi’ni üzen sözlerini de işitmekte; onların da Habibi’nin de durumunu hakkiyle bilmektedir. O’nun, peygamberlerine yardım edeceğine ve onları mutlaka galip getireceğine dair sözü vardır. O halde Peygamber (s.a.s.)’e ve ona tabi olanlara gereken, din düşmanlarının ileri geri konuşmalarıyla meşgul olmayı bırakıp, vazifelerini tam olarak yapmaya çalışmak, sonsuz kuvvet sahibi Rablerine güvenip dayanarak O’nun hükmünün gerçekleşmesini beklemektir. Zira O’ndan başka güvenilip dayanılacak başka hiçbir ilâh yoktur.
İzzeti ve şerefi Allah’tan, Allah’a kulluktan, Allah’la beraber ol-aktan başka yerlerde arayanlar izzetsiz ve şerefsiz insanlardır. Malda, makamda, parada, arabada, ekonomik ve siyasal güce sahip olmakta izzet ve şeref görenler bunları kaybettikleri anda izzetsiz ve şerefsiz hale gelmişlerdir. Müslüman asla cahili değer yargılarına itibar etmez. Müslüman Müslümanlıkla şeref kazanır. Müslüman Allah’a kulluğuyla izzet kazanır.
66. Yani her putperest, gerçekte kendisini putlaştırır. Çünkü tanrı atama yetkisini kendisinde görmeden putperest olamaz insan. Allah’a ait bir vasfı, bir sıfatı, Allah dışındaki bir varlığa atfediyorsa bir insan bu şu anlama gelir. Ben tanrımı belirleyebilirim. Tapınacağım varlığı ben tercih eder ya da seçebilirim demektir ki işte bunun için gerçekte Allah dışında ki bir varlığa tapınan ya da Allah’a ait bir vasfı O’na atfeden kimse, gerçekte kendini tanrılaştırmış olur.
67. Gece ve gündüz insan hayatı için vazgeçilmez bir ehemmiyete sahiptir. Gece karanlığı, insanın uyuyup istirahat etmesini, yorgunluklarından kurtulup huzur ve sükûna ermesine yardımcı olur. Gündüz ise aydınlıktır. Doğan güneş eşyanın görülmesini sağlar ve insanlar çalışma imkânı bularak maişetlerini temin ederler.
İşte geceyi ve gündüzü yaratan, onları hiçbir aksaklık olmadan peş peşe getirip duran şüphesiz Allah Teâlâ’dır. Milyonlarca yıldır durmadan devam eden bu muazzam hâdiselerde, ibret alacak şekilde hakikate kulak verebilenler için Allah’ın varlığını, birliğini, sonsuz kudret ve merhametini gösteren deliller, alâmetler, işaretler ve belgeler vardır. O halde, gece ve gündüzün nimetlerinden istifade edene değil, bu emsalsiz nimetleri istifadeye sunana kulluk etmek, O’na karşı şirk sayılacak her türlü düşünce ve eylemden kesinlikle uzak durmak gerekir:
68. “Allah’ın oğlu, kızı” gibi sözlerle Allah’a çocuk isnat etmek şirk içeren dinlerde yaygın bir anlayıştır. Putperest Araplarda da meleklerin Allah’ın kızları olduğu inancı vardı. Onların bazıları melekleri, dişi cinlerin seçkinleri olarak kabul eder, bazıları da cinlere taparlardı.
Cenab-ı Hak, “sübhânehû” ifadesiyle zât-ı ulûhiyyetini bu tür isnatlardan tenzih etmekte; “gani” ifadesiyle kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmadığını, dolayısıyla evlât sahibi olmak gibi bir şeyin de kendisi hakkında söz konusu olamayacağını bildirmektedir.
Burada kâfirlerin bu asılsız iddiaları üç ayrı delille çürütülür:
Allah her türlü noksanlıktan pak ve uzaktır. Ölümlü olmak ve bu yüzden zürriyetini devam ettirmek için bir eşe ihtiyaç duymak gibi noksanlıkların Allah hakkında düşünülmesi mümkün değildir.
Allah zengindir; her türlü ihtiyaçtan müstağnîdir, kimseye bir ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla mülkünü miras bırakabileceği bir çocuğa da ihtiyacı yoktur.
Allah, yerde ve gökte bulunan her şeyin sahibidir. Bunlardan hiçbiri O’nun oğlu veya mirasçısı gibi bir nispetle anılamaz; hiçbiri mülk, saltanat ve tasarrufunda O’na ortak olamaz.
Çünkü çocuk sahibi olma süreci bir dizi beşerî zaaf ve ihtiyaçların sonucu olarak gerçekleşir ve yaratıcının değil, yaratılmışların özelliğidir; oysa evrende bulunan her şey Allah’ındır; dolayısıyla O’nun hakkında ne bir ihtiyaçtan ne de eksiklikten söz edilebilir. Şu halde bütün şirk inançları kanıtsızdır ve Allah hakkında bilgisizce iddialardan ibarettir.
69. Fakat bunlar, sıradan bir yalan değil, Allah hakkında uydurulan yalanlardır. Allah hakkında yalan uyduranlar ise hiçbir zaman başarılı olamayacak, kurtuluşa eremeyeceklerdir. Dünyada yaşadıkları sürece fâni nimetlerle geçinip duracaklar, fakat kâfir olarak ölmeleri sebebiyle âhirette pek şiddetli azaba uğrayacaklardır.
70. Bir de insanlık tarihinin tümüne kuş bakışı bakmak gerek. İşte insanlık tarihinin tümüne eğer kuş bakışı bakmayı denerseniz, Kur’an önünüze insanlık tarihinden birkaç örnek sunuyor, al karşılaştır da benim söylediğim hakikatler tarihte nasıl doğruymuş gör diye.
10
71. Bu gerçekten kışkırtıcı, apaçık bir meydan okuyuştur. Bu sözü, elinde yeterli güç ve kuvveti bulunduran, kendi hazırlığına tam anlamı ile güvenen kimseden başkası söyleyemez. Çünkü buradaki ifade, düşmanın öfkesini kendi üzerine çekme, dokunaklı sözlerle onların kendisine saldırmalarına yol açan anlamına gelmektedir! Peki Hz. Nuh'un sırtını dayadığı güç ve hazırlık neydi? Yeryüzünün bütün güçlerine karşı ne vardı elinde?
İman onunla beraberdi. Bütün güçlerin önünde küçüldüğü, çoğunluğun önünde dize geldiği bütün önlemlerin karşısında çaresiz kaldığı kuvvetli bir iman. Hz. Nuh'un arkasında kendi dostlarını, şeytanın dostlarının elinde bırakmayan yüce Allah vardı!
İşte bu yalnız Allah'a imandır ki, sahibini bu evrende yer alan bütün canlı ve cansız varlıklara egemen olan büyük kuvvetin kaynağına kavuşturur. Dolayısıyla bu meydan okuyuş bir aldanma, bir öfke, bir intihar değildir! Bu gerçekten büyük olan kuvvetin, kesin iman sahipleri karşısında sönükleşen, eriyip giden basit, geçici kuvvetlere meydan okuyuşudur.
Allah yoluna çağrıda bulunan Müslümanlar için Allah'ın elçileri en güzel örneklerdir... Buna bağlı olarak, dava sahibi Müslümanların kalplerini dolup taşıncaya kadar bu güvenle doldurmaları gerekir. Yeryüzünün gayrımeşru bütün otoritelerine karşı yalnız Allah'a dayanmaları zorunludur.
Yeryüzünün gayrımeşru otoriteleri onlara işkenceden ve eziyetten başka bir zarar veremezler. Bu eziyetin ise bir imtihan vesilesi kabul edilmesi gerekir. Yoksa yüce Allah, dostlarına yardım etmekten aciz değildir. Kendi dostlarını, düşmanlarının ellerine teslim etmesi anlamına da gelmez bu. Bu sadece bir sınamadır. Kalpleri ve safları belirleyen bir sınama. Bundan hemen sonra, atak sırası müminlere gelir. Ve yüce Allah'ın onlara söz verdiği zafer ve egemenlik gerçekleşir.
Allah’ın vahyine karşı tedbir almakla, karşı bir plan hazırlamaya kalkışmakla Allah’a savaş açtınız. Allah’a savaş açmanın bir riski var. Allah’ın da size savaş açması. O zaman bir tedbir alın da riske girmeyin diyor. “Becerebilirseniz tabii”.
72. Hz. Nuh’un dini İslam’mış sevgili dostlar. Nuh Müslüman’mış yani. Buradan teslimiyetin öbür adı, İslam’ın da teslimiyetin öbür adı olduğunu anlıyoruz ve tüm peygamberlerin ortak tek dininin İslam olduğunu anlıyoruz.
Ben sizden mal da istemedim, mülk de istemedim, makam mansıp da istemedim, saltanat da istemedim, kadın kız da istemedim, bana teşekkür etmenizi de istemedim. Çünkü yaptığım bu görev Rabbimdendir ve onun mükâfatı da Rabbime aittir. Sizin Müslümanlığınızın karşılığı da size aittir. Siz Müslüman olduğunuz zaman kâr edecek, olmadığınız zaman da zarar görecek değilim ben.
73. Bu yüce Allah'ın yeryüzündeki bir yasasıdır. Bu konuda kendi dostlarına verdiği bir taahhüdüdür. Bir kere mü'min olan topluluğun yolu uzadığında bilmelidir ki, gerçekten izlemesi gereken yol, bu yoldur. Sonucun ve yeryüzünü emanet alacak kitlenin müminler olduğuna kesin kanaat getirmelidir.
Allah'ın taahhüdünün ve sözünün erken gerçekleşmesini istememelidir. Allah'ın sözü gerçekleşinceye kadar yoluna devam etmelidir. Yüce Allah, haşa, dostlarını aldatmaz. Kudreti ve kuvveti ile onlara destek olmaktan aciz değildir. Yine yüce Allah, onları düşmanlarına teslim etmez... Şu kadar var ki, yüce Allah sınamalarla müminlere pek çok şey öğretir, onları eğitir ve donatır.
74. Mekkelilere de aslında şu vurgulanıyordu, siz ilk değilsiniz tüm geçmişte ki isyankar kavimler aslında sizin yaptığınızı yaptı. Nasıl ki peygamberler birbirlerinin devamı ise kafirler de birbirlerinin devamıdır. Mesajı var burada.
"Biz ölçüyü aşanların kalplerini böyle mühürleriz."
Allah'ın ezeli olan yasasına uygun olarak sahibi tarafından kapatılan kalbe yüce Allah mühür vurur. Onu dondurur ve taşlaştırır. Artık o hiçbir mesajı algılayamaz ve kabullenemez... Doğal olarak bu işlem, yüce Allah'ın baştan bu kalplerin doğru yola ulaşmalarını engellemek istediği anlamına gelmez. Bu Allah'ın bir yasasıdır. Şartlarının gerçekleştiği her yerde yürürlüğe girer.
75. Gelin Müslüman olun ve kurtulun, değilse sonunuz geldi diyor. Kendiniz tanrılıktan vazgeçip yaratıcınıza, gerçek egemen olan Rabbinize teslim olduğunuz gibi benim Müslüman kullarımdan da elinizi çekin. Benim kullarıma tanrılık taslamaktan, zorla onları bana kulluktan, benim yasalarıma itaatten çıkarıp kendinize, kendi yasalarınıza kul, köle yapmaktan elinizi çekin. Allah’ın kutlu elçileri bu şekilde Rab’lerinin mesajıyla gelince alçaklar şaşırıp, apışıp kaldılar.
76. Bu derece şımarıkça ve pekiştirici ifade ile hem de hiçbir delile dayanmadan... "Bu apaçık bir büyüdür" dediler. Sanki bu bütün asırlar boyunca yalanlayıcıların birbirinden öğrendikleri tek bir cümledir. Surenin girişinde belirtildiği gibi yer ve zaman uzaklığına ve Hz. Musa'nın getirdiği mucizeler ile Kur'an mucizesi arasındaki uzaklığa rağmen, Kureyş müşrikleri de aynen onlar gibi davranmışlardı!
Zaten sihir beyazı, siyah; siyahı, beyaz; hakkı, batıl; batılı, hak gösterme el çabukluğudur ve bunu yapan herkes sihirbazdır. Musa’yı Firavun, Firavunu Musa gösteren herkes sihirbazdır. Kendi heva ve heveslerinden kaynaklanan bir sistemi hak, Allah’ın yasalarına bağlı İslâm sistemini de batıl göstermeye çalışan bu uğurda çalışan herkes sihirbazdır.
11
77. Musa’nın cevabı bu oldu. Aynı zamanda Musa’nın Firavuna cevabı Ey Mekkeliler, Muhammed’in size cevabıdır. Çünkü siz firavunun torunları gibi davranıyorsunuz. Muhammed ise Musa’nın. Onun için herkes vahye karşı aldığı tavra baksın, kimin devamı olduğuna karar versin.
78. Mekke’nin ileri gelenleri, Mekke’nin eşrafı. Yani Mekke’de ki ticaretin kaymağını yiyenler. Vahye ilk karşı çıkan ve sonuna kadar da direnen onlar olmuştu. Tıpkı firavunun etrafına kurdukları sistemin, soygun sisteminin ekmeğini yiyerek geçinen ve bütün bir halkın omuzlarına oturan ve onların kanlarını emen o seçkinler gibi.
Hz. Musa’nın mesajına karşı firavun ve etrafındaki seçkinlerin, yönetici seçkinlerin itirazı iki temele dayanıyordu; biri babaların yolu üzerinde olduklarını iddia ediyorlar ve babalar dinine atıf yapıyorlardı. Yani kendi meşruiyetlerinin referansı babalar idi. İkincisi ise siyasal idi. Siyasal argümanları da siz ikinize bu ülkede iktidar yolunu açmayı mı düşünüyorsunuz diyorlardı. Sanki iktidar kendilerine zimmetli gibi.
79. Firavun, Hz. Musa ve Hz. Harun’u söz düellosu ile mağlup etmekten ümidini kesince, bu kez başka çarelere başvurarak onları susturmanın yollarını arar. Hz. Musa’nın gösterdiği asa ve yed-i beyza mucizelerinin de ancak sihir olabileceğini düşündüğünden, tek çare olarak maharetli sihirbazları onun karşısına çıkarıp Musa’ya haddini bildirmekte görür.
Firavunun destekçisi tüm sihirbazlar bir meydanda toplandılar. Hepsi de Allah elçisine karşı fikir birliği, güç birliği oluşturdular. Tüm sihirbazlar, tüm halk Allah’ın elçisine karşıydı.
80. Çünkü Allah’ın elçisinin onlardan korkacak hiç bir şeyi yoktu. Çünkü onlar ne atarlarsa atsınlar, hakkın karşısında dayanma güçleri yoktu. Hakkın karşısında batılların asla dayanma gücünün olmadığını Allah’ın elçisi çok iyi biliyordu. Ne atarlarsa atsınlar, hangi numarayı çekerlerse çeksinler fark etmeyecekti. İster teknolojiyi kullansınlar, ister sanatlarını kullansınlar, ister edebiyatlarını gündeme getirsinler faek etmeyecekti. Hakkın karşısında batıl yok olmak zorundadır. Hakkın karşısında her şey yerle bir olmak zorundadır. İman karşısında hiç bir batılın dayanma gücü yoktur.
Bu hadise Hz. Musa ile Firavun ve yönetici seçkinleri arasında ki bu olay Kur’an da bir çok yerde anlatılır. Aslında bu olayın Kur’an da bunca sık anlatılmasının sebebi sadece Resulallah’ın içinde bulunduğu duruma ve Resulallah’ın getirdiği mesaja karşı çıkan Mekkelilerin içinde bulunduğu duruma tarihten bir ibret ya da örnek göstermek değil. Bunun yanında onunla beraber gelecekteki tüm mücadelelerde mutlaka firavunların olduğu yerde Musa’ların da olacağı ve geleceğin firavun ve Musa’larının arasındaki mücadelenin de mutlaka buna benzer, yani her iki tarafında elindeki gücü, elindeki imkanı ortaya koyarak kimin daha hakikati temsil ettiğinin örnekleri sergileniyor.
Onun içindir ki bu mücadele imanla küfrün mücadelesi her çağda mutlaka sürecek ve her çağın kendi imkanları içerisinde iman mücadelesini sürdürenler, küfürde direnenlere karşı elindeki tüm imanı imkanlarını kullanacaklarına bir ima, bir atıftır.
81. Bunun altında şöyle bir ima da yatıyor; beni sihirle suçlayan adamlara bakın, benim karşıma sihirle çıkıyorlar. Ben sihirbaz olmadığım halde bunu da iyi bildikleri halde, kendilerini ayna da seyreden bu adamlar kendi suçlarını bana atmaya çalışıyorlar. Eğer sihir kötü bir şeyse önüme niçin sihir çıkarıyorsunuz demeye getiriyor Hz. Musa. Asıl siz sihirle çıkıyorsunuz.
Sihrin nesnesi aslında illüzyonistlerin yaptığı bir takım alet ve edevatların bilmediğimiz düzeneklerine dayanıyor. Yani gözbağcılık. Göz yanıltmaya dayalı bir el çabukluğu. Bu çeşidi var. Bu aletli sihir. Ki buna illüzyon deniliyor şimdilerde.
Bir de eşyanın bir takım tabiatından yararlanarak o eşyada değil, eşyayı izleyen insanlarda bir takım psikolojik değişiklikler yapmak. O insanlar üzerinde eşyanın bir takım saptırıcı, psikolojik etkiler ortaya çıkarmasını, meydana getirmesini temin etmek şeklinde gerçekleşebilir.
82. Burada sahneler, kısa ve özet şeklinde veriliyor. Çünkü burada amaç, o sahneleri detaylı olarak dile getirmek değildir.
“Bi kelimatiHİ” Kelimeleriyle demektir lafzen. Fakat bu kelimelerin kavli değil, fiili olduğunu biliyoruz. Allah’ın burada, bu noktada, bu olay içinde müdahalesi Hz. Musa’nın elinde yarattığı mucize ile gerçekleşti. Dolayısıyla biz kelimelerin burada sözel değil, sözlü kelimeler değil, fiili, etkili bir müdahale olduğunu biliyoruz. Onun için Firavunun sihirbazları bu müdahalenin etkisi sonucunda teslim olmuşlar ve imanlarını itiraf etmişler.
83. Ayette geçen “zürriyet” kelimesi daha çok “nesil” manasına gelse de, burada “genç” anlamında kullanılmış ve Kur’an bu kelimeyle meselenin çok hususi bir yönüne işaret etmiştir. O da şudur: O korkunç zulüm dönemi esnasında yalnızca az sayıda genç erkek ve kadın Musa (a.s.)’ı lider kabul etme cesaretini gösterebilmiş; analar, babalar ve yaşlılar ise Peygambere tabi olarak dünyevi menfaatlerini ve hatta hayatlarını tehlikeye atma cesaretini gösterememiştir. Ayrıca o yaşlılar bununla yetinmeyip gençlerin de cesaretini kırmaya çalışmışlardır. İşte Kur’an meselenin bu ince yönünü vurgulamaktadır. Nitekim Peygamberimizin risaletinin başlangıcında da aynı durumla karşılaşmak mümkündür. Bu süreçte daha çok gençlerin davaya gönül verdiği görülmektedir.
Sonra gelen ayetlerdeki ifadelerden de kolaylıkla anlaşılabileceği gibi, İsrailoğulları Hz. Musa’nın peygamberliğine inanmadıkları için değil, Firavun ve avanesinin zulmüne uğramaktan korktukları için Hz. Musa’ya itaatten geri durmuşlardır. Bu korku, onların manen bozulmuş olmalarının tabii bir neticesi idi. Asırlarca süren kölelik onları manen çökertmiş ve mücadele ruhlarını yok etmişti.
“Müsrifin” kontrolsüz bir adamdı. Müsrif deyince ekmek israfı aklınıza gelmesin yalnızca, asıl büyük israf, insanın hakikat israfıdır. İnsanın, Allah’ın verdiği aklı israf etmesidir. İnsanın; Allah’ın içine yerleştirdiği fıtratı israf etmesidir. En büyük israf akıl israfıdır.
84. Bir peygamber çağrısı. Aslında peygamberlerin yolunu izleyen her öncünün çağrısı bu olmalı. Eğer hakikat üzerinde direnmenin bedelini ödüyorlarsa Hakk ehli, ıstırap çekiyorlarsa, egemenlerin zulmüne muhatap oluyorlarsa, onların baskı, şiddet ve terörüne muhatap oluyorlarsa ne yapmalılar, önderler onlara ne söylemeli sorusunun tarihteki en güzel cevabı işte burada veriliyor. Ne diyor Hz. Musa;
“Ey topluluk, eğer Allah’a inanıyorsanız o halde yalnızca O’na güveniniz. Yalnızca O’na güvenmeniz gerekir. Tabii ki siz O’na teslim olmuşsanız.”
O da biliyor ki Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmayanlar Allah’a güvenmezler, Allah’a güvenmeyenler Allah’a teslim olmazlar. Bunlar birbirlerini getiren şeyler. İslam Allah’a güvenmektir. Müslüman Allah’a teslim olan insandır. Allah’a güvenmeyen Allah’a neden teslim olsun. Eğer bir insan Allah’a teslim olmamışsa Allah’a güvenmiyor demektir. Allah’a güvenmeyene Allah neden güvensin ki.
Allah’a güvenmeyen insan, aslında Allah’ın kendine güvenine ihanet, hem de en büyük ihaneti etmiş değil midir? Çünkü insanoğlu öncelikle Allah’tan alacaklı değil, Allah’a borçludur. Allah insana güvenerek vermiştir tüm verdiklerini. Aklı, yüreği, duyguyu, düşünceyi, eli ayağı, gözü kulağı, dili dudağı ve daha sayamayacağımız sınırsız nimetleri. Bunlar Allah’ın insanoğluna güveninin eseridir. Bedelini ödemeden almıştır insan bunları Allah’tan. Eğer insan Allah’a güvensizlik beslerse, Allah’ın kendisine olan güvenine ihanet etmiş sayılır. İşte bu nedenle böyledir.
85. Firavunun zulümlerine ve işkencelerine rağmen yine de iman edebilmeyi beceren o az sayıda mü’min diyor ki biz Allah’a güvenip dayandık. Biz Rabbimize tevekkül edip vekaletlerimizi Ona verdik. Çok kötü şartlar altında Rabbimizin bizden istediği bu imanımızı, bu teslimiyetimizi gerçekleştirirken başımıza gelecekler konusunda biz Rabbimizi vekil tayin ettik. Bundan sonra bizi neler bekliyorsa biz onlardan Rabbimizin rahmetine sığındık, Rabbimizin koruması altına girdik. Biz kendimizi Rabbimize teslim ettik. Öyleyse ey Rabbimiz, ey uğruna tüm başımıza gelecekleri sineye çektiğimiz, hatırına her türlü işkenceyi göze aldık Rabbimiz.
86. Bir peygamber müntesiplerine, iman ehline dua tavsiye ediyor. Tevekkül tavsiye ediyor.
Bu ayette Allah'a dayanmanın, duadan önce zikredilmesiyle, dikkatler, dua eden kimsenin, duasının kabul olması için, Allah'a dayanıp güvenmesi gerektiği noktasına çekilmek istenmiştir.
87. Ey Musa ve Harun ikiniz, şehirdeki bazı evleri. Her ev karargah olmaz. Bazı evleri merkez edinin. İman merkezi, eğitim merkezi. Tıpkı bir okul gibi. Bir insan fabrikası kurun. Bazı merkezler insan yetiştirsin.
Resulallah’ın hayatında bu nasıl tezahür etmişti çok iyi bildiğinizi sanıyorum Erkam’ın evi. Erkam Bin Ebi’l Erkam diye genç bir sahabi ilk Müslüman olanlar arasında bulunuyordu. Kaynakların bize verdiği bilgiye göre 16 – 18 yaşında evli bir sahabe idi.
Erkam Bin Ebi’l Erkam’ın karargah olarak kullanılan evi öyle bir yerde idi ki eve birkaç yoldan giriş ve çıkış imkanı vardı. O eve girip çıkarken müminleri gözleme ihtimaline, gözetleme ihtimaline karşı alınmış bir tedbir di aynı zamanda.
İkinci tavsiye Hz. Musa’nın şahsında tüm müminlere. Kendi evlerinizi ise ibadethaneye dönüştürerek ibadetinizi eda edin. Karargah edinin bir okul, bir eğitim müessesesi, bir insan fabrikası olacak karargahlarınız olsun, bir de herkes kendi evini ibadethaneye dönüştürsün. O zaman kim engelleyebilir iman hamlesini. Eğer evler bir ibadethaneye dönüşürse, birer okula dönüşürse kim kapatabilir o okulları. Hangi güç kapatabilir.
Müminleri zaferle müjdele. İşte zafer; evleri dirilmiş, evleri dev olmaktan çıkıp okul olmuş, hikmetin karargahı olmuş bir toplumda iman zafere dönüşür.
12
88. Hz. Musa böyle bir peygamber. Onlara beddua etmiyor, dikkat buyurun lütfen. Onların hayatına beddua etmiyor. Onların servetleri ellerinden alınınca Allah’a yöneleceklerini düşünüyor. Yani servetlerini Allah ile aralarında bir engel olarak görüyor. Ki öyle. Hz. Musa’nın bedduası onlara değil, onları imandan uzaklaştıran unsurlara. Öyle gördüğü unsurlara. Onun için mallarını yere geçir diyor ve acısını da içlerine oturt. Oturt ki senin gönderdiğin ilahi hakikate karşı bunca direnişin bedeli olsun, kefareti olsun.
“Fela yu’minu hatta yeravül azâbel eliym” Belli ki onlar can yakıcı azabı görmedikçe iman etmeyecekler. Hz. Musa’nın okuyuşu bu, duası bu.
Duanın adabını da görüyoruz ve tabii ki kulun gücünün bittiği yerde duanın bir imkan olduğunu da görüyoruz. İşte bir peygamber duasıyla karşı karşıyayız. Nasıl bir tükenmişlik hissi var ise, yani artık zirveye gelmiş.
Aslında bir bu ayetlerin indiği zamanda Resulallah’ı da bu bunalmışlık içinde görüyoruz. Artık Mekkeliler onun canına kastetmeye kalkışıyorlar. Unutmayalım bu ayetler Mekke’nin son döneminde, 3. döneminde nazil olan ayetlerdir. Adeta Resulallah’ın hayatını da tasfiye ediyor ve Resulallah’a Hz. Musa’yı örnek göstermekle; “Senin başına gelmedi bu sadece daha önceki peygamberler de işte böylesine bunalmışlardı. Bunalınca onların yaptığı bu oldu.” Demişti. Fakat Resulallah bu bedduayı bile etmedi, ettiğine dair bir bilgiye sahip değiliz.
89. Evet, demek ki kulun gücünün bittiği yerde Allah’ın yardımı başlıyor. Eğer görevinizi tam yapmışsanız, artık yapacak bir şeyiniz kalmamışsa ve Allah’a havale etmişseniz, Allah o andan itibaren doğrudan devreye giriyor. İşte böyle, ve duanız yerini buluyor. Dua ile, kulu ile Allah arasında hiçbir şey kalmıyor. Çağrı anında cevabını buluyor. Davet, icabet buluyor.
Hazret-i Ali buyurdu ki: ”Ey Müslüman! Allah hazinelerinin anahtarlarını senin eline vermiştir. Çünkü sana, kendisinden dua edip isteme müsaadesi vermiştir. Ne zaman istersen, dua ile ihsanların kapılarının açılmasını talep edersin. Rahmet bulutlarının yağmasını niyaz edersin. Duanın kabulünün gecikmesi seni ümitsizliğe düşürmesin. Çünkü hediye, niyete göredir. Mükâfatın daha büyük ve daha bol olması için, duanın kabulü senden geciktirilmiş olabilir."
90. Artık ben de ona kayıtsız şartsız teslim olanlardanım. Yani ben de Müslüman oldum dedi. Hakikate karşı kör ve sağır davranmanın, dahası iktidar ve güç her şey demenin, iktidar ve gücü her şey sanmanın fena akıbeti bundan daha güzel nasıl anlatılabilir.
Diktatör, zorba, azgın ve taşkın olan Firavun'un bütün maskeleri düştü. İçinde kurulduğu kendisine ve milletine karşı onu heybetli, korkunç bir güce sahip biri gösteren bütün kılıkları indirildi. Şimdi o sönükleşmiş, bayağılaşmış ve horlanmış biriydi. İsrailoğulları'nın iman ettiği ilahtan başka ilah olmadığına inandığını açıklamakla yetinmiyor, daha da ileri giderek tam bir teslimiyeti dile getiriyor.
91. Hiçbir seçeneğin ve hiçbir kaçışın olmadığı şu anda mı? Bundan önce hep karşı koymuş ve reddettiğin halde şimdi mi? Şimdi mi anladın?
Evet, işte Allah’la, Allah’ın elçileriyle, Allah’ın sistemiyle savaşa tutuşan kimselerin akıbeti böyle oldu. Hepsi de geberip gittiler. Güçleri kuvvetleri, orduları, planları, silahları hiç bir işe yaramadı. Çünkü karşılarında Allah vardı. Onlar zannediyorlardı ki karşılarında gariban üç beş Müslüman var ve onların çabucak hakkından gelebilecekler. Ama işte gördük ki Allah her zaman galip gelmiş, Allah düşmanları her zaman mağlup olurken Allah taraftarları her zaman üstün olmuşlardır.
92. Şu bir gerçek ki Kur’an da Firavun ismi özel isim değildir. Cins isimdir. Yani hakan gibi, kral gibi, sultan gibi cins isimdir. Eski Mısır yöneticilerine verilen ortak isimdir, cins isim. Kitab-ı Mukaddes araştırmacıları ve yine eski Mısır uzmanlarına göre bu 2. Ramses’tir. Eğer eski Mısır uzmanlarının ortaklaşa söylediği gibi bu 2. Ramses ise, ki o MÖ. 12. yy.da, yani Hz. Musa’ya çağdaş, onunla aynı zamanda yaşamış bir Mısır Firavunudur. Eğer 2. Ramses ise; 2. Ramses’in şu anda mumyası Kahire de eski meclis binası, Tahir meydanına bakan eski meclis binasında sergilenmektedir. Gidenin görebilmesi mümkündür.
Firavunun cesedinin ibret olması.
a) Firavun'un tanrı olduğuna inananlar, onun boğulduğunu gözleriyle görmedikçe bunu yalanlayacaklar ve öyle kimselerin ölmeyeceklerini iddia edeceklerdi- Bundan dolayı Allah, onlar onu görsünler ve kalplerindeki şüphelen silinsin gitsin diye Firavun'un halini, onu, sudan olduğu gibi çıkararak ortaya koymuştur. Firavun'un cesedinin atıldığı yerin, İsrailoğullarının çok uğradıkları bir yer olduğu da rivayet edilmiştir.
b) Allahü teala'nın, insanların, Firavun'un, "Ben sizin en büyük Rabbinizim" dediğini duyup işitmelerinden sonra, insanlara onu bu zelil ve hakir vaziyette göstermeyi murat etmiş olmasıdır.
c) Allahü teala, Firavun'u bütün ordusuyla suya garkedip, sonra da ordusundan hiç kimseyi denizin dibinden çıkarmayıp, sadece Firavun'un cesedini çıkarınca, bu enteresan halin Firavun'a has kılınması, Allah'ın kudretinin mükemmelliğine ve Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın peygamberliğinin doğruluğuna delâlet etmiş olur.
93. Mekke de inen ayetlerle karşı karşıyayız ve müşrikler firavun ve onun etrafındaki seçkinlere benzetilerek vahye karşı nasıl durdukları Resulallah’a bir teselli olsun diye geçmişten bir örnek olarak nakledilmekte.
Cenab-ı Hak İsrailoğullarını Firavun’dan kurtardıktan sonra çok verimli ve bereketli arazilere sahip olan Suriye, Filistin ve Mısır’a yerleştirmiştir. Onları çeşitli güzel ve hoş nimetlerle; meyveler, sebzeler, bıldırcın eti ve kudret helvasıyla rızıklandırmıştır. Onlar, kutsal kitaplarında yer alan müjdelerden hareketle son zamanda Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamber olacağını ve ona Kur’an’ın indirileceğini biliyorlar; henüz gelmeden ona inanıyorlar ve gelmesini bekliyorlardı. Fakat o (s.a.s.) peygamber olarak gönderilince kıskandılar ve ona iman etmediler. (bk. Bakara 2/89, 90, 101) Halbuki ona inen Kur’an, gerçeğin ta kendisi idi:
94. Türkçedeki “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!” şeklinde ifade edilen ve Arapça’da “ta‘rîz” adıyla bilinen üslûp çerçevesinde düşünmek gerekir bu ayeti.
Ey bu hitabın muhatabı, bütün bunların ardından sana bildirdiğimiz mesajın doğruluğundan kuşkudaysan dön de senden önce ilahi kelamı okuyanlara bir sor, bir bak.
95. Bu ayetlerde muhatap alınan kişinin Peygamberimiz değil, genel manada insan olması da muhtemeldir. Buna göre şüphesi olan herkese hitap edilmekte, bu şüphesini izale için işin doğrusunu bilenlere müracaat etmeleri istenmektedir. Nitekim ayet-i kerimede şöyle buyrulur:
“Bilmiyorsanız, bilenlere sorun!” (Enbiyâ 21/7)
Yalan saymak küfürden biraz farklıdır. İnkâr etmek ayetleri tümüyle reddetmek ve inanmamak demektir. Ama yalan saymak ayetlere inanmakla beraber gereğini yerine getirmemek demektir. Meselâ adam inanıyor namazın farz olduğuna, ama yine de kılmıyor. İnanıyor tesettürün farziyyetine, ama yine de örtünmüyor. İnanıyor ahiretin varlığına, ama öyle bir hayat yaşıyor ki hayatında bu inancın kokusunu bile görmek mümkün değildir. İşte bu da ayetleri yalan saymak, ayetleri boşa çıkarmak, ayetlerin varlık sebebini kaldırmak demektir. İşte böyle Allah’ın bunca ayetlerine rağmen sanki onlar yokmuş gibi bir hayat yaşayanlar kaybetmişlerdir.
96. Sapmak isteyip sapmada ısrarcı olanların önüne engel olmaz demektir. Onun tercihine de Allah müsaade eder, izin verir demektir. Bunun anlamı budur. Yani bunun anlamı, Allah insanın iradesine o kadar hürmetlidir ki, insan bu iradeyi kendi aleyhine kullanmak istemesi halinde bile Allah ona engel olmaz. Ama isteseydi engel olma gücü vardı, fakat yarattığı ve bahşettiği iradeye Allah’tan daha fazla kim hürmet edebilir.
97. Yabancılaşma inkarla sonuçlanınca dönüşü mümkün olmayan bir sürece girilmiş olur ki bu ayetlerde dile getirilen şey, yüreğin ölümüdür. Yüreğin ölümü. Yürek ölürse artık dirilişi mümkün olmayacaktır.
Bir önceki ayetle birleştirirsek, Yüce Allah insanı sınamak için yarattığını ve bu sebeple ona hem iyiyi hem de kötüyü seçme özgürlüğü verdiğini, kendisine tanınan bütün fırsatları ısrarla reddeden ve inkârcılıkta direnenlerin acı bir akıbete duçar olacaklarını bildirmiştir.
İşte burada, bir kısım insanların bu ilâhî kanun gereğince belirtilen kötü sonu hak etmiş olacakları haber verilerek, onların da iman etmesi için olağan üstü çaba gösteren Resulullah ve müminler teselli edilmekte, bu gibi kimselerin elem veren azabı görmedikçe imana gelmeyecekleri ifade edilmektedir. Başka bazı ayetlerin tefsiri sırasında da belirtildiği üzere, bu ifadenin katı bir kadercilik felsefesine kapı araladığı düşünülmemelidir; zira Allah’ın ezelî ilmiyle bu tür kimseleri bilmesi imtihan düzenini bozan bir husus olmadığı gibi, Allah’ın bilgisi bizim mahiyetini kavrayabileceğimiz bir bilgi de değildir. Aksine buradaki bildirim, ilâhî yasanın işletileceğinden emin olunmasını sağlayan bir vaad anlamı da taşımaktadır.
98. Hz. Nuh, Musa ve Harun’un mücadelelerine işaret edilip insanlığın genellikle hakikatlere karşı direnen yüzünden bir kesit verilmiş; fakat bunun insanlık için değişmez bir kader olmadığını, iradesini doğru yönde kullananlar için de kurtuluşun mukadder olduğunu göstermek üzere Yunus kavmi örnek gösterilmiştir.
Bu vurgu onun toplumu dışında hiçbir toplum inkar etmişken topluca daha sonra inkarlarının tevbesini yapıp tekrar imana girmedi. Yani eğer girseydi bunun anlamı bu. Allah diğer toplulukları da affederdi.
Böylece Hz. Peygamber’e ve onu izleyecek tebliğci ve eğitimcilere her iki yolun yolcuları bulunduğu hatırlatılarak, inkârcılıkta ve kötülükte direnenler karşısında teselli, tevhid mücadelesine devamdan yılmamak gerektiği açısından da moral ve ümit verilmiştir.
Ey Mekke’liler ve ey modern muhataplar sizde ısrarınızdan ve inkarınızdan vazgeçerseniz Allah azap edipte ne yapacak. Yunus’un kavminin yaptığını yapın, Allah’ta yasalarını sizin için makul ve mümkün olan o ilahi yasalarını Yunus’un kavmine olduğu gibi sizinde geleceğinizi saadet ve müreffeh olarak yaratsın. Yani bu noktada sizden de cezayı kaldırsın anlamına gelir.
13
99. Bunu dilemedi. Ya neyi diledi? Seçmeyi diledi. Kaderi seçmektir insanın. İnsan iradesine Allah işte böylesine hürmet etti ve seçmeyi diledi. Onun için Allah’ın dilemediğini kimse dilemeye kalkmasın, ya da Allah’ın dilemediğini dilemeye kalkarak kendisini zora ve imkansıza sokmasın demektir bu.
Hz. Peygamber’den, inkârcılıkta direnenler karşısında maneviyatını bozmaması istenmektedir. Ayrıca bu ayetler, başkalarını zorla imana getirme çabası içine girenlerin kendi iradelerini Allah Teâlâ’nın iradesi üstüne çıkarmaya çalışmak gibi bir yanlışlığa düşmüş olacakları uyarısında bulunmaktadır.
100. Allah’ın izni olmadan hiç kimsenin iman etmeyeceği hususunun hemen ardından Allah’ın, akıllarını kullanmayanları iğrenç bir duruma sokacağının, yani kirli halleriyle baş başa bırakacağının bildirilmesi; yaratanın Allah Teâlâ, seçme kararını verecek olanın ise insan olduğunu, bir başka anlatımla, insanın imanla ilgili sorumluluğunun akıl nimetini yerli yerince kullanıp kullanmamasından kaynaklandığını açıkça ortaya koymaktadır.
Akıllarını düşünmekten alıkoyanlar pisliğe bulaşmış kimselerdir. Ayeti kerimede geçen "rics" kavramı, soyut pisliklerin en kötüsüdür. İşte onlar kendi duygularını düşünmekten ve muhakeme etmekten alıkoydukları için, bu pisliğin kucağına atılacaklardır. Çünkü onlar, bu eylemleri neticesinde yalanlamaya, nankörlüğe ve inkâra kalkışmışlardır.
101. Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ın varlığının ve birliğinin delilleridir. İbretle bunlara bakan, aklını çalıştırıp bu varlıklar üzerinde tefekkür edenler, bu kadar muazzam varlıkları eşsiz bir güzellik ve ahenk içinde yaratan sonsuz kudret, kuvvet, ilim, irade ve hikmet sahibi bir yaratıcının olduğunu idrakte zorlanmazlar.
Fakat inkâr dehlizlerine dalarak aklını çalıştırmayan, kalbinin tüm kapılarını hidayet ışıklarına kapatarak inanmamakta kararlı olan bedbahtlara bütün bu ayetlerin, işaret ve delillerin, peygamberlerin ve onların ikaz ve korkutmalarının hiçbir faydası olmayacaktır.
102. Bu vahyin ilk muhatabı olan Mekkelileri bir tehdit ve tabii ki tüm zamanlardaki muhataplarını.
Evet, dün olduğu gibi şu anda da bir bekleyiş var. Kâfirler de bekliyorlar, Müslümanlar da bekliyorlar. Allah’la savaşa tutuşanlar da bir bekleyişin içindeler, biz Müslümanlar da bekliyoruz. Bakalım görelim Allah ne yapacak? Tarih boyunca bu hep böyle olmuştur. Meselâ bir Nuh (a.s) kendisine iman eden çok az Müslüman’la birlikte kâfirlere karşı 950 yıl beklemiş, Hud (a.s) süper bir güç karşısında bir avuç garibanlarla bekledi, Salih (a.s) Semud’un güçlü kuvvetli zalimlerine, kafirlerine karşı bir avuç Müslüman’la bekledi, Lût (a.s) sadece kendisine inanmış iki kızıyla bekledi, İbrahim (a.s) büyük zalim Nemrut tarafından ateşe atılana kadar bekledi, Musa (a.s) azgın Firavunun denizde gebertilişine kadar bekledi, Muhammed (a.s) Allah’ın yardımı gelene kadar bekledi.
Kesin biliyor ve inanıyoruz ki Allah müminleri galip kâfirleri de mağlup edecektir. Bu Allah’ın değişmez yasasıdır. Evet, Allah düşmanları tarihin her döneminde helâk etmiştir.
103. Kâfirleri, Allah düşmanlarını helâk ederken, onların defterlerini dürerken peygamberi ve onun safında yer alan müminleri işte böylece kurtardık diyor Rabbimiz. Biz bunu kendimize yazdık buyuruyor Allah. Bu Allah’ın yeryüzünde değişmez bir yasasıdır.
104. Canınızı alacak olanın Allah olduğuna inanıyorsunuz da neden O’ndan başkalarına da kulluk ediyorsunuz. Bu nasıl çelişki.
Dinin Allah’tan geldiği konusunda kalplerinizde şüphe varsa , eğer hâlâ bu kitaptan, bu kitabın ortaya koyduğu ahlâka, eğitime, hukuka, siyasete, sosyal yapılanmalara ilişkin, hayatın her bir alanına ilişkin yasalarından, bu yasaların doğruluğundan şüphe ederek tüm bu konularda Allah’tan başkalarının yasalarına yöneliyorsanız o zaman bilin ki ben sizin Allah’tan başka taptıklarınızın hiç birisine tapmam. Sizin tüm küfür anlayışlarınızdan, şirk anlayışlarınızdan uzağım. Ben sizin fikirlerinizden, felsefelerinizden, sizin tüm hayat anlayışlarınızdan beriyim. Ben ancak sizi dirilten ve öldüren Allah’a kulluk ederim. Çünkü tek öldüren, tek dirilten Odur.
105. “Vech” yüz demektir. Fakat bir şeyin yüzü o şeyin varlığının tamamına delalet eder. Cüz ile Kül kastedilmiştir. Kur’an da Allah için geçen yüz ifadelerinden de Allah’ın zatı anlaşılır. Onun için yüzünü bir şeye çevirmek, varlığını çevirmektir. “Ekım vechek” istikametini kontrol et diyor yani. İstikametini yeniden kontrol et. Esas duruşunu takın, esas duruşunu bozma. İstikamet açısını doğru tayin et, başlangıçta 1 milimlik sapma sonuçta kilometrelerce sapmaya yol açar demek istiyor.
106. Mümin her şeyiyle Allah’ın rızasına yönelmek zorundadır. Fıtratını bozmadan Allah’a yönelecek. Allah’tan başkalarına kesinlikle kulluk etmeyecek, Allah’tan başkalarını dinlemeyecek, Allah’tan başkalarının çektiği yere gitmeyecek, Allah’tan başkalarına dua etmeyecek, onlara sığınmayacak. İşte bu, hanif olmanın, mü’min olmanın gereğidir.
107. O çok merhamet edendir. Merhametin kaynağıdır. Tüm merhametlilerin merhametleri O’ndan fışkırır, her merhametli merhametini O’na borçludur. Onun için eğer birine yöneleceksen, eğer birinden isteyeceksen, eğer birine arz edeceksen ihtiyacını o biri Allah olsun. En merhametli olan olsun. Merhametin kaynağı olsun.
Çünkü putlar, ideolojiler, ideologlar, şunlar, bunlar hiçbir fayda ve zarara güç yetirmezler, fayda ve zararın hepsine güç yetiren sadece Allah’tır. İnsanın başına gelen zararı Allah’tan başka kimse kaldıramaz. Allah’ın ihsan edeceği bir iyiliğe de kimse mâni olamaz. O istediğini yapmaya kadirdir. Öyle ise aciz şeylere değil, varlıkları istediği gibi yaratan, idare eden, hayat veren, öldüren, bağışlayan, merhamet eden Allah’a kulluk etmek gerekir.
108. İşte insan iradesine Allah’ın hürmeti bu ayette tecelli ediyor. İşte tüm dini hareketlerin temelini oluşturması gereken, insanın inanç dünyasına ilişkin değişmez gerçekler bu ayette dile getiriliyor.
Evet, biz de insanlara şunu diyeceğiz. Kendilerine hakkı götürdüğümüz, kendilerine Allah’tan gelen bu hak kitabı duyurduğumuz insanlara diyeceğiz ki ey insanlar, biz size vekil değiliz. Ne peygamberin ne de bizim sizi zorla, zorbayla hakka ulaştırmamız, Müslüman yapmamız mümkün değildir. Bizim size bu kitabın ayetlerini ulaştırmamızın ötesinde böyle bir yetkimiz de, böyle bir sorumluluğumuz da yoktur. Sizin sorumluluğunuzu da üzerimize alacak değiliz. Diler iman eder, diler küfredersiniz, bu sizin bileceğiniz bir şeydir diyeceğiz.
109. Tüm risalet mirasına sahip çıkacak olan, vahyi insanlara duyurma görevi ile görevlendirilen, ya da bu görevi omuzlarına alan tüm müminlere aynı zamanda bir hitap bu. Onlara; vazifenizi yapın ve hakikat üzerinde direnin. Eğer vahye karşı kör ve sağır davranıyorlarsa unutmayın ki onların hesabını sizden sormayacak Allah. Siz kendi hesabınızdan sorumlusunuz.
Öyleyse ey Peygamber ve ey Müslümanlar, Rabbinizden size vahyedilene uyun. Size Rabbinizden gelen kitaba ve ayetlere uyun. Ve Allah’ın hükmü gelene kadar sabredin, direnin, dayanın. O hüküm verenlerin ve verdiği hükmü uygulayanların en iyisidir. Ey peygamberim, Müslümanca kalabilmek için sabret, diren dayan, tüm direncini, tüm gayretini ortaya koy. Tüm dünya birleşip de seni Allah’tan, Allah’a kulluktan, Allah’ın istediği bir hayatı yaşamaktan alıkoymaya çalışsalar da, tüm dünya sana düşman kesilse de veya tüm dünya birleşip de sana dost kesilseler de, senin önünde boyun büküp teslimiyet ortaya koysalar da sen yine de Müslüman kalabilmek için dayan, diren ve sabret. Ta ki Allah’ın hükmü gelinceye kadar.
Peki Allah’ın hükmü önceki ayetlerde beyan edildiği gibi Müslümanlara başarı, Müslümanlara kurtuluş, nimet ve zafer, kâfirlere de hezimet, helâk ve yok oluştur. Allah’ın hükmü peygambere ve müminlere öldükleri andan itibaren cennet ve Allah’ın hoşnutluğu, kâfirlere de geberdikleri andan itibaren cehennem ve Allah’ın gazabıdır. Öyleyse ey peygamberim ve ey Müslümanlar dünyada zafer, dünyada başarı, dünyada kurtuluş getirecek Rabbinizin hükmü gelinceye kadar ve Rabbinizin rızasını ve cennetini getirecek Rabbinizin ölüm hükmü gelene kadar cennet yolunda sabredin. Unutmayın ki hüküm verenlerin, hakimlerin ve hükmünü uygulayacak olanların en hayırlısı Allah’tır.
Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn”
Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdadır.

Osman Erdoğmuş
Kayıt Tarihi : 23.5.2025 19:40:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!